Ülkemizde çoğunluk içinde azlıkların kendilerini ifade etmek problemi, ifade hürriyeti ile egemenliği bölmek arasındaki sınırda özellikle belirsizleştirilmekte.
Herhangi bir grubun kendisini ifade edebilmesi için siyasî ve hukukî özerkliğin gerekli olduğuna dair bilhassa nevzuhur liberallerce yaratılan yanlış kanaat demokrasiyi sakatlıyor.
İfade hürriyetinin çoğunluğun “temel haklara saygılı” egemenliği altında korunması dışındaki seçeneklerin “azınlık” diktası yaratmak anlamına geleceği gözlerden ırak tutulmak isteniyor.
İşin bu kötülüğünün yanında bir de etnik ırkçı siyasetin kendi tabiatının demokrasiyle bağdaşmazlığı nedense görmezden geliniyor.
Demokrasi, farklı seslerin, tek bir egemenlik erki ile teminat altına alınmasıdır.
Demokrasi ancak farklılıkları barındırabilen toplumsal yapılarda işlerlik kazanabilir.
Farklılıkları barındırabilmenin de yolu bir kurucu çoğunluğun egemenlik hakkı ile kurduğu hukuk birliğidir.
Aksi takdirde ne olur?
Gayet basit şekilde bütün farklılıklar kendilerini “ötekilerden” ayırmaya çalışır. Nitekim örneğini ülkemizde de gördüğümüz şekilde etnik ırkçılığın hedefi, kendi varlığını, “ötekilerin” içinde barınmadığı bir saflık vasatında egemen kılmaktır.
Etnik grupların, kabilelerin, yapıları ciddi anlamda homojeniteye dayanır. Etnik grup var olma gücünü bu türdeşliğinden alır. Bu açıdan etnikçi siyasetçilerin ırk vurgusu çok keskindir.
Peki burada “homojeniteden”/ türdeşlikten ne anlamalıyız? Burada dilin ve ayırıcı özelliklerin korunması için mümkün mertebe kabile içinde kalan evlilik bağı oluşturma, “dilinin” kesinlikle ayrı ve özgün olduğuna dair bütün üyelerde yaratılan kesin inanç ve elbette hiçbir tarihle müştereki olmayan apayrı, saf bir tarih bilinci.
Bütün bu toplum psikolojisinin tercümesi “Kendimden başkasıyla beraber olmak istemiyorum!”dur.
Bu tahlili hayalci bulanlar, sömürgeci devletlerin, sınırlarını cetvelle çizdikleri sun’i devletlerin nasıl bir ayrışma sürecine girdiklerine bakmaları yeter de artar bile.
Bu devletler, kurucu bir millî çoğunluğa dayanmayan, nüfusları birbirlerine yakın kabileler veya etnik gruplar arasından, egemen sömürgecilerin seçtiği birilerinin iş başına getirildiği “harita devletleridir”. Ermenistan, Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen vs…
Ermenistan bunların içinde ne homojeni olmakla beraber, SSCB devrindeki durumu düşünüldüğünde ( ki sanırım SSCB’nin sömürgeci ve emperyal bir ülke olmadığını kimse iddia etmeye kalkmayacaktır) onun da bahsettiğimiz tanıma uyduğu görülecektir. Nitekim SSCB’nin yıkılmasından sonra, kendisine toprakları hediye etmiş gerçek ev sahiplerini soykırımla topraklarından uzaklaştırarak etnik saflaştırma yapmış bir katil ülke bu tanıma fazlasıyla uyar?
Bunların yanı sıra bir başka özelliği ile etnik ırkçı siyaset demokrasiyle bağdaşmaz: Lider tapınmacılığı…
Şüphesiz parlamenter demokrasilerin en berbat açmazlarından biri partilerdeki lider sultasıdır.
Buna rağmen gene de partiler, belli bir hukuk birliği teminatı altında alternatif politikalar sunabilirler.
Peki bilhassa ülkemiz örneğinde görülen etnikçi siyasetin lider tapınmacılığı ne seviyededir?
Burada “tapınma” kelimesinin bir mecaz olmadığını derhal fark ederiz.
Zira etnikçi siyasette lider her şeydir. İnsanlar, onun emirlerini ilâhî addeder ve tartışamazlar. Bu da etnikçi siyasetin kapalı toplum alt yapısının bir sonucudur. Bir somut kurallar ve ırk dayanışması olarak etnikçilik için fikir üretiminin tek kaynağı vardır: Lider! Bilhassa marksizmin şiddete dayalı değişim fikri, kendi içine kapalı ve farklılık düşmanı kabile yapılarının eylemciliğini “liderde” tecessüm ettirir. Her ne beklenirse liderden beklenir ki bu onu tanrılaştırmakla aynı anlama gelir.
Irk, dil ve kültür açısından aynileşmek dışında bir amacı ve dayanağı olmayan etnikçi siyaset için bütün bu konulardaki “birliğin” ifadesi liderdir.
Son iki yıldır bebek katilinin silahlı ve silahsız destekçilerinin, sıklıkla “önderliğin fikrinden” bahsetmeleri bu açıdan dikkat çekicidir.
Bu açıdan etnikçi siyasetin, kendisi dışındaki hiçbir toplumsal yapıyla herhangi bir ilişkisi yoktur ve olmamasına da bilhassa “önder” tarafından dikkat edilir. Etnik grubun, kabilenin tecrit edilmiş olması liderin tartışılmazlığını güçlendirecektir. Bu şekilde toplumsal tabanda kendini tecrit eden kabile veya etnik grup ir sonraki aşamadan “önderin” ayetleriyle hüküm sürdüğü kurtarılmış ve saf ülkesine kavuşacaktır.
Görüldüğü gibi etnik ırkçı kendi yarattığı yabancı korkusuyla egemen çoğunluktan duyulan nefreti körükleyen ve bunu da demokrasiyi yaşatan ifade hürriyeti hakkını istismar ederek yapan bir militandır.
Yapılmak istenen, demokrasinin istismarı ile çoğunluğun erkini anlamsızlaştırmak ve sonrasında kendi “saf” çoğunluğunu barındıracak önder sultasını tesis etmektir.
Etnik ırkçılığı ifade hürriyeti şemsiyesi ile koruyamayız. Çünkü etnik ırkçılık salt kültürel ir ifade hürriyetinin ötesinde bir siyasî bölünmeyi hedeflemektedir. İfade hürriyeti ise millî devletlerin kurucu çoğunluklarının egemenlik hakkı aleyhine kullanılamaz.
Bu açıkça ikiyüzlü demokrasi anlayışı ve lider tapınmacılığı ile etnikçi siyaset, toplumu demokrasi dışına çeken ilkel ve şedit bir iştir.
Eşitler arasında birinci bir çoğunluğu içlerine sindiremeyen etnik ırkçıların demokrasiden bahsetmelerine karşı en başta liberallerin ciddi eleştiriler getirmesi gerekirken millet düşmanlığı müşterekinde etnik ırkçılığın liberallerce desteklenmesi ülkemiz siyaseti açısından büyük bir utanç ve suç ortaklığıdır.
Bütün ideolojisi ve eylem şekli ile tipik bir marksist militan grup olan etnik ırkçıların hem toplum vicdanında hem siyaset arenasında hem de Türk Milleti’nin mahkemelerinde yargılanmasının zamanı gelmiş de geçmektedir. Demokrasi dışı bu ırkçı ve militan yapının “önderlerinin” Türk vatandaşlığı hakkı ile toplumumuzu tahrik etmeleri engellenmeli ve bu kişiler, vatandaşlıkla bağları koparılarak sınır dışı edilmelidirler. Aksi takdirde sözde “temsil yetkilerinin” yaratacağı toplumsal çatlağı tamir etmek mümkün olmayabilir.