Şüphesiz her fert hayata belirli otoritelerin gözetiminde başlar ve hazırlanır.
Hem tabiatımızdan kaynaklanan hem de toplumsallaşmamızda gözetmemiz gereken sınırlar bize belli otoritelerce öğretilmeseydi, hayatta kalmak ve uyum sağlamak şansımız azalırdı.
Sorun, bizi hayata hazırlayan otorite ilişkisinin nereye kadar süreceğidir.
Batı medeniyetini tarihi bu soruya cevap verilmesiyle kırılma noktasını yaşamıştır.
Elde edilebilecek bütün bilgilerin, doğrunun, ahlâkın ebedî ve değişmez kaynağı olarak kilisenin kabul edilip edilemeyeceği sorusu, ferdin bizatihi bir değer olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır.
Hiçbir insanın insanüstü bir otorite olamayacağı, her bir ferdin hayatının, varoluşunun korunmasının, otoritenin korunmasından daha önemli olduğu fikri batı gelişmesinin anahtarıdır.
Çünkü bu dönüşüm ile fertlerin gerek maddi gerekse manevi varlıklarının otoriteye karşı korunması sağlanmış ve daha önce ancak birkaç okumuşun bilgisine bağlı olan entelektüel hayat bir anda çeşitlenmiş ve hayatta kalmanın maliyeti ciddi şekilde düşmüştür.
Daha önce fikirlerinden dolayı kilisenin hışmına uğramaktan korkanların keşifleri ve icatları, sanat eserleri, üretkenliği ateşlemiştir.
Otoritenin sınırlandırılması düşüncesi, kişinin kendi varlığının maddî ve manevî yönlerine ve eserlerine kayıtsız şartsız sahip olduğunun kabulünü getirmiştir.
Böylece otoritenin meşruiyeti, ferdin varlığını sağlayan kuralların gözetimiyle ilişkilendirilerek sınırlandırılmıştır.
Bütün bu temel anlayışa “geçici otoriter anlayış” diyebiliriz.
Türkiye’nin batıdaki felsefi dönüşüme bigâne kalmasında birinci sebep şüphesiz matbaanın iki yüz elli gibi akıl almaz bir gecikmeyle kullanılmasıdır.
Aslında bu da daha temel bir sebebin sonucudur. O da batının büyük dönüşümünün dayandığı “geçici otoriter anlayışın” bizim toplumumuzda hiç bir karşılığının olmamasıdır.
Türk toplumu otoriter bir toplumdur.
Aile yaşantımızda başlayan otorite hayatımızın her döneminde başka şekillerde bizi kuşatır ve etkisi altına alır.
Yetişkinliğe kadarki dönemde bizi yönlendiren aile otoritesini yerini önce okul, sonra askerlik sonra bürokrasi otoriteleri alır. Bu yüzden mesela bizim toplumumuzda askere gitmeyeni adamdan saymamak gibi bir alışkanlık vardır. Burada murat, erkeğin, hayatın, bir emir almak ve emir vermek düzeni olduğunu öğrenmesinin sağlanmasıdır.
Bu davranış kalıbı askerlikle sınırlı kalmaz. Akademik hayat, doçent oluncaya kadar, akademik üstlerin emirlerine kayıtsız şartsız riayetten ibarettir. Hatta profesörlük dahi uzmanlık konularında kendi fikirlerini oluşturmak için kâfi değildir. Bilimsel yetkinliğin, “otorite” olmanın ölçüsü olan doktora maalesef özgün fikir oluşturmakta yetersizdir. Fikret BAŞKAYA ve Atilla YAYLA davaları bunun tüyler ürpertici örnekleridir.
Türkiye’nin cumhuriyet tecrübesi maalesef batının “geçici otoriter anlayışından” değil, yıktığını iddia ettiği mutlakî rejimin “kalıcı otoriter anlayışından ” sürekli beslenmiştir.
Mesele kimin otorite olduğu değildir, otoritenin sınırlandırılıp sınırlandırılamamasıdır. Herkesin daima birilerinin “öğrencisi”, “emri eri”, “ memuru”, “astı”, “asistanı” kaldığı bir memlekette fikrî gelişme durur.
Çünkü otoritenin, hayatın temel, vazgeçilmez ve değiştirilemez şekli olarak kabul edildiği bir memlekette önemli olan, korunması gereken, “değer olan” şey ferdin varoluşu değildir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de cari rejim ve toplumsal düzen hâlâ mutlakî bir özellik arz etmektedir.
“Artık Anaysa yapmak mümkün değildir!” gibi garip ve korkunç bir cümlenin milletin hakimiyet organının bir temsilcisince söylenmesi fevkalâde korkunç bir ironidir. Bu söz bize, hayatlarımızı değiştirmek konusunda “egemen” olmadığımızı, varoluşumuzun ancak şarta(otoriteye) bağlı bir değer ifade ettiğini en bayağı bir şekilde söylemektedir.
Yukarıdaki sözü zikreden siyasetçinin, Türkiye’ye “ilerleme hedefi” tespit eden bir partinin başında olması bir çelişki gibi görünebilir.
Oysa bunu bir çelişki olarak kabul etmemektedir, çünkü Marksist “ilericilik” ile gönüllü körleşmiştir. “Mevcut” her hal-ü kârda “kötü” olduğundan onu yıkacak, devirecek her muhayyel şey mutlaka iyi olmalıdır. Meçhul bir istikbalin altın devirleri hayali “ilericilik” adıyla “dayatılabilir”. Bundan dolayı, “ilerleme” adına yapılacak her türlü baskı meşrudur. Buna karşı duranlar da “gericiler”dir.
Sorun şudur ki “ilericiliğin” sürekli mevcudun reddine bağlanması geleneği ve etiği yok etmektedir. Bu bağlamda da fert kendine, toplumda kurallara dayanan bir yer edinmek yerine otoriteyle uyuşmaya yönelik yer edinmeye çalışmaktadır.
Ferdin varlığının otorite rızasına bağlanması, onun fikir üretiminin maliyetini son derece yükseltmektedir. Bu maliyet, doğrudan doğruya cezalandırılmayla toplumsal hayattan uzaklaştırılma, toplum nezdinde değersizleştirme, mesleki faaliyetin engellenmesi gibi çok ciddi yaptırımları içerdiği gibi maalesef bu gün artık ucunun,sınırlandırılamayan bürokratik oluşumlara dayandığı düşünülen cinayetleri de akla getirmektedir.
Ferdin varlığının otorite rızasına bağlanması, ferdin kendi ahlâkî ölçütlerinin geliştirmesini engellemekte ve onu salt tepkisel olarak yaşayan, otoritenin şartladığı reflekslerle hareket eden bir canlıya doğru iteklemektedir.
Böylece her gün otoritenin emirleriyle doğruları değişen Türk insanı, hayatı hakkında karar vermek sorumluluğunun ve hürriyetinin yani insan olmanın bilincinden gün geçtikçe daha uzak düşmektedir.
Böyle bir toplumda temel haklar düşüncesine hayat hakkı tanınmamaktadır.
Böyle bir toplumda kendini ifade etme biçimleri de otorite rızasına bağlandığından, kelime dağarcığı kısırlaşmakta, düşüncenin yapı taşları azalmakta ve felsefî inşa gün geçtikçe daha da zorlaşmaktadır.
Dolayısıyla kendini ifade etmek, el, kol hareketlerine, kabile mensubiyeti güdüsüne indirgenmektedir.
Burada mensubiyet, bilinçli bireysel tercihten ziyade taklit yoluyla geliştirilmektedir. Çünkü davranışın “normal” dayanaklarını ifade etmek kaabiliyeti dramatik biçimde tırpanlanmıştır.
Ahlâk “zarar vermemek iradesi” olmaktan ziyade “ otoriteye uyum gösterme kabiliyeti” olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Dolayısıyla herhangi bir ahlâkî ölçütü benimsemenin mümkün olabilecek en özgür şekli ancak cemaat mensubiyetiyle ortaya çıkmaktadır.
Çünkü “uyum göstermek” normunun geçerli olduğu en küçük toplumsal örgütlenme, cemaattir. Bu açıdan dindar cemaatleşmelerle, sol örgütlenmeler sergiledikleri bütün vitrin kavgalarına rağmen özlerinde birbirlerinin ayna görüntüsüdür.
Memleketimizde siyaset de çeşitli cemaatlerin, temel haklara müdahale edebilmek rekabeti olarak sürdürülmektedir.
Bu mücadele “doğruyu belirleme gücünü” elde etme mücadelesidir. Doğruyu otoritenin belirleyip ferde dayattığı bir memlekette felsefe yapılamaz. Çünkü böyle bir memlekette düşüncelere temel teşkil edecek ferdî değişmezlere sahip olmak mümkün değildir. Böyle bir memlekette, ferdin kendine belirlediği mutlaklar, doğruluğunu ısrarla savunduğu fikirler derhal “aşırılık”, “aykırılık”, “düşmanlık” olarak etiketlenir.
Böyle bir memlekette fikirlerin, kendilerinin bizatihi bir değeri yoktur.
Felsefenin böyle değersizleştirildiği bir yerde maddi gelişmenin de önü tıkanır. Çünkü her maddi ilerleme vasıtası öncelikle bir fikir olarak insan bilincinde filizlenir.
Dolayısıyla ilerleme muasır medeniyetin sonuçlarını veya vitrinini taklit etmekle sağlanamaz, ancak o “ilerlemeyi” sağlayan kurumları benimsemekle, içselleştirmekle sağlanabilir.