Siyaset sahasında ihanetin anlamı üzerine konuşmak gerçekten zor bir iş…
Çünkü başkaldıran herkes, başkaldırma hakkının olduğu iddiasıyla yaptığının ihanet sayılamayacağını iddia edebiliyor.
Sınırsız özgürlük olmadığı gibi kayıtsız şartsız ilişkiler de yoktur. Her ilişki, var oluşların karşılıklı tanınması ve sayılması esasına dayanır.
Mesele şudur: Varoluşların tanınması noktasında var olanların neliği ve niteliği göz önüne alınmazsa “sapla saman birbirine karıştırılmış” olur.
Bu ne anlama gelir? Bu, ilişkilerin kuruluş biçiminin belirlenmesi anlamına gelir.
Lâfı fazla uzatmadan Türkiye’deki etnik ırkçılık sorununu bu cepheden ele alalım:
Türkiye’de “Kürtler ve Türk’ler” diye iki “ eşit ve farklı” toplumsal yapı olduğu kanaati, enternasyonalist müşterekte birleşen dinci, liberal ve bazı sosyalist kalemlerce kafamıza kazınmaya çalışılıyor.
Buna göre Türkiye’de, “Türk” denen kitlenin, diğer” halklar” üzerinde haksız bir egemenliği var ve başta Kürt’ler olmak üzere her “halk” kendi kaderini tayin hakkına sahip!
Her şeyden önce sosyalist terminolojinin tamamen anlamsız bir terimi olan “halk” kelimesi, toplumsal yapıların hiç birine karşılık gelmemekte ve hiçbir açıklama gücü taşımamaktadır. Kendi içinde benzerlik gösteren her insan topluluğunun bir halk sayılması halinde aynı dili aynı kültürü paylaşan insanların camii cemaatlerinin bile ayrı birer halk sayılması mümkün olabilir ki bu tip bir saçmalıkla siyaset yapılması zaten abesle iştigaldir. Bu açıdan “halklar” söylemiyle siyaset yapan solun Türk Milleti’ne verebileceği hiçbir şey yoktur. Sol kamp, ideolojisinden gelen enternasyonalizm yüzünden etnik ırkçıları kendi fikir kardeşi olarak gördüğü içindir ki bu saçma terimi hâlâ kullanmaktadır.
O halde açıklayıcı olan nedir?
Açıklayıcı olan, millet, kavim, aşiret, kabile terimleridir.
Bir millet, tarihin belli bir döneminde bir hukuk çatısı altında bir araya gelmiş kavimler birliğidir. Buna göre bir araya geldikleri hukuk çatısı, “kural altında bir olmak” iradesinin meskeni ve koruyucusudur.
Bundan dolayıdır ki milletleşmiş toplulukların toprakla ve coğrafya ile ilişkisiyle milletleşmemiş toplulukların ilişkisi çok farklıdır.
Milletleşmiş topluluklar artık “toplumlaşmış” ve kuralı, bulundukları yere egemen kılmış topluluklardır. Aralarındaki fizikî, ırkî lisanî farklılıkların ötesine geçip aynı soyut değerleri paylaşmaktan doğan birlik duygusuyla hareket eder ve yaşadıkları toprağa da bu yüzden soyut bir değer atfeder ve ona “vatan” derler.
Kabileler için üzerinde yaşanan toprak parçasının, fiziksel varlığın devamı dışında pek bir önemi yoktur. Şüphesiz her insan üzerinde yaşadığı toprak parçasına bağlılık gösterir ama bu bağlılığın kapsamı ve bağlamı toplumsal yapının gelişmişliği ile çok farklı bir hal alır.
Ancak ve yalnız görerek, koklayarak, dokunarak tanıdıklarına bağlılık gösteren bir kabile üyesi ile soyut değerlerin belirtileri ile tanıdığı, kendine benzettiği insanları kendinden sayan insan arasında çok ciddi bir varoluşsal fark vardır.
Bir kabile üyesi için bağlılık yalnızca kabilesinin şefinin koyduğu keyfî kurallara uymaktan ibarettir.. Bir millet üyesi içinse bağlılık, toprağı “vatan” haline getiren ve milleti bir arada tutan soyut değerlere gösterilen sadakattir.
Bu yüzdendir ki milletleşmemiş topluluklarda “vatana ihanet” diye bir kavram yoktur. Çünkü milletleşememiş topluluklar için bir toprak parçasını “vatan” haline getirmek için gerekli soyut değerler, normlar ve bunların kendiliğinden eseri olan “kurallar” söz konusu değildir. Milletleşememiş topluluklarda ancak aşiretin, kabilenin veya kavmin savaş gücünü kıran bir ihanet söz konusudur. Milletleşememiş toplulukların oluşma şekli, üzerinde yaşanan toprak parçasını “vatan” yapacak değerler takımını içermez.
Milletleşme bir süreçtir. Çünkü milletleşmeyi sağlayan şey yaşayan değerler, normlar ve kurallardır. Milletleşme, toplumlaşmanın tecessüm etmiş halidir. Her kurala dayalı beraberlik gerçek hayatta mutlaka bir “millet” şeklinde tebarüz eder. Bu yüzden meselâ farklı dillerden, açıkça farklı ırklardan ve hatta farklı milletlerden insanlar bizimle yaşayıp bizim değerlerimiz paylaştıklarında ve bunu açıkça benimsediklerinde “kendiliğinden” bizim bir parçamız olur, ve Türk haline gelirler. Oysa milletleşememiş bir topluluğa dışarıdan mensubiyet diye bir şey söz konusu değildir.
İşte “vatan” denen şeyin kutsiyeti, vatanı yaratan milletin mayasındaki büyük kavrayıcı, kabullenici ve benzeştirici özden gelmektedir. Bu öz irademiz dışında ve bize hükmeden bir tabiat unsuru değildir. Bu öz, bir arada bulunmayı hakka ve ahlâka dayandırmak mutabakatı hakkındaki irademizden başka bir şey değildir.
Vatana ihanet işte bu iradeye ihanettir.
Bir şartla… Eğer bu iradenin sahibi, sahip olduğu gücü “ kabullenme”, , “hukuk” gibi konuların dışında zorbaca kullanıyorsa o güze başkaldırmak şüphesiz insanlığın gereğidir.
Burada bir noktayı özellikle belirtmekte sayısız fayda vardır:
Bir millet, bir arada bulunmakla ilgili hukuk mutabakatı iradesinden dolayı, “vatan” yaptığı yani değerleriyle kutsadığı toprak parçasında birinci ve tartışmasız söz sahibidir! Bu tartışılamaz ve vazgeçilemez bir haktır. Buna “millî egemenlik” denir.
Bir milleti meydana getiren fertlerin ailelerine gösterdikleri bağlılık nasıl varoluşsal ve dokunulmaz ise iradeye dayalı bir beraberlik sonucu kendiliğinden oluşmuş millî varlığa bağlılık da öyle dokunulmazdır. Egemenliğin varoluşsal kaynağı da budur.
Bu yüzden bu tip bir soyut oluşumun temelindeki hak üzerindeki mutabakat, beraberliğin yani milletin ve o milletin egemenliğinin meşruiyetini sağlar. Bu yüzdendir ki hukuktan ayrılmamak konusunda genel bir davranış gözeten bir milletin vatanında, milletleşememiş yapılar için iki meşru seçenek vardır:
Ya mevcut millet yapısına katılınarak milletin hukuka dayalı soyut kimliği benimsenir, onun egemenlik hakkının doğal bir ortağı olunur... Bu durumda aşiret, kabile veya kavim kimliği tamamen bireysel alanlarda yaşatılmaya devam edilir…
Veya milletleşmeye iştirak edilmez ve milletin kullandığı egemenlik aygıtına ortak olmadan gene bireysel alanda aşiret, kabile veya kavim kimliği yaşatılır. Bu durumdaki topluluklar zaten siyaseten azınlık sayılırlar ve siyaseti belirlemekte hiçbir yetkileri olamaz.
Bu iki halde de “vatanı” oluşturan milletin var oluşu ile milletleşememiş yapıların var oluşları “meşru” bir ilişki içindedir. Eğer “millet”, kendi vatanını meşru şekilde paylaşan toplumsal yapılara açıkça zulüm ederse o zaman direnme hakkı kendiliğinden doğacaktır.
Buna mukabil… Hakka dolayısıyla hukuka riayet etmeyi, genel davranış biçimi haline getirmiş bir milletin egemenlik hakkına başkaldırmak; üzerinde yaşanan toprak parçasını vatan haline getiren değerleri, gayri meşru şekilde reddetmek anlamına geleceğinden, “vatana ihanet” olarak adlandırılır. Yani kayıt ve şartları sağlanmamış her isyan, aslında doğrudan vatana ihanettir ki o kayıt ve şart egemenin, egemenlik hakkını kötüye kullanması, hukuktan ayrılarak açık bir zulme saplanmasıdır.
Şunu açıkça belirtmeliyiz ki egemenlik hakkı da diğer haklar gibi kötüye kullanılabilir ve bunun mutlak şekilde sorumluluğu vardır! Bir aile çocuklarını nasıl yetiştireceğine kendisi karar vermekle beraber, onlara işkence etmek hakkına nasıl sahip değilse bir milletin de egemenlik hakkının hukuka riayetle sınırlı olduğu hakikati kabul edilmelidir. Aksi takdirde millet adına egemenliği kullanan iktidarların milletin fertlerine de “milli egemenlik” adına zulmetmesi söz konusu olabilir.
Bu cepheden bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçılar gerek siyasetçi gerekse terörist olsun açıkça vatana ihanet etmektedir. Çünkü Türk Milleti’nin hakka riayete genel uygunluk açısından meşruiyeti tartışılmaz egemenlik hakkını reddetmektedirler. Vatana ihanet, yasama faaliyetinin ürünü olan “yasaya bağlı bir suç” değildir. O vatan denen şeyin gerçekliğinin reddinden kaynaklanan bir hak ihlali ve doğal bir suçtur. Bu suçun varlığı, vatan denen kavram inkâr edilmedikçe veya ortadan kalkmadıkça, yasama kararlarıyla ortadan kaldırılamaz.
Bu sözde siyasetçiler, ne Türk Milleti’nin kendilerini, milletleşmenin bir parçası sayarak egemenliğe ortak etmesinin kıymetini bilmekte ne de milletleşmeye katılmamanın kayıt ve şartlarını yerine getirmektedirler.
Türk Milleti’nin varlığı ve egemenlik hakkı reddedilmeksizin, mevcut etnik ırkçı siyasetin var olması imkânsızdır! Eğer Türkiye Cumhuriyetinin siyasetinde yer alınacaksa bu, ancak milletleşmeye dahil olmak ve genel işleri, vatanın sahibi ve egemeni Türk Milletine göre yapılabilir! Bunu reddeden insanlar siyaset ve dolayısıyla egemenlik haklarını kullanmaksızın, millete saygı duyarak temel haklarını kullanırlar. Temel haklarını Türk Milletine karşı kullanamazlar! İşte bu yüzden milletin meşru varoluşuna karşı saygı duymayan hiçbir varoluş saygıya değer değildir. Milltin varoluşuna denk ve onun varoluşunun soyut kaynaklarından gelen egemenlik hakkına denk bir başka egemenlik hakkı da söz konusu olamaz!
Bu yüzden “demokratik özerklik” denen şey, milletin soyut değerlerinin kabile ırkçılığı adına açıkça reddi ve Türk varoluşuna saygısızlıktır. Bu yüzden milletleşmenin parçası olmak kaydıyla kullanılabilecek egemenlik aygıtları vasıtasıyla millete isyan da ancak vatana ihanet anlamına gelir.
Bu açmaz, millet realitesinin farkına varmakla aşılabilir ama ideolojilerindeki enternasyonalizm ile milleti reddeden etnik ırkçılığın Türk solundaki Marksist kardeşleri, siyasal dinciler ve vatansız bir kısım liberaller bu açmazın en büyük destekçileridir.
Türkiye’de siyasetin sorunu, ihanetin açıkça ve resmî kanallardan tam bir hukuk istismarıyla daha ne kadar sürdürüleceği konusunda karar verememesindendir. Bu sorun aşılamazsa, ülkenin bölünmesi etnik ırkçılardan önce kendi siyasetçilerimizce gerçekleştirilebilir. O zaman şu sorular kendiliğinden akla gelir:
Millî egemenlik milletin varlığının reddi için kullanılabilir mi?
Vatanının açık bir siyasi bölünmesi tehdidi karşısında acaba Türk Milleti’nin direnme hakkı yok mudur?
Barıştan söz edenlerin en başta düşünmeleri gereken ve ihanet ile ilgili olarak akıllarını uyarması gereken iki büyük soru bunlardır.
Çünkü başkaldıran herkes, başkaldırma hakkının olduğu iddiasıyla yaptığının ihanet sayılamayacağını iddia edebiliyor.
Sınırsız özgürlük olmadığı gibi kayıtsız şartsız ilişkiler de yoktur. Her ilişki, var oluşların karşılıklı tanınması ve sayılması esasına dayanır.
Mesele şudur: Varoluşların tanınması noktasında var olanların neliği ve niteliği göz önüne alınmazsa “sapla saman birbirine karıştırılmış” olur.
Bu ne anlama gelir? Bu, ilişkilerin kuruluş biçiminin belirlenmesi anlamına gelir.
Lâfı fazla uzatmadan Türkiye’deki etnik ırkçılık sorununu bu cepheden ele alalım:
Türkiye’de “Kürtler ve Türk’ler” diye iki “ eşit ve farklı” toplumsal yapı olduğu kanaati, enternasyonalist müşterekte birleşen dinci, liberal ve bazı sosyalist kalemlerce kafamıza kazınmaya çalışılıyor.
Buna göre Türkiye’de, “Türk” denen kitlenin, diğer” halklar” üzerinde haksız bir egemenliği var ve başta Kürt’ler olmak üzere her “halk” kendi kaderini tayin hakkına sahip!
Her şeyden önce sosyalist terminolojinin tamamen anlamsız bir terimi olan “halk” kelimesi, toplumsal yapıların hiç birine karşılık gelmemekte ve hiçbir açıklama gücü taşımamaktadır. Kendi içinde benzerlik gösteren her insan topluluğunun bir halk sayılması halinde aynı dili aynı kültürü paylaşan insanların camii cemaatlerinin bile ayrı birer halk sayılması mümkün olabilir ki bu tip bir saçmalıkla siyaset yapılması zaten abesle iştigaldir. Bu açıdan “halklar” söylemiyle siyaset yapan solun Türk Milleti’ne verebileceği hiçbir şey yoktur. Sol kamp, ideolojisinden gelen enternasyonalizm yüzünden etnik ırkçıları kendi fikir kardeşi olarak gördüğü içindir ki bu saçma terimi hâlâ kullanmaktadır.
O halde açıklayıcı olan nedir?
Açıklayıcı olan, millet, kavim, aşiret, kabile terimleridir.
Bir millet, tarihin belli bir döneminde bir hukuk çatısı altında bir araya gelmiş kavimler birliğidir. Buna göre bir araya geldikleri hukuk çatısı, “kural altında bir olmak” iradesinin meskeni ve koruyucusudur.
Bundan dolayıdır ki milletleşmiş toplulukların toprakla ve coğrafya ile ilişkisiyle milletleşmemiş toplulukların ilişkisi çok farklıdır.
Milletleşmiş topluluklar artık “toplumlaşmış” ve kuralı, bulundukları yere egemen kılmış topluluklardır. Aralarındaki fizikî, ırkî lisanî farklılıkların ötesine geçip aynı soyut değerleri paylaşmaktan doğan birlik duygusuyla hareket eder ve yaşadıkları toprağa da bu yüzden soyut bir değer atfeder ve ona “vatan” derler.
Kabileler için üzerinde yaşanan toprak parçasının, fiziksel varlığın devamı dışında pek bir önemi yoktur. Şüphesiz her insan üzerinde yaşadığı toprak parçasına bağlılık gösterir ama bu bağlılığın kapsamı ve bağlamı toplumsal yapının gelişmişliği ile çok farklı bir hal alır.
Ancak ve yalnız görerek, koklayarak, dokunarak tanıdıklarına bağlılık gösteren bir kabile üyesi ile soyut değerlerin belirtileri ile tanıdığı, kendine benzettiği insanları kendinden sayan insan arasında çok ciddi bir varoluşsal fark vardır.
Bir kabile üyesi için bağlılık yalnızca kabilesinin şefinin koyduğu keyfî kurallara uymaktan ibarettir.. Bir millet üyesi içinse bağlılık, toprağı “vatan” haline getiren ve milleti bir arada tutan soyut değerlere gösterilen sadakattir.
Bu yüzdendir ki milletleşmemiş topluluklarda “vatana ihanet” diye bir kavram yoktur. Çünkü milletleşememiş topluluklar için bir toprak parçasını “vatan” haline getirmek için gerekli soyut değerler, normlar ve bunların kendiliğinden eseri olan “kurallar” söz konusu değildir. Milletleşememiş topluluklarda ancak aşiretin, kabilenin veya kavmin savaş gücünü kıran bir ihanet söz konusudur. Milletleşememiş toplulukların oluşma şekli, üzerinde yaşanan toprak parçasını “vatan” yapacak değerler takımını içermez.
Milletleşme bir süreçtir. Çünkü milletleşmeyi sağlayan şey yaşayan değerler, normlar ve kurallardır. Milletleşme, toplumlaşmanın tecessüm etmiş halidir. Her kurala dayalı beraberlik gerçek hayatta mutlaka bir “millet” şeklinde tebarüz eder. Bu yüzden meselâ farklı dillerden, açıkça farklı ırklardan ve hatta farklı milletlerden insanlar bizimle yaşayıp bizim değerlerimiz paylaştıklarında ve bunu açıkça benimsediklerinde “kendiliğinden” bizim bir parçamız olur, ve Türk haline gelirler. Oysa milletleşememiş bir topluluğa dışarıdan mensubiyet diye bir şey söz konusu değildir.
İşte “vatan” denen şeyin kutsiyeti, vatanı yaratan milletin mayasındaki büyük kavrayıcı, kabullenici ve benzeştirici özden gelmektedir. Bu öz irademiz dışında ve bize hükmeden bir tabiat unsuru değildir. Bu öz, bir arada bulunmayı hakka ve ahlâka dayandırmak mutabakatı hakkındaki irademizden başka bir şey değildir.
Vatana ihanet işte bu iradeye ihanettir.
Bir şartla… Eğer bu iradenin sahibi, sahip olduğu gücü “ kabullenme”, , “hukuk” gibi konuların dışında zorbaca kullanıyorsa o güze başkaldırmak şüphesiz insanlığın gereğidir.
Burada bir noktayı özellikle belirtmekte sayısız fayda vardır:
Bir millet, bir arada bulunmakla ilgili hukuk mutabakatı iradesinden dolayı, “vatan” yaptığı yani değerleriyle kutsadığı toprak parçasında birinci ve tartışmasız söz sahibidir! Bu tartışılamaz ve vazgeçilemez bir haktır. Buna “millî egemenlik” denir.
Bir milleti meydana getiren fertlerin ailelerine gösterdikleri bağlılık nasıl varoluşsal ve dokunulmaz ise iradeye dayalı bir beraberlik sonucu kendiliğinden oluşmuş millî varlığa bağlılık da öyle dokunulmazdır. Egemenliğin varoluşsal kaynağı da budur.
Bu yüzden bu tip bir soyut oluşumun temelindeki hak üzerindeki mutabakat, beraberliğin yani milletin ve o milletin egemenliğinin meşruiyetini sağlar. Bu yüzdendir ki hukuktan ayrılmamak konusunda genel bir davranış gözeten bir milletin vatanında, milletleşememiş yapılar için iki meşru seçenek vardır:
Ya mevcut millet yapısına katılınarak milletin hukuka dayalı soyut kimliği benimsenir, onun egemenlik hakkının doğal bir ortağı olunur... Bu durumda aşiret, kabile veya kavim kimliği tamamen bireysel alanlarda yaşatılmaya devam edilir…
Veya milletleşmeye iştirak edilmez ve milletin kullandığı egemenlik aygıtına ortak olmadan gene bireysel alanda aşiret, kabile veya kavim kimliği yaşatılır. Bu durumdaki topluluklar zaten siyaseten azınlık sayılırlar ve siyaseti belirlemekte hiçbir yetkileri olamaz.
Bu iki halde de “vatanı” oluşturan milletin var oluşu ile milletleşememiş yapıların var oluşları “meşru” bir ilişki içindedir. Eğer “millet”, kendi vatanını meşru şekilde paylaşan toplumsal yapılara açıkça zulüm ederse o zaman direnme hakkı kendiliğinden doğacaktır.
Buna mukabil… Hakka dolayısıyla hukuka riayet etmeyi, genel davranış biçimi haline getirmiş bir milletin egemenlik hakkına başkaldırmak; üzerinde yaşanan toprak parçasını vatan haline getiren değerleri, gayri meşru şekilde reddetmek anlamına geleceğinden, “vatana ihanet” olarak adlandırılır. Yani kayıt ve şartları sağlanmamış her isyan, aslında doğrudan vatana ihanettir ki o kayıt ve şart egemenin, egemenlik hakkını kötüye kullanması, hukuktan ayrılarak açık bir zulme saplanmasıdır.
Şunu açıkça belirtmeliyiz ki egemenlik hakkı da diğer haklar gibi kötüye kullanılabilir ve bunun mutlak şekilde sorumluluğu vardır! Bir aile çocuklarını nasıl yetiştireceğine kendisi karar vermekle beraber, onlara işkence etmek hakkına nasıl sahip değilse bir milletin de egemenlik hakkının hukuka riayetle sınırlı olduğu hakikati kabul edilmelidir. Aksi takdirde millet adına egemenliği kullanan iktidarların milletin fertlerine de “milli egemenlik” adına zulmetmesi söz konusu olabilir.
Bu cepheden bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçılar gerek siyasetçi gerekse terörist olsun açıkça vatana ihanet etmektedir. Çünkü Türk Milleti’nin hakka riayete genel uygunluk açısından meşruiyeti tartışılmaz egemenlik hakkını reddetmektedirler. Vatana ihanet, yasama faaliyetinin ürünü olan “yasaya bağlı bir suç” değildir. O vatan denen şeyin gerçekliğinin reddinden kaynaklanan bir hak ihlali ve doğal bir suçtur. Bu suçun varlığı, vatan denen kavram inkâr edilmedikçe veya ortadan kalkmadıkça, yasama kararlarıyla ortadan kaldırılamaz.
Bu sözde siyasetçiler, ne Türk Milleti’nin kendilerini, milletleşmenin bir parçası sayarak egemenliğe ortak etmesinin kıymetini bilmekte ne de milletleşmeye katılmamanın kayıt ve şartlarını yerine getirmektedirler.
Türk Milleti’nin varlığı ve egemenlik hakkı reddedilmeksizin, mevcut etnik ırkçı siyasetin var olması imkânsızdır! Eğer Türkiye Cumhuriyetinin siyasetinde yer alınacaksa bu, ancak milletleşmeye dahil olmak ve genel işleri, vatanın sahibi ve egemeni Türk Milletine göre yapılabilir! Bunu reddeden insanlar siyaset ve dolayısıyla egemenlik haklarını kullanmaksızın, millete saygı duyarak temel haklarını kullanırlar. Temel haklarını Türk Milletine karşı kullanamazlar! İşte bu yüzden milletin meşru varoluşuna karşı saygı duymayan hiçbir varoluş saygıya değer değildir. Milltin varoluşuna denk ve onun varoluşunun soyut kaynaklarından gelen egemenlik hakkına denk bir başka egemenlik hakkı da söz konusu olamaz!
Bu yüzden “demokratik özerklik” denen şey, milletin soyut değerlerinin kabile ırkçılığı adına açıkça reddi ve Türk varoluşuna saygısızlıktır. Bu yüzden milletleşmenin parçası olmak kaydıyla kullanılabilecek egemenlik aygıtları vasıtasıyla millete isyan da ancak vatana ihanet anlamına gelir.
Bu açmaz, millet realitesinin farkına varmakla aşılabilir ama ideolojilerindeki enternasyonalizm ile milleti reddeden etnik ırkçılığın Türk solundaki Marksist kardeşleri, siyasal dinciler ve vatansız bir kısım liberaller bu açmazın en büyük destekçileridir.
Türkiye’de siyasetin sorunu, ihanetin açıkça ve resmî kanallardan tam bir hukuk istismarıyla daha ne kadar sürdürüleceği konusunda karar verememesindendir. Bu sorun aşılamazsa, ülkenin bölünmesi etnik ırkçılardan önce kendi siyasetçilerimizce gerçekleştirilebilir. O zaman şu sorular kendiliğinden akla gelir:
Millî egemenlik milletin varlığının reddi için kullanılabilir mi?
Vatanının açık bir siyasi bölünmesi tehdidi karşısında acaba Türk Milleti’nin direnme hakkı yok mudur?
Barıştan söz edenlerin en başta düşünmeleri gereken ve ihanet ile ilgili olarak akıllarını uyarması gereken iki büyük soru bunlardır.