28 Şubat 2011 Pazartesi

Vatana İhanetin Doğası Üzerine



Siyaset sahasında ihanetin anlamı üzerine konuşmak gerçekten zor bir iş…

Çünkü başkaldıran herkes, başkaldırma hakkının olduğu iddiasıyla yaptığının ihanet sayılamayacağını iddia edebiliyor.

Sınırsız özgürlük olmadığı gibi kayıtsız şartsız ilişkiler de yoktur. Her ilişki, var oluşların karşılıklı tanınması ve sayılması esasına dayanır.

Mesele şudur: Varoluşların tanınması noktasında var olanların neliği ve niteliği göz önüne alınmazsa “sapla saman birbirine karıştırılmış” olur.

Bu ne anlama gelir? Bu, ilişkilerin kuruluş biçiminin belirlenmesi anlamına gelir.

Lâfı fazla uzatmadan Türkiye’deki etnik ırkçılık sorununu bu cepheden ele alalım:

Türkiye’de “Kürtler ve Türk’ler” diye iki “ eşit ve farklı” toplumsal yapı olduğu kanaati, enternasyonalist müşterekte birleşen dinci, liberal ve bazı sosyalist kalemlerce kafamıza kazınmaya çalışılıyor.

Buna göre Türkiye’de, “Türk” denen kitlenin, diğer” halklar” üzerinde haksız bir egemenliği var ve başta Kürt’ler olmak üzere her “halk” kendi kaderini tayin hakkına sahip!

Her şeyden önce sosyalist terminolojinin tamamen anlamsız bir terimi olan “halk” kelimesi, toplumsal yapıların hiç birine karşılık gelmemekte ve hiçbir açıklama gücü taşımamaktadır. Kendi içinde benzerlik gösteren her insan topluluğunun bir halk sayılması halinde aynı dili aynı kültürü paylaşan insanların camii cemaatlerinin bile ayrı birer halk sayılması mümkün olabilir ki bu tip bir saçmalıkla siyaset yapılması zaten abesle iştigaldir. Bu açıdan “halklar” söylemiyle siyaset yapan solun Türk Milleti’ne verebileceği hiçbir şey yoktur. Sol kamp, ideolojisinden gelen enternasyonalizm yüzünden etnik ırkçıları kendi fikir kardeşi olarak gördüğü içindir ki bu saçma terimi hâlâ kullanmaktadır.

O halde açıklayıcı olan nedir?

Açıklayıcı olan, millet, kavim, aşiret, kabile terimleridir.

Bir millet, tarihin belli bir döneminde bir hukuk çatısı altında bir araya gelmiş kavimler birliğidir. Buna göre bir araya geldikleri hukuk çatısı, “kural altında bir olmak” iradesinin meskeni ve koruyucusudur.

Bundan dolayıdır ki milletleşmiş toplulukların toprakla ve coğrafya ile ilişkisiyle milletleşmemiş toplulukların ilişkisi çok farklıdır.

Milletleşmiş topluluklar artık “toplumlaşmış” ve kuralı, bulundukları yere egemen kılmış topluluklardır. Aralarındaki fizikî, ırkî lisanî farklılıkların ötesine geçip aynı soyut değerleri paylaşmaktan doğan birlik duygusuyla hareket eder ve yaşadıkları toprağa da bu yüzden soyut bir değer atfeder ve ona “vatan” derler.

Kabileler için üzerinde yaşanan toprak parçasının, fiziksel varlığın devamı dışında pek bir önemi yoktur. Şüphesiz her insan üzerinde yaşadığı toprak parçasına bağlılık gösterir ama bu bağlılığın kapsamı ve bağlamı toplumsal yapının gelişmişliği ile çok farklı bir hal alır.

Ancak ve yalnız görerek, koklayarak, dokunarak tanıdıklarına bağlılık gösteren bir kabile üyesi ile soyut değerlerin belirtileri ile tanıdığı, kendine benzettiği insanları kendinden sayan insan arasında çok ciddi bir varoluşsal fark vardır.

Bir kabile üyesi için bağlılık yalnızca kabilesinin şefinin koyduğu keyfî kurallara uymaktan ibarettir.. Bir millet üyesi içinse bağlılık, toprağı “vatan” haline getiren ve milleti bir arada tutan soyut değerlere gösterilen sadakattir.

Bu yüzdendir ki milletleşmemiş topluluklarda “vatana ihanet” diye bir kavram yoktur. Çünkü milletleşememiş topluluklar için bir toprak parçasını “vatan” haline getirmek için gerekli soyut değerler, normlar ve bunların kendiliğinden eseri olan “kurallar” söz konusu değildir. Milletleşememiş topluluklarda ancak aşiretin, kabilenin veya kavmin savaş gücünü kıran bir ihanet söz konusudur. Milletleşememiş toplulukların oluşma şekli, üzerinde yaşanan toprak parçasını “vatan” yapacak değerler takımını içermez.

Milletleşme bir süreçtir. Çünkü milletleşmeyi sağlayan şey yaşayan değerler, normlar ve kurallardır. Milletleşme, toplumlaşmanın tecessüm etmiş halidir. Her kurala dayalı beraberlik gerçek hayatta mutlaka bir “millet” şeklinde tebarüz eder. Bu yüzden meselâ farklı dillerden, açıkça farklı ırklardan ve hatta farklı milletlerden insanlar bizimle yaşayıp bizim değerlerimiz paylaştıklarında ve bunu açıkça benimsediklerinde “kendiliğinden” bizim bir parçamız olur, ve Türk haline gelirler. Oysa milletleşememiş bir topluluğa dışarıdan mensubiyet diye bir şey söz konusu değildir.

İşte “vatan” denen şeyin kutsiyeti, vatanı yaratan milletin mayasındaki büyük kavrayıcı, kabullenici ve benzeştirici özden gelmektedir. Bu öz irademiz dışında ve bize hükmeden bir tabiat unsuru değildir. Bu öz, bir arada bulunmayı hakka ve ahlâka dayandırmak mutabakatı hakkındaki irademizden başka bir şey değildir.

Vatana ihanet işte bu iradeye ihanettir.

Bir şartla… Eğer bu iradenin sahibi, sahip olduğu gücü “ kabullenme”, , “hukuk” gibi konuların dışında zorbaca kullanıyorsa o güze başkaldırmak şüphesiz insanlığın gereğidir.

Burada bir noktayı özellikle belirtmekte sayısız fayda vardır:

Bir millet, bir arada bulunmakla ilgili hukuk mutabakatı iradesinden dolayı, “vatan” yaptığı yani değerleriyle kutsadığı toprak parçasında birinci ve tartışmasız söz sahibidir! Bu tartışılamaz ve vazgeçilemez bir haktır. Buna “millî egemenlik” denir.

Bir milleti meydana getiren fertlerin ailelerine gösterdikleri bağlılık nasıl varoluşsal ve dokunulmaz ise iradeye dayalı bir beraberlik sonucu kendiliğinden oluşmuş millî varlığa bağlılık da öyle dokunulmazdır. Egemenliğin varoluşsal kaynağı da budur.

Bu yüzden bu tip bir soyut oluşumun temelindeki hak üzerindeki mutabakat, beraberliğin yani milletin ve o milletin egemenliğinin meşruiyetini sağlar. Bu yüzdendir ki hukuktan ayrılmamak konusunda genel bir davranış gözeten bir milletin vatanında, milletleşememiş yapılar için iki meşru seçenek vardır:

Ya mevcut millet yapısına katılınarak milletin hukuka dayalı soyut kimliği benimsenir, onun egemenlik hakkının doğal bir ortağı olunur... Bu durumda aşiret, kabile veya kavim kimliği tamamen bireysel alanlarda yaşatılmaya devam edilir…

Veya milletleşmeye iştirak edilmez ve milletin kullandığı egemenlik aygıtına ortak olmadan gene bireysel alanda aşiret, kabile veya kavim kimliği yaşatılır. Bu durumdaki topluluklar zaten siyaseten azınlık sayılırlar ve siyaseti belirlemekte hiçbir yetkileri olamaz.

Bu iki halde de “vatanı” oluşturan milletin var oluşu ile milletleşememiş yapıların var oluşları “meşru” bir ilişki içindedir. Eğer “millet”, kendi vatanını meşru şekilde paylaşan toplumsal yapılara açıkça zulüm ederse o zaman direnme hakkı kendiliğinden doğacaktır.

Buna mukabil… Hakka dolayısıyla hukuka riayet etmeyi, genel davranış biçimi haline getirmiş bir milletin egemenlik hakkına başkaldırmak; üzerinde yaşanan toprak parçasını vatan haline getiren değerleri, gayri meşru şekilde reddetmek anlamına geleceğinden, “vatana ihanet” olarak adlandırılır. Yani kayıt ve şartları sağlanmamış her isyan, aslında doğrudan vatana ihanettir ki o kayıt ve şart egemenin, egemenlik hakkını kötüye kullanması, hukuktan ayrılarak açık bir zulme saplanmasıdır.

Şunu açıkça belirtmeliyiz ki egemenlik hakkı da diğer haklar gibi kötüye kullanılabilir ve bunun mutlak şekilde sorumluluğu vardır! Bir aile çocuklarını nasıl yetiştireceğine kendisi karar vermekle beraber, onlara işkence etmek hakkına nasıl sahip değilse bir milletin de egemenlik hakkının hukuka riayetle sınırlı olduğu hakikati kabul edilmelidir. Aksi takdirde millet adına egemenliği kullanan iktidarların milletin fertlerine de “milli egemenlik” adına zulmetmesi söz konusu olabilir.

Bu cepheden bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçılar gerek siyasetçi gerekse terörist olsun açıkça vatana ihanet etmektedir. Çünkü Türk Milleti’nin hakka riayete genel uygunluk açısından meşruiyeti tartışılmaz egemenlik hakkını reddetmektedirler. Vatana ihanet, yasama faaliyetinin ürünü olan “yasaya bağlı bir suç” değildir. O vatan denen şeyin gerçekliğinin reddinden kaynaklanan bir hak ihlali ve doğal bir suçtur. Bu suçun varlığı, vatan denen kavram inkâr edilmedikçe veya ortadan kalkmadıkça, yasama kararlarıyla ortadan kaldırılamaz.

Bu sözde siyasetçiler, ne Türk Milleti’nin kendilerini, milletleşmenin bir parçası sayarak egemenliğe ortak etmesinin kıymetini bilmekte ne de milletleşmeye katılmamanın kayıt ve şartlarını yerine getirmektedirler.

Türk Milleti’nin varlığı ve egemenlik hakkı reddedilmeksizin, mevcut etnik ırkçı siyasetin var olması imkânsızdır! Eğer Türkiye Cumhuriyetinin siyasetinde yer alınacaksa bu, ancak milletleşmeye dahil olmak ve genel işleri, vatanın sahibi ve egemeni Türk Milletine göre yapılabilir! Bunu reddeden insanlar siyaset ve dolayısıyla egemenlik haklarını kullanmaksızın, millete saygı duyarak temel haklarını kullanırlar. Temel haklarını Türk Milletine karşı kullanamazlar! İşte bu yüzden milletin meşru varoluşuna karşı saygı duymayan hiçbir varoluş saygıya değer değildir. Milltin varoluşuna denk ve onun varoluşunun soyut kaynaklarından gelen egemenlik hakkına denk bir başka egemenlik hakkı da söz konusu olamaz!

Bu yüzden “demokratik özerklik” denen şey, milletin soyut değerlerinin kabile ırkçılığı adına açıkça reddi ve Türk varoluşuna saygısızlıktır. Bu yüzden milletleşmenin parçası olmak kaydıyla kullanılabilecek egemenlik aygıtları vasıtasıyla millete isyan da ancak vatana ihanet anlamına gelir.

Bu açmaz, millet realitesinin farkına varmakla aşılabilir ama ideolojilerindeki enternasyonalizm ile milleti reddeden etnik ırkçılığın Türk solundaki Marksist kardeşleri, siyasal dinciler ve vatansız bir kısım liberaller bu açmazın en büyük destekçileridir.

Türkiye’de siyasetin sorunu, ihanetin açıkça ve resmî kanallardan tam bir hukuk istismarıyla daha ne kadar sürdürüleceği konusunda karar verememesindendir. Bu sorun aşılamazsa, ülkenin bölünmesi etnik ırkçılardan önce kendi siyasetçilerimizce gerçekleştirilebilir. O zaman şu sorular kendiliğinden akla gelir:
Millî egemenlik milletin varlığının reddi için kullanılabilir mi?
Vatanının açık bir siyasi bölünmesi tehdidi karşısında acaba Türk Milleti’nin direnme hakkı yok mudur?

Barıştan söz edenlerin en başta düşünmeleri gereken ve ihanet ile ilgili olarak akıllarını uyarması gereken iki büyük soru bunlardır.

25 Şubat 2011 Cuma

Türkiye’de Ulusal Bir Sol Mümkün mü?


CHP’nin geldiği noktadan sonra bu soruya “Evet” diye cevap verebilmek imkânsız görünüyor. Türkiye’de solu daha ziyade bir medeniyet şablonu olarak ele alan yaygın kanaate rağmen sol özünde ne ulusaldır ne de medenî. Solun böyle algılanmasının sebebi Türk modernleşmesine inananların, adı sol olan örgütlenmeler dışında kendilerine yakın bir yer bulamamalarıdır. Nitekim CHP seçmeninin büyük kısmının, Sovyetik bir devrimle meydana gelecek kaçınılmaz kıyım ve köleleştirmeyi akıllarına bile getirmediklerini ve hele böyle bir şeyi arzulamadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.



Bir vakit Merhum Ecevit “Marksist olmayan” bir sol hayaliyle yola çıkmış ve büyük milletimizin teveccühüne mazhar olmuştu. Gel zaman git zaman görüldü ki milletin teveccüh ettiği “demokratik sol”un bütün düşündüğü “devlet eliyle sadaka dağıtmak” kolektivizmidir. Nitekim bu, herkese yiyebileceği bir lokma ekmek bahşederek herkesi kendine ilelebet borçlu kılıp kanını emen devlet zihniyetinin birazcık yumuşatılmış halinden başka bir şey değildi. Solun ideolojisinde bildiğimiz millet/ulus kavramına yer yoktur.



Çünkü solun ideolojisi, işçi sınıfının, diğerlerini ne şekilde olursa olsun un ufak ederek tek egemen olmasını hedefleyen bir düşünüşü barındırır. Bu açıdan solun tek “gerçeği”, sınıf gerçeğidir ve bu gerçeğin dışındakileri “tarihsel bir sapma” olarak görür. Buna mukabil, sol ulusal yapıların dışındaki bütün ulusaltı/etnik yapıları gerçek kabul eder. Bu solun büyük sosyolojik çelişkisidir. Sosyolojinin kurumlarını ve kurallarını reddederek her şeyi sözde üretim ilişkilerine dayandıran solun, etnik grupların gerçekliğini neden ve nasıl tanıdığının hiçbir makul cevabı yoktur. Bunun en akla yakın cevabı, Marx’ın sosyolojiden ve toplumsal yapıların oluşum hakikatinden bihaber olmasıdır.



Marx “sınıf” hayaline o kadar kapılmıştır ki milletleşme hakikatini gözden kaçırmıştır. Bunun bir başka muhtemel sebebi, Marx’ın, dünya siyasetindeki baskın devletlerin durumu ile milletleşme olayı arasındaki ilgiyi görmezden gelmesidir. Muhtemelen milletleşememiş bir topluma mensup olmaktan dolayı diğerlerine duyduğu kıskançlıktır.



Nitekim dikkat edilirse milletleşmiş toplumların dünya siyasetindeki manevralarını, toptan “emperyalizm” diye nitelendirmektedir. Emperyalizm sıfatıyla milletleşmiş toplumları ve onların devletlerini reddederken milletleşememiş ve bundan dolayı devletlerarası ilişki kuramayan toplulukları “ezilmiş halklar” yaklaşımı ile tanıması tam da içten içe etnik bir kompleksin ifadesi gibidir… Solun, Marx’ın bilgisizliği ve kompleksiyle temellenen enternasyonalizminin ikinci büyük çelişkisi, “enternasyonalizm” kelimesinde “nasyonal” yani “millî” sıfatının var olmasına rağmen enternasyonal tavrın, bu gerçeği yok saymasıdır. Hem “milletler arası” bir dayanışmadan bahsedip hem de dayanışmanın öznelerini reddetmek belki diyalektik canbazlıkla beslenen nevrotik zihinler için mümkün olabilir ama bunun gerçek hayatta bir yeri olamaz. Solun ideoloji olarak insan davranışlarının önceden bilinemeyecek sonuçlarıyla ilgili hiçbir bilgisi yoktur. Dolayısıyla tarihin bir döneminde ortak bir emniyet sağlayıcı tekel için bir mutabakata varmış kavimlerin meydana getirdiği beraberliğin sonuçlarını anlayabilecek basireti de yoktur. Sola, böyle bir beraberliğin, hayatın gereklerine verilen cevaplarda yaratacağı kendiliğinden benzeşmeyi anlatabilmek mümkün değildir. Çünkü sol ideolojinin kalıplarında böyle bir beraberlik yoktur. Bir solcuya Kırgız, Kazak, Azeri, Tatar, Çuvaş, Başkurt, Oğuz gibi adların nasıl olup da “Türk” soyadının altında bulunduğunu sorsanız, size Marx’a dayanarak bir cevap veremeyecektir ve maalesef zaten Marx’tan başka da bir referansı yoktur. Dolayısıyla geri kalmış bir ülke olan Türkiye’nin sol kampından ülkenin millî bütünlüğüne dair, milletin adına dair bir duyarlılık beklemek hayaldir.



Almanya’da bir solcu için en önde gelen şey sosyalizmi Alman Milleti’nin menfaatleri için kullanmakken gerilemekte olan ülkemizde solun hedefi hâlâ bedeli ne olursa olsun bir sınıf egemenliği kurmaktır. Bu sınıf egemenliği kurulduğunda Türkiye etnik olarak parçalanır mı parçalanmaz mı bu bizim solcularımızın maalesef umurunda bile değildir. Nitekim CHP’nin “3. Yol” dediği şeyin, millî bütünlüğe dayanmaktan ziyade PKK taleplerine benzemesi bu sebeptendir. Bugün CHP birbirleriyle ters düşmüş Mahir Çayan ve Mihri Belli’nin dahi ortak emeli olan “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı” denen Marksist /Leninist hedefi eleştiremeyecek kadar enternasyonalizmle uyuşmuş vaziyettedir.



Marx kolaycı zihinlerin afyonu olarak insanları, ailelerinden, soylarından ve milletlerinden koparmaya ve nevroza sürüklemeye devam etmektedir. Kendi başına düşünemeyen Leninist kopyalar olarak Türk sol siyasetçileri de bu açıdan ülkeyi yangın yerine çeviren etnik ırkçılığa karşı milletin sesi olmak yerine, “duble” yol yapmakla övünen dinci enternasyonalizmle “işsizlik” ezberiyle muhalefet etmek dışında bir şey akıl edememektedir.



Türk Milleti’nin sol siyasetle gidebileceği hiçbir yer yoktur. Sol siyaset bugün dinci enternasyonalizmin seküler ayna görüntüsünden başka bir şey değildir. Teröristleri affedip ağızlarına birer lokma ekmek tıktığında, onların milleti bölmekten vazgeçeceğini sanacak kadar hayalci Marx mümini olanların millî mücadeleyi ağızlarına almaları en hafif tabirle ayıptır. Mustafa Kemal gibi bir Türk milliyetçisinin millet tasavvuruyla onların hiçbir ilgisi olamaz. Ulusal her duyarlılığı “sağ kayma” diye kınayan insanların Türk Milleti’ne verecek hiçbir şeyleri yoktur. Onların tek bildikleri “kazanacağına kesin inandıkları tarafta” olmaktır. Bugün Silivri’de ulusalcı diye yatan Doğu PERİNÇEK, Yalçın KÜÇÜK gibi adamların zamanında PKK dalkavukluğu yapmasının sebebi de omurgalarının Marksist enternasyonalizm ile erimiş olmasındandır. Türk Milleti, vatanını yangın yerine çevirmiş etnik ırkçılığı alt edecektir ve bu, sol ile değil sola rağmen olacaktır.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Arap Kültürü Ve İslam Medeniyeti Özdeşleştirmesi Üzerinden Bir Eleştiriye Eleştiri

: Alaatin Karaca’da Edebi Eleştiri Eksikliği Ve Siyasal islâmcı Çarpıtma





Elimde bir dergi var, adı: “Beyaz Gemi”. 25. Sayısını çıkarmış…

Alaattin KARACA adlı yazarın “Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı celal Romanında Araplar, İslâm ve Hilâfet” adlı bir inceleme yazısı dikkatimi çekti.

Yazarımız eleştirisine, Burhan Cahit ile ilgili hepsi övgü dolu olan düşünceleri aktararak başlıyor.

Daha sonra derhal romanın aslında edebî bir değer taşımadığını Şu cümleyle ispatlayıveriyor: “ İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok.

Demek ki iyi bir edebî eserin ölçüsü bir ana öyküsünün olup olmaması? Bana öyle geliyor ki yazarımız “Foucault Sarkacı” gibi bir demir leblebiyi okusa, onu da bu anlayışla anında çöpe yollayabilirdi. Burada üstü örtülü olarak romanın bir aşk ilişkisini anlatan bölümlerini küçümseyen ikircikli ve kıskanç muhafazakârlıkla “Sonra Şeyh Sadun’un kızı arz-ı endam ediyor tüm şuhluğuyla; ancak Yüzbaşı’yla kısa bir aşk macerası yaşadıktan sonra da son sahneye kadar ortaya çıkmıyor bir daha diyerek bütün romanlarda bir “Huzur Sokağı” taassubu aradığını belli ediyor. Sanırım yazarımız, Burhan Cahit’in romanını nasıl kurgulaması gerektiğine, kendisinin karar verebileceğini düşünüyor.

Eleştirmenin bundan sonraki satırlarında, “ metnin bölük pörçüklüğünü” ispata yönelik örneklemeler dışında hiçbir edebî eleştirisi bulunmuyor. Koskoca yazıda metnin edebî değeriyle ilgili iki tane hüküm cümlesi var onlar da şunlar: İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok”… “Yapıt edebî açıdan değerli değil ancak saltanatın ardından kurulan ulus-devletin, Cumhuriyetin temel düşüncelerini, Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine karşı alınan tavrı yansıtması bakımından ayrı bir önem taşıyor”

Eleştirinin belkemiğini oluşturan da zaten ikinci cümle. Yazının gerisi bu düşünceyi destekleyen alıntılarla dolu ve aynı düşünce tekrarlana tekrarlana yazı bitiyor.

Buradaki anahtar kelimeler Arap ulusu, coğrafyası ve İslam dini…

Eleştirmenin sathî, siyasal dinci tavrı bu satırlarda zaten sırıtıyor. Yazarın bu cümlesine göre Türk millî devletinin kuruluşunun dayanağı, Arap ulusuna, coğrafyasına dolayısıyla “İslâm dinine” karşı bir tavırdır!

Bir edebî eleştiriden, çok derin bir tarih bilgisi ve sosyoloji okuması beklemek belki hatadır. Ancak “dolayısıyla” kelimesiyle bağlanan Arap ulusu ve İslâm dini kavramlarının aynı şeyler olmadıklarını bilebilmek için de âlim olmaya gerek yok.

Her şeyden önce Arap ve Türk milletleri, semavî dinlerin inişlerinden önce bile var olan milletlerdir. Ayrı dilleri, ayrı kültürleri apayrı toplumsal yapıları olan bu iki büyük toplumun “milletleştiren” kültürel ağırlık merkezleri İslâm nüzul etmeden çok önce oluşmuştur. Şüphesiz İslâm bu iki millete çok şey katmıştır ama ne Arap kültürü İslâm’dan ibarettir ne de Türk’ler, İslâm’la ahlâkı tanımış bir barbarlar kitlesidir. Dolayısıyla “dolayısıyla” diyerek Arap ulusunu İslâm diniyle özdeşleştirmeye kalktığınızda hilâfeti sırtlanan, üç kıtada İslâm dinini Arap’lardan çok daha fazla yayan ve onu çok daha iyi temsil edebilmiş Türk Milleti’ni inkâr ediyorsunuz demektir.

Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine” gibi bir ifade kullanabilmek için ulus ve din kavramlarının ayrı şeyler olduğundan bihaber olmak iktiza eder. İkinci olarak böyle bir ifade kullandığınızda toplumsal düzende dinin yeri hususunda hiç kafa yormamış okumamış olmak gerekir. Üçüncü olarak aynı dine mensup milletlerde dinin yaşanışı ve algılanışı ile ilgili hiçbir bilginiz yok demektir.

İslâm tarihinin önemli bir bölümü Arap’ların İslâm üzerindeki tekellerini korumak için Türk’lere uyguladıkları baskılar ve hatta Arap’lar dışındaki İslâm âlimlerine yönelik Arapçı baskıyla ilgilidir. Arap’lar kendi milletleri dışındaki İslâm âlimlerinin itibarıyla oynamak için onlara “mevali” demişler ve hükümlerini görmezden gelmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Konuyla ilgili olarak Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün İmamı Âzam Ebu Hanife adlı eserine müracaat edilebilir. İslâm dininde fıkıh kurumunun kurucusu bu en büyük imam dahi Arap ulusundan ve kültüründen ve coğrafyasından değildir, hayatı da Arapçılığı İslâm’a egemen kılmak isteyen siyasal dincilerin eliyle son bulmuştur.

Eleştirinin ilerleyen bölümlerinin de edebiyatla herhangi bir ilgisi zaten yok. Eleştirmenin bütün edebî bilgisinin veya ilgisinin eserin “bütünlüğü” ile ilgili olduğunu görüyoruz. Metnin geri kalan kısımları, romandan alıntılarla Burhan Cahit’in ve dolayısıyla “ulus devletin”, nasıl Arap “dolayısıyla” İslâm düşmanı olduğunu ispatlamaya çalışmasından ibaret.

Eleştirmen alıntılarda ne denmek istediğini sanki okur anlayamazmış gibi tepeden bir bakışla, Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü yok, Arap uygarlığı İlerlemeye engel, Araplardan miras kalan hilafet ve Sonuç bölümlerinde kendince bir yanlışlamaya gidiyor ama kendi hükmünün ortada olmadığını saklayamıyor. İlk olarak alıntıladığı satırları okura kendince tercüme ederek okuru aptal yerine koymasıyla ikinci olarak eleştirdiği görüşlerin aksine bir görüş beyan edip de bunu ispatlamaya gerek duymamasıyla eleştirmen, edebî eleştiri yetkinliğinden çok uzak düşmüş yazısında, zeki bir ortaokul öğrencisinin çarpık münazarasından başka bir şey sergileyemiyor.

Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü olup olmadığına bakmak çok zor değildir meselâ… Hıristiyan’ların kendi içindeki mücadelelerinde mezhepsel ayrılıkların rolü herhalde siyasal dinci ve Arapçı bir yazar olarak görünen eleştirmenin dikkatini çekmemiştir ama zahmet edip seyrederse, bu konuda çekilmiş sayısız filmlerden biri olarak “Tudors” hâlâ televizyonda oynamaktadır. Kaldı ki Türk’lerin İslâm’ı tercih edişi esnasındaki Arap ırkçılığına dair geniş malûmat da mevcuttur.

Eleştirmen, Burhan Cahit’in Arap ihanetiyle ilgili satırlarından da alıntılar yapıp bunun yanlış bir bilgilendirme olduğunu pısırıkça ve kısık sesiyle iddia etmektedir ama tarih Mekke şerifi Hüseyin’in ihanetinin , Ravza’daki Mehmetçik’e yapılanların, Filistin Cephesi’nde kör edilen on beş bin Mehmetçik’in kayıtlarıyla doludur. “Dolayısıyla” sanki Arapların hiçbir ihaneti olmamış, bize hiçbir düşmanlık göstermemişler de İslâm’ın büyük hâmisi ve temsilcisi Osmanlı Türk devleti o topraklardan kendiliğinden buharlaşmış gibi bir yaklaşımın akl-ı selim ve hakikatle hiçbir alâkası olamaz.

Eleştiri, bir metin hakkında eleştirmenin “gerekçeli hükmü” anlamına gelir. Eleştirmen kendi dünyasına göre eleştirisinin gerekçelerini ortaya koyduktan sonra hükmünü verir. Kaldı ki hermenötikle ilgilenenler için işin aslı, eleştirmenin kendi dünyası da değildir. Eleştiride işin aslı, yazarın dünyasına nüfuz edip edememektir. Bu noktada, eleştirmenin asıl işi, yazarın ne yapmaya çalıştığıyla ve bunun ne kadarını yapabildiğiyle ilgili güçlü bir kanaat geliştirmeye çalışmaktır. Yazarlar eleştirmenlerin standartlarına göre yazmaz. Aksi takdirde her yazar aynı şeyi, aynı şekilde yazardı. Bu açıdan eleştiri belki çok gene estetik bir takım değerleri göz önünde bulundurmakla beraber bir “ideal” yazar tasvir edemez, etmemelidir. Peki bir eleştiri iddiasıyla yazılmış metninde Alaattin KARACA bunun kıyısından geçiyor mu? Maalesef hayır. O, kendince, aklındaki tek “bedaet” ölçüsüne göre bir-iki satırlık cümleleriyle metnin itibarını yok edip sonra da romanın kendi tarih felsefesine göre eleştirisini yapmaya çalışmaktadır.

Yazının hacimce büyük kısmı, Burhan Cahit’in romanından alıntılara ayrılmış. Eleştirmen böylece sanırım, ne kadar seçici ve gayretli olduğunu göstermeye çalışmış. Ama dikkat edildiğinde görülüyor ki bu alıntılar hakkındaki sorgulamalar iki üç cümleyi geçmiyor.

Dolayısıyla açık ve net şekilde bu gün artık bilinen Arap ihaneti ve Arapların Türk düşmanlığı ortadayken o dönemi bütün acılarıyla yaşamış ve bir Türk imparatorluğunun çöküşüne şahit olmuş yazarı, bu günkü yarım yamalak ve asılsız tarih malumatıyla eleştirmeye kalkmak haddini bilmezliktir. Kaldı ki eleştirmen, Arap ihanetinin olmadığına dair ne bir kaynak gösterebilmekte ne de buna dair bir hüküm beyan edebilmektedir.

Sonuç bölümündeki şu satırlar önemlidir: “ Şimdi düşünüyorum, temel savları, İslâm kültür ve coğrafyasına karşı olan bu tür romanlar, o dönemden itibaren okur kitlelerinin zihninde, Türkiye Cumhuriyeti ile İslâm kültür ve coğrafyası arasında bir mayın tarlası oluşturma işlevi de yüklenmiş miydi?”… “Şimdi yirmi birinci yüzyıldayız. Türkiye ile Suriye sınırı arasındaki mayınlı bölgenin temizlenmesine karar verildi, iki ülkenin arasındaki vize kalktı. Artık yeni romanlar yazılmalı, değil mi?”

Eleştirmenin, “düşündüğünden” bahsetmesi sevindiricidir; çünkü sözde “eleştiri” boyunca bunun herhangi bir belirtisini göstermemiştir. İslâm kültür ve coğrafyasına, Türk ülkesini dahil etmemesi de ilginçtir. Eleştirmen İslam kültür ve coğrafyasını bir kere daha Arap coğrafyası ve kültürüyle özdeşleştirmekte ve daha kötüsü homojen bir İslâm kültüründen bahsedilemeyeceğini dahi bilmemekte veya daha kötüsü, biliyorsa, gizlemeye kalkmaktadır. Bunun yanında eleştirmenin, Burhan Cahit’i ve Türk devletini sanki yabancı bir yazar ve yabancı bir devlet gibi sunması da ham siyasal İslâmcı enternasyonalizm kokuyor.

Burhan Cahit’i eleştiren Alaatin Karaca’ya, Lübnan parlamentosunda Ermeni yalanlarının neden desteklendiğini, Mısır’ın neden “Türkiye işimize karışmasın!” diyerek restini çektiğini, Irak coğrafyasında Türkmen’lerin neden yok sayıldığını, canlarının ve mallarının her gün yok edildiğini, bir başka İslam coğrafyası olan İran’da nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Türk’lerin nasıl baskılandığını, Arap coğrafyasında genel olarak Türk’lere duyulan hislerin neler olduğunu sormak gerekmiyor mu?

Son olarak… Suriye ile vizenin kalkmasından sonra başka romanlar yazılmasını öneren Karaca herhalde Hatay’ın neden hâlâ Suriye haritalarında, Suriye topraklarında gösterildiğini de açıklamak ister?

13 Şubat 2011 Pazar

Kime Göre Düşünmeli?


İngiliz’lerin meşhur sözü, bildiğim kadarıyla şöyle bir şeydi: “ Her İngiliz kendi evinin kralıdır!”

Bu cümlenin Magna Carta’nın ülkesinde söylenmiş olması çok anlamlıdır. Çünkü bu cümleyi sarf eden İngiliz’ler daha 13. yy’ın başında krallarına kurallardan üstün olmadığını hatırlatmışlardır. Yani İngiliz kralına, kurallara uyduğu müddetçe itaat edileceğini hatırlatmışlardır. O günden bu yana da İngiliz Krallığı kendi ülkesinde kendi kurallarına uyarak kendi doğrularına göre hareket etmiştir.

Bu durum sadece İngiliz’ler için değil bütün millî devletler için geçerlidir. Her millet kendi devlet idaresini sürdürdüğü egemenlik sahasında yalnız ve ancak “kendisine göre” düşünmek ve hükmetmek hakkına sahiptir. Bu hak millet olmaktan kaynaklanan doğal bir hak olduğu gibi istiklâllerini savaşarak onaylatan milletler için de artık kesinlikle tartışılamaz bir durumdur.

Hal böyle olunca Türkiye Cumhuriyeti devletinin dış politikası ve millî güvenlik politikası tespit edilirken komşularımızın ne düşüneceği konusu bizim için önemsizdir. Biz ancak ve yalnız komşularımızın kurallara uygun şekilde bizimle ilişki kurmasını sürekli gözetmekle ve kendi kurallarımıza karışmalarını engellemekle mükellefiz. Gün gelir de haksız bir savaş çıkarırsak o zaman elbette yargılanırız… Öyle bir şey olmadıkça bir Türk vatandaşının kendi devletinin politikalarını düşman gözüyle değerlendirmesi ancak ihanet olarak adlandırılabilir.

Hiçbir Türk vatandaşı meselâ Musul ve Kerkük ile ilgili olarak Kuzey ırak yığışmasının bakış açısını dikkate alamaz, o bakış açısının haklılığı ihtimalini tartışamaz. Çünkü Musul ve Kerkük ile ilgili olması gereken politikamızın belkemiğini oluşturan soydaşlarımızın hürriyeti ve refahı üzerinde tartışılacak veya feda edilebilecek şeyler değildir.

Keza Kıbrıs’taki Türk varlığı da aynı şekilde tartışmaya açık olmayan millî bir meselemizdir. Rumların gönlü olsun da bizimle dalaşmasınlar diye soydaşlarımızın hayatına karşı ilgisiz kalamayız. Kıbrıs, üzerinde Türk’ler yaşadıkça büyük Türk evinin bir parçası olarak kalacaktır. Kendi varlıklarını İngiliz ve Yunan ordularının vesayetine bırakmış adalı Rum’ların Türk askerinden şikâyetçi olmaya hakları yoktur.

Hiçkimse kendi evinin hayat tarzını nasıl başkasına sorarak tanzim etmiyorsa, hiçbir millet de düşmanlarının veya yabancıların görüşlerine göre politikalarını tayin etmez, edemez. Ülkemizdeki etnik ırkçılığın gayri meşru tahrikleri sürerken etnik ırkçılığın sözde barış şartlarını onların ağzıyla savunan herkes de bu açıdan düşmanla işbirliği eden insanlardır. Türkiye Cumhuriyeti savaş ve barış şartlarını ancak kendisi belirleyecek egemen bir meşru devlettir. Kendi evimizi nasıl düzenleyeceğimize aşiretler, kabileler karışamaz. Egemenliğin anlamı budur.

11 Şubat 2011 Cuma

Colombre Veya Eskimeyecek Öykülerle Buzzati




Dino Buzzati’nin hikâyeleri çok değişik adlarla derlenerek tekrar tekrar basıldı.

“Colombre” bu derlemeler içinde oldukça yetkin ve yoğun bir tanesi.

Buzzati zaten fantastik bir dünyaya sizi kolayca sürükleyebilen muhteşem bir yazar. Bunun yanı sıra insan tabiatını anlatmakta çok usta. bireysel dünyaların anlam dağarcığıyla toplumsal çarpıklıkları ilişkilendirmekteki ustalığı da insanı hayran bırakıyor.

Kahramanı “Dolfi” isimli “Zavallı Çocuk” hikâyesi son derece şaşırtıcı.

Buzzati, kitabın sonundaki “Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk” adlı son bölümde sanayi toplumunun tekdüze yaşantısına can alıcı bir eleştiri getirirken ahlâkî duyarlılığından hiç taviz vermiyor.

Kötülüğü salt kötülük olarak bırakıp yargılamadan kaçmak kolaycılığına düşmüyor. Bunun yanında en karamsar tasvirlerinde dahi bilincini koruyan ve iyiliğin mutlaklığına inanan bir portre çiziyor.

“Büyülü Ceket” adlı öykü, didaktik halk masallarından esinlenilmiş gibi görünen enfes bir modern kısa öykü örneği . Bilhassa bu öyküde yazarın ahlâkî bakışı kendini belli ediyor.

Buzzati fanteziyi salt fantezi olarak kullanmıyor. “Gizli Silah” ve “1980 Dersi” gibi öykülerinde fanteziyi ciddi bir politik eleştiri malzemesi haline getiriyor. Burada dikkati çeken en önemli nokta sanırım şu: İtalya’da faşizmin yıkıcılığına şahit olduktan sonra bile, entelektüel olmak için Sovyet dalkavukluğuna sığınmamış olması…

Buzzati, görüne o ki anlık ilham parlamalarından enfes kısa öyküler çıkarmış bir yazar. Tatar Çölü bu bakımdan uzun soluklu bir inzivanın ürünü gibi görünüyor. Hayatlarını çevrelerinden yalıtmış insanların ruh haline tercüman olan ve değişmekten korkanları sarıp sarmalayan muhteşem ve sade bir kitap.
Buzzati kısa öykü okurları ve yazarları için eskimeyecek bir kaynak.

8 Şubat 2011 Salı

Yüzümüzü Bir Yere Döndürmek Yanılgısı


Bu konu dostlarınızla aranızı açabilir. O kadar önemlidir. Çünkü sizin ne kadar vatansever olduğunuzun ölçüsü haline getirilmiştir.

Yüzümüzü dönmemiz gerekmesi bir medeniyet dairesini tercih etmek anlamına gelmektedir.

Batılı ülkelerin nüfuz politikaları, bize batının kapılarının kapalı olduğunu göstermektedir. Öyleyse ne yapılmalıdır? Yüzümüzü diğer yöne yani doğuya döndürmek. “Doğu” öyle muğlak bir kavramdır ki batı karşıtlarının doğu hakkındaki mutabakatları neredeyse yok gibidir.

Yüzümüzü döneceğimiz doğu neresi olmalıdır? Eski sosyalistler dünyanın en berbat rejimi olan sosyalizmden çıktıktan sonra gevşek sosyalizme kayan Rusya’yı örnek verirken, siyasal İslamcıların bir kısmı, kendi aralarındaki problemler hakkında bile umursamazca davranan Arap dünyasına yakınlaşmayı diğer bir kısmı ise ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı üstelik Türk adından ölesiye nefret eden İran/Fars politik çevresine girmeyi önermekte…

Bu tartışmalarda sesi cılız çıkan bir takım milliyetçiler geçmişte faşist ırkçı diye suçlandıkları için olsa gerek fazla bağırmadan “Türk Dünyası” diyorlar ki Türk Ocağı gibi bir kurumun bugünkü acziyle artık o bile telaffuz edilemiyor.

Ama şu hiç tartışılmıyor: Biz kimiz ve yüzümüzü neden bir yerlere döndürmek zorundayız?

Bir yerlere yüzünü döndürmek zorunda olanlar, ittifaklara muhtaç olanlardır, kendi başlarına var olmaları zor olanlardır! Bir yerlere yüzlerini döndürmek zorunda kalanlar, gücü dışarıdan temin eden, kendi güçlerine inanmayan toplumlardır!

Bugün Türk toplumunun geriliği bir kompleks veya kötümser bir kabul değil açık bir gerçektir! Türk toplumu geridir!

Çünkü Türk toplumu kendisinde ilerleme gayreti, azmi ve arzusu görmemektedir! Çünkü Türk toplumunun kafasından imparatorluk ve egemenlik bilinci silinmiştir Çünkü Türk toplumu kendi mirasına yabancıdır! İstiklâl harbi’ni kazanan milletle bu günkü milletin zerre kadar alâkası yoktur!

Bizim “Türk Milleti” derken aklımızdan geçen Türk ile bugünkü toplum birbirinden farklı şeylerdir.

Onun içindir ki anayasadan Türk adını sileceğini açık açık söyleyen bir parti bugün hâlâ birinci partidir ve görünen o ki yirmi yıl daha başımızda kalması hiç de hayal değildir!

Bugün yüzümüzü İran’a, Rusya’ya yani Avrasya’ya dönmemizi salık verenler, geçmişte “halkların kardeşliği” adına Türk milliyetçilerine saldıran insanlardır. O insanlar daha on beş yıl evvelinde “Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularında boğulmuştur!” diyen insanlardır!

Türk Milleti’nin öz değerlerinin kendisine hatırlatılmasını sürekli engelleyen, bunu faşizm ve ırkçılık olarak sunan medya ileri gelenlerinin neredeyse tamamı eski- yeni solculardır. Onların yarattığı bilinç boşluğu bir başka enternasyonalist siyasi akım olan siyasal dincilikçe derhal doldurulmuştur.

O halde ne yapılmalıdır?

Türkiye’nin hürriyet, refah ve millî egemenlik problemi fars diplomatik ikiyüzlülüğü ile Arap kabalığı ve Rus zorbalığıyla uzlaşarak çözülemez! Türk Dünyası’nda Türkiye’ye bakışı Rus hocalarınınki gibi olan liderlerle kucaklaşarak da çözülemez!

Türkiye’nin millî egemenlik, hürriyet ve refah problemi ancak Türk adının artık korkmadan telaffuz edilmesi ve Türk adının taşıdığı büyük tarihi mirasın, o mirası parıldatan değerlerin hatırlanması ile başlar! Bunlar tarihin yad edilip eski defterlerin karıştırılması değildir! Bu, geçmişte yapılanın her zaman yapılabileceğinin hatırlanmasıdır! Bu, öz gücümüzün diriltilmesidir.

Bir vücut gıdasını dışarıdan alsa bile enerjisini kendisi üretir. Enerjisini üretmekte yetersiz kalıp da makineye bağlanan vücutlar ölmek üzere olan vücutlardır.

Türk Milleti henüz ölmemiştir ve bu yüzden nasıl yaşayacağına dair birilerinden medet umması söz konusu değildir!

Türk Milleti, kendisine olan inancın, Kartezyen bir saçmalık olmadığını artık bilmelidir! Kendine inanmak ve güvenmek var olmak isteğinin ifadesidir, kendisinden habersiz olmak, kendini düşünmemek ise ölmek isteğinin! Hiç kimse salt akla dayanarak var olmayı istemez! Var olmayı istemek yaratılışımızın kaçınılmaz gereğidir! Türk Milleti kendi var olmak arzusuna yabancılaştırılarak yok edilmektedir! Bunun çaresi İranla Rusyayla geçici anlaşmalar yapmak değil kendisiyle anlaşmalara varılması gereken büyük bir millet olduğumuzu hatırlamaktır. Büyük olduğuna inananlarla inanmayanların duruşları arasında bile fark olduğuna bakmanız ne demek istediğimin en açık ispatıdır.
Eski kitapları yeniden okumak, eski filmleri yeniden seyretmek...

Sahiden eskiyor muyuz?

Sahiden bitiyor muyuz?

Neden canım Tatar Çölü istiyor? Çünkü bu âlemde yalnız olmadığımızı söylüyor bize iyi kitapların sözleri...

Bugün iyi ve dolu geçti...

İyi Edebiyatın Mantığı Üzerine



Aslına bakarsanız bütün yazılar yazarın kendisiyle halleşmesidir. Ben de öyle yapıyorum…

Aslına bakarsanız size aktardığım bütün bilgiler kendime tekrar ettiklerim…

Öyleyse niye yazmaya çalışıyoruz? Edebiyat neden hâlâ yaşıyor. Meselâ elektronik kitapların, kâğıt kitabın yerini alacağı söyleniyor ne zamandır. Buna rağmen kitap basılmasından vazgeçilmedi… Geri dönüşüm teknolojilerinin akıl almaz gelişmesiyle artık “Ağaç kesmek” korkusu da bir ölçüde tarih olacağına göre…

Birbirimize bir şeyler anlatmak zorundayız, yeni edebiyatın bütün anarşist ve yıkıcı amaçsızlığına rağmen. Her türlü cinsel sapkınlık ve ölçüsüz şiddetin kol gezdiği romanlarda, öykülere baktıkça kendime şunu soruyorum: “Bir yazarın midesi, bunları yazarken hiç mi bulanmaz?” Veya yazarlık çöpleri torbadan ortaya saçmak mıdır?

Bu sorgulamanın bir ucunun faşizan bir yasaklamaya kadar varmak tehlikesi de var, kabul… Çünkü yarım akıllı bir takım memurların ve siyasetçilerin millete kendilerine göre ahlâkî bir don biçmeye kalkıp da hepimizi telef etmesi de mümkün…

Tek bir edebî şekil ve anlayış mı olmalı? Şüphesiz böyle bir şey olmaz… Gene de kelimelerin ”güzel” bir şekilde meydana getirilmesi değilse, nedir edebiyatın amacı? Bir amacı olmak zorunda mı? Sanırım evet… Aksi takdirde edebiyatı “bedii” seçilir, ayırt edilir hiçbir şey kalmaz ortalıkta. İşin garip tarafı, sanatın kitleselleştiği, piyasalaştığı eleştirisini yapanlar sanatta eşsizliği ldüren insanlar… Andy Warhol, konserve kutularından tablo yaparken belki belli bir eleştiri getiriyordu ama o tabloyla beraber, sanat eserinin kişiselliğini, farklılığını ve içerdiği ustalığı da çöpe yolluyordu. Warhol’un konserveler tablosunu çöpe atsak ne kaybederiz? Hiçbir şey! Çünkü başka konservelerle bir başkası aynısını tekrar edebilir.

Bunları düşünmeme sebep bu günlerde okuduğum Palahniuk romanıdır. İçinde serpiştirilmiş birkaç genel kültür kırıntısının yarattığı çekicilik ve öykülerindeki çocuksu dikkat çekmek isteği dışında “Tekinsiz” gayet harc-ı âlem bir roman… Bizi gırtlağımıza kadar dışkıyla karışık cinselliğe boğan bir metin… Peki yazar bununla ne yapmak istiyor? Şahsen ben anlayamadım… Belki zaaflarına yenik düşen insanların mesajsız öykülerini anlatmak istiyordur. Sonları hiçbir ahlâkî mesajın nişanesi olmayacak, bir takım cehennemliklerin son feryadıdır anlattıkları, kim bilir?

Yeni edebiyatın içinde sürekli bütün güzellik arayışlarını, bütün çabaları, bütün geçim dertlerini küçümseyen ve kendini hakikatin efendisi, sahibi sanan bir salaklık hâkim… Dikkat ederseniz yeni nesil polisiyelerde sosyal açıdan başarısız, işini iyi yapmanın zevkinden bile uzak, hayatına kendisi bile değer vermeyen ve bir sifondan kayıp gitse en başta kendisinin umursamayacağı dedektifler ordu gibi…

Belki böyle şeylerin de “iyi yazılması” mümkündür. Ama en nihayetinde çöpün içindeki anlama ulaşma gayretini görüyorsak… Eğer birileri “Anlam yok kiii!” diye bağırarak konserve kutularının etiketlerinden kopardığı parçaları yan yana dizerek kitap yazdığını iddia ediyorsa şunu söylüyordur: “Hayatınızın benim için bu kutular kadar değeri yok ve sizin hayatlarınızı da bunlar kadar önemsemiyorum!” O zaman ona okur olarak şunu söyleyebilmeliyim: “Cehenneme kadar yolun var!”

Bana öyle geliyor ki “ezilmişlerin hikâyesini” yazarken hepsini anlamsız pislikler gibi anlatan günümüz yazarları aslında nefret ettiklerini sandıkları seçkinciliğin dibine vuruyorlar. Kendi içlerindeki sayısız kompleksi ezilenlere yansıtarak yazıyorlar…

Elbette bir top mermisiyle yaralanmış askerin saçılmış bağırsakları ilgili bir metnin ögesi olacaktır ama en nihayetinde bir anlam ifade etmek kaydıyla… Bunu anlamsız bulanlara şunu söylemek isterim, ortalığa saçılmış bir bağırsakların hepsi anlamlıdır! Bu konuda belki uyuyor olabilirsiniz ama artık uyanın! Savaşın anlamsızlığından bahseden filmlerin çakma hümanizmlerine rağmen bu böyle! Kaldı ki yazarın hangi kültürel kurumlardan geldiği göz önüne alınmadan Californialı bir züppe gibi “Savaşmak anlamsız” gibi şeyler yumurtlamak da hödüklük!

İnsanı insan yapan anlam arayışıdır. Ve iyi edebî ürünler, her yazarın kendi aklı ile bulduğu anlam dağarcının zenginliğini taşır. İyi edebiyat yazarın insana yaklaşabildiği edebiyattır. Yoksa günlerce porno film çeken bir çiftten bahsedip de bu anlatımın bütün alenîliğine ve bayağılığına rağmen onların yabancılaşmasını ve yalnızlığını anlatamamak değil…

İyi edebiyat teşhir etmek değildir. İyi edebiyat zihnin “hayal makinesini” okura çalıştırabilmektir.

İyi edebiyat yazarının yazarken korktuğu, ağladığı, üzüldüğü şeyler yazmasıdır…

İyi edebiyat hayatı kaydetmek değildir.

İyi edebiyat aklımızda kalan silik fotoğrafların muhtemel öykülerini yazmaktır.
İyi edebiyat iyiliğe dirsek çevirmemektir… Derim ben…

7 Şubat 2011 Pazartesi

Talihsiz Serüvenler Bitti Mi?


“Talihsiz Serüvenler Dizisi’ni” yeni bitirdim. Bitti, ama beni de bitirdi.

Altı üstü bir çocuk kitabı olduğunu düşünebilirsiniz. Seri boyunca Baudler öksüzlerinin yaşadıkları kayıplara baktığınızda pek de öyle görünmüyor ama…

Dizinin özellikle son kitabı bir tür siyaset bilimi denemesi gibi. Metodolojik bireycilik/ kollektivizm zıtlığı biryandan öksüzlerin kafasını karıştırıyor…

Diğer yandan özellikle 12. kitapla ciddi ahlâk felsefesi sorgulamasına giriliyor. Bu sorgulamada diyalektiğin kafa bulandıran cambazlığı biraz sıkıcı oluyor işin açığı… Bütün dizi boyunca canlarının derdinde olan öksüzlerin yaptıkları her şey, sorgulanıp çocukların vicdanları, gereğinden ağır bir yükün altına sokuluyor.

Dizinin 13. Ve son kitabının özelliği şu: Bu kitapla Lemony Snicket, gerçek hayatını kitaba sokuyor. Doğumda ölen kız kardeşi Beatrice ve öksüz kızı bir şekilde öyküye dahil oluyorlar ki bu son derece yürek burkucu... Hatta öyle ki Kont Olaf’ın kaderi bile dizinin en başından beri bir gülünçlük tülü ardından çıkarılıp ağır bir trajedi unsuru haline geliyor.

Dizi görünüşte burada bitiyor ama yazarın dediği gibi aslında bu büyük ve tamamı anlatılmamış bir öykünün ortasında bir yerler… Kim ne derse desin, “Lemony Snicket”, içten, heyecanlı ve yaratıcı bir yazar. Ölümü, komployu, iyiliğe duyulan inancı çocukların gözünden anlatmakta çok başarılı…

Bana soracak olursanız ona kütüphanenizde bir yer ayırın ve çocuklarınıza da okutun… Siz de canınız sıkıldıkça çocukluğun yaldızlı rüyalarına dalıp iyileşmek için okuyun…

Conan, İnfazcı ve Palahniuk İle Kahramanlara Bakış






Bazen olumlu düşünmek gerçekten çok zor. Hele de olumsuzluğun “mantık” yerine konduğu günümüz yaşantısı içinde…

Pollyana ile dalga geçmek akıllılık addediliyor günümüzde… Hani, neredeyse hepimize “Ölmeye yatın!” diyecekler!

Hayatın değeri ile ilgili kişisel bir kavrayış geliştirmek sürekli ama sürekli engelleniyor sanki…

Neden bu kanaate vardım? Şuradan: Kitaplarıyla milyonlar kazanan edebiyatçıların bazıları, kendi toplumlarının yerleşik değerlerini vandalca bir zevkle yıkmak için midir nedir tuhaf şeyler yazıyorlar. İşte önümde Chuck Palahniuk’un “Tekinsiz’i” var.

İçine şöyle bir bakınca hep en iğrenç yönlerimiz, iğrenç kaçışlarımız, halının altına süpürülen şeyler var. “Bunlar gerçek değil mi ama?” denebilir. Şüphesiz öyle peki ama meselâ çok merak ediyorum: Yeniyetme bir gencin havuz fitlersi üzerine oturup kendini tatmin etmesinin ayrıntıları bize ne kazandırır? Bize ne gibi “bedii” bir zevk verir?

Yoksa yeni edebiyat tamamen pornografiden mi ibaret? O halde onu yapmanın ne gibi bir özelliği kalıyor ki? Her şeyden önemlisi batılı yazarların kendi toplumlarına duyduklarını sandığım bu büyük nefretin sebebi ne?

Meselâ hızla yaşlanan bir yeniyetmenin, çevresindeki kadınları kandırıp onlardan para sızdırmasından bahseden bir öykü… Kandırılan kadınlarla “aptal melekler” olarak dalga geçiliyor. Kendilerince hayatlarına bir anlam katmaya çalışan kadınlar küçümseniyor ve hikâyemizin kahramanı zayıflığıyla şantaj yapan bir alçak oluveriyor.

Edebiyatta şüphesiz anti-kahramanlar da varır ama bunlar kahramanların yerini almaya başladığı zaman kendimize durup sormalıyız: Edebiyatçılar bir gün o tiplerin normal” hale gelip sokaklarda dolaştığı zamanda sokağa çıkmak isterler miydi?

Şu anti-kahraman olayında en sevdiğim örnek E. Howard’ın Conan’ıdır. Conan başlangıçta yalnız kendisini düşünen ve kendisinden başka kimseye bir yararı olmayan bir savaşçıdır. Dikkat ederseniz Conan bile zaman içinde bir kahramana dönüşmüştür.

Çünkü bu, işin tabiatıdır. Eğer insanlara özenecekleri bir kahraman vermezseniz, onlara alçaklara boyun eğmelerini söylüyorsunuz demektir. O zaman, kötülüğün mutlak ve yıkılamaz olduğunu söylüyorsunuz demektir.

Her şeyden önce kahraman “ideal” anlamda iyi olamasa bile en nihayetinde mutlaka iyiliğe bağlı kalmalıdır. Buna en güzel bir başka örnek de bence “İnfazcı” (Punisher)dır.

Salt intikam arzusuyla yanan Frank Castle sığındığı kenar mahalle evinde dahi kendine bir aile edinir. Çünkü bağlanmak, sevgi ve vefa kötülüğün kavrayışını her zaman aşmış ve aşacak kavramlardır. Çünkü bunlar yaşamamız için bize sebep verirler, oysa kötülük salt kötülük dışında hiçbir sebep taşımaz ve bu da hiçlikten başka bir şey değildir.

Chuck Palahniuk’tan çevrilen “Dövüş Kulübü” dahi, her şeyin yıkıldığı bitişine rağmen kahramanının zihinsel anlamda kendi bütünlüğünü sağlamasını anlatır.

Yazı eğer geride bir torba dışkı bırakacaksa bile o dışkıdan bir çiçeğin yeşerdiğinden mutlaka bahsetmelidir. Hayatın yaşanmaya değer olduğundan bahsetmeyen şeyleri sevmiyorum… Yanılıyor olsam bile ne fark eder ki?

Yeni Türkiye’de Kime Yer Var?


Bir tartışma programında, alıcı gözüyle tuvalet kâğıdından daha değerli olmayan bir gazetenin genç, kavgacı yazarı, usta tiyatrocu Müjdat GEZEN’e ağzına geleni söyledikten sonra, “Yeni Türkiye’de siz yoksunuz!” dedi. Tabii buna kimse dikkat etmedi.

Demek ki ülkemiz eskimişti ve yenisi inşa ediliyordu?

Bahsettiğim “gazetenin” işi, ülkemizi BOP denen projeye zihnen hazırlamak. Hiç kimsenin ulaşamadığı haberlere, “planlara” ulaşabiliyor, herkesi canı nasıl isterse öyle yargılıyor, mahkeme zabıtlarını sıcağı sıcağına yayınlıyor vs…

Genç ve hırçın kalemşör, ülkenin çoklan kesilip biçilip şekillendirildiğinin farkında, çünkü bu işlerin mutfağında yer alıyor. Demek ki birileri Türkiye’de yepyeni bir şekil tasarlıyor ve bu işin sözcülüğünü de taraftarlar yapıyor.

Her şeyden evvel seçimler acaba neye yarar? Seçimler her seçilen partiye, kendi dünya görüşüne göre ülkeyi kesip biçmek yetkisini vermek için mi yapılır? Demokrasiyi böyle anlayan, en başta sosyalistlerimiz, bu gün istedikleri gerçekleşince neler olduğunu umarım anlamışlardır.

Onlar silâh zoruyla yapamadıkları devrimi seçimlerle yapabileceklerini sanıyorlardı ama sürpriz! Sandıktan bambaşka bir fenomen çıktı! Siyasal İslamcılık!

Aslında siyasal İslamcılıktan şikâyet etmelerine gerek yoktu, çünkü İran’da mollalar başa gelir gelmez ilk iş, mülkiyetleri gasp etmişler, “kolektifleştirmişlerdi”.

İran’da sosyalistler dincilerce kandırılmışlardı, Türkiye’de de olan bundan farklı bir şey değildi. Çünkü neticede enternasyonalist, millet karşıtı, kolektivist/plânlamacı iki düşman kardeş geçici bir işbirliği yapmış ve biri diğerine daha önce ihanet edebilmişti, bütün mesele buydu.

Türkiye’nin İran olmasından korkan “çağdaş” ve “lâik” solcularımızın kafasında da İran toplum mühendisliğinin ayna görüntüsü vardı. Çünkü onlar “biliyorlardı” ki kapitalizmin şekillendirdiği, mülkiyet ilişkilerinin bozduğu toplumsal yapı ancak Marksist bir devrimle düzeltilebilir, herkes, bir işçi tulumu giyip günde yarım kilo ekmeği ağzına tıktı mıydı, dünyanın en ahlâklı insanı haline geliverirdi.
O tartışmada aslında iki düşman kardeş karşı karşıyaydı… Müjdat Usta’ya sempati duymamıza sebep olan şey sadece mazlum görünmesiydi.

Türkiye’de siyasetçilerin esas problemi, milleti, kendi istedikleri hayat tarzına ne kadar iteleyip iteleyemeyecekleridir. Bugün, artık normalde başını örtmeyen pek çok kadın, eşlerinin iş endişesinden dolayı başını bağlamaya başlamıştır. Siyasal dinciliğin kâğıda dökülmeyen ve bu yüzden resmen ispatlanamayan “ dost baskısı” pek çok insanı pençesine almıştır. Bu baskı ispatlanamadığı, yani devletçe resmen uygulanamadığı için de sanki toplumda kendiliğinden bir “devrim” gerçekleşiyor, bütün toplum kendiliğinden siyasal dinci partinin taraftarı haline geliyor ve sanki bu parti bütün milletin Tanrısal temsilcisi oluyormuş gibi bir kanaat kafalara yerleştiriliyor.

Toplumun hepsi sanki başörtüsü mağduruymuş da bir avuç ırkçı Güney Afrikalı yöneticiden intikam alıyormuş hissiyatı artık, Türkiye’de aklın yerini almıştır. İşte yeni Türkiye, örtülü siyasî tehditlerin eş dost baskısıyla işletildiği, inanların akıllarının suçluluk hissiyle rehin alındığı bir ülke haline gelmiştir.

Türkiye’de sözde, yöneticilerden intikamını aldığı söylenen mağdurların millî varlığı, millî egemenliği, siyasi sınırları ise sözde temsilcileri tarafından artık rahatlıkla “tartışılır” hale gelmiştir. Aklı rehin alınmış ortalama Türk seçmeni, etnik ırkçılığa tanınan hoşgörü ile bebek katiline tanınan haklar ile artık evinin namusunun, canının, malının tartışılmaya açıldığını anlayamayacak kadar uyuşturulmuş vaziyettedir.

İşte “Yeni Türkiye” böyle bir yerdir ve böyle bir ülkede elbette, sözünü tiyatroyla söyleyecek beyefendi insanlara yer yoktur. Yeni Türkiye, sloganların bile değil, belli belirsiz imajların peşinden koşmaya şartlandırılmış, menfaatleri midelerine zincirlenmiş yeknesak bir Arapçılar kitlesidir.

Yeni Türkiye, demokrasiyle Homo soscialistus yaratabileceklerini sananların metotlarıyla Homo islamicus yaratmaya soyunanların ülkesidir artık.

Hepimize kutlu olsun!

5 Şubat 2011 Cumartesi

Milliyetçi Camiada Okuma Darlığı Ve Fikrî Kıtlık


Türkiye’de okumak zor iş.
Hayır yüksel tahsili falan kastetmiyorum.

Kitap okumak zor iş… “Kitap okumanın neresi zor?” diye düşünenler olabilir. Bir hesaba göre yıllık kişi başına ortalama 16 sn kitap okuyoruz .. Bir başka hesaba göre on yılda bir bir kitap okuyoruz ortalama, iyi mi?

Ne çıkar bundan, değil mi? Şu çıkar:

Her kitap bilincimize bir şeyler katar, her kitap bilincimizi biraz daha tamamlar. Her kitapla dünyayı biraz daha aydınlık görmeye başlarız. Çünkü aslında her kitap hakikatin bir parçasıdır. “E kardeşim, birbirine uymayan binlerce kitap var, hepsi mi doğrusunu yazıyor?” diye soracak okey müdavimi mutlaka çıkacaktır…

Elbette hayır. Hakikate yaklaşamayan, yani doğruluğu şüpheli pek çok yanlış kitap da vardır. Mesele şudur ki bu kitaplar dahi içlerinde mutlaka hakikatin bir parçasını barındırırlar ve bundan dolayı da hakikate daha yakın kitapları bulmamızda bize yol gösterebilirler.Erich Fromm’u bir zamanlar ardı ardına okumuştum. “Sağlıklı Toplum” adlı kitabını tam da askerdeyken okudum ki enfes bir tesadüf eseri olarak… kitabın dörtte üçlük kısmında geçen enfes tespitlerden sonra gelen öneriler beni dehşete düşürdü! Ama Erich Formm ile fakir sosyal psikoloji/ kitle psikolojisi hakkında ciddi fikirler edindi.

Bunun sebebi de kanaatimce şudur: Bir yazar dünyayı hakikate yakın şekilde anlamasına rağmen, doğru bir limandan yola çıkarak yanlış sulara varabilir. Çünkü mesele sadece limanın doğru olası değildir. Mesele kullanılan alet edevatın doğru olması, hatta bunların ayarlarının doğru olması meselesidir. Meselâ Marx, elmanın, armudun fiyatının evinin önündeki pazarda belirlenmesinin hikmetini anlayamadan, işçilerin emeğinin kendiliğinden bir değer taşımasını düşünmeye başlamış, hem yanlış limandan yola çıkmış hem de yanlış aletler kullanmış bir düşünürdür.

Öyleyse Türkiye’de okumanın zorluğu tam olarak nedir?

Türkiye’de meselenin özü okumak da değildir aslında. Meselenin özü, okuduklarından edindiklerini, birbiriyle tutarlı bir bütün hale getirmektir. Ama milletçe okumayı külfet saydığımızdan, elimizde asla bir araya getirecek ve bina kuracak kadar tuğla olmuyor.

Böyle olunca ne oluyor? Böyle olunca her siyasi kamp kendi kütüphanesiyle yetiniyor. Hayır çok yanlış! Hiç kimsenin aslında okuduğu, kullandığı bir kütüphanesi falan yok!
Ama mesele öyle bir hale geliyor ki milliyetçi iseniz mesela liberal okuldan birini okumanız, liberalseniz az sayıdaki milliyetçi yazarı okumanız, sosyalistseniz sosyalistler dışında kalanları okumanız, dinci iseniz “Huzur Sokağı” ve Risale dışına bir şeyler okumanız imkânsız hale geliyor.

Ağzınızı açıp da meselâ milliyetçilik adına konuşanların sözlerindeki bir yanlışlığı ortaya koysanız derhal dışlanıyorsunuz. Sol ve dinci kampları zaten anmıyorum. Onlardaki taassup zaten siyam ikizleri gibi…

Hal böyle olunca bilhassa milliyetçiliği düşündüğümde görüyorum ki milliyetçilik içi boş bir refleks halini alıyor. Millî olmayan her şeyi ısrarla tepiklemek gibi gayet basit bir refleksin içi de ondan sonra her türlü totaliter, baskıcı, kolektivist , dinci vs zırvalıkla rahatlıkla doldurulabiliyor.

Ulusalcılık denen Latin Amerikancı kolektivist melez milliyetçilik, içeriği hiç sorgulanmadan doğrudan “ham yapılabiliyor”.

Ulusalcıların “ulusal” derken neyi kast ettiği hiç sorgulanmıyor. Banu AVAR gibi bir yazar sosyal demokratları dahi küçümseyip de alenen Leninizm/Stalinizm yapıp işçi sınıfının devriminden bahsederken bile hiçbir milliyetçi çıkıp da “İşçi sınıfının devrimi ve üretim araçlarının kolektifleştirilmesinin meselâ Kerkük meselesiyle ne ilgisi var? Üretim araçlarının kolektifleştirilmesi her şeyden önce ahlâkî midir?” diye sormayı akıl bile edemiyor.

Bir milletin, milliyetinin bilincinde olması için herkesin, işçiler adına hareket ettiğini söyleyen bir yağmacı devlet tarafından soyulmasının neden gerektiğini artık milliyetçiler “ulusalcı” namlı Marksistlere soramaz hale geliyor, çünkü okudukları anda, imanlarını kaybedeceklerini düşünüyorlar.

Türkiye’de okuma oranı düştükçe “kendi başına düşünmek” yeteneği de neredeyse “üstel” olarak azalıyor ve işin kötüsü hiç kimse bunu umursamıyor! Kendi başına düşünme yeteneği düştükçe, kendi başına düşünebilmek kavramı da ortadan kalkıyor, böylece kendi başına bir fikrî bina inşa etmeye kalkan herkes, derhal nefretle karşılanmaya başlıyor. Bundan dolayıdır ki Türkiye’de milliyetçilerin, solcuların vs mevcut iktidarın cemaatçi felsefesinden şikâyet etmeye hakkı yoktur. Mevcut iktidarı besleyen oy kitlesinin cemaat zihniyeti, kendi içlerinde de sürdüğü içindir ki iktidarla baş edememektedirler.

Bundan dolayıdır ki önceleri Alev ALATLI sonra Banu AVAR gibi yazarların Marksist “emperyalizm” şablonlarının dışında bir fikir üretilememektedir. Bahsi geçen yazarlardan Alev ALATLI Türk solunun Sovyetlere bakışı ile ilgili bazı tespitleri olmasına rağmen mesela bu iki popüler yazar da Sovyetlerin açıkça emperyalist olduğunu söyleyememiştir. Çünkü ideolojileri, şablonlarını kısıtlamıştır. İşin kötüsü bugün meselâ Banu AVAR’ı eleştirmek, görünen o ki milliyetçi olmaya dahi engel kabul edilmektedir.

Her iki yazar da “çıkışı” Marksizm’de görürken bunun millete maliyeti hususunda en ufak bir şey düşünmemektedirler. Oysa milliyetçilerin bir meseleyi muhakeme ederken en başta yapmaları gereken , çözüm denen şeyleri “zarar vermemek iradesi” yani “ahlâk” ışığında açıkça ortaya koymaları, ahlâk süzgecinden geçirilemeyen hiç bir şeyin de faydasını düşünmemeleridir.

Bugün AKP’nin MHP’den nasıl oy çalabildiğine şaşıranlar şunu görmüyorlar. MHP de AKP de aynı cami cemaatinden besleniyorlar. Bundan dolayı oyu, daha iyi vaaz veren, retoriği daha çekici olan kazanıyor.

Çünkü hemen hemen hiç kimse, bir camiye, dinlediği vaazı muhakeme etmek için gitmez, herkes o vaaza teslim olmak için gider! Çünkü hemen hemen hiç kimse, imamın cemaatten daha akıllı ve bilgili olması gerekmediğini düşünmez! Çünkü hemen hemen herkes hâlâ, ancak din profesyonellerinin okuma yazma bildiği devirlerde yaşadığını sanmaktadır!

Hal böyle olunca, kendi okuduklarınıza göre kafanızda bir şeyler geliştirdiğinizde sözde hürriyetçi liberaller dahi size mutlaka gülecek ve ikinci hatta üçüncü el ezber vecizelerle sizi yanlışlamaya kalkacaklardır.. Liberalleri örnek vermemin sebebi, “metodolojik bireyciliği” telaffuz eden tek kitle olmalarındandır, yoksa onların da bunu idrak edebildiğinden değil…

Milliyetçilik, bir “ Bizden olan buraya , ellere havaya!” basitliğinden artık sıyrılıp neyin nasıl inşa edilmesi gerektiğine dair, hakikate yakın fikirlerle mücehhez kılınmalıdır. Bunun yolu da ancak okumaktan, okuduklarını kendi ferdî aklımızla muhakeme etmekten ve camii cemaatinin dinleme ve biat etme alışkanlığından kurtularak kendi doğrularımıza varmanın faziletini idrak edebilmekten geçer.

4 Şubat 2011 Cuma

Popüler Siyasal Dincilik, Çarpık Devlet Algısı Ve Türkiye’de Demokratik Kısır Döngü




Demokrasi, belki de bağlamı lüzumsuz şekilde en fazla “sündürülen” , “lâçkalaştırılan” kavramlardan biri ülkemizde.

Bir kavramı olur olmaz kullanır da esnetmeye, gevşetmeye başlarsanız onun içine, normalde almaması gereken her şeyi de tıkıştırabilirsiniz.

Evet şüphesiz demokrasinin fazileti, devleti yönetecek insanları, milletin seçmesine imkân tanımasındadır. Bu şekilde herkes kendi içinden çıkan devlet idarecilerine rıza ve saygı gösterir.

Burada dikkat edilmeyen birkaç nokta yüzünden, demokrasi kanserleşmeye başlayabilir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin, “devleti yönetecek” insanları seçmemizi sağlamasıdır.

Devleti yönetmek demek devletin hayatımızın her alanını yönetmesi demek değildir! Devlet bizim hayatlarımızı yöneten, hayat tarzlarımızı bize dikte eden bir yönetici değildir! Devlet, kimin ne kadar kazanacağını ve sonra kime ne kadar vermesi gerektiğini emredecek bir kurum da değildir! Dolayısıyla buradan devlet felsefemizin çarpıklığına geliyoruz.

Ülkemizde devlet, “baba” şeklinde hayatımız üzerinde vasi bir kurum olarak algılandığından, siyasal dinciler için giyinme, yemek içme şekillerimiz için kulağımızı çekip “ahlâkımızı” düzeltecek bir "baba”; sosyalistlerimiz için yediğimiz ekmeğin kaç dilim olacağını bize emredip herkesin ağzına mutlaka birer dilim ekmek sokuşturulmasını sağlayacak paylaştırıcı bir baba, milliyetçiler için ise daha ziyade ikincisi olarak tezahür eder.

Hal böyle olunca devleti idare etmek demek mutlaka günlük hayata komuta etmek anlamına gelir. Bu, milletin alın terinden toplanan vergileri istendiği gibi harcanabilmesi, “uygun olmayan” insanların istendiği gibi zorlanabilmesi, hatta tutuklanabilmesi anlamına gelmeye başlar.

Oysa devlet denen şey, attığı her ama her adım kesin bir temel haklar süzgecinden geçirilmesi gereken, sürekli gözetim altında tutulması gereken çok güçlü bir hizmetkârdır. Onun hizmetkâr olmak özelliği unutulmamalıdır çünkü demokrasi eğer doğru anlaşılmazsa bu, kavrayışı yetersiz ama güçlü hizmetkâr bir anda yarım akıllı bir zorbaya dönüşebilir.

Şöyle düşünebiliriz:

Köyümüze bir goril alıyor ve onu eğitiyoruz. Goril çok güçlü olduğu için bize inanılmaz faydalı oluyor. Ona öğrettiklerimizi gayet güzel uyguluyor. Hatta öyle ki içimizdeki bazı kural tanımazlar zorbalık ettiğinde gorilimiz kulağından tutup onu derhal hapse atabiliyor. Gorilimiz öyle eğitiyoruz ki o da haddini aşmaya başladığı anda bir elektrikli sopayla “cızz” yaparak onu kendine getiriyoruz. Ama şöyle de bir durum hasıl oluyor. Gorili başı boş bırakmamak gerekiyor. Onu sürekli gözetleyecek, yanlış yaptığında “cızz” edecek, doğru kişilere müdahale etmesi için ona nezaret edecek birilerini bulmamız icap ediyor.

Köyde herkesin bir işi gücü olduğundan hiç kimse bu işle sürekli uğraşmak istemiyor. O zaman belli zamanlarda bu işi nöbetleşe yapması için birilerinin gönüllü olmasını istiyoruz ama buna kimsenin gönüllü olacağı da görünmüyor. O zaman bu işi yapmanın karşılığında, işinden uzak kalmanın bedeli olan belli bir parayı goril nöbetçilerine vermeyi uygun görüyoruz. Ayrıca da gönüllülük olmaması halini herkesin iştirak edeceği bir seçimle aşmayı akıl ediyoruz.

Gorili kullanmanın kuralları belli olduğu halde gün geliyor bu kurallar yetersiz kalmaya başlıyor. O zaman da goril nöbetçilerine diyoruz ki : “ Genel kuralları zaten biliyorsunuz. Eğer yeni ve bilinmeyen bir durum ortaya çıkarsa genel kurallara uygun olmak şartıyla gorili kullanacak yeni kuralları siz icat ediverin, bu işlerle her zaman hepimiz birden uğraşamayız!”

İşte demokraside yürütme ve yasamanın bütün işi gorili kurallara göre kullanmak ve kuralın yetmediği yerde eski kurallara uygun yeni kurallar meydana getirmekten ibarettir.

Buradaki “eski” kelimesinin yaratabileceği muhtemel kafa karışıklığı derhal engellenmelidir.

Fikirlerin eskiliği, eşyanın eskiliği ile aynı şey değildir. Eşyalar eskidikçe yıpranır, aşınır ve kullanım özleliğini kaybeder, bu maddenin tabiatıdır. Fikirlerin (ki bütün kurallar özlerinde birer fikir yani düşüncedir. Öne dile getirilmeyen ama sonra mutlaka dile getirilip yazılan birer düşüncedir kurallar) eskimesi onların yanlışlığı ve kullanışsızlığı anlamına gelmez. Fikirler ancak “kullanılamaz” hale gelebilirler. Ya tabiatları çarpık ve kullanışsızdır veya zaman içinde içinden çıktıkları toplumun yapısıyla ilişkisiz hale gelirler. Buna rağmen çok eski kökenleri olmasına rağmen hep yaşayan fikirler /kurallar da vardır mesela mülkiyet, mesela hayat hakkı meselâ hürriyet fikirleri.

Bu fikirler bir zamanlar “farkına” varılmayan ama farkına varıldıkça güç kullanımını yavaş yavaş sınırlamamızı sağlayan çok güçlü fikirlerdir.

Demek ki gorilin kullanım şartlarını belirleyen en eski fikirler aynı zamanda yeni fikirlerimizin de üzerine inşa edileceği temel fikirlerdir. Eğer bu fikirlerin/ kuralların içinde mevcut hayat tarzımızla , ilişkilerimizle ilgisiz hale gelen olursa onlar da tedavülden kaldırılır ve yerlerine yenisi ikame edilir.

Demek ki gorili kullanırken goril nöbetçileri, kafalarına göre/keyfî kural koymaya kalkamazlar. Neden? Çünkü herkes goril denen o güçlü hizmetkâr hayvanın, kimi, hangi şartlarda zorlayacağını açık ve kesin şekilde bilmelidir.

Goril nöbetçileri bir gün , hiç kimsenin önceden bilmediği ve uygun görüp görmeyeceği belli de olmayan yepyeni bir kural icat ederek o kurala uymayan herkesin kolunun, goril tarafından kırılacağını söylemeye başlarsa işler bir anda değişmeye başlar. Öyle bir durumda goril nöbetçilerinin derhal değiştirilmesi icap eder.

Gorili idare etmek için herkesin rızasıyla yani barış içinde yapılmış bir seçimden sonra görevlendirilmiş goril nöbetçileri, gorili kurallara göre yönetirken ayrıca kendileri de gorili idare etmekte kullanılan kurallarla sınırlı olduklarını bilirler, bilmelidirler. Aslında bu kurallar zaten köyümüzü bir arada tutan genel kurallardır. Biz gorili, kendi tabiatına uygun ve aynı zamanda bizim köyümüzün içindeki genel âdil davranışı belirleyen kurallara göre yönetiriz. Goril nöbetçileri için ayrıca kural icat etmeye bu yüzden gerek yoktur, olmamalıdır.

İki önceki paragrafta bahsettiğimiz tehlike demokrasinin kötüye kullanımına bir örnektir. Çünkü sadece ve yalnız bir hizmetkâr gorili kurallara uygun idare etmek için mevcut tercihlerin bir dökümüne göre seçilmiş goril nöbetçilerinin günün birinde kullandıkları goril aracılığıyla zorbalık etmemeleri gereği, bizim zaten günlük hayatımızda birbirimizle zorbalığa dayanmayan gönüllü ve kurallı kurduğumuz ilişkilere dayanmaktadır. Esas olan gönüllülük ve sulhtür.

Bu esastan sapan istisnaları ayıklamak için gorili kullanmakla kendi kafamıza uygun kurallar belirleyerek gorili buna göre kullanmak, birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan iki durumdur. Bu yüzdendir ki herhangi bir iş kolunu veya menfaat grubunu kayıracak bir kanun yapmak demek, gorili o grubu koruyacak şekilde yönetip o grubun dışında kalanlara karşı saldırgan hale getirmek demektir. Kendi kafanıza göre kurallar çoğaltmaya başladığınızda, sizin kafanızla uyuşmayan herkesi kanun dışında bırakmaya ve gorilin kol kırıcı gücüne muhatap etmeye başlarsınız. İşte “Ne kadar çok kanunuz varsa o kadar çok suçlu yaratırsınız” vecizesinin anlamı budur!

Demokrasi denen kurum gorili yönetecek ve yönetirken gerekli yerlerde gerekli ufak tefek kural ihdasını gerçekleştirecek goril nöbetçilerinin herkesin rızasıyla seçilmesinden ibarettir. Bunun dışında herkesin mensup olduğu tercih grubuna göre gorilin idaresine keyfî şekilde müdahale edebildiği bir sistem değildir.

Gorilin yönetiminin, herkesin hayat tarzını belirlemekle hiçbir ilgisinin olmadığını önceden belirtmiştik.

Buna mukabil hiç kimse de barış ile oluşmuş bir toplumda kendisine, diğerlerinden ayrı bir kural alanı oluşturulmasını, gorilin kullanılmasıyla ilgili genel kurallardan bağımsız olacağı bir hayat alanı kullanmayı isteyemez. Yani meselâ etnik ırkçılar, sırf demografik bir unsurun belli bir kısmının görüşlerini temsil ettikleri için, devletin, kendilerine özgü kurallarla yönetilmesini, istemeleri demokrasi ile bu yüzden ilgisizdir.

Ülkemizde demokrasinin kabulündeki temel yanlışlık işte bu bağlamın çarpıtılmasından kaynaklanmaktadır. Devlet, bizden emir almadıkça bir ş yapmayan ve bizim kurallı emirlerimiz olmaksızın kendi başına bırakıldığında her tarafı rahatlıkla kırıp dökebilecek bir hizmetkar goril gibidir. Biz demokrasi ile devleti yani hizmetkâr gorili sevk- idare edecek nöbetçileri seçeriz.

Şüphesiz toplumumuz bir köy toplumu kadar yeknesak değildir ve çok çeşitli grupları barındırmaktadır.

Mesele, bu grupların, gorili, kendi hayat tarzları ve fikirlerine göre keyfî şekilde kullanıp kullanamayacaklarıdır. Demokrasinin yani barışçı seçime dayanan nöbetçi yönetimlerinin sınırı yani uymaları gereken kural, goril yöneticilerinin gorili, kendilerine benzemeyenlere karşı kullanamayacağını kesin şekilde söyleyen temel haklar fikridir!

Yani hiçbir goril nöbetçisi gorili, kendi inanışına ve fikrine uymayan başkalarını öldürmek için kullanamaz. Yani hiçbir goril nöbetçisi gorili, herhangi birine elindeki mallarla ne yapacağını emretmek için kullanamaz. Yani hiçbir goril nöbetçisi gorili, toplumun barışını bozmakla ilgili bir şey söylemedikçe hiç kimsenin kendisini ifade etmesine engel olmak için kullanamaz!

Peki Türkiye’nin demokrasi çarpıklı nereden kaynaklanmaktadır

İlk olarak devletin hizmetkâr bir goril değil de bir kadir-i mutlak baba/ Tanrı olduğu toplumsal anlayışından dolayı , gorili yönetmek üzere başa gelen herkes kendini Tanrı zannetmeye başlamaktadır

İkincisi, demokraside goril nöbetçilerinin çoğunluk oyuyla seçilmesinin, goril nöbetçilerinde, kendilerini kuraldan bağımsız saymak yanılgısını doğurmasındandır ki bu aslında birinci sebepten beslenmektedir. Bir toplumun içindekilerin ne kadarının oyunu aldığınız kurallar açısından önemsizdir. Bir toplumun tamamı sapkınlığa düşerek zorba bir hal alsa dahi kurallar varlığını sürdürecektir ki buna en güzel örnek Kur’an-ı Kerim’de zulme düşen kavimlerin yok edilmesidir. Bazıları bunun bir masal olduğuna da inanabilir ama burada anlatılan şey, bir toplumun topyekün kuralsızlığı benimsemesi halinde bir arada kalamayacağı hakikatidir.

Birilerinin seçmenlerin oyunun çoğuna sahip olması demek bir tanrı gibi toplumun çoğunluğunun kanaatlerine hükmedebileceği anlamına gelmez. Veya… Bir goril nöbetçisinin aldığı oyun çokluğu kuralları esnetebileceği anlamına gelmez. Oy çokluğunun miktarıyla kuralları esnetebilmek arasında bağ kurmakla bir toplumun tamamının sapkınlığa düşmesi birbirinin yapışık ikizidir.

Çünkü her ikisi de kuralların artık “çokluklar” için geçerli olmadığı anlamına gelmektedir. Bu şu demektir: Bir iktidar eğer “Kuralları çoğunluk koyar” demeye başlarsa kurallar ancak mesela iktidar olmayanlar için sınırlayıcı olacak demektir. Bir iktidar, aldığı oy çokluğu ile kendi dünya görüşüne uygun olanlara dokunmayıp da elindeki gorili mesela başı açık kadınların, içki içenlerin, eşcinsellerin, alternatif müzikler dinleyenlerin, şiddet uygulamayan protestoların üstüne salmaya başladığında, goril nöbetçiliği görevini kötüye kullanıyor demektir.

Kuralsızlığın egemen olduğu toplumlar sapmış toplumlardır ve böyle toplumların içinde kendinize göre bir hayat tesis etmeniz mümkün değildir. Çünkü kendinize bir hayat “kurabilmenizi” sağlayan “tuğlalar”, toplumun, üzerinde mutabık kaldığı sınırlayıcılar yani kurallardır. Bunlar hem başkasının hayatına müdahale etmemenizi sağlayan, hem de sizin hayatınızı güvence altına alan soyut tuğlalardır.

Çoğunluğun oyu ile gorilin keyfi şekilde kullanıldığı bir düzen de bunun tıpkısıdır. Çünkü burada size kural diye dayatılan her şey aslında sadece çoğunluğun uydurduğu keyfi emirlerden başka bir şey değildir. Ve bu emirlere uymadığınız takdirde meselâ kolunuz goril tarafından kırılacaktır. Bir goril nöbetçisinin sırf seçimle ve yüksek oyla nöbete geldiği için canının istediği her emri her gün çıkarabildiğini düşünün! O zaman bir seçim yapmanın herhangi bir anlamı kalır mıydı?

Türkiye’de iktidar, çoğunluğa sahip olmasını, milletin hepsine sahip olmak olarak anladığı içindir ki kendisine muhalefet edilmesine öfkelenmektedir. Türkiye’de iktidar bir gorili idare etmek nöbetinin kendisine verilmesini, gorili kullanarak tanrılaşmak olarak anladığı içindir ki demokrasimiz ilkelleşmektedir. Bu şekilde biz gorili değil de goril bizi idare etmeye başlamakta, kendisine uyacağı kural, emirleri veremediğimiz içindir ki o içindeki şiddet ve zor kullanma güdüsünü bize aşılamaktadır. “Apo ile biz görüşmedik, devletin birimleri görüştü” gibi bir cümle bu yüzden bir aczin ifadesidir. Sizin emriniz dışında hareket edemeyecek kurumların sizin yerinize politika yapmasına izin verirseniz iktidar değilsiniz demektir, goril nöbetçisi değilsiniz demektir.

İşte Türkiye’de siyasal dincilik çoğunluk oyunun “insani” kurallarla sınırlanması yerine, kullandığı gorilin kuralsızlığına mesnet sayılması yüzünden bizi geriletmekte, ilkelleştirmektedir. “Senden büyük Allah var!” sözü bize kuralların, maddi iktidarın üzerinde olduğunu hatırlatmasına rağmen bunu en fazla hatırlaması gereken siyasal din pazarlamacıları ( dinci partiler siyaset pazarında dinci fikirlerini arz ettikleri için) kestirmeden ellerindeki gorilin gücünü kullanarak “en büyük “olmak hayaline kapılmaktadırlar. Devletin yalnızca bir hizmetkâr değil de menfaat dağıtıcı bir yüksek makam sayılmakla siyasal dincilik, asıl işi, hamallığımızı yapmak olan bir gorili bize rızk sağlayıcı bir mevkii haline getirmektedir. “Hizmet” diye yapılan şeylerin tamamı gorilin zor kullanıcılıyla toplanmış şeylerin birer lütuf gibi tekrar ve çok daha az şekilde dağıtılmasından ibarettir. Gorilin görevi insanların elindekini toplayıp tekrar dağıtmak değil, yaşayabileceği kadar besini onlardan alıp onlara hizmet etmektir.

Hal böyle olunca… Kendi kendimize sormamız gereken şu soru kalıyor geride: Çoğunluk olanların ellerindeki gorille istedikleri her şeyi sınırsızca yapabilmesi ile isteyenin istediği şeyi yapıp çalıp çırpıp öldürebildiği bir ahlâksızlık “düzeni” arasındaki benzerliği daha ne kadar görmezden geleceğiz?

İşte genel seçimlerde sandık başında vicdanımıza sormamız gereken soru budur.


3 Şubat 2011 Perşembe

Banu AVAR’ın Solunda Çolak Gerçeklik


ABD Başkanı
ABD Anayasası için: " Hımmm. Bu belge iyi ama ciddi anlamda kusurlu"

Komünist manifesto için: "Bu daha iyi!"



Milliyetçilik sosyalist veya Stalinist olmak zorunda mıdır? Banu AVAR’ı her okuduğumda artık bu soruyu sormadan edemiyorum.

Kuzey Afrika’da çıkan büyük toplumsal hareketlerin Soros bağlantısını kuruyor ve bunların aslında gerçek olmadıkları sonucuna varıyor.

Tahlilinin bir yarısı kesinlikle doğru ki o da Ortadoğu üzerinde batılıların ciddi ve kapsamlı plânlar yaptıkları.

Ama öyle bir noktaya geliyor ki “KAOS önce ekonomiye yerleşecek, kör topal giden karma ekonomide devletin yeri yokedilecek, tüm KİT´ler özelleşecek, İMF Uluslararası para Fonu Stand –by larla hedef ülkelerin gırtlağına çökecekti.” gibi cümlelerle paranoya sınırlarına dayandığı hissini uyandırıyor.

Bunu söylemek demek IMF’yi Dünya bankasını aklamak demek değil. Bunların ekonomik gerçeklikle ilgisinin olmadığını, ekonomik manüpilasyonun baş aktörleri olduğunu herkes biliyor. Mesele şu: Neden bu ülkelerde ekonominin “kör-topal” gittiği izah edilmiyor ise o zaman zaten işleri, ekonomik yönlendirme olan örgütlerin işlerine şaşmamak gerekir.

Karma ekonominin kör topal gitmesinin sebebi kendi içinde çelişkili olmasıdır. Bir memlekette hem zenginlik yaratacak üretim için sözde piyasaların varlığına izin verip hem de üretilen katma değeri devletin keyfî harcamalarıyla çarç çur etmek, karma ekonominin özelliğidir. Banu AVAR , kendi menfaatleri için kaynakları takip edip en düşük maliyetle üretim yapan insanların çalışmasına izin verdikten sonra, bunların elde ettikleri katma değer üzerindeki karar hakkını seçilmiş veya atanmış bir takım zor kullanıcı insanların keyfine bırakmayı âdil buluyorsa zaten söylenecek bir şey yok.

Eğer kendi menfaatini düşünerek üretim yapan insanlar “ahlâksızsa” o zaman üretim için başka bir müşevvik bulunmalıdır ki bu zaten bütün sosyalistlerin dünyayı cehenneme çevirmiş olan hayalidir.

Peki bir ülkede karma ekonomi kör topal ilerlemek mecburiyetinde midir? Bir devlet piyasalara neyi nasıl üreteceklerini, kaçtan satacaklarını emrederek hem üretimi plânlayıp hem refahı arttırıp hem de gelir “adaleti” sağlayamaz mı? Bir önceki cümle açıkça saçmalıklar içeriyor. Çünkü bir piyasa, arzularını gerçekleştirmek için gerekli parayı, başkalarının arzularını gerçekleştirerek kazanmaya çalışan hür insanların çalışma ortamıdır. Yani siz üreten bir insana herhangi bir konuda emir vermeye kalkarsanız aslında o üreticinin üretim yaptığı, yani taleplerini karşılamaya çalıştığı bütün müşterilere de bir emir vermeye ve onları da kısıtlamaya çalışıyorsunuz, demektir. Yani emirle piyasa bir arada olamaz! Bu durum karma ekonominin temel ve öldürücü çelişkisidir.

İkinci nokta: Bir piyasa, kaynaklar ve üretim faktörleri hakkındaki tahminlerini ( çünkü hiç kimse kaynakların tam miktarı hakkında tam bilgi sahibi değildir) fiyatlandırmalarla özgürce ortaya koyan inanların çalışma yeridir. Böyle bir bilgiye devlet dahi sahip değildir ve asla olamaz da. Sovyetler Birliğinin iflası herhangi bir komplonun eseri değildir. Onun batışı bu cehalete duyulan saygısızlıktan dolayı geminin karaya vurması hadisesidir. Yanlış fiyatlandırma yapan piyasa oyuncuları batar. Gerçeğe en yakın olanlar en başarılı olur ve piyasada kalır. Devletin dahi kaynaklar hakkında mutlak bilgisizliği karma ekonomilerin plânlama takıntısının önündeki beton gibi dikilen sis perdesidir. Devletler bu sise aldırmadan tanrı’yı oynamaya kalktığında mutlaka sisin arkasındaki bir duvara toslarlar. Nitekim gözden kaçırılmaya çalışılsa dahi son krizde batan ipotek firmalarının devlet iştiraki olmaları şaşırtıcı değildir. Bu sebepten karma ekonomi kördür! Çünkü zaten insanlar ancak belli bir görüş mesafesiyle ve belli tedbirlerle piyasada rol alır!

Üçüncü nokta: Karma ekonomiler topaldır, çünkü… Karma ekonomilerde piyasaya müdahale eden devlet, kesinlikle sürekli bir şekilde zincirleme yanlışlara sebep olur ve bu yanlışları düzeltmek için yeni müdahalelerle yeni yanlışlara yol açar. “Un fazla geldi, su, su fazla geldi, un…” kısır döngüsü karma ekonominin tabiatıdır. Çünkü herhangi bir sektörde fiyatlara müdahale ettiğinizde o sektörde harcanan kaynak ve üretim faktörlerinin hepsinin miktarları kendiliğinden değişir, değişmek zorundadır. Bu, ekonominin likit özelliğini anlamamızdaki en açık delildir. Bir sektöre uyguladığınız basınç, sektörü ilgilendiren her yan sektörde mutlaka anında bir etki gösterecektir. Burada sıvı benzetmesinin yanlış yönü şudur ki sıvılar üzerlerine uygulanan basıncı her yöne eşit iletir. Oysa ekonomide sektöre uygulanan müdahale/basınç, sektörün tükettiği kaynak ve üretim faktörleri üzerinde “görece” etkilere yol açar ama bu, etkinin olmayacağı anlamına gelmez!

Bu durum, kaynaklar hakkında belli bir vadede fikri olan ve bu fikre göre üretiminin plânlamış üreticinin plânlarının aksamasına yol açar. Bu aksama ödeme dengesini da aksatır. Malların vadeli satışları sadece birer promosyon değildir. Satışta vade üretimin belli bir dönemde azalmadan süreceğine dair duyulan güvenin getirdiği gelecek malların iskontosudur. Bununla satıcı alıcıya şu mesajı verir. “Elimde üretimi aksatmadan sürdürebileceğim en az altı ay vardır. Bundan dolayı sana ödemen için altı aya kadar izin verebilirim. Bu izin altı ay boyunca üretim maliyetlerimin değişmesini göz ardı ederek sana yaptığım bir indirimdir…”

Devlet tutup da fiyatlara müdahale ettiğinde fiyatların oluşmasını sağlayan bütün o karmaşık ve zayıf bağlantılı kaynak miktarı bilgisi birikimini bir anda paramparça eder. Artık izlenmesi gereken şey, kaynakların gerçek miktarı değil, günden güne değişen devlet müdahaleleridir. “Günden güne değişen devlet müdahalesi” ise üreticinin belli bir zaman diliminde aksatmadan üretim yapmasını engeller. Bundan dolayıdır karma ekonomiler aynı zamanda topaldırlar!

Bundan dolayı da karma ekonominin doğal sakatlığı ile finans güdücü örgütlerin kötülüklerini ilişkilendirmek saçmadır.

Buraya kadar bakıldığında Banu AVAR’ın karma ekonomiyi savunmasıyla en azından sosyal demokrat olabileceği izlenimini edinsek de şu cümleleri onun hayalindeki yönetim tarzıyla ilgili ürkütücü ipuçları vermektedir.:
Bunun ipuçlarını hem Soros hem Kemal Derviş 2 yıl once vermişti. ´Daha çok sosyal demokrasi!´ demişlerdi!”

Karma ekonominin açıkça zorba güdücülüğünden şikâyetçi olmamak yeterince kötüyken AVAR bir de sosyal demokrasinin bir batı komplosu olduğunu iddia ediyor! O halde, herhalde bize önereceği tek sosyo ekonomik düzen bir totaliter sosyalizm veya Stalinizm veya Maoizm oluyor?

“Ne ki batılıdır, kapitalisttir, ne ki kapitalisttir, kötüdür” ham solculuğunu millî hassasiyetle ilişkilendirince söylediklerinizin saçmalıktan kurtulması maalesef mümkün olmuyor. Çünkü bir ekonomik tahlil yaptığınızda aktörlerin kılık kıyafeti, size göre sözde niyetleri vs değil, ekonominin tabiatına uygun davranıp davranmadıklarına bakmanız icap eder. Bu durumda Mısır, Tunus vs ülkelerde yaşanan ekonomik düzenin tabiatını araştırmadan bunları mutlak ve değiştirilmez doğrularmış gibi kabul ederek bunların kutsiyeti üzerinden konuşmak yanlıştır. Banu AVAR batı ülkelerinin komploları üzerine enfes çözümlemeler yaparken maalesef geri kalmış ülkelerin rejimlerini, o rejimleri başa getiren toplumsal düzenleri ve bu düzenlerin temelindeki kurumları hiç tahlil etmemiştir. Sosyalizme götüren her ayaklanmayı “haklı” görmek gibi gayet bayağı bir tarafgirlik sergilemektedir. Nitekim Irak’ın başına gelmiş sosyalist lider Saddam da bir “devrimin” ürünüydü.

Ayrıca bahsi geçen ülkelerdeki ekonominin sosyalizme mi liberalizme mi daha yakın olduğunun tahlilini de yapmamaktadır.

AVAR’ın bu analizlerini temel sakatlığı, durmadan kötülediği batılılar gibi geri kalmış ülke toplumlarını “iradeden yoksun” insanlardan sayıp onları “emperyalizmin kuklası” olarak görmesidir. Bu noktada AVAR tipik bir Amerikan analisti gibi davranmaktadır.

Ayrıca bir ülkede sosyalizmi başa getiren herhangi bir karışıklığı bu güne kadar tahlil de etmemiştir. Meselâ Doğu Avrupa’yı kana bulayan sosyalist istilanın o ülkelerde hangi Sovyet işbirlikçilerinin tahrikleriyle meydana getirildiğine dair bu güne kadar hiçbir tahlili olmamıştır

Ekonominin tabiatından uzak Marksist tahlillerini, siyaset bilimine dayanak yapmaya çalışması onun yazılarının en zayıf tarafıdır. Artık Sayın AVAR şunu idrak etmelidir ki Stalinizm (görünen o ki kendisi sosyalizmin en örtülü şekli olan sosyal demokrasiden bile alabildiğine nefret etmektedir) milliyetçiliğin, vatanseverliğin gereği ve hele şartı değildir!

1 Şubat 2011 Salı

Şol Blogu Neyleyip de Saklamalı?



Bu blog acaba çok mu tatsız, tuzsuz oldu?

Tatlı , tuzlu olsaydı daha mı yenir yutulur olurdu?

Bir blog neye yarar?

Etliye sütlüye dokunmayan, yalnızca mahremiyeti açıklayan... Bir teşhir aracı mıdır?

Binlerce kişiyle paylaşılan bir günlük tutmak o kadar mı çekici?

“Bakın, bu gün donum ne renk?”
“Bugün sevgilimle kavga ettik…”
“ Çocuklar ne güzeldir, canımlarım şirinlerim benim…”
"Çok güzel musakka yaptım Handancığım..."

Öyle ki aslında hiç bir düşünce içermeyen saçmalıkların o tutulmaz ve zararsız hafifliğiyle sarılı, kuşatılmış ve hatta tutuklu binlerce abukluktan biri mi olmalıydı?

"Yazar devrinin tanığı olmalı!" gibi cümlelere ifrit olduğumu söylemeliyim ben ki bazen böyle olmaya gayret ettiğim halde...

Ama canım, ciğerim... Güzel kardeşim…

Nerede yaşarsın sen? Nedir bütün derdin birader? Bir derdin var mıdır bilmek isterim…

Her şeyden evvel buraya yazdıkların hakikat midir, onu bilmek isterim. Alenî küfredip, savururken, ağzının donunu indirmek midir bütün becerebildiğin?

Blog camiasına bakıyorum… “Bakın ben ne ciciyim, ağzımı ne güzle bozuyorum, ne güzel yemekler tarif ediyorum ne cici bir ailem var, köpeğim Golden abi..” türünden paylaşılan bir genellikle kendisini görünürlükte saklayan yüzlerce insan görüyorum…

İşin kötüsü sanırım bunu bilerek de yapmıyorlar… “Ortama uy, ortalama ol, ortadan git, sürü ol…” psikolojisinin o dayanılmaz cazibesi blog denen sanalağ günlüklerini yoğurup duruyor.

Senin hükmün nedir birader? Hükmün kadar onuş! Kendi beynin nerededir, ondan haber vereceksin, ondan! Nedir memleket yangın yeriyken düşündüğün, ahlâkın, tercihin korkuların? Bana onlardan bahsetsene!

Seni hiç mi düşündürmez, insanların sırf güvenlik endişesiyle örtünmesi, sürüye uymaya çalışması?
Seni hiç mi endişelendirmez, ilgili ilgisiz herkesin takip altında olması?
Seni hiç mi kaygılandırmaz, yaşamanın ancak sıradanlıkla sınırlanması?
Seni hiç mi akıllandırmaz hürriyetine oy sayısıyla gem takılması?
Seni hiç mi üzmez kendi memleketinin elinden alınması?
Sen hiç mi düşünmezsin kim olduğunu?

Belki yüzlerce izleyicinin okuduğu blogunda, sen olsan, okuyacak bir şey bulabilir misin? Yüzlerce izleyici sende ne bulur? Fikirsizliklerinin ortalama tekrarı dışında sen onlara ne sağlarsın?

Hüküm vermekten mi korkarsın? Kızgın , gergin, itici, kavgacı görünmekten mi korkarsın?

Söyle bana blogcu kardeşim…
Sen gerçekten ne yaparsın
?

Ferde Yöneltilmiş Bir Silâh Olarak Sağın Felsefe Yoksunluğu



Rifat SERDAROĞLU’nun bir yazısını hem gülümseyerek hem üzülerek okudum. Önce yazıda gülümsememe ve üzülmeme sebep olan esas cümleleri alıntılayayım. Yazının elektronik bağlantı adresi yazı sonunda verilmiştir.

Halbuki solcu olmak, öyle kolay bir iş değildir. Her şeyden evvel, doğduğunuzdan itibaren beyninize şırınga edilen değerleri yıkacak kadar güçlü olacaksınız. Daha sonra, “Sosyalistim” diye ortaya çıkmadan evvel, sosyalist ahlak kavramını benimseyeceksiniz. Hayatınız boyunca özeleştiriyi kendinize ilke edineceksiniz ve de ondan sonra belli bir ekonomik sistemi benimseyeceksiniz, ona göre yaşayacak, ona göre çalışacaksınız. Bu, her babayiğidin harcı değildir.”

Bu satırlar yıllarca “merkez sağda” siyaset yapmış bir politikacının dahi sola karşı nasıl eziklik hissettiğinin ve maalesef siyaset bilimi ve daha da kötüsü ahlâk felsefesi konusunda nasıl eksik kaldığının bir delili.

Solcu olmanın kolay bir şey olmadığını söylüyor SERDAROĞLU. Çünkü bunun için beynimize şırınga edilen değerleri yıkmamız gerektiğini belirtiyor, açıklamasında. Demek ki önce “beynimize şırınga edilen değerlere” düşman olmamız gerekiyor. Dikkat buyrulursa, bu cümleleri “merkez sağ” etiketini sahiplenen bir politikacı ediyor. Yani? Yani “beynimize şırınga edilen değerleri korumak” adına siyaset yapan biri, bu cümleyi sarf ediyor.

Her şeyden önce “beynimize şırınga edilen değer” tabirindeki atıf yanlışlığını gidermeliyiz.

Her fert bir toplumun içinde doğar. Toplumun, kendi düzeninin üzerinde yürüdüğü, işlediği belli bir temel, belli bir zemin vardır ki bu zemin “değerler”dir. Yani? Yani “Sahip olmak ve korumak istediğimiz varlıklar”dır.
Toplumda herkes bu değerlerin korunması yönünde kendiliğinden gelişen bir mutabakata vardığı içindir ki belli bazı şeyleri “normal” ve bunların dışındakileri de “anormal” sayarız.

Peki ama diyelim ki tarihin bir devrinde böyle bir mutabakat sağlanmıştır… Bu mutabakata neden bir sonraki, bir sonraki ve elli nesil sonraki insanlar da uymaktadır? Bizi ecdadımıza bağlayan şey nedir? “Ecdad” kavramını kafamızda oluşturan şey nedir? Altı üstü hepimizi maymunlarla yakın akraba olan, siyaset yapan primatlar değil miyiz? Hangi maymun, dedesini hatırlamak ister ki?

O halde dedelerimiz bizim için sadece biyolojik kökenlerimiz anlamına gelmiyor? Onlar bundan daha fazlasını ifade ediyor… Peki onlar bizim için neyi ifade ediyor? Onlar bizim için yaşadığımız değerlerin, kullandığımız normların yaratıcıları ve aktarıcıları olarak bir anlam ifade ediyorlar! Biz bundan dolayı belli bir milliyete, sosyal kimliğe, dile ve kültüre sahip olabiliyoruz. Yani? Yani ebeveynimiz “beynimizde belli değerleri şırınga etmese” maymunların büyüttüğü Tarzan’dan bir farkımız kalmazdı!

SERDAROĞLU’nun bu anlayışı, geleneği, “ tarihsel bir yanlışlık” olarak görüp de küçümseyen Marx’ın mirasıdır. Marx’a göre bildiğimiz tarih, sınıf çatışmalarından galip çıkan “proleter olmayan” sınıfların tarihidir ve bütün gelenekler de bu sınıfların egemenliğini sürdürmesi için tasarladıkları saçmalıklardan ibarettir. Öyleyse hepimiz önce, bu egemen sınıfların egemenliklerini sürdürmek için birbirlerine aktardıkları, “ beynimize şırınga ettikleri değerlerden” kurtulmalıyız! SERDAROĞLU vardığı sonucun ideolojik kökenini bilmediğinden olsa gerek; bir muhafazakâr politikacı olarak değerlere saldırmakta beis görmemektedir.

Daha sonra “sosyalist ahlâk kavramını benimseyeceksiniz!” diye kestirip atıyor yazarımız. Bu noktada da kendisini mazur görmemiz için sebepler vardır. Çünkü sol, ideolojisi ile değil, duygusallığı ve hırçınlığı ile bir normatif ahlâka sahip olduğu izlenimini, topluma başarıyla kabul ettirmiştir. Değerli yazar maalesef “sosyalist ahlâktan” neyi anladığını belirtmiyor. Gerçi onun belirtmesine gerek yok… Bunu solcuların kendileri bile bilmiyor. Çünkü böyle bir “ahlâk” yok!

Böyle bir ahlâkın olmadığını görmemizi engelleyen şey, solcuların sahip oldukları ideolojiyi bilmemeleri ve aslında farkında olmadan tam da karşı olmaları gereken normatif ahlâka bağlanmalarıdır.

Normatif ahlâk derken neyi kast ediyoruz?

Değerlerimizi sürdürmemiz için kabul ettiğimiz “kabul edilebilir sınırlar içindeki davranışlar” çerçevesinde, ( veya buna Hayek’in deyimiyle, “kendiliğinden doğmuş adil davranış kuralları” da diyebiliriz…) “zarar vermemek iradesi” göstermek davranışına “normatif ahlâk” diyoruz.

Solun ahlâkı diye bilinen şey nedir? Herkesin aklına ilk gelen şey “dayanışma” davranışıdır. Böylece sosyalistlerin dayanışmadan yana oldukları ve diğerlerinin buna karşı olduğu saçmalığı, görünene taabi olmak isteyen sıradan insan için yeterince tatmin edici bir romantizm halini almıştır.

Dayanışmanın gereği olarak varlıklarımızı “insan kardeşlerimizle” paylaşmak bir sosyalistin olmazsa olmaz, “değeridir”! Sosyalistler bu noktada gayet net biçimde idealisttirler. Dayanışmadan yana olmanın “norm” olduğu fikri ile dayanışmayı idealaştırırlar.

Bunda bir sorun var mıdır? Elbette yoktur. Mesele şudur ki “dayanışma” denen şey sosyalizmin uydurulmasından çok önce, daha insanlar toplumlaştıklarında meydana gelmiş bir davranıştır. Çünkü insanın varlığı, ancak hemcinsleriyle sürdüreceği barışçı işbirliğine bağlıdır. Ve insan denen yaratık da hemcinslerinin varlığının korunmasının, kendisinin varlığının korunmasıyla alâkasını çok çok önceden keşfetmiştir.

O halde? Sosyalizmin ne kötülüğü olabilir?

Sosyalizmin veya solun “kötülüğü”, dayanışmayı “rızaya” dayanan, ferdî bir eylem olmaktan çıkarmasıdır. Bu noktada “dayanışma” kavramının, bizzat sosyalistlerin hayalindeki devlet eliyle yok edildiğini anlamak için “görünene taabi olan insandan” biraz daha fazlası olmaya gayret etmek gerekmektedir.

Neden böyledir? Çünkü ekmeğinizi kendi merhametiniz ve iradenizle komşunuza götürmeniz ile eli kalaşnikoflu birilerinin, sırtınızdan dürtüklemesiyle götürmeniz çok farklı iki davranıştır! Dayanışmayı “devletleştirmek” veya bazı sosyalistlerin bu tabirin sevimsizliğinden kurtulmak için söylediği gibi onu “ kamulaştırmak” veya “kolektifleştirmek” onu buharlaştırır. Çünkü dayanışma, ancak fertlerin iradeleri varsa vardır. Bir insanı, ona hiç sormadan dayanışmaya mecbur etmek dayanışmanın ortadan kalkmasına sebep olur.

Bu durumda yazarımıza sorulmalıdır: “Bir sosyalist olmadığınızı açıkça beyan ettiğiniz halde fitre, zekât, sadaka veya bunlar dışında yaptığınız yardımları hangi ahlâka dayanarak yaptınız?” Şimdiye kadar sayısız hayra girdiğinden hiç şüphemizin olmadığı yazarımız şöyle bir düşünürse; bütün hayırlı işlerini “beynimize şırınga edilen değerler” sayesinde yaptığını derhal fark edecektir.

Eğer “sosyalist” bir ahlâka sahip ise o vakit, kendi sınıfının egemenliğini ve fakirlerin kendisine maddî bağımlılığını sürdürmek için bunları yaptığını söyleyerek öz eleştirisini sunmalıdır.

Öz eleştirinin sosyalizme has bir fazilet olduğu da gene sol karşısında duyulan ezikliğin bir sonucudur. Böyle bir sözü alenen sağcı etiketiyle siyaset yapan biri söylememelidir. Çünkü “kişinin kendini bilmesi”, sosyalizmin uydurulmasından çok önceleri bile bilinen bir değerdir.

Sosyalizmin hiçbir geleneğe bağlanmamak anlamında “sürekli devrim” ve “ilericilik” iddialarının temeli, öz eleştiri değil, “değer düşmanlığıdır”.

Evet… Size aktarılan değerleri reddedip ahlâkınızı temelsiz bıraktıktan sonradır ki bir ekonomik sistemi benimseyeceksiniz ki o sistemin içinde sizin annenizden öğrendiğiniz “beyninize şırınga edilmiş” değerlerden eser bulunmasın… Böyle bir ekonomik sistemde kimse size, kime yardım etmek istediğinizi sormayacaktır çünkü sizin gönüllü yardım yapabildiğiniz sistem “beynimize şırınga edilmiş” proleter dışı sınıfların değerleriyle birlikte çöpe yollanmış olacaktır.

Böyle bir sistemde kimse size, işinizi bilhakkın ve dürüstçe yapmanın, aslında herkese yapabileceğiniz en büyük iyilik olduğunu söylemeyecektir. Böyle bir sistemde siz “kendiniz için” ve “kendinize göre” çalışmak yerine “başkaları için” ve “başkalarına göre” çalışmaya mecbur edilerek “iyileştirilmiş” olacaksınızdır. İşte SERDAROĞLU’nun erişilmesi neredeyse imkânsız, “sosyalist ahlâk zirvesi” böyle bir şeydir.

Yani “değer” kelimesini Sayın SERDAROĞLU gibi özensiz kullanmak daha en başında, ciddi bir yanlıştır.

Bir sağ politikacı olarak SERDAROĞLU’ asıl övünmesi gereken taraftır. Çünkü solcular, ideolojilerinde, “idealizm” denerek küçümsenen bütün normatif ahlâk ilkelerine, yani SERDAROĞLU’nun ezelden politikasını yönlendiren değerlere bağlanarak aslında onun olduğu yere varmağa çalışmaktadırlar. Solcular normatif ahlâkla yaşayıp normatif ahlâkı küçümseyen insanlardır ki hayallerinin gerçekleşmesi halinde meydana geleceklere sanırım en fazla onlar karşı çıkacaklardır.

Öyleyse Sayın SERDAROĞLU’nun yapması gereken şey, ahlâkı solun eline teslim edip onların üstünlüğünü kabul etmek değil; solcuların fiilen kullandığı bütün ahlâkî takım kutusunun aslında, solun karşı olduğu ve kendisinin savunduğu geleneklerden geldiğini onlara anlatmaktır.

Sağdaki felsefe yoksunluğu, solun en büyük silâhıdır. Bu silâh, ferdin hürriyetine yöneltilmiş en büyük tehdittir. Kendisine “sağcı” diyen bütün politikacılar bilmelidir ki “ kanlı canlı fertlerin” gerçek hürriyetleri, hiçbir hayal için feda edilebilecek en ucuz şey değildir. Umuyorum ki Sayın SERDAROĞLU da bunu fark eder ve solcu sayılmakla övünmekten vazgeçer.


http://www.egedesonsoz.com/default.asp?sayfa=kose-yazilari&kyID=2511&ky=sagci-veya-solcu-olmak-