Geçen günlerden saygın bir akdemiysen arkadaşımla giriştiğimiz tartışmada, gelişmiş ülkelerin, gelişmişliklerini sömürgeciliklerine bağlayan o sıradan yargıyla karşılaştığımda, yolda yürürken fark etmeden bir ağaca çarpan bir adam kadar belki daha fazla şaşırdım.
Çünkü dünya üretiminin büyük kısmını gerçekleştiren ülkelerin sadece sömürgeci çapulcular oluğunu söyleyen kişinin üretimin ve mübadelenin öneminden habersiz olması düşünülemezdi.
Şüphesiz bugünün gelişmiş ülkelerinin bir kısmının geçmişinde sömürgecilik var. Mesele şu ki geçmişte sömürgeci olup da gelişmiş ülkelerin nispeten gerisinde kalmış ülkeler de var, meselâ İspanya, meselâ Portekiz.
Burada gelişmişlikten kastımın “sürdürülür bir üretim mekanizması geliştirmek” olduğunu belirtmeliyim.
Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde genellikle bunların, fakir ülkelerin kaynaklarını çalıp üretim yapan sonra da gene onlara satan ülkeler oldukları düşünülür. Gelişmiş ülkelerin dünyadaki üretim faktörlerine ilgileri inkâr edilemez. Bunları elde ediş biçimleri de bazen ciddi şekilde tartışmalıdır.
Sorun şudur ki… Sudan, Suudi Arabistan, Irak, Kuzey Denizi gibi petrol rezervlerini ortaya çıkaranlar onlardır. Petrolü sadece yakmayıp uçak yakıtı, bilgisayar, ve ayakkabı haline getirenler de onlardır.
O halde gelişmiş ülkeleri haddini aşan aç gözlü çapulcular olarak görmek romantizmimizi ve hıncımız tatmin etmek açısından iyi bir ağrı kesici olabilir ama hakikati anlamamızda bize pek faydalı olmayacaktır.
Her şeyden önce sömürgelerin bağımsızlığı fikrinin ortaya çıkışı, o ülkelere modern devlet geleneğini ve felsefesini götüren sömürgecilerin eseridir.
Nitekim sömürgecileri çekip giden Afrika ülkeleri derhal gerilemeye ve ilkelleşmeye başlamış, birer bağımsız yamyamlar ülkesi haline gelmişlerdir. Yakın zamanda yanılmıyorsam, kovulan son sömürgeci torunlarıyla beraber Tanzanya, buğdayını üreten insanlardan da olmuş ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Afrika ülkeleri, sömürgecilerinden edindiklerini neden kullanamıyorlardı?
Bunun sebebi basitti. Çünkü bağımsızlık fikri de dahil olmak üzere sahiplendikleri hiçbir şeyi onlar yaratmamıştı.
Sömürgecilerinin torunlarının buğday dolu tarlalarını ellerinden alıyor ama bir sonraki seneye, yenen buğdayın yerine yenisin nasıl üreteceklerini bilmiyorlardı.
Buğdayın gerçekliğini görebiliyor ama onun üretilme sürecinin zihindeki yerinden habersizler. Komşu kabilelerin kollarını, kafalarını daha rahat kesebilmek için telsizler kullanıyor ama o telsizleri üretenlerin seviyesine erişemiyorlar. Ellerinde otomatik tüfeklerle bir özgürlüğü koruduklarını söylüyor ama o özgürlükle ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Çünkü hakikatin, bugün yenen buğdaydan ibaret olmadığını anlayacak basirete sahip değillerdi.
Bugün akıl almaz bir bilgi denizinde yüzüyor, dünyanın bir ucundaki arkadaşlarımızla sohbet edebiliyor, arabamızın modeli için kaygılanabiliyor, cep telefonumuz ile yolumuzu bulabiliyoruz. Bunu, açlıktan kırılan Afrika ülkelerinin “özgürlük koruyucusu” sosyalist diktatörleri de yapabiliyor.
Ama millî gelirimiz bir türlü Almanya kadar olamıyor. Başkentimizde Londra’dakinin belki de onda biri kadar bile sanat galerisi yok. “Kalkınmadan" sorumlu devlet kurumlarımızın yetkililerinin “yazılım” denen şeyden haberleri bile yok! Ama biz araba modelimizi yükseltirken yeni bir cep telefonu alırken iyi bir spor ayakkabısı giydiğimizde, kendimizi modern dünyanın bir üyesi gibi hissedebiliyoruz.
İşte burada yanılıyoruz. Aslında yanılmıyoruz, kendimizi aldatıyoruz. Bütün geri kalmış ülke toplumları gibi, kendimizi aldatıyoruz.
Çünkü ne arabanın modelini yükselten, ne cep telefonunu geliştiren ne de daha rahat spor ayakkabısı yapan teknolojinin hakikatini bir bütün olarak algılayabiliyoruz.
Onları topraktan çıkıverip de topladığımız şeyler sanıyoruz.
Onların, dün var olmayan, çalınmamış, sömürülmemiş ama emek harcanarak yaratılmış, “var edilmiş” şeyler olduklarını idrak edemiyoruz.
Çünkü biz ortaya çıkarılmış “gerçeğin”, gerçeğin tek şekli olduğunu sanıyoruz. Gerçekliğin/ hakikatin, “kavranması gereken bir şey” olduğunu idrak edemiyoruz.
Biz düşünmeden idrak etmeden gerçekliğin önümüzde belirivermesini ve onu öylece elde edivermeyi istiyoruz. Gelişmiş ülkelerin hızlı üretim süreçleri bize sürekli yeni ürünler sunduklarından, bunun bizim asli hakkımız olduğunu sanıyoruz.
Biz genel çekim düşüncesi üzerinde kafa yormamak ama uzaya Türk bayraklı uydu yollamak istiyoruz. Biz demokrasinin toprağı olan hukuku göz ardı edebilmek ama aynı zamanda ifade hürriyetimizi gönlümüzce kullanabilmek istiyoruz. Yani hem oy sayısını kullanarak istediğimizi gibi barbarlık edebilmeyi hem de barış içinde yaşayan bir toplum kurmayı hayal ediyoruz.
Hakikati kavramaya çalışmak, varoluşumuzun aslî unsurları üzerinde aralıksız sürdürülmesi gereken bir gayret. Bu gayret kâh fren balatasında bir yenilik kâh “ Yüzüklerin Efendisi” gibi bir klâsik ortaya çıkarıyor. Bugün geri kalmış bir ülkenin insanları olarak içimizden hiçbirimiz, “Yüzüklerin Efendi’sinin” ortaya çıkmasını sağlayan kırk yıllık ferdî düşünme gayretini ne gösterebilecek kadar donanımlı ve sabırlıyız ne de daha kötüsü böyle bir gayret göstermeye yetecek kadar ahlâklıyız!
Mesele şu ki bu gün kullandığımız bütün fikrî ve maddî araçlar bu gayretin eseri!
İşte bizimkisi gibi bir ülkenin herhangi bir akademi profesyoneli, bundan dolayı, ileri ülkelerin yazılım dillerini kullanıp proje yazarken bir yandan da dünyayı gezmesini, oturduğu yerden yüzlerce kaynağa saniyeler içinde ulaşabilmesini, edindiği doktoranın anlamını ona kazandıran sistemi, metodu ve üretim sürecini, “ Onların bütün zenginliği sömürgeciliklerinden!” basitliğine indirgeyebiliyor.
Gelişmişlik, birilerinin şans eseri topraktan çıkardığı bir cevher değil. Gelişmişlik, insanın varoluşuna dair bütün üretimlerinin değerli olduğuna dair bir kavrayış geliştirmek ve bunu nesilden nesile aktarmak. Gelişmişlik, insanın var oluşunun büyük bir bedeli olduğuna ve onun kaybedilmemesi gerektiğine dair duyulan derin saygının teşvik ettiği bir üretim sürecinin gözle görülür sonucu.
Geri kalmışlığın ne olduğuna gelince…. O, gelişmiş ülkelerin gün be gün yarattığı şeyleri birer oyuncak gibi kullanıp bunları kullanmakla insan olunacağını sanmak. Geri kalmışlık, gelişmenin insanlaşma sürecini idrak edemeden, gönüllü şekilde, telefon kullanan maymunlar haline gelmek.
Bundan dolayı ki bütün kadınların başına bir şeyler takmayı, bunun yanında ateş pahası lüks çantalar kullanabilmeyi, üstü kapalı şekilde içki kullanımını küçümseyip çocuklarına şirketler kurdurabilmeyi, gelişmiş ülkelerin mevzuatlarını fotokopi çekerken basit protestolar için adaletin kılıcını kullanmayı aynı ahlâkî gömlek içine sığdırabileceğimizi sanıyoruz.
Ve insan dışı bir politik yaratığa doğru, artan bir süratle evrimleşiyoruz.
Çünkü dünya üretiminin büyük kısmını gerçekleştiren ülkelerin sadece sömürgeci çapulcular oluğunu söyleyen kişinin üretimin ve mübadelenin öneminden habersiz olması düşünülemezdi.
Şüphesiz bugünün gelişmiş ülkelerinin bir kısmının geçmişinde sömürgecilik var. Mesele şu ki geçmişte sömürgeci olup da gelişmiş ülkelerin nispeten gerisinde kalmış ülkeler de var, meselâ İspanya, meselâ Portekiz.
Burada gelişmişlikten kastımın “sürdürülür bir üretim mekanizması geliştirmek” olduğunu belirtmeliyim.
Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde genellikle bunların, fakir ülkelerin kaynaklarını çalıp üretim yapan sonra da gene onlara satan ülkeler oldukları düşünülür. Gelişmiş ülkelerin dünyadaki üretim faktörlerine ilgileri inkâr edilemez. Bunları elde ediş biçimleri de bazen ciddi şekilde tartışmalıdır.
Sorun şudur ki… Sudan, Suudi Arabistan, Irak, Kuzey Denizi gibi petrol rezervlerini ortaya çıkaranlar onlardır. Petrolü sadece yakmayıp uçak yakıtı, bilgisayar, ve ayakkabı haline getirenler de onlardır.
O halde gelişmiş ülkeleri haddini aşan aç gözlü çapulcular olarak görmek romantizmimizi ve hıncımız tatmin etmek açısından iyi bir ağrı kesici olabilir ama hakikati anlamamızda bize pek faydalı olmayacaktır.
Her şeyden önce sömürgelerin bağımsızlığı fikrinin ortaya çıkışı, o ülkelere modern devlet geleneğini ve felsefesini götüren sömürgecilerin eseridir.
Nitekim sömürgecileri çekip giden Afrika ülkeleri derhal gerilemeye ve ilkelleşmeye başlamış, birer bağımsız yamyamlar ülkesi haline gelmişlerdir. Yakın zamanda yanılmıyorsam, kovulan son sömürgeci torunlarıyla beraber Tanzanya, buğdayını üreten insanlardan da olmuş ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Afrika ülkeleri, sömürgecilerinden edindiklerini neden kullanamıyorlardı?
Bunun sebebi basitti. Çünkü bağımsızlık fikri de dahil olmak üzere sahiplendikleri hiçbir şeyi onlar yaratmamıştı.
Sömürgecilerinin torunlarının buğday dolu tarlalarını ellerinden alıyor ama bir sonraki seneye, yenen buğdayın yerine yenisin nasıl üreteceklerini bilmiyorlardı.
Buğdayın gerçekliğini görebiliyor ama onun üretilme sürecinin zihindeki yerinden habersizler. Komşu kabilelerin kollarını, kafalarını daha rahat kesebilmek için telsizler kullanıyor ama o telsizleri üretenlerin seviyesine erişemiyorlar. Ellerinde otomatik tüfeklerle bir özgürlüğü koruduklarını söylüyor ama o özgürlükle ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Çünkü hakikatin, bugün yenen buğdaydan ibaret olmadığını anlayacak basirete sahip değillerdi.
Bugün akıl almaz bir bilgi denizinde yüzüyor, dünyanın bir ucundaki arkadaşlarımızla sohbet edebiliyor, arabamızın modeli için kaygılanabiliyor, cep telefonumuz ile yolumuzu bulabiliyoruz. Bunu, açlıktan kırılan Afrika ülkelerinin “özgürlük koruyucusu” sosyalist diktatörleri de yapabiliyor.
Ama millî gelirimiz bir türlü Almanya kadar olamıyor. Başkentimizde Londra’dakinin belki de onda biri kadar bile sanat galerisi yok. “Kalkınmadan" sorumlu devlet kurumlarımızın yetkililerinin “yazılım” denen şeyden haberleri bile yok! Ama biz araba modelimizi yükseltirken yeni bir cep telefonu alırken iyi bir spor ayakkabısı giydiğimizde, kendimizi modern dünyanın bir üyesi gibi hissedebiliyoruz.
İşte burada yanılıyoruz. Aslında yanılmıyoruz, kendimizi aldatıyoruz. Bütün geri kalmış ülke toplumları gibi, kendimizi aldatıyoruz.
Çünkü ne arabanın modelini yükselten, ne cep telefonunu geliştiren ne de daha rahat spor ayakkabısı yapan teknolojinin hakikatini bir bütün olarak algılayabiliyoruz.
Onları topraktan çıkıverip de topladığımız şeyler sanıyoruz.
Onların, dün var olmayan, çalınmamış, sömürülmemiş ama emek harcanarak yaratılmış, “var edilmiş” şeyler olduklarını idrak edemiyoruz.
Çünkü biz ortaya çıkarılmış “gerçeğin”, gerçeğin tek şekli olduğunu sanıyoruz. Gerçekliğin/ hakikatin, “kavranması gereken bir şey” olduğunu idrak edemiyoruz.
Biz düşünmeden idrak etmeden gerçekliğin önümüzde belirivermesini ve onu öylece elde edivermeyi istiyoruz. Gelişmiş ülkelerin hızlı üretim süreçleri bize sürekli yeni ürünler sunduklarından, bunun bizim asli hakkımız olduğunu sanıyoruz.
Biz genel çekim düşüncesi üzerinde kafa yormamak ama uzaya Türk bayraklı uydu yollamak istiyoruz. Biz demokrasinin toprağı olan hukuku göz ardı edebilmek ama aynı zamanda ifade hürriyetimizi gönlümüzce kullanabilmek istiyoruz. Yani hem oy sayısını kullanarak istediğimizi gibi barbarlık edebilmeyi hem de barış içinde yaşayan bir toplum kurmayı hayal ediyoruz.
Hakikati kavramaya çalışmak, varoluşumuzun aslî unsurları üzerinde aralıksız sürdürülmesi gereken bir gayret. Bu gayret kâh fren balatasında bir yenilik kâh “ Yüzüklerin Efendisi” gibi bir klâsik ortaya çıkarıyor. Bugün geri kalmış bir ülkenin insanları olarak içimizden hiçbirimiz, “Yüzüklerin Efendi’sinin” ortaya çıkmasını sağlayan kırk yıllık ferdî düşünme gayretini ne gösterebilecek kadar donanımlı ve sabırlıyız ne de daha kötüsü böyle bir gayret göstermeye yetecek kadar ahlâklıyız!
Mesele şu ki bu gün kullandığımız bütün fikrî ve maddî araçlar bu gayretin eseri!
İşte bizimkisi gibi bir ülkenin herhangi bir akademi profesyoneli, bundan dolayı, ileri ülkelerin yazılım dillerini kullanıp proje yazarken bir yandan da dünyayı gezmesini, oturduğu yerden yüzlerce kaynağa saniyeler içinde ulaşabilmesini, edindiği doktoranın anlamını ona kazandıran sistemi, metodu ve üretim sürecini, “ Onların bütün zenginliği sömürgeciliklerinden!” basitliğine indirgeyebiliyor.
Gelişmişlik, birilerinin şans eseri topraktan çıkardığı bir cevher değil. Gelişmişlik, insanın varoluşuna dair bütün üretimlerinin değerli olduğuna dair bir kavrayış geliştirmek ve bunu nesilden nesile aktarmak. Gelişmişlik, insanın var oluşunun büyük bir bedeli olduğuna ve onun kaybedilmemesi gerektiğine dair duyulan derin saygının teşvik ettiği bir üretim sürecinin gözle görülür sonucu.
Geri kalmışlığın ne olduğuna gelince…. O, gelişmiş ülkelerin gün be gün yarattığı şeyleri birer oyuncak gibi kullanıp bunları kullanmakla insan olunacağını sanmak. Geri kalmışlık, gelişmenin insanlaşma sürecini idrak edemeden, gönüllü şekilde, telefon kullanan maymunlar haline gelmek.
Bundan dolayı ki bütün kadınların başına bir şeyler takmayı, bunun yanında ateş pahası lüks çantalar kullanabilmeyi, üstü kapalı şekilde içki kullanımını küçümseyip çocuklarına şirketler kurdurabilmeyi, gelişmiş ülkelerin mevzuatlarını fotokopi çekerken basit protestolar için adaletin kılıcını kullanmayı aynı ahlâkî gömlek içine sığdırabileceğimizi sanıyoruz.
Ve insan dışı bir politik yaratığa doğru, artan bir süratle evrimleşiyoruz.