Türk İslâm Ülküsü adlı politik
söylem kırk yıldan fazladır Türk milliyetçilerinin düşünce ekseni olmuştur.
“Türk İslâm Ülküsü” hakkında
konuşmak pahalı bir iştir. Bu ülkü hakkında eleştiride bulunmak insana eş-dost
ve itibar kaybettirebilir. Bu yüzdendir ki Türk milliyetçiliği siyasi
aktörlerin sloganik söylemlerinin sığlıklarında nefessizce çırpınmaktadır.
Türk İslâm Ülküsü denen fikrin
temelinde Arvasînin kendince derlediği
bazı argümanlar var.
Bu argümanlar tamamen “tarihseldir”.
Burada “tarihsel” terimini Popper’ın Marx’a yönelttiği eleştirideki tarih algısı anlamında kullanıyoruz. Bu algıya göre tarih her şeydir. Tarihselci (tarihsici)
algıya göre: “Geçmişte olanlar, olması
gerektiği gibi ve olması gerektiği için olmuştur. Geçmişte olanları düzenleyen “yasalar”,
bugünü ve yarını da belirlemektedir.”
Arvasînin tarihselci dayanağı, “Türk’lerin
İslâm’ın kılıcı olması” efsanesine dayanır.
Arvasî bütün toptancı düşünenler
gibi sonuçları esas kabul edip nedenler/sebepler üzerinde düşünmeye gerek
görmemiştir.
Doğrudur, Türk’ler İslâmiyet’i
kabul ettikten sonra bu dine mensup milletlerin en kahramanı, cigangiri
olmuşlardır. Fakat unutulan şey şudur: Türk’lerin cihangirlikleriyle İslâm’ı
kabul etmelerinin hiçbir ilgisi yoktur. Türk’ler İslamiyet’i kabul ettiklerinde
milletleşmeye çoktan adım atmış, imparatorluk çapında devletler kurmuş,
kavimleri devlet çatısı altında birleştirmiş büyük bir savaşçı ulustur.
Yani Türkler şeref ve onuru İslâmiyetle elde etmemişlerdir.
Türk, bedevi Arapların İslâmiyetle bile ulaşamadıkları adalet ve insanlık
değerlerine, çok daha evvelden ulaşmış kurumcu ve kuramcı bir millettir.
Kurumculuk, bürokrasi olarak da
düşünebileceğimiz, organizasyon yeteneğine işaret eder.
Kuramcılık ise neyin niçin yapılması gerektiğine dair akla dayalı ilkeler geliştirmek
yeteneğine işaret eder.
Şüphesiz bazıları Türk’lerin
göçebe dolayısıyla ilkesiz, kuralsız bir çapulcu yığını olduğu fikrini daha
gerçekçi bulmaktadır. Burada yapılan yaygın kategorik hata “fayda” terimindeki
bulanık kullanımdan kaynaklanmaktadır.
“Fayda” öncelikle temel haklardır. Hayat, hürriyet ve
mülkiyet herkes için ve her zaman geçerli faydalardır/ menfaatlerdir.
Sübjektif fayda ise bireyin kendine
göre oluşturduğu bir değerler skalasıdır.
Bir insan grubunun bir arada
hangi seviyede olursa olsun kalabilmesi için mutlaka “ortak fayda” anlayışını
kabul etmesi lâzımdır. Ortak fayda herkesin sübjektif faydalarının
ortaklaştırılması değildir. Karışıklık buradan ortaya çıkmaktadır. “Ortak fayda”,
herkesin sübjektif faydasını, üzerinde bina edebileceği ve herkesçe korunması
konusunda mutabık kalınan en temel faydalar sistemidir ki bu da modern toplumda
hayat, mülkiyet ve hürriyet hakları olarak ortaya çıkmıştır.
Bir insanın bir toplumun “ortak
faydası” için kendini feda etmesi durumu işte bununla anlam kazanır. Birey,
kendini feda ederek; kendisine, kendi sübjektif
fayda takımını meydana getirmesi imkânını veren toplumun bunu daha sonra da yapabilmesi imkânını sunar. Böylece topluma, temel haklarının sağlayıcısı , koruyucusuna “borcunu öder”. O halde bireyin, sübjektif
faydası, yaygın kollektivist/Marxist söylemin aksine “ortak faydayla” tezat
teşkil etmez. Şunu ısrarla vurgulamamız gerekir ki bireyin faydasını
gözetmesinin toplumu yok edeceği, anarşizm doğuracağı, bunun Müslümanlıkla
uyuşmadığı hurafesi, Türk İslâm Ülküsü söyleminin insana bakışının temelini
teşkil eder. Bu açıdan bir parantez açarak Türk İslâm Ülküsü söyleminin, özünde
kollektivist olduğunu belirtmeliyiz.
Dolayısıyla hele imparatorluk
ölçüsünde bir devletin adalet sağlayıcılığını sürdürebilmesi için mutlaka akla
dayalı ve ilkeli bir organizasyon oluşturulmalıdır. İşte bu noktada Türkler “ortak fayda”
anlayışını geliştirmekte olağanüstü başarılı olmuşlardır.
Bunun yansıra devlet organizasyonunun, devrin ve politikanın gereklerine göre “faydacı”
şekilde yönetilmesi işinde çağdaşlarının çok ilerisinde olmuşlardır.
Bulduğunu alan, öldürerek kırarak
hükmeden bir göçebe çapulcu sürüsünün, Mete Han’ın deyimiyle “Eli yay tutan bütün
kavimleri Hun yapması” mümkün değildir.
Demek ki Türk siyasal faydacılığı
ilkesiz, ilkel ve sömürücü bir elde etme güdüsünden farklıdır.
Bu da bize Türklerin İslâmiyet’ten
çok önce devletleşip milletleşebilmiş olmalarını açıklar.
Bu şu anlama gelir aynı zamanda: Türkler kendilerini İslâmiyet’ten çok daha
önce tanımış ve tanıtmışlardır.
Bundan dolayıdır ki İslâmiyet
devri Türk devletleri kendilerini atalarının işaretleri, töreleri üzerinden tanıtmışlardır. “Mücahit”
kimlikleri, İslâmiyetle edindikleri değerlerin cihangirliklerinin şemsiyesi
altında korunmasından başka bir şey değildir.
Bununla beraber “Türk-İslâm”
söyleminin dayandığı tarihsel dönemde İslâm dışı topluluklarda milletleşmeden
ziyade din birliği ve kavim asabiyesinin geçerli olduğunu unutmamak icap eder.
Din, tartışılmazlığı ve kutsiyeti sebebiyle siyasetin o devirde en büyük
iticisi olmuştur. Dolayısıyla bugün sakallı bir tür Arap kırması, intihar
bombacısı gibi gösterilmeye çalışılan “mücahit Türk” imgesi aslında sadece
politika icabı ve millî menfaatler gereği bir büyük Hıristiyan koalisyonuna
karşı savaşmış apayrı bir millettir.
Görünen odur ki Türk’ler
İslâmiyet’i kimliklenmelerinin bir esası olarak asla düşünmemişlerdir. Onu, herkesin
dine dayalı savaştığı devirde, politik mücadelelerde haklılıklarının ve
meşruiyetlerinin bir sebebi olarak görüp bir tür
“tanıtıcı yaka kartı” gibi kullanmışlardır. Haklılıklarına ve değerlerine inançları onları
Türk olmaktan çıkarmamıştır. Bu yüzden onlar, eşyanın tabiatı icabınca her zaman “önce Türk” olmuşlardır.
Oysa “Türk İslâm Ülküsü” söylemi
bize, tedricen, İslâm öncesi Türk milletleşmesini, millet algısını, devlet
kabulünü unutturmaktadır. Böylece sözde, İslâm’a göre “farklılık ve fitne
sebebi olan” kavmiyetçiliklerin din içinde eritilerek kardeşliğin temin
edilmesi hayalini kuran ümmetçilikle bir noktada buluşmaktadır.
Türk İslâm Ülküsü denen söylem,
Türk milletleşmesinin tarihî gerçeklerini ve sosyolojik esaslarını bir kenara
koyarak Türk kimliğini, Araplaşmış sünnî
taşra İslâm’ına göre yeniden yazmaya/belirlemeye kalkmaktadır.
Peki nasıl olup da bu tür bir “hurafe”
bugün Türk milliyetçiliğinin “kendisi”
haline gelmiştir?
(Devam edecek…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder