26 Ocak 2024 Cuma

Hangi Türkçülük?

 

Rahmetli Attila İlhan, bir televizyon programında “ Saldırgan Türkçülük-Savunmacı Türkçülük” gibi bir ayrımdan bahsediyordu.

 

Aslında  bir akademisyen arkadaşım da  kendi tez savunmasında bu konudan bahsedildiğini söylemişti. Jürideki bir hoca Atatürk’le Atsız’ın Türkçülüklerini kıyaslamış.

 

Tamam da bu ayrım gerçek mi? Yani gerçekten “saldırgan ( faşist/ırkçı) bir Türkçülük” ve “savunmacı bir Türkçülük” var mı?

 

Kısa yoldan söyleyelim ki böyle bir ayrım yok.

 

Bu ayrım, Türklük bilincini Marksist enternasyonalizmle uyuşturamayan solcuların Atatürk dışındaki Türkçüleri itibarsızlaştırmak için giriştikleri yapay bir ayrım.

 

Keza aynı işi Türk Dünyası’ndaki Türkçüleri de zamanında mensup oldukları sosyalist ittifaklar üzerinden veya laik ve ilerlemeci görüşlerinden dolayı sosyalizme yamayarak tekrarlıyorlar.

 

Öyle bir noktaya geliniyor ki Atatürk dışında tek bir “Türkçü” kalmıyor. O da “Atatürk milliyetçiliğinin” kurucusu olarak görülüyor. Milliyetçiliğin içindeki “Türk” özünü sildiğinizde, ortada enternasyonalist, hümanist, radikal barışçı ve  Sovyet ittifakından dolayı Marksist  bir üçüncü dünya sosyalist lideri olan Atatürk portresi kalıyor. Böylece Atatürk milliyetçiliği , Türkçülüğün saldırganlığından kurtulmuş, barışçı, uzlaşmacı, pasifist, zararsız bir üçüncü dünya  ülkesi laik amentüsüne dönüşüyor.

 

Peki ama böyle mi? Yani meselâ Atsız “saldırgan bir Türkçü” müdür? Türkiye’de Türkçüler ellerine kılıç alıp ata binerek komşularını istila etmek isteyen, “Türk ırkını bütün ırklardan üstün gören” nazi özentisi ırkçılar mıdır?

 

Elbette böyle değiller. Bunlar kendi siyasi emelleri için proleter devrimi hayalleri için karşıtlarını her şekilde tahkir etmeyi/alçaltmayı kendilerine hak bilen   solcuların kaba karikatürleri.

 

Atsız dahil hiçbir Türkçü, Almanların savundukları şekilde sözde bilimsel verilerle bir “üstü ırk” teorisi falan savunmamıştır. Bu Türkler gibi zaten son derece kalabalık ve yaygın bir ulus için anlamsız olurdu. Öte yandan “ırk” sözcüğünün özellikle yirminci yüz yıl başında bizde ancak “modern ulusu” karşıladığı düşünüldüğünde, (“Kahraman ırkıma bir gül…”) batı tipi ırkçılığın bizde hiç doğmadığını görürüz.

 

Biz görürüz de solcular bunu görebilir mi? Maalesef göremezler. Çünkü bilinçlerinin “üst yapısı” ideolojilerince şekillendirildiğinden dünyayı ancak “kimliksiz(vatansız) Marksistler” [ Kimse kızmasın Marx’ın kendisi “ Proleterlerin vatanı yoktur!” diyordu.] olarak algılayabilirler. Dolayısıyla ideolojilerinin dayatması yüzünden “Türk olarak düşünmeleri” neredeyse imkânsızdır. Onların “biz ve ötekiler” algısı “Proleterler ve düşmanları” şeklinde çalıştığından, Türklük onlara zaten yabancıdır.

 

Şunu da belirtmeliyiz ki bu mekanizma şimdilerde kendilerini “Müslümanlar” olarak tanımlayarak Türklüğü inançları gereği inkâr edenler içinde bire bir geçerlidir.

 

Demek ki Türkçüler ne ellerine kılıç alıp önlerine  geleni kesmek ve dünya imparatorluğu kurmak istiyor ne de “kalıtsal üstünlük” iddialarıyla önlerine geleni hakir görüyor.

 

Peki ama Türkler kendilerini üstün görmüyorlar mı? Elbette her ulus gibi kendi üstünlüklerine inanıyorlar. E ama oldu mu şimdi?

 

Dünyada “biz ve ötekiler” ayrımı var oldukça “bizi” diğerlerinden ayrı ve üstün görme güdüsü de var olacaktır. Sorun bu üstünlük duygusunun neye dayandığı ve dahası nelere yol açtığıdır.

 

Türk’ün üstünlük duygusu, Atatürk’ün defalarca dile getirdiği yüksek ahlaki erdemlere, üstün cesarete, eşsiz fedakârlıklara ve üstün öz disiplinle örgütlenebilmek yeteneğine vs.  dayanır. Türk göz rengiyle, kas yapısıyla vs üstünlük elde etmeyi umursamaz. Demek ki Türkçüler solcuların yabancılaşmış zihinleriyle ancak algılayabildikleri batılılar gibi “ırkçı” değildir.

 

İnsanlığın imparatorluklar kurdukları dönemlerde herkes nasıl davranmışsa, Türkler de aynısını yapmışlardır. O devri bugünün “değer yargılarıyla” yargılamak ahmaklıktır.

 

Peki Türkçüler elde kılıç dünyayı fethetmeyecekse ne demeye sürekli Türk der? 


Şundan dolayı: Elçibey’in dediği gibi “Biz Türk olduğumuzu unutsak bile düşman unutmaz.” Dolayısıyla dünyada kimliğimizden vazgeçerek ya da bilincimizi uyutarak barış içinde yaşamamız  mümkün değil! Dünyada yalnız ve ancak Türk olarak var olabiliyorsak bu kimliğin  tarihiyle, bilinciyle hareket etmemiz ya da “durmamız” gerekiyor. Dünyada hiçbir ulus da yerinde durmadığından Türkler olarak bizim de kendi kimliğimizle, aklımızla ve diğerlerinin de sahip olduğu “üstünlük” duygumuzla” hareket etmemiz gerekiyor.

 

Ama bunları yapabilmemiz için bir Türklük farkındalığına sahip olmamız gerekiyor. İşte bütün Türkçülük bu! O yüzden “Tanrı Türk’ü korusun!” diyenler sizin sandığınız gibi faşistler falan değildir. Sizin henüz farkına varamadığınız kimliğinizi korumak isteyenlerdir.

Ne mutlu Türküm diyene!

 

 

 

 

 

 

 

 

2 Ocak 2024 Salı

Vatandaşlık Da Nereye Kadar?


Memlekette zaten muktedir olan şeriatçı seçmen kitlesinden, alenen bölücü siyaset destekçisi seçmenlere kadar herkes  vatandaşlık hakları konusunda dertli.

 

Türbanın neredeyse resmî kıyafet haline geldiği şu günlerde, hâlâ bitmeyen bir örtünme mağduriyeti şikâyeti var.

 

Kısaca hiçkimse Türk vatandaşlığından bir türlü memnun olamıyor.

 

Kanunlar artık fiilen “ulema” kanaatine ve dindar seçmen “taleplerine” göre oluşturulurken “vatandaşlığın” tanımı ve kapsamı bir türlü  adam akıllı belirlenemiyor.

 

Bunun sebebi, ülkeyi fiilî bir koalisyonla ( koalisyonda MHP etkisiz eleman) yöneten dinci ve etnikçi seçmen kitlelerinin yasama ve yürütmede kısaca resmen egemenlik kullanımında, “Türk”  adından alabildiğine rahatsız olmaları.

 

Oysa ülkeyi kuran milletin adı “Türk”. Bu isim, cumhuriyetten asırlar önce bile vardı.

 

Memleketin fiili egemenleri Kurtuluş Savaşı’nda Türk karşıtı toplulukların  fikir varisleri. Dolayısıyla temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan bir TÜRK DEVLETİNE  tahammül edemiyorlar.

 

Demokrasi istismarıyla ele geçirdikleri güçle ağızlarından düşmeyen demokrasiyi kendisine borçlu oldukları Türk Milleti’ni sözde sandık gücüyle ve yanı sıra etnik terör tehdidiyle  silmek istiyorlar.  Sözcüleri olan basın yayın mensupları her gün Türk’ün bütün değerlerini aşağılayıp onlara saldırıyor.

 

İnsan ister istemez düşünüyor: Bir vatandaşlığın uyrukları, vatandaşlığın kurucusu olan  ulusu aşağılayıp, inkâr edebilir mi? Vatandaşlar kendi milletlerini itham edebilir mi?

 

Hiç bir ulus egemenliği altındaki topraklarda hiç bir vatandaşının kendisine karşı savaşmasına, egemenliğini ret ve inkâr etmesine izin vermez.

 

Neden böyledir? Çünkü her bir vatandaşın, hayat, mülkiyet ve hürriyet haklarını koruyan devlet otoritesi genellikle kurucu ulusun bir kuşağının kanı pahasına girişilmiş bir savaşın neticesinde elde edilmiştir. Dolayısıyla vatandaşın devletten beklediği iyilikler/menfaatler aynı zamanda vatandaşa devletin devamının sağlanması için elinden geleni yapmak yükümlülüğünü getirir.

 

Vatandaşlık menfaatleri, tek taraflı ve sorumsuz menfaatler/haklar değildir. Nasıl hiçkimse onu kurtaracak cankurtaranın boğazın sıkarak boğulmaktan kurtulamazsa hiç bir vatandaş da kendisnin yegâne varlık sebebi olan devleti ve onun kurucusu olan milleti yok etmeyi arzulayarak vatandaş kalamaz. Hiç bir demokrasi de temel hakları koruyan değerlerin ve varlıkların yok edilmesi gibi fikirlerin savunulmasına izin vermez. Demokrasi  kategorik olarak ancak millî egemenlikten sonra gelen bir yöntem tercihidir. Kısaca demokrasi olasa da ulusal egemenlik var olabilir ve olmalıdır oysa ulusal egemenlik olmazsa demokrasi açıkça anlamsızdır. Çünkü ulusal egemenliğin olmaması ulusun, bir başka ulusun kölesi olması ya da yok edilmesidir.

 

Bugün Türkiye’de şeriatçı-etnikçi koalisyonu, Türk Ulusunun varlığı pahasına, zaman zaman açıkladıkları, kabileler uzlaşması halindeki çarpık bir demokrasi tasavvurunu, ellerinden gelen her şeyle Türk Ulusu’na dayatıyor.

 

Hümanizimin  egemen olduğu uygar ülkelerde, hiç bir vatandaşın düşünmesine bile izin verilmeyen,  vatana, kurucu ulusa ve anayasaya karşı suç kabul edilen eylemler, Türkiye’de sıradan olaylar olarak her gün karşımıza çıkıyor. Faillerinin vatandaşlık menfaatlerinin kısıtlanmasına yol açacak eylemler popülist siyasetin seçmen tavizleri yüzünden artık kınanamıyor bile.

 

Eğer ceza suçla orantılı olmalı ise Türk adına, Türk vatanına, Türk egemenliğine karşı ilenen suçların en hafif  müeyyidesi hapis ve sonrasında mutlaka vatandaşlık hakkının kaldırılması olamlıdır. Nitekim Türk olmadığını söyleyen Türk devletine ve milletine açıkça hakaret eden, onları itham eden, Türk vatandaşlığının gereklerini açıkça reddeden milyonlarca insan, vatandaşlığın, vatandan ve vatana karşı sorumluluklardan ayrı bedava bir menfaatler bohçası olduğunu sanıyor ve bu sanı da ulusal, laik, sosyal hukuk devleti olan Türk devletinin  değerlerinin fiilen yıpratılmasıyla, yok sayılmasıyla destekleniyor.

 

Bu yüzden de özellikleri Anayasası’nda belirlenmiş bir devletin bazı vatandaşları açıkça Anayasaya karşı ve vatana ihanet sayılması gereken terör ve şeriat destekçiliği eylemlerinde bu ihmalle bu fiilî ret ve inkârla kendilerini daha haklı ve güçlü hissediyor.

 

Ne yazık ki şu soruyu hiç kimse sormuyor:  Varlığını Türk varlığına armağan etmiş Türk evlâdı, Türk sancağının şanını hayatı pahasına korurken onun koruduğu bütün varlıkları ve değerleri inkar eden “seçmen kitlelerinin” vatandaşlığı fiilen nasıl devam edebilir?

 

Türkiye şu anda açıkça Türklükten imtina eden, Türklüğü ırkçılık, faşizm ve dinsizlik sayan koskoca bir şeriatçı-etnikçi kitle koalisyonuyla yönetilirken “Türk vatandaşlığının” hukuki bağlayıcılığı, fiilî koruması  nasıl sürdürülebilir?

 

Türkiye, cankurtaranın gırtlağına sarılmış bir cahilin yaşayabileceğini sanmasına yol açan kör bencillik ve çıkarcılık ile gün geçtikçe  daha da dibe çekiliyor.