31 Ocak 2011 Pazartesi

Geri Kalmış İnsanlar Ülkesinde


Geçen günlerden saygın bir akdemiysen arkadaşımla giriştiğimiz tartışmada, gelişmiş ülkelerin, gelişmişliklerini sömürgeciliklerine bağlayan o sıradan yargıyla karşılaştığımda, yolda yürürken fark etmeden bir ağaca çarpan bir adam kadar belki daha fazla şaşırdım.

Çünkü dünya üretiminin büyük kısmını gerçekleştiren ülkelerin sadece sömürgeci çapulcular oluğunu söyleyen kişinin üretimin ve mübadelenin öneminden habersiz olması düşünülemezdi.

Şüphesiz bugünün gelişmiş ülkelerinin bir kısmının geçmişinde sömürgecilik var. Mesele şu ki geçmişte sömürgeci olup da gelişmiş ülkelerin nispeten gerisinde kalmış ülkeler de var, meselâ İspanya, meselâ Portekiz.

Burada gelişmişlikten kastımın “sürdürülür bir üretim mekanizması geliştirmek” olduğunu belirtmeliyim.

Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde genellikle bunların, fakir ülkelerin kaynaklarını çalıp üretim yapan sonra da gene onlara satan ülkeler oldukları düşünülür. Gelişmiş ülkelerin dünyadaki üretim faktörlerine ilgileri inkâr edilemez. Bunları elde ediş biçimleri de bazen ciddi şekilde tartışmalıdır.

Sorun şudur ki… Sudan, Suudi Arabistan, Irak, Kuzey Denizi gibi petrol rezervlerini ortaya çıkaranlar onlardır. Petrolü sadece yakmayıp uçak yakıtı, bilgisayar, ve ayakkabı haline getirenler de onlardır.

O halde gelişmiş ülkeleri haddini aşan aç gözlü çapulcular olarak görmek romantizmimizi ve hıncımız tatmin etmek açısından iyi bir ağrı kesici olabilir ama hakikati anlamamızda bize pek faydalı olmayacaktır.

Her şeyden önce sömürgelerin bağımsızlığı fikrinin ortaya çıkışı, o ülkelere modern devlet geleneğini ve felsefesini götüren sömürgecilerin eseridir.

Nitekim sömürgecileri çekip giden Afrika ülkeleri derhal gerilemeye ve ilkelleşmeye başlamış, birer bağımsız yamyamlar ülkesi haline gelmişlerdir. Yakın zamanda yanılmıyorsam, kovulan son sömürgeci torunlarıyla beraber Tanzanya, buğdayını üreten insanlardan da olmuş ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Afrika ülkeleri, sömürgecilerinden edindiklerini neden kullanamıyorlardı?

Bunun sebebi basitti. Çünkü bağımsızlık fikri de dahil olmak üzere sahiplendikleri hiçbir şeyi onlar yaratmamıştı.

Sömürgecilerinin torunlarının buğday dolu tarlalarını ellerinden alıyor ama bir sonraki seneye, yenen buğdayın yerine yenisin nasıl üreteceklerini bilmiyorlardı.

Buğdayın gerçekliğini görebiliyor ama onun üretilme sürecinin zihindeki yerinden habersizler. Komşu kabilelerin kollarını, kafalarını daha rahat kesebilmek için telsizler kullanıyor ama o telsizleri üretenlerin seviyesine erişemiyorlar. Ellerinde otomatik tüfeklerle bir özgürlüğü koruduklarını söylüyor ama o özgürlükle ne yapacaklarını bilmiyorlar.

Çünkü hakikatin, bugün yenen buğdaydan ibaret olmadığını anlayacak basirete sahip değillerdi.

Bugün akıl almaz bir bilgi denizinde yüzüyor, dünyanın bir ucundaki arkadaşlarımızla sohbet edebiliyor, arabamızın modeli için kaygılanabiliyor, cep telefonumuz ile yolumuzu bulabiliyoruz. Bunu, açlıktan kırılan Afrika ülkelerinin “özgürlük koruyucusu” sosyalist diktatörleri de yapabiliyor.

Ama millî gelirimiz bir türlü Almanya kadar olamıyor. Başkentimizde Londra’dakinin belki de onda biri kadar bile sanat galerisi yok. “Kalkınmadan" sorumlu devlet kurumlarımızın yetkililerinin “yazılım” denen şeyden haberleri bile yok! Ama biz araba modelimizi yükseltirken yeni bir cep telefonu alırken iyi bir spor ayakkabısı giydiğimizde, kendimizi modern dünyanın bir üyesi gibi hissedebiliyoruz.

İşte burada yanılıyoruz. Aslında yanılmıyoruz, kendimizi aldatıyoruz. Bütün geri kalmış ülke toplumları gibi, kendimizi aldatıyoruz.

Çünkü ne arabanın modelini yükselten, ne cep telefonunu geliştiren ne de daha rahat spor ayakkabısı yapan teknolojinin hakikatini bir bütün olarak algılayabiliyoruz.

Onları topraktan çıkıverip de topladığımız şeyler sanıyoruz.

Onların, dün var olmayan, çalınmamış, sömürülmemiş ama emek harcanarak yaratılmış, “var edilmiş” şeyler olduklarını idrak edemiyoruz.

Çünkü biz ortaya çıkarılmış “gerçeğin”, gerçeğin tek şekli olduğunu sanıyoruz. Gerçekliğin/ hakikatin, “kavranması gereken bir şey” olduğunu idrak edemiyoruz.

Biz düşünmeden idrak etmeden gerçekliğin önümüzde belirivermesini ve onu öylece elde edivermeyi istiyoruz. Gelişmiş ülkelerin hızlı üretim süreçleri bize sürekli yeni ürünler sunduklarından, bunun bizim asli hakkımız olduğunu sanıyoruz.

Biz genel çekim düşüncesi üzerinde kafa yormamak ama uzaya Türk bayraklı uydu yollamak istiyoruz. Biz demokrasinin toprağı olan hukuku göz ardı edebilmek ama aynı zamanda ifade hürriyetimizi gönlümüzce kullanabilmek istiyoruz. Yani hem oy sayısını kullanarak istediğimizi gibi barbarlık edebilmeyi hem de barış içinde yaşayan bir toplum kurmayı hayal ediyoruz.

Hakikati kavramaya çalışmak, varoluşumuzun aslî unsurları üzerinde aralıksız sürdürülmesi gereken bir gayret. Bu gayret kâh fren balatasında bir yenilik kâh “ Yüzüklerin Efendisi” gibi bir klâsik ortaya çıkarıyor. Bugün geri kalmış bir ülkenin insanları olarak içimizden hiçbirimiz, “Yüzüklerin Efendi’sinin” ortaya çıkmasını sağlayan kırk yıllık ferdî düşünme gayretini ne gösterebilecek kadar donanımlı ve sabırlıyız ne de daha kötüsü böyle bir gayret göstermeye yetecek kadar ahlâklıyız!

Mesele şu ki bu gün kullandığımız bütün fikrî ve maddî araçlar bu gayretin eseri!

İşte bizimkisi gibi bir ülkenin herhangi bir akademi profesyoneli, bundan dolayı, ileri ülkelerin yazılım dillerini kullanıp proje yazarken bir yandan da dünyayı gezmesini, oturduğu yerden yüzlerce kaynağa saniyeler içinde ulaşabilmesini, edindiği doktoranın anlamını ona kazandıran sistemi, metodu ve üretim sürecini, “ Onların bütün zenginliği sömürgeciliklerinden!” basitliğine indirgeyebiliyor.

Gelişmişlik, birilerinin şans eseri topraktan çıkardığı bir cevher değil. Gelişmişlik, insanın varoluşuna dair bütün üretimlerinin değerli olduğuna dair bir kavrayış geliştirmek ve bunu nesilden nesile aktarmak. Gelişmişlik, insanın var oluşunun büyük bir bedeli olduğuna ve onun kaybedilmemesi gerektiğine dair duyulan derin saygının teşvik ettiği bir üretim sürecinin gözle görülür sonucu.

Geri kalmışlığın ne olduğuna gelince…. O, gelişmiş ülkelerin gün be gün yarattığı şeyleri birer oyuncak gibi kullanıp bunları kullanmakla insan olunacağını sanmak. Geri kalmışlık, gelişmenin insanlaşma sürecini idrak edemeden, gönüllü şekilde, telefon kullanan maymunlar haline gelmek.

Bundan dolayı ki bütün kadınların başına bir şeyler takmayı, bunun yanında ateş pahası lüks çantalar kullanabilmeyi, üstü kapalı şekilde içki kullanımını küçümseyip çocuklarına şirketler kurdurabilmeyi, gelişmiş ülkelerin mevzuatlarını fotokopi çekerken basit protestolar için adaletin kılıcını kullanmayı aynı ahlâkî gömlek içine sığdırabileceğimizi sanıyoruz.

Ve insan dışı bir politik yaratığa doğru, artan bir süratle evrimleşiyoruz.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Karaova Nedir Be Bilir misin Sen?


Ne Karaova hatırlanır şimdi, ne Hacı Gümüş oğlu…
Murat kaç sene yatmıştır kim bilir mahpus damlarında? Az zaman önce ölmüş öğrendiğimize göre...
Kim bilir nasıl bir vicdan azabı oturmuştur bağrına da kendine “Murat Efe” denmesi bile derman olmamıştır derdine…

Karaova’nın tarihi bir Hüseyin’in katilinin bağrına yazılmıştır, bir Hüseyin’in karısının kalbine, bir eski mezar taşına… Ama bir de türkü olup bu yurdun semalarına salınmıştır ki işte bu bizim tapu senedimizdir.
Bu bizim soyumuz, kökümüz, ırzımız, namusumuzdur!

Bundan dolayı burası vatandır, dokunulmazdır, kutsaldır.

Yani kökü,soyu, hayvan nesli gibi renginde, kuyruk uzunluğunda arayan adi kabilecilerin, aşiret köpeklerinin anlayamayacağı bir medeniyetin fermanıdır!
Burası Karaova’yı türkü yapıp ebedileştiren Türk’ün vatanıdır!
Burası, haritasını kâğıda değil de gönlüne çizen ulu milletin toprağıdır!
Burası Türk vatanıdır!

26 Ocak 2011 Çarşamba

Allah Müstehakımızı Versin!

Teğmenin telefonuna Hizbut Tahrir eklemesi
İkinci Ergenekon davasından 29 aydır tutuklu olan Teğmen Mehmet Ali Çelebi gözaltına alındığında cep telefonunu polise teslim etti

Ve o cep telefonuna, Hizbut Tahrir üyesi Mehmet Oğuz Kazancı'nın telefonundaki rehber kayıtları aktarıldı

Çelebi'nin telefonunun poliste 1 saat 23 saniye usulsüz açıldığı teknik olarak tespit edildi. İstanbul Organize Suçlar Şubesi ise 'Kazancı'nın numaraları Çelebi'nin telefonuna 'sehven' (yanlışlıkla) aktarılmış " dedi


http://www.milliyet.com.tr/tegmenin-telefonuna-hizbut-tahrir-eklemesi/guncel/haberdetay/26.01.2011/1344193/default.htm



Kardeşim bağlantı yukarıda, ispat yukarıda...

Böyle bir memlekette yazı yazıp da başımızı belaya mı sokalım? Anlaşılan o ki memleketi bölmeye niyeti olanlar, kafana çarşaf geçirmek isteyen adamlar sana, bana sormuyor zaten.

Biz de salak gibi demokrasi, hak hukuk, vatan, millet diye yırtınıyoruz! Liberallerde bir gıdım şeref kalsaydı zaten bu kadar hukuksuzluktan sonra kıyameti koparırlardı.

"Yetmez ama evet!" idi değil mi? Yetmez size dangalaklar, yetmez!

Yazmak İstemiyorum.

Yazılacak ne kaldı, hiç bilemiyorum. Artık uzun uzun yazacak gücüm de kalmadı...

18 Ocak 2011 Salı

Tarafsızlık Yanılgısı Ve Güç Tapınıcılığı


İşi tutup bir ucundan felsefeye bağlamazsam, rahat edemem, huyum kurusun…

Daha bugün bloga girdiğim bir yazıya gelen yorum beni hem güldürdü hem düşündürdü. Demek ki başarılı bir mizah örneğiymiş; çünkü güldürürken düşündürmüş beni!

Yorum adsız bir okura ait olduğundan ben de rahatlıkla alıntılayıp kullanacağım. Yorumun “Aldım verdim ben seni yendim!” tarzı cümle seçkisi eleştiri kısımları artık siyasetin genel şekli olduğundan oralarını atlıyor ve en cidi sayabileceğimiz cümlesini aktarıyorum.

Şaka gibi bir yazı olmuş. Olaylar ancak bu kadar taraflı yorumlanabilir.”

Okurumuz yazıdaki etnik ırkçılık tehdidi veya kolektivizm kısımlarını birer şaka gibi görmüş, canı sağ olsun. Demek ki ülkenin bölünme tehlikesi onun için anlamsız, ne diyelim? Veya devletin hepimizin gırtlağına birer lokma ekmek sokup bizi istediği gibi güdebileceğini düşünmesi de normalmiş?

“Olayların ancak bu kadar taraflı yorumlanmasına” gelince… Buradaki anahtar kelime “taraflı”… Aslında okurumuz yanlış kelime kullanmış… Özellikle bu günlerde iktidar taraftarlarının sıkça kullandıkları bu kelime objektifliği anlatmıyor, “muhakemesizliği” anlatıyor.

Taraf olmak bir ahlâk seçimidir. Hırsızlık, cinayet, tecavüz karşısında, devlet baskısı, kibir, açgözlülük, kabalık karşısında tarafsız kalamazsınız. Yani birileri gözünüzün önünde Serap’ı yakıp, Buse’nin hayatını şarapnellerle parçalarken olaya tarafsız bakmayı deneyemezsiniz. Bu tip olaylara tarafsız baktığınızı iddia ederseniz, “ Benim karar vermeme yarayan bir ahlâkım yok!” demektesinizdir. Hiç kimse dünyaya katillerin ve hırsızların gözüyle bakarak onları meşrulaştırmaya çalışmaz.

Taraf olmak, diğerini “tercih etmemek” ve bunu göstermek demektir.

Bu reddi ederken de daima kendi içinizde ahlâkî bir muhakeme yaparsınız. Aksi takdirde -varsa- vicdanınız sizi rahat bırakmaz.

Meselâ darbelere kesin şekilde karşı olursunuz. Bu sizin ahlâkî tercihinizdir. Ama aynı zamanda hiç bir hüküm giymemiş insanları peşinen masum saymak gerektiğini de gene ahlâkınızla bilirsiniz.


Siyasetin şiddetle kesintiye uğratılmasına kesinlikle karşı çıkarsınız ama siyasetin şiddeti kullanmasının da aynı derecede ahlâk dışı olduğunu gene ahlâkınızla bilirsiniz.

İşte bu tarafsızlıktır. Çünkü aynı ilkeleri, bildiğiniz bütün olaylara ayrımsız uygularsınız.

Ama kimin doğru ve kimin yanlış olduğuna dair de muhakkak bir karar verirsiniz. Karar veremiyorsanız, bunun, yanlış tarafın işine yarayacağını aslında sezmektesinizdir. Meselâ ülkemizi yakıp kavuran etnik ırkçılık belâsına karşı muhakemesiz davranmak, haksızlığı yani etnik ırkçılığı mahkûmiyetten kurtarmak, onu bedava beraat ettirmek anlamına gelir.

Öyleyse Olay şudur: Sahip olduğunuz ahlâkî ilkeleri herkese ayrımsız uygulayarak tarafsız davranır ve kimin sizce uygun davrandığına dair uzlaşmaz bir hükme varırsınız ve taraf olursunuz.

Hal böyle olunca Türk Milleti’ni önce birbirine yabancı etnik gruplara ayırıp yeniden tanzim etmenin, millî devletimizi oy sayısına bağlı bir şeymiş gibi tartışılır ve tabii yok edilebilir bir şey haline getirmenin, iktidarın imkânlarını taraftarlarına alabildiğine açıp muhalefete tahammül gösterememenin karşısında tarafsız olmak mümkün olabilir mi? Çünkü bu tavırları sergileyenler zaten kendilerini bir taraf olarak ilan etmiş ve kendilerine benzemeyenleri reddettiklerini ifade etmiş değiller midir?

Anlaşılan o ki “taraf olmak”, ancak iktidarın taraftarı olunduğunda makbul sayılıyor?

“İktidara” taraftar olmak demek”aklı susturmak, gücün mutlak belirleyici olduğuna inanmak ve güce karşı her türlü eleştiriyi ortadan kaldırmaya gayret etmek demektir.

“İktidara” taraftar olmak demek, iktidar olmanın kendiliğinden bir hikmet ve adalet kaynağı olduğunu sanmak demektir. Zaten mevcut hükümetin yetkililerine baktığınızda, kendilerinde, başkalarında olmaya bir zekâ, bilgi ve hikmet bulduklarını açıkça görmeniz mümkündür.

“Allah bizi öyle bir duruma düşürmesin!” gibi bir cümle ancak mutlak bir güç ve iktidar mevkii karşısında, telafisi imkânsız bir hata için söylenebilir ki bu da gücün sadece güç olmasından dolayı saygı duyulması gereken bir şey olduğuna dair ilkel paganik kültürlerde rastlanabilecek bir örnektir. Böyle bir söz herhangi bir yaratılmışın gücüne atfen İslamiyet’te asla kullanılmaz.



Demokrasimiz ileri vitesle bir yerlere gidiyor ama sanırım henüz yerli üretimimiz, Ajax’ın ülkesinin kalitesinde değil?

Stad Protestosunu Doğru Okumak


Sadece Dünya Basketbol Şampiyonası ile sınırlı kalsaydı, anlayabilirdik. Neticede basketbol seyircisinin profili iktidara uzak.

Arena açılışındaki protestolar ise artık bazı şeyleri tekrar tekrar düşünmemiz gerektiğini gösteriyor.

Geri bir ülkenin vatandaşları olarak futbolla nasıl yönlendiriliverdiğimiz herkesin malumu. Futbol, devletimizin, hükûmetiyle, bürokrasisiyle neredeyse tam bir ifade özgürlüğü alanı saydığı tek faaliyet. Bu yüzden televizyonların en gözde programları arasında, siyasetten bile ateşli tartışmaların yaşandığı spor (futbol) programları geliyor.

Türk vatandaşları, seçip tapındıkları siyasetçilerin ve ebedî bürokrat kralların elinde bir futbol tebaası haline gelmiş durumda.

Bir futbol tebaası için hayat, doğrudan doğruya gırtlaktan içeri giren şeylerden ibarettir. Eğer yiyebildiğin kadar çok yiyemiyorsan, açsındır. Bu, hükûmetlerimizin vatandaşlarımız üzerindeki şartlandırmasıdır. Bu davranışın sağı solu yoktur. Ama bu anlayışın, ideoloji yelpazesinde sosyalizmin dibinde durduğu da şüphesiz. Vatandaşların devlet tarafından beslenmesi ve güdülmesi anlayışı bizde “sosyal devlet” diye tanındığından futbolla uyuşturma da bu işin narkozu olarak gayet güzel kullanılmakta.

Bu anlayış, siyasal dincilerin tuhaf “hizmet” sloganıyla mükemmel şekilde örtüşüyor.

Galatasaray’ın elindeki malını alıp ona dağın başında bir yer verip gayrimenkulde muazzam bir rant sağlamanın adı “hizmet” oluyor.

Bu hizmet safsatasının iki çarpıklığı var:

Birincisi hükûmetin bir bağış veya lütuf gibi sunduğu bu işler zaten bedava yapılmıyor. Vatandaşın kesesinden alınan vergiler, “hizmet” adıyla harcanıyor. TOKİ denen gayri menkul bürokrasisi bu işleri tamamen vergilerden finanse ediyor. Yani ortada “fisebilillah” bir hizmet yok! Kimse de vergi mükelleflerine “Seyrantepe’de” bir stada ihtiyacınız var mı?” diye sormuyor.

İkincisi, eğer bu hizmetler karşılıksızsa, yapıldıklarından bahsetmek, yapıldıkları için milletten teşekkür beklemek, milleti minnettar kılmaya çalışmak demektir ki bu da ayıptır!

Eğer Seyrantepe’den Taksim’e metro hattı elzem idiyse ve bu yapılmışsa, bu zaten ilgililerin görevidir ve görev için teşekkür beklenmez. Bundan dolayıdır ki görevlilerin hizmetteki kusurları eleştiriye açıktır.

Hükûmet, uzaydan aldığı paralarla milleti abad eden bir hayır kurumu değildir.

Hükûmet, uzaydan gelen ve insanüstü hikmetlerle hareket eden bir allâme değildir.

Bir memlekette hükûmet otoyol yapmakla övünemez.

Bir memlekette hükûmet vergi havuzunu keyfe keder harcamaya “hizmet” diyemez.

Bir memlekette toplum etnik ırkçılıkla ayrışmaya başlamışsa…

Bir memlekette milletin bir kısmı, diğerlerine düşman bir “ordu” haline getirilmeye çalışılıyorsa…

Bir memlekette, devleti kuran milletin varlığı resmî metinlerden silinmek üzereyse…

Bir memlekette etnik terörün tehdidi yüzünden sokağa artık korkuyla çıkılıyorsa…

Bir memlekette devletin yumruğu sıradan inanların tepesine hızla inerken örgütlü şiddete karşı suskun kalıyorsa…

Bir memlekette insanlar yabancıların tehdidiyle huzursuzken vatanlarının sınırlarında sürekli huzursuzluk varken mütecavizlerle anlaşılacağı, uzlaşılacağı söyleniyorsa…

O memlekette insanların boğazına kaç dilim ekmek soktuğunuzun, yerin altına kaç kilometre metro döşediğinizin, kaç torba kömür dağıttığınızın, kime ne kadar lüks stadlar inşa ettiğinizin ve bunlara “hizmet” dediğinizin hiçbir önemi yoktur.

Eğer bütün bunlar olup biterken elinizdeki yetkiyle bambaşka şeyler yapıp da teşekkür bekliyorsanız, siz milletinize yabancılaşmışsınız demektir.

Arena’daki protesto işte bu yabancılaşmayadır. Türk insanıyla hiçbir ortak değeriniz, normunuz, anlamınız kalmamışsa, yapmanız gereken hatalarınızdan dolayı milletten özür dilemektir, millete hizmet ettiğinizi söyleyerek onu minnettar ve mahcup bırakmaya çalışmak, değil.


17 Ocak 2011 Pazartesi

Etnik Irkçılığın Çarpık Aklı


Millî bir devlet ayrımcı bir devlet midir?

Her şeyden önce millî bir devletin, ırkî gerilimi aşmış insanların eseri olduğunu bilmemiz gerekir. Ancak değerleri ve normları, aile, aşiret, kabile, kan bağı gibi somut bağlılıklarının ötesine geçmiş insanlar millî bir devlet oluşturabilir.

Bu demektir ki öncelikle bazı insanların, değerleri, kanın, ırkın ötesinde kabullenmesi gerekmektedir. Yani önce insanlar kendi iradeleriyle bir araya gelmezlerse devletler meydana gelemez. Dolayısıyla millet her nasılsa meydana gelivermiş bir devletin uydurduğu bir değer değildir.

Devlet, insanların beraberliklerini sürdürebilmeleri için meydana getirdikleri bir teminat kurumudur. Bir yerde bir devletten bahsedildiğinde bu, orada insanların bir şekilde örgütlenmeye karar verdiği anlamına gelir.

Mesele şudur ki her devlet millî bir devlet olmayabilir. İnsanlar kabileler halinde de devletleşmeye çalışabilir. Keza Ruanda’da veya Afrika’nın çeşitli yerlerinde meydana gelen budur. Ve bu devletleşmeler dünyada sayısı yüzü geçmeyen milletler gibi milletler meydana getirememektedir.

Eline silâh, pala geçirip komşu kabileleri katleden, kollarını kesebilen her kabile reisi, idrarıyla çevresini işaretleyen bir hayvan gibi belli bir bölgede kendi “devletini” kurduğunu iddia edebilmektedir. Bunun bir örneği de Kuzey Irak yığışmasıdır.

Bu tip “devletlerde” ne insanların devletleşmenin felsefesinden haberleri vardır ne de gereklerinden. Onlar devletleşmeyi, bayrak niyetine asılan bir bez parçasının altında iyi kötü üniformalı adamların silâh tehdidiyle barınmak olarak anlar.

Çünkü millet altı toplumsal yapıların “devletleri” bireysel hayatı hiç bilmeyen, bütün değer ve normları, kendilerine kabile veya aşiret reislerince dikte edilen insanlardan oluşturulmuştur. Millet altı toplumların devletleri bu yüzden daima birileri tarafından “oluşturulmuştur”.

Çünkü devletleşmenin taşıdığı hukuki uzlaşma, değer birliği, kurala bağlılık gibi farklılıkları birbirine tutturup onları bir büyük kültürel merkezde benzeştiren soyutluklar kabile devletlerinin yapısında bulunmaz.
Millî bir devlet kurala ağlılıkla bir araya gelip bu bağlılıkla ortak bir adı taşıyan ve artık ırkî köken aramasına ihtiyaç duymayan toplulukların bir alaşımıdır. Bir alaşım, kökenindeki farklı metallerin kopmaz şekilde bir araya gelmesiyle oluşturdukları yepyeni bir metaldir. Bir yapının inşasında kullandığınız bir alaşımı kökenlerine ayırmaya kalkarsanız onun mukavemetini bozar ve binanın yıkılmasına sebep olursunuz.

Bundan dolayıdır ki millî bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde kırka yakın etnik kökenden bahsetmek milletleşmeden ve onun kaynaştırıcı etkisinden bihaber olmak demektir. Ülkemizde etnik kökenlere dönüşü başlatmaya çalışmak millet alaşımını tahrip etmek demektir.

Millet kelimesini gelişigüzel kullanamayız. Osmanlılık bir millete işaret etmiyordu. Bunun böyle olduğunu savunanlar Osmanlı’daki katı giyim rejimini iyi düşünmelidirler. Herkes dinine göre ayrılıyordu belki ama hiçbir Arap, bir Türk gibi giyinmiyordu. Osmanlı, milletleşmiş bir toplumun kurduğu ve herkese kendi bölgesinde ama Türk egemenliğinde adalet sağlayan bir imparatorluktu.

Peki, niye böyleydi? Çünkü milletler kendilerini inkâr ettiğimiz takdirde kayboluverecek seraplar değillerdi ve egemenlik bugün olduğu kadar o zaman da önemliydi. İmparatorluğun yapısı demokrasiyle belirlenmiyordu. Onu belirleyen, egemen millet olan Türklerdi.

Birileri kendilerini bir millete mensup hissetmeyebilir. Dünyayı ancak ve yalnız kendi kabilesinden ibaret de sanabilir. Bu duygu, Afrika’nın savanlarında veya Ortadoğu çöllerinde normal sayılabilir.

Oysa bu duygu, millî devlet sınırları içinde ciddi bir patolojiye işaret eder. Teşkilâtlanmasını uzun zaman önce tamamlamış, kurucu milletinin egemenliği uzun zamandır tanınan bir devlet içinde yaşarken kendisine bu hayatı sağlayan kaynaşmayı reddetmeye kalkmak kendi varoluşunu reddetmek, intihara teşebbüs etmek demektir.

Bu, kendiliğinden meydana gelmiş, meşru ve ahlâkî bir beraberliğe karşı çıkmaktır. Bu, bir nevrotiğin, dünyayı kendi algı çarpıklıklarına göre kurmaya çalışmasına benzemektedir. Bu, yerçekiminden şikâyet etmeye benzemektedir. Bu ileri aşamalarda şizoid bir durumdaki hastanın hezeyanlarına göre, çevresindekilere davranmasıyla aynıdır. Karşısındakileri üç kulaklı gördüğü için herkesin üç kulaklı olduğunu iddia eden birine ne denirse millî devletin ayrımcı olduğunu söyleyen birine de öyle demek icap eder.

Milletleşmenin temelindeki soyutluk, değer ve norm mutabakatı, rastgele bir davranış değildir. Bu aynı zamanda beraberliği ahlâka dayandırmak anlamına gelir. Bu yüzdendir ki terbiye edici bir yönü de vardır. Algıyı genişletir, beraberliği, “sınırlandırılmış arzulara” dayandırır. Algıyı genişletmesini sebebi, alaşımı meydana getiren bileşenlerin kökensel farklılıklarını bilmek fakat bunların kabul edilen kimliğe göre artık tali bir hal aldığını bilmek demektir. Arzuları sınırlandırması ise, çevresini çişimizle işaretleyerek gönlümüzce savrulduğumuz yerlerde davranmanın ötesinde, sınırlandırıcı kurallara tabi olduğumuzu bize öğretmesindendir.

Oysa kabile devletlerinde bütün mesele, meralara nezaret eden erkeklerin artık üniforma giymesidir. Onlar aradan yüzlerce yıl da geçse yalnızca kuralsız yaşayabilmeyi arzularlar. Buna özgürlük derler ama aslında bütün istekleri, aşiret reislerinin emriyle kızlarının kurşunlanması, bıçaklanması veya boğulması, çocuklarının sürekli taciz edilmesi, kadınlarının kendi istekleri dışında evlendirilmesi daha doğrusu açıkça alınıp satılması, yıllar süren kan davaları, çocukların her türlü şiddete alet edilmesi gibi ahlâk dışılıkları, sürdürebilmektir.

Bu bir önyargı mıdır? Hayır, çünkü beraberliğin temeline kuralı değil de kabileyi, ırkî kökeni koyarsanız bu beraber olmak için “zarar vermemek iradesi” olarak ahlâka ihtiyaç duymadığınız anlamına gelir. Eğer Türk gibi milletleşmeyi, bütünlüğü, kuralı temsil eden bir adı anlayamıyorsanız bu, ancak sizin bütün dünyayı sizinki gibi kabilelerden ibaret sanmanızdandır. Bu ciddi bir algı bozukluğudur

Bu da dünyadan korkmanın bir belirtisidir. Dünyayı korku temelinde algılayanlar için kendileri dışında herkes peşinen düşmandır. Normal bir toplumda bir insan dostu ve düşmanı davranışlara göre ayırırken bir kabilede dostluk, birebir tanımak, görmek, koklamak, aynı kandan gelmek anlamına gelir. Dostu ve düşmanı davranışa göre ayırmak demek soyutluklara bağlı olmak demektir. “Zararsızlık” ilkesine göre hareket etmek demektir. Farklılıkları soyutluklarla bütünleştiren toplumlaştıran bir yapı olarak bir millet içinde düşman ayrımı negatiftir, edilgendir. Oysa kabilelerde düşman algısı, pozitiftir, etkendir, varoluşun temelidir.

Bu güne kadar Türk Milleti’nin etnik ırkçıların sürekli tekrarladığı “savaş” tehdidine cevap vermemelsinin sebebi bu farktır. Etnik ırkçılar için kendi keyiflerine engel olan herkes ve her kural “düşmandır”. Türk Milleti için ise milletleşmesiyle tanımlayıp kurduğu, beraberliğini temellendiren değerlere, milletleşmesinin egemenlik alâmetleriyle koruduğu devlet ve vatana karşı güdülen davranışlar ancak dost veya düşman algılamasını belirler.

Eğer etnik ırkçıların düşman algısına sahip olsaydık Türkiye’de bu gün etnik ırkçılık yapacak kimse kalmazdı. Etnik ırkçıların içe kapanmakla ortaya koydukları korku ve saldırganlık dürtüleri bizim gibi milletleşmiş bir toplumda maya tutamadığı içindir ki hem İzmir’de ev sahibi olup hem de İzmir sokaklarında bebek katilini övebileceklerini sanmaktadırlar.

Bu yüzden millî bir devlete “ayrımcı” derken, dünyayı nasıl baktığınıza dikkat etmelisiniz. Kuralların emniyetinde benzeşen insanların huzurunu anlayamıyorsanız, insandan anladığınız şey bambaşka bir şey demektir. Ama unutmamalısınız ki akıl hastalarını yaşatmamız, kuralları onların belirlemesine izin vermemiz anlamına gelmez.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Etnik Terörün İki Yüzü


Yıllardır bilhassa sosyalist cenahtan gelen ve bir hakikatmiş gibi telaffuz edilen “PKK’ya karşı kurulan Hizbullah “ yalanının bu günlerde çöktüğünü görüyoruz.

Bu söylemin özelliği PKK’yı “devletin gadrine uğramış meşru ve mazlum bir hak arayıcı “ haline getirmekti. Bu söylemi en çok kullananlar da etnik ırkçılıkla başından beri omuz omuz omuza durmuş Türk soluydu. Çünkü onların amacı, ne şekilde olursa olsun, bedeli ne olursa olsun sosyalist bir devrimi gerçekleştirmek ve Türk devletini yıkmaktı. Bunun için Filistin’de ve Yunanistan’daki uluslar arası terör kamplarında eğitildiler, can aldılar.

Aslına bakılırsa Türk solu bu günde millî devleti yıkıp Türk adını ortadan kaldırarak kendine göre faşizmi ortadan kaldırmak hedefinden vazgeçmiş değildir. PKK’yı Karadeniz’de tutan, besleyen, destekleyen de DHKP/C , TİKKO gibi sol terör örgütleridir. CHP dahil hiçbir sol parti ve örgütten bu alçaklığı kınayan en ufak bir beyan gelmemiştir.

Bu gün haberlerde Hizbullahçıların PKK’ya barış çağrısı yaptıklarını işittik…

PKK’nın da Hizbullah’ın da derin devletin tasarımı olduğunu söyleyen çarpık ve hastalıklı paranoyak zihniyetin bu açık gerçekten ders alması zor gibi görünüyor.

Herkes açıkça biliyor ki PKK ve Hizbullah Kürt kökenli yurttaşlarımız üzerinde ciddi bir nüfuz savaşı veren etnik ırkçı iki örgüt. İkisinin de amacı Kürt kabileciliğini siyaseten egemen kılmak.

Bu açıdan Hizbullah’ın davranışı son derece tutarlı… Çünkü onun dinci yanı işin dekoratif kısmı. Hizbullah’ın omurgası, vakt-i zamanında Türk devletine karşı silâha sarılan, düvel-i muazzama piyonu şeyhlerinin etnik ırkçılığından ibaret. Din adına Türk adına duyulan nefretin de merkezinde yer alan en radikal örgüt Hizbullah.

İnsanları ırken resmi şekilde ayırıp açık ederek artık birbirinin yüzüne bakamayacak hale getirmeye aslında şehirlerin kenar mahallelerinde başlamışlardı. Kürt kökenli yurttaşlarımızı sürekli devlete ve özellikle Türk Milleti’ne karşı gerek ideolojik gerek dinî yönden sürekli kışkırttılar. Bu yüzden Türk adının tarihten silinmesi, egemenliğinin ortadan kaldırılması iki etnik terör örgütünün de ortak hedefi. Sanırım bu yüzdendir ki bu güne kadar hiçbir PKKlı Hizbullah’ı “faili meçhul cinayetler” için suçlamadı. Oysa faili meçhullerin en yoğun yaşandığı bölgelerin PKK ve Hizbullah’ın karşılıklı rekabetine konu olan bölgeler oldukları uzun zamandır biliniyordu.

İşin garibi derin devletle savaştığını söyleyen iktidar partisi, sürekli derin devletin oyuncağı olduğunu iddia ettiği bir örgütün üyelerinin bir anda hukukî haklarını düşünmeye başlıyor.
Bir emniyet yetkilisinin yazdığı söylenen “Tespihin İpi Koptu” adıyla yayınlanan bir kitaptan internette yayınlanan alıntılara göre “Hizbullah'ın yeni yöntemi, 'İslami Kürdistan' kurma amaçlı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Kürtçülük faaliyetine başlamış olması. Bunun için bölgedeki düğünlerde örgütün propagandacıları yoğun faaliyet gösteriyorlar”.
Türk devletine düşman liberal, sosyalist veya siyasal dinci bütün enternasyonalistlerin ağız birliği içinde Marksist Kürt ayrılıkçılığını korumak adına sahte bir Hizbullah korkusu yaratmaya kalkışması etnik ırkçılığı ve terörü mazur göstermek gayretinden başka bir şey değil. Oysa ne PKK ne Hizbullah Kürtçülük yaptıklarını gizliyor. İkisi de Türk devletini farklı cephelerden sıkıştırmak, halkı hem ırken hem de dinen ikiye bölerek millî bütünlüğü ve egemenliği zedelemeye çalışıyorlar.
Türk Milletinin egemenlik hakkının parti politikalarıyla, geçici oy sayılarıyla tartışmaya açılamayacağı ve değiştirilemeyeceği hakikatinin diğer bütün millî devletlerin sahiplendiği evrensel bir hukuk kaidesi olduğu artık anlaşılmalıdır. Aksi takdirde her oy çokluğu başka bir maninin ve çılgınlığın ülkenin yangın yerine dönmesine sebep olacaktır.


13 Ocak 2011 Perşembe

Türkiye’de Tanrısal Yasama Anlayışı Ve Demokrasi Çarpıklığı İlişkisi



Türkiye’de hiç bitmeyen bir tartışma vardır: Dağdaki çobanın oyu ile okumuş insanların oyu eşit olabilir mi?

Ülkemizde kendi sesini duymaya hasret kalmış sıradan insanlarımız ve onların taleplerinden beslenen geleneksel sağ siyaset , böyle bir sorunun sorulmasına bile çok kızar. Solcuların bir kısmı zaten şeklî demokrasiyi küçümser ve dağdaki çobanı başımıza kalaşnikofla oturtmayı demokrasi sanır. Diğer bir kısmı ise “Oyu aldıktan sonra sosyalizme döneriz nasıl olsa” anlayışıyla hareket eder.

Dağdaki çobanın oyu ile okumuşun oyu arasındaki bitmez bilmez sözde paradoks aslında bir paradoks değildir.

Böyle saçma sapan bir paradoksun oluşmasının sebebi, demokrasinin amacı, işletilme şekli ve hukuk anlayışındaki çarpıklığın üst üste binmesidir.

Demokrasi, yönetimlerin çoğunluk oyuyla değiştirildiği barışçı bir seçim rejimidir ve bundan başka da hiçbir şey değildir.

Demokrasi toplumsal düzeni bir çırpıda değiştiriverecek, yepyeni insanlar yaratabilecek, topluma bambaşka bir ad ve kültür kazandırabilecek, yepyeni bir tarih yazabilecek bir tanrı değildir!

Demokrasi şiddete dayanmayan, şiddeti övmeyen her fikrin ve talebin seslendirilebildiği bir rejimdir ama bunların hepsinin meşru ve karşılanabilir sayılmasının gerekmediği bir rejimdir. Bunun sebebi de her talebin özgürce savunulmasının, bu taleplerin karşılanma maliyetinin demokrasi yüzünden topluma mal edilmesini gerektirmediği gerçeğini değiştiremeyecek olmasıdır.

Kanunlar, bireylerin kendi aralarında ve devletle olan ilişkileri hakkında kayıt ve şartları belirleyen metinlerdir. Kanunların bütün yaptıkları iş temel hakların her şart altında korunmasına yönelik yol gösterici temel ve genel metinler olmasıdır.

Türkiye’de Hıfzı Veldet’in “Toplumsal Düzen Ve Hukuk” adlı kitabından bahsettiği pozitif hukuk felsefesi, hukuku bir kendiliğinden oluşum değil de bir tasarım eseri saydığı için sorunlar çığ gibi büyümektedir.

Pozitif hukuk, hukuku, birilerinin icadı olarak görür. Haklıyı haksızdan ayırmak için gereken kuralları birilerinin akıl ettiğini, söyler. Hukuku icat edenler eskiden hükümdarlar iken şimdi “yasama meclisleri” olmuştur. Yani hukuk ancak, hukuk mucitlerinin, hukuk zanaatkârlarının anlayabileceği ve “gereğince” uydurabileceği bir şeydir. Hukukun pozitivist kolunda aslolan bir kanunun var edilmiş olmasıdır. Kanun varlığı önceliklidir. Haklılık veya haksızlık yaratılan veya tasarlanan kanuna göre tespit edilir. Pozitif hukuk okuluna göre kanun varsa sorun yoktur. O halde her durum için bir kanun çıkarır ve herkesi de bu kanunlara uymaya mecbur edersek toplumda adaleti sağlamış oluruz! Pozitivist okulun bu anlayışı hukukta “kazuistik” denen yasama anlayışının anasıdır.

Kazuistik anlayış, yasama organının, toplum hayatının her alanıyla ilgili mutlaka bir yasama ürünü üretmesi gerektiği anlayışıdır. Geçen yıllarda fındık üreticilerinin “Bir kanunumuz yok!” yakınmasına temel olan anlayış budur. Fındık üreticileri, kendi işlerinin yürütülmesini kendi başlarına beceremediklerini ve bunu ancak bir kanunun emrediciliği altında yaparlarsa haklarını savunabileceklerini düşünmüşlerdir. Oysa bir alışverişin temel özelliği emre değil, rızaya dayanmasıdır. Alıcının vermek istediğinden fazlasını vermesini, satıcının malını peşkeş çekmesini engelleyen şey, alışverişin karşılıklı rıza ile yapılmasıdır, “kanun” denen emirnamelerle yapılması değil.

Burada “kanunların ruhu” meselesine geliyoruz.

Kanun, adı “kanun” olduğu için uygulanması mecburi olan bir emir midir? Mesela bir bölgede elinde silâhıyla dolaşan etnik teröristler insanları ölümle tehdit ederek onları bir takım şeyleri yapmaya mecbur ettiklerinde, onların emirleri de “kanun” hükmünde sayılabilir mi? Veya meşru bir devletin sırf meşru olmaktan dolayı kaleme aldığı her türlü emre kanun denebilir mi?

Bir kanunu bir emirden ayıran şey, emrin, âmirin hedefini gözetmesi, kanunun ise hukuk idealini gözetmesidir.

İşte bu, pozitif hukuk okulunun akıl edemediği ve bu yüzden bizim hukuk sistemimizin de yasama organının bütün gayretlerine rağmen içini dolduramadığı boşluktur. Yasama organımız gece gündüz durmadan bir takım kanunlar çıkarmaktadır. Buna rağmen ne toplumdaki husumetlerin ( maddi davaların) ne de suç oranının azalmasını sağlayabilmektedir. Peki ama neden böyledir? Yasama organımız kiraların zam oranından ilâç fiyatlarına, alkol tüketiminden televizyon yayınlarındaki reklamların sürelerine kadar her konuda “âmir” metinler yayınlarken hâlâ neden düzensizlik devam etmektedir?

Yoksa bir kanun yapmak her şeyi çözmek anlamına gelmemekte midir?

Bu durumun belli başlı üç sebebi vardır.
Birincisi hiçbir yasama veya yürütme organı her şeyi bilen bir tanrı gibi davranamaz. İlâç fiyatları ile ilgili sürekli “düzenleme” yapan hükûmetler, ne nihaî tüketicinin durumunu, ne eczacının satın alma gücü ve maliyet yapısını bilmektedirler. Onlar sadece üreticilerle ettikleri pazarlıkların sonuçlaırnı yönetmelikler veya kararnamelerle eczacıya ve hastaya dayatmakta ve bunları çıkardıkları için problemleri en baştan çözdüklerini sanmaktadırlar.

İkincisi, insanlar kanunlarla programlanan robotlar değildirler. Vicdan kanunlardan önce yaratılmıştır. Vicdanı yok sayarak kanun yapmak masumiyet karinesini yok saymaktır. Bu aynı zamanda insanın özgür olmadığı kanaatinin bir ifadesidir.

Üçüncüsü, bir tasarımın karmaşıklığı çelişki ihtimalini de arttırır.

Ve belki bir dördüncü sebebi de eklemeliyiz: Genel ilkeler ve amaçlar dışında kanun yapmaya başladığınızda, kayırmalara ve özel suçlar icat etmeye de başlarsınız.

Meselâ alkol tüketiminde yaş haddi dışında, alkol tüketilecek yerlerin özelliklerini tek tek yazmaya kalkıştığınızda, o zamana kadarki bütün hürriyet uygulamalarını birer birer suç haline getirirsiniz.

Veya genel ilkelere ( karinelere) uygunluğu gözetmediğinizde sanıklık teminatını hiçe saymaya başlar, kanunu sanığın aleyhine işletmeye başlarsınız. Bu, kanunu, suçlu yaratmaya yönelik olarak kullanmak anlamına gelir.

Görüldüğü gibi hukuk, kanunlardan, yasama ürünlerinden, bürokratik yönetmeliklerden ibaret olmadığı gibi bunları aşkın, bunları şekillendirmesi gereken bir soyut idealdir. Adalet de o ideale ulaşmak gayretinden başka bir şey değildir.

Türkiye’deki pozitif hukuk uygulamaları, ilkelerden yoksun bir yasama ürünleri egemenliğinden ibarettir. Meselâ Ergenekon sanıklarının tutukluluk sürelerinin on yıla kadar uzayabileceğine dair kanun maddesi olduğunu söyleyen bir milletvekili, masumiyet karinesi gereği bunun bir emir değil bir istisna olacağını bilmelidir. Veya haklarından en az bir mahkeme kararı olup da şeklen onay bekleyen mahkûmların masumiyet karinesinden yararlandırılarak salıverilmesine ses çıkarmıyorsanız aynı ilkeliliği masumiyetleri tartışılamaz insanların tutukluluk hali içinde göstermelisiniz. Yani “Kanun çok açık” demek, hukukun gereğinin yerine getirildiğini söylemek için yeterli değildir.

İşte ülkemizdeki demokrasi çarpıklığı burada yatmaktadır.

Çünkü hukukun, yasama organının icadı sayıldığı bir memlekette demokrasi, yasama tanrısallığını ele geçirmek kavgasından ibarettir. Yani oy sayısına göre seçilmiş vekillerin, kendi kafalarına göre uydurdukları her türlü emrin, “kanun” adıyla vatandaşlara dayatılması işi haline gelir.

Hukukun kanun yapmaktan ibaret sayıldığı bir memlekette meclis, kendini gece gündüz bir takım kanunlar uydurmaya mecbur ve hatta yetkili hisseder. Yasama organının Tanrı olamadığı yerlerde de boşluk, bürokrasinin yönetmelikleriyle doldurulur.

Yönetmelik esasen ancak idare ile ilgili bir tür kullanım kılavuzu ve yol gösterici olmak gerekirken bizimki gibi kanun devletlerinde, sivil vatandaşların da hayatını düzenlemeye kanunla eşdeğer ölçüde yetkili özel emirnameler halini almaya başlar.

Böyle bir rejimde devletten hesap sorulması neredeyse imkânsızdır, çünkü devlet her türlü çapraşık ve kümelenmiş mevzuat ile vatandaşın karşısına çıkar ve adeta yenilmez bir dev olur.

Böyle bir rejim, kanunların sadece kanun ve âmir olmak için çıkarıldığı, karinelerin kanunlar üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı bir rejimdir. Ergenekon sanıklarından Mehmet Haberal’ın tazminata mahkûm ettirdiği hakimlerin, hâlâ onun davasına bakıyor olması bunun can alıcı örneğidir. Veya suçları ispatlanmamış insanlar hakkında iktidar vekillerinin ettiği sözlerine yargıdan hiçbir uyarı gelmemesi ve sanıkların sadece sanık olmalarının bile adeta suçluluklarının ispatı sayılması, kanunların ferdin hakları için bir teminat olmaktan ziyade oy çoğunluğunu ele geçirenlerin kalkanı olarak kullanıldıkları intibaını doğurmaktadır.

Kanun yapıcılığının, herkes için ve her zaman geçerli olabilecek genel kurallar koymakla sınırlandırılmaması halinde, dağdaki çobanın, sadece oy aldığı için keyfî “kanunlar” çıkarması engellenemez.

Bugün toplumun çoğunluğundan oy aldığı iddiasıyla keyfi kanunlar çıkaran iktidar partisinin toplumda yarattığı tedirginliğin sebebi budur. Oy çokluğu bir meşruiyet ve masumiyet sebebi olmadığı gibi bir adalet kaynağı da değildir. Adalet, kalabalıkların yaptığı şey değildir. “ Başı açıkların hakları bizim teminatımız altındadır!” demek bu yüzden anlamsızdır. Çünkü “kanun yapmak gücünün” usul ve esaslarıyla ilgili ciddi hukukî ilkelerin gözetilmediği bir memlekette bu, meselâ başı açık öğrencilerin haklarının, meclise girmiş çobanın insafına terk edilmesi anlamına gelecektir.

İşte bu sebeplerden, genel usul ve ilkeler hususunda bilgilendirilmemiş, yetki ve sorumluluğu kendisine anlatılmamış, ettiklerinin toplumdaki sonuçları hakkında fikri olmayan bir doktor da sınırsız bir demokraside bir çobandan farklı sayılamaz.

Mesele kişilerin bireysel gelişmişlikleri değil, herkes için ve her zaman uyulması gereken genel kurallara uyup uymamaları meselesidir. Birilerini tanrılaştırdığınızda veda etmeniz gereken ilk şey demokrasidir.

Etnik Irkçılığın Ahlâk Dışılığı Ve Sosyalist Kökeni II


Kürt etnik ırkçılığı, milletleşmiş toplumların sosyalistlerinin enternasyonalizmini bir eline, bölgesindeki aşiretçiliğin ve kabileciliğin vahşetini diğer eline alarak yürümektedir. Millet mensubu sosyalistler bütün Marksist etiketli eylemcileri kendileri gibi sanmaktadır. O yüzden meselâ Mihri Belli bile bir ulus kavramını reddedememekte, sosyalist şablonların, “kabileler ve kavimler üstü bir mensubiyet şuuru” olarak milleti açıklamakta güdük kaldığını sezebilmektedir. Oysa beraber olduğu diğer solcular ne idüğü belirsiz bir “halklar” söylemi yüzünden, bu söylemi alenen istismar eden kabile ırkçılığını fark edememişlerdir, hâla edememektedirler.

Memleketimizde sosyalistlerin, millet düşüncesini aşmış ve bir üst insanlık idealine ulaşmış insanlar oldukları yanılgısı yaygındır. Oysa dünyada hiçbir sosyalist önceliği kendi ulusuna vermeksizin hareket etmemektedir ki bu da işin tabiatı icabıdır. Kendi evinizin maişetini temin etmeden, kendi evinizin canını ve ırzını korumadan komşunuzu sevemezsiniz.

Ailenize duyduğunuz sevgiyle, komşunuza duyduğunuz sevgi arasındaki eşitsizlik, enternasyonalizmin imkânsızlığıdır.

Millet mensubu sosyalistler, millet kavramını hâlâ ırkçı sayacak kadar önyargılı olmalarına rağmen mesela ilkel ve vahşi etnikçi Kürt ırkçılığını eleştirememektedirler. Çünkü “Lenin’in” vecize olduğu sanılan kısa safsatası onlara “ışık tutmaktadır: “ Milliyetçilik azınlıklar için devrimcilik, çoğunluklar içinse faşizmdir!”

Bir kavramın objektif incelemesini bir yana bırakıp da her kelimeye kendi bildiğiniz gibi anlam vermeğe kalkarsanız etnik ırkçılığı enternasyonalizm adına destekler, kendi milletinizin bölünmesini gene enternasyonalizm adına destekleyebilirsiniz. Nitekim “özüne döndüğü” söylenen CHP’nin hali pür melâli, bu anlam fukaralığındandır.

Kelimelerin anlamlarına dair ilgisizliğiniz veya hırçın ve maksatlı militan ilginiz sizi bir süre sonra” ahlâkın olmadığı” sonucuna götürecektir. Çünkü ancak kelimelerle düşünür ve neyi yapmamamız gerektiğine dair irademizi de beynimizdeki kelimelere göre ortaya koruz. Kelimelerin de “mutlak” anlamları yoksa nasıl olur da neyin doğru, neyin yanlış olduğuna hükmedebiliriz ki?

Görüldüğü gibi sol ideoloji genel olarak bir ahlâk kavramından uzaktır, çünkü kelimelere istediği anlamı verebileceğini sanmaktadır.

Çünkü kelimeler istediği anlamı vererek devrim denen amacına giden yolda yaptığı her şeyi “kılıfına uydurabileceğini” sanmaktadır.

Kürt etnik ırkçılığı işte tam da böyle yarayışlı bir silâhı, Tük öğretmenlerinden devralmıştır. “Sözümüz silâhımızdır..” safsatasının özü de bundan ibarettir. Kimin, kendisinden ne anlaması gerektiği belli olmayan kelimelerle insanları arkadan vurmanın ahlâkı bu gün Kürt etnik ırkçılığının en önemli silâhıdır.

O yüzdendir ki her türlü kaçakçılık, hırsızlık, gasp ile finanse edilen bir silâhlı örgüt “demokrasi”, “insan hakları” gibi ciddi ve önemli kavramları rahatlıkla ağzına sakız edebilmektedir. O yüzdendir ki Türk solu hâlâ “amaca giden her yolun mubah olduğunu “savunan Kürtçü kardeşlerine en ufak eleştiri getirememektedir. Çünkü ideolojileri ve ondan kaynaklanan maksatlı/ göreceli “ahlâkları” aynıdır.

Eğer “insan” olarak bir takım haklarınızın ihlal edildiğini düşünüyor iseniz o vakit içinde yaşadığınız ortamın şartlarına göre hakkınızı savunmalısınız. İstediğiniz yerde mülk edinip, istediğiniz şekilde yargı organlarını kullanır, istediğiniz yerde okur, istediğiniz yerde sağlık hizmeti alır iken böyle bir ortamda bir hak müdafaasını silâhla yapamazsınız. Hele böyle bir ortamda silâhlı herhangi bir gücün hırsızlık, gasp, şantaj, kaçakçılık gibi kaynaklarını meşrulaştıramazsınız. Bu araçları kullanan hiç kimseyi, savunamazsınız.

Kürt adının yaşatılması adına, aşiretinizin, milletimizin herkesi okumaya yönlendiren kanunlarının üstünde olduğunu savunamazsınız.

Kürt adının yaşatılması bir ahlâkî temele sahipse en önce Kürt toplumsal yapısındaki ağalık düzeniyle sun’i olarak sürdürülen ekonomik sömürünün eleştirilmesi gerekir, oysa bu gün sosyalizm adına Türk düşmanlığı yapan sözde siyasetçilerin tamamı ağadır, ağa yakınıdır.

Kürt adının savunulmasından bahsediyorsanız önce erkek kadın ilişkilerini düzene koyan kanun hakimiyetini, herkese ayrımsız uygulanan Türk Medenî Kanunu’nu savunmalı ve kendi çocuklarına , eşlerine tecavüzü neredeyse bir kurum haline getirmiş, çok eşlilikle kadını kullanan kapalı toplum düzenini(!) düzeltmeye çalışmalısınız.

Kürt adının savunulmasından bahsediyorsanız ülkenin dört bir yanında çalışmanızı sağlayan kanun hâkimiyetinin devamını savunmalısınız.

Bir yandan Türk milletleşmesinin siyasal, ekonomik ve hukukî ürünlerinden yararlanıp bir yandan bunları yaratan millete silâh çekmek ahlâk dışıdır. Bu ahlâk dışılığı “demokrasi” ve “insan hakları” ile savunmak da sosyalizmin çataldilliliğinin eseridir.

Eğer şuanda Kürt kardeşlerimize etnik kökenleri sorularak muamele ediliyor olsaydı buna bütün toplum infial gösterirdi. İzmir’in en güzel yerinde mülk sahibi olmuş Ahmet Türk gibi bir etnik siyasetçinin “baskıdan” bahsedebilmesi ancak kelimelerin anlamlarını çarpıtmakla mümkün olabilir. Bugün Kürt’lerin temel haklarının teminatı, tam da karşı oldukları “millet” kavramının içinde yatmaktadır.

Çünkü onlar her ne kadar etnik ırkçılıkları, kabileci eğilimleri yüzünden fark edemese de kanun önünde eşitliğin sağlanabilmesinin maddî şartı, kanunları oluşturan bir millî bütünlüğün sağlanmasıdır. Millî bütünlük de “burjuvanın” bir icadı değil, tarihi devlet tecrübesinin kendiliğinden oluşmuş toplumsal sonucudur.

“Zarar vermemek iradesi” olarak ahlâk, toplumlaşmanın temeli, omurgasıdır. Milletleşmede de esas olan “zarar vermemek üzre” oluşturulan bir kabileler ve kavimler üstü mutabakattır. Dolayısıyla millet adının inkârı, bu ada gösterilen düşmanlık, milletleşmeyle oluşturulan “kural hâkimiyetine” düşmanlıktır.

Kelimelerin anlamlarını bulanıklaştırdığınızda, amaçlarınız ve araçlarınız arasında tutarlılık olması gereğini de kendinizce ortadan kaldırırsınız ama basit akıl yürütmeleriniz hakikatin büyük ve tek varlığını aşamaz. Gerçeği reddetmek eninde sonunda sizi maddi bir yok oluşa veya ahlâk yoksunluğu içinde çürüyeceğiniz bir cinnete sürükleyecektir.
BİTTİ.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Etnik Irkçılığın Ahlâk Dışılığı Ve Sosyalist Kökeni I


Vakt-i zamanında Alatlı değinmişti, “Ben bir Kürt aydını olsaydım” dediği yazısında… Orada etnik ırkçı Kürtçü hareketin finansmanına kısaca değinmiş ve bununla ilgili bir ahlâkî uyarıda da bulunmuştu.

Fakat gel zaman, git zaman, bu konuya fazla değinilmedi.

O halde Kürtçülük hareketinin ideolojisi ve eylem ahlâkı üzerine biraz daha düşünmekte sanırım fayda var.

Şüphesiz sosyalistler her sınıfın, kendi bilinci ile kendi ahlâkını oluşturduğunu dolayısıyla “doğru” ahlâka ulaşmak için ancak “doğru sınıf” olan proleter sınıfının diktatörlüğüne ihtiyaç olduğunu söyleyeceklerdir. Bunu yaparlarken de durmadan bir geri zekâlılık örneği olarak küçümsedikleri idealizmi sonuna kadar kullandıklarını fark edemeyeceklerdir. Çünkü “sınıf bilinci” gibi bir fikrin temelinde “kategorizasyon” yatar. Şeyleri, kategorize ediyorsanız, idelerine göre sınıflıyorsunuz demektir.

Yani mutlaklara bağlanıyorsunuz, demektir. Kaldı ki proleter devrimi için çalışmak, onu idealize etmektir. Onu tek doğru ve kabul edilebilir davranış saymak demektir. Yani “mutlakçılık” demektir. O halde hem proleter devriminin mutlak neticesine ulaşmak isteyip hem de araçlarınızı aklınıza geliverdiği gibi değiştiremezsiniz. “Ona ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmak” demek davranışlarınızın kendilerinin ahlâktan ari kılarak eyleme geçmek demektir. Nitekim bu yapılmıştır. ’80 öncesi Türk solu, kendi arkadaşlarını, tahrik amacıyla vurabilmiş, bu konuda yalan yayınlar yapabilmiş, işlediği suçları gizleyebilmiştir. Bu, sol ideolojinin varoluşsal gerekliliğidir.

Çünkü bir ahlâka bağlanmak demek, şartlar ne olursa olsun onu korumaya çalışmak demektir.

Sosyalistlerin ahlâkı, kendilerinden olmayanla kesin şekilde uzlaşmazlığa ve hedefe yani devrim dışındaki hiçbir şeye bağlılık göstermemeye dayanır. Aklı ancak dalgın bir ilkokul öğrencisinin matematik algısı kadar çalışan bir insanı, iktisatçı ve hele filozof sanan sol için ahlâk sıradan bir kelimeden ibarettir. Sosyalist eylemin asıl fikir babası Lenin’dir ve şu satırlar solun ahlâk anlayışını gayet güzel özetler.

“…Daha sonraki yıllarda Başkurdistan devlet başkanı olacak olan Zeki Velidi Togan, Lenin’in hürriyet ve bağımsızlık vaad eden yalanlarını kendisine hatırlatırcasına Lenin’e sorar:
Sen, bize söz verdin, hani Tataristan ve Başkurdistan müstakil olacaktı?
Lenin’in cevabı kısa ve nettir:
Sen, siyaset ile ahlâkı karıştırıyorsun!..”
(1)

Lenin Boşlevik iktidarına kadar herkesi kucaklar görünmüş ama daha sonra bıçağını çekmekte beis görmemiştir ki onun kanlı mirası Stalin tarafından sürdürülmüştür.

Keza İspanya İç Savaşı gibi bir savaşta, “yoldaşlarını”, sahiplerinin yani Stalin’in bir emriyle gözleri kapalı terk ediverenler de sosyalistlerdi.

Buraya kadar sosyalizmin göreceli ve maksatlı (teleolojik) ahlâkından bahsetmemiz boşuna değildir.

Çünkü vakt-i zamanında ideolojilerinin enternasyonalizmi gereği, Türk adına alerji gösteren ve Türk için çalışan herkesi faşist, ırkçı diye yaftalayan Türk solu, bugünkü sosyalist Kürt hareketinin kendisinden beslendiği kamptır. Nitekim Oda TV’de yayınlanan Mahir Çayan ve Mihri Belli konuşmasındaki şu satırlar çok önemlidir:
TİP’in 4. Büyük Kongresi de bizimle aynı tarihde. 29-31 Ekim 1970! Karar metin taslağını Behice Boran üstlenmiş durumda. Gittikçe eriyorlar. Ellerinde bir tek Kürtçülük kartı kaldı…
Geçen gün Muzaffer Erdost’un Sol Yayınları bürosunda Doğu illerinden gelen delegelerle görüştük. Kürt politikacılar ham politikacılar, çocukluk dönemindeler hep, milliyetçi temelde hareket ediyorlar. Hem TİP’i, hem burjuva partilerini kullanmaya çalışıyorlar. Kürt milliyetçiliği Barzanicilik olarak ortaya çıktı ve bu akımın başlıca görevi Kürt yoksulları arasında Türk düşmanlığını işlemek, Türkiye Marksist soluyla Kürt siyasi hareketi arasına uçurumlar sokmaktır…”
(2)

Bu satırlarda Belli’nin Kürtçü harekete yönelttiği eleştiri onun “milliyetçi” temelli olmasıdır. Yoksa, böyle bir hareketin “ırkçı” olup olmadığına, demokrasi denen hukuka bağlı rejimle çelişip çelişmediğine dair en küçük eleştiri yoktur. Mihri belli satırların devamında:

Ben geçen yıl Ankara Hukuk’da 20 Mart 1969’da -eğer tutuklanmasaydım- yapacağım konuşmada -sonra Aydılık’da ‘Millet Gerçeği’ olarak yayınlanan yazıda- vurguladığım gibi, bugün her alanda ulusal değerlere sahip çıkan solculardır. Ulusun üzerinde yaşadığı toprakların bütünlüğünü savunan, emperyalist tekellerin tasallutuna karşı ulusal ekonomiyi savunan hep bizleriz.
Ulusal değerlere sahip çıkmak anlamında ulusçuluk enternasyonalizmle asla çelişmez…
Büyük Fransız sosyalisti Jean Jaures, ‘Vatanseverliğin azı seni enternasyonalden uzaklaştırır, çoğu yakınlaştırır’ diye bu iç içeliği vecizleştirmiştir
.”

Demektedir ama eylem plânında Türk adının fiilî savunmasına karşı en ufak bir sempati beslememektedir. “Ulus” dediği olgunun Kürt ırkçılığına karşı savunulmasına, uluslaşmanın soyut temellerinin medenileştirici etkisini, Kürt kabileciliğine karşı korumak hususunda hiçbir gayreti yoktur.

Görülmektedir ki Türk solunun bir kısmı ülkenin bölünmesi pahasına devrim için alenen Kürtçü hareketi desteklerken bir kısmı da devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü için mücadele eden insanlarla beraber olmak varken sırf ideolojik sebeplerden suskun kalarak Kürt enik ırkçılığının önünü açmıştır.

Türk solundan beslenen Kürt hareketinin Marksist maskesi onun ırkçı yönünün hâlâ eleştirilmesini engellemektedir. Bu eleştiriyi en başta, onu semirtip bu hale getiren Türk solcuları yapmalıdır.

Etnik ırkçı Kürt hareketinin temel ideolojisi Marksizmdir.

Peki bir etnik ırkçı hareketin sözde enternasyonalist bir ideolojiyi benimsemesinin sebebi ne olabilir?

Gerek Türk soluna gerekse Kürt ırkçılarına göre bu bir çelişki değildir. Çünkü ideolojilerinin temelindeki basit mantığa göre evren “çelişkiler üzerine kuruludur”.

Evrendeki çelişkileri “doğru mantığa göre yok ettiğinizde” ki bu mantık onlara göre marksizmdir, insanlık mutluluğa kavuşacaktır. Doğru mantık nedir? “ Üretim araçlarının bilincimizi oluşturduğu” bir düzenin mantığıdır. Yani? Üretim araçlarının bizim bilincimizden önce var olduğu, adeta topraktan hazır çıkarıldığı bir düzenin mantığı!

Bir üretim aracının ancak eğitimli, çaba göstermiş ve gösterdiği çabanın karşılığın özgürce pazarlık edebileceğine inanan bir bireyin eseri olduğu yalın gerçeğini tersyüz edip o bireyin aklını ve emeğini “toplumun kölesi” haline getirebilirseniz belki bu mantık geçerli olabilir. Ama Marksistlere göre evren bir çelişkiler beraberliği olduğundan, “bir dahiyi alnına silâh dayayarak çalışmaya itecek moronların diktatörlüğü” düşüncesinde bir gariplik, bir ahlâksızlık yoktur.

Bir bireyin varlığı üzerinde kolektif bir tasallut kurmak ahlâksızlığını benimsediğinizde artık yapacaklarınızı sınırlayacak hiçbir kural kalmamış demektir. İşte Kürt etnik ırkçılığının Marksist kökenindeki çelişkisizlik buradan kaynaklanmaktadır.

(Devam edecek...)

11 Ocak 2011 Salı

Liberallere Sorular


Türk ve Kürt deyince ne anlıyorsunuz?

Sizce Türk veya Kürt olmak kan tahlili, gen sekans analizi vs yapıldığında kendini belli eden ırksal bir belirti midir?

Toplumsal yapılar hakkında ne biliyorsunuz? Meselâ millet, kavim, kabile, aşiret, aile, cemaat, gibi terimler size ne ifade ediyor?

Sizce bireyin haklarının kaynağı nedir? Irkı/etnisitesi mi? Yoksa diğer insanlarla beraber yaşamak gerekliliği mi?

Farklı bir ırka mensup olduğunu ispatlayan herhangi bir ferdin, toplumun kalan kısmından farklı ve “fazladan” haklarının olmasını istemesi sizce “normal” midir?

İfade hürriyeti hakkınızı savunurken ne gibi araçlar kullanırsınız?


İmralı’da ağırlaştırılmış müebbet hapis ezasına çarptırılmış örgüt lideri sizin için meşru bir kanaat önderi midir? Veya herhangi bir ırkın kanaat önderi sayılması sizce meşru mudur?

İmralı’daki mahkûmun temel hakları sizce devam etmekte midir?

Suçu ve suçluyu övmek ifade hürriyeti kapsamına girer mi?

İfade hürriyeti hakkı, ırksal farklılıkların siyasal olarak ayrıştırılması için kullanılabilir mi?

Size göre PKK nasıl bir örgüttür? Meselâ liberalizmin ifade ettiği temel hakları savunan bir sivil örgüt müdür? Meşru bir siyasi parti midir? Bir “ırkın” meşru temsilcisi midir?

“Bombalar savaşın bir parçası!”, “İşgalci TC Kürdistan’dan defol!”, “ Muhatap Öcalandır, İmralıdır.”, “Kürt’ler hayatınızı cehenneme çevirecek!” gibi cümleleri, ifade hürriyetini savunmak için kullanır mıydınız?

Irksal farklılıklarına sık sık vurgu yaparak öne çıkan Kürt siyasetçilerinin ısrarını normal, meşru, geçerli ve daha önemlisi ahlâkî sayıyor musunuz?

Kendilerini ırken değil ama değerler, normlar ve tarihî bağlarla Türk sayan insanlar sizce ırkçı mıdır?

Türkiye’de Kürt’leri ırken aşağılayan herhangi bir siyasetçi, düşünür vs. gördünüz mü? Mesela sıkça ırkçılıkla itham ettiğiniz MHP’nin demeçlerinde ırka herhangi bir atıfta bulunduğuna şahit oldunuz mu?

Sizce insanlar ancak ve yalnız aynı ırktan oldukları insanlarla mı mutlu yaşayabilirler?

Irk bağını aşan ve bunun ötesinde ortak bir kimlik ve bağ teşkil eden bir ilişki biçiminin, size göre liberal siyaset felsefesinde bir yeri var mıdır?

Veya şöyle soralım: Size göre insanlar ancak ırksal durumlarına göre mi siyasal ilişkiler kurabilirler?

Demokrasi, size göre ırksal farklılıkların siyasette ayrı kompartımanlar halinde temsil edilmesi midir?

Her ırksal grubun kendi mahallinde, kendi silâhlı güçleriyle yaşaması sizce demokrasinin gereği midir?

Irksal grupların kendilerini ifade edebilmelerinin tek yolu, içinde yaşadıkları topraklarda ayrı silahlı güçlerle diğerlerinden bağımsız veya özerk yaşamaları mıdır?

Irksal farklılıkları için ayrılma isteyenlerin bu talepleri kendiliğinden ve doğal olarak meşru mudur?

Bir memlekette talep etmek hakkı sadece ırksal gruplara mı aittir?

Egemenlik “son sözü söylemek” olarak tanımlanabilir mi?

Bir memlekette son sözü söyleyenin kim olmasını murat edersiniz?

Bir memlekette son sözü söyleyenler, ırksal farklılığa önem vermeden, ortak bir adı sahiplenen kişilerden oluşuyorsa, onların bu yetkisi size göre meşru mudur, değil midir?

“Vatan” sizce gerçek ve meşru bir değer midir?

Sizce “vatan” diye bir kelime olmasaydı, insanlar daha mutlu mu yaşardı?

Sizce mutluluk nedir?

Mutluluk, ırken aynı olduklarımızla, bağımsız yaşamak mıdır? Yoksa temel haklarımızın korunacağına dair tam bir teminat altında yaşamak mıdır?

Sizce bir ülkeyi kuran çoğunluğun, o ülke hakkındaki değerlendirmesi tamamen anlamsız mıdır?

Sizce bir ülkeyi kuran çoğunluğun, kendisine “millet” demesi hukuk dışı mıdır?

Elbette daha pek çok soru sorulabilir. Aklıma geliveren ilk sorulardı, bunlar. Kendilerinde tahammül, hoşgörü gibi özelliklerin var olduğunu iddia eden, herkesin hakkını savunmakta kararlı oldukları izlenimini uyandıran liberallerin yukarıdaki sorulara, kısa ve net cevaplar vermeleri, istirhamımdır.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Liberal Ve Dinci Köksüzlüğün İmparatorluk Çarpıtmasına Cevap




Son günlerde siyasal dinciliğin “Yeni Osmanlıcılık” projeleri konuşuluyor. Birileri, dış işleri bakanımızın hayalindeki büyük haritayla Osmanlı’yı ihya edeceğini sanıyor. Sık sık millî devlet/ulus devlet fikrinin karşısına imparatorluk tasavvurları konulmağa çalışılıyor.

Durmadan Osmanlı’nın Türk’ten gayrı unsurlar barındırdığı, hepsinin varlığına saygı duyduğu söylenip duruyor. Ama bunlar hep neticelere bakılarak söylenen kasıtlı çarpıtmalardan ibaret.

Osmanlı Türk dışı unsurlar barındırıyor muydu? Şüphesiz evet. Çünkü o bir imparatorluktu. Osmanlı hâkimiyet sahasındaki unsurların hayat tarzlarına saygılı mıydı? Şüphesiz evet… Çünkü o gene bir imparatorluktu.

Bu akıl yürütmenin belli başlı iki eksikliği var.

Birincisi bir devlet, eğer bir “patron” devletin emriyle değil de bir bağımsız toplum tarafından kurulmuşsa o devlet, adı ne olursa olsun millî bir devlettir.

İkincisi imparatorluklar demokratik katılımla kurulmaz ve işletilmez.

Irak, Suriye, Afganistan gibi, sözde hükümdarlarına patron devletler tarafından taç giydirilerek haritaya çizilmiş devletler dışında yer alan az sayıdaki devletin tamamı bir millî unsura dayanır. Bu toplumsal bir gerekliliktir. Çünkü kurallı yaşamak ihtiyacının, kabile yaşantısına baskın geldiği topluluklar, toplumlaşarak bir üst medeniyet seviyesine geçerler. Yani milletleşme, “tarihin bir devrinde, bir hukuk çatısı altında/devlet bir araya gelen kavimlerin bir birleşimi” olmaktan dolayı, kabile yaşantısından çok daha medeni ve var edici bir davranıştır.

Milletleşme bir davranıştır, çünkü milletleşmek, “kurala dayanmak arzusunun irade ile hayata geçirilmesi” işidir. İradeye dayandığı içindir ki bir davranıştır. Yani insanca bir iştir. Oysa kabile hayat, aşiret mensubiyeti kokusu, rengi, şekli tanıdık nesnelerin yenmemesi gerektiğine dair hayvanca güdünün insan ailesinde belirmesinden başka bir şey değildir.

Bir imparatorluğun çok milletli veya çok kavimli olması, imparatorluğun kurulması ve genişlemesinden sonra meydana gelir, ondan önce değil! İmparatorluklar devrinde cenk ve fetih yegâne genişleme yoludur. Cenk ve fetihte de kimsenin rızası aranmaz. Her imparatorluğun cenk ve fetih güdüsü farklı olmakla beraber aslolan güçlü olanın, düzeni kendi güç aygıtlarıyla sağlaması, sükûnu tesis etmesi ve kendi varlığını, değerlerini egemen kılmasıdır.

“Roma barışı” dendiğinde, Roma İmparatorluğunun, kendisini davet eden topluluklara koştuğunu anlamayız. “Roma Barışı”, Roma hukukunun, Roma egemenliğindeki her yerde istisnasız kullanılması, egemen olması anlamına gelirdi. Kendi bölgelerinde kendi kilimini dokuyan Kuzey Afrikalı kabileler belki farkında değillerdir ama onların çatışmasız yaşamasını sağlayan, o dönemde son sözü Roma’nın söylemesidir.

Roma neydi? Roma, büyük ölçüde Etrüsk kökenli, lâtince konuşan, devletleşme sürecine pek çok ırkın, kavmin , kabilenin katılıp içinde mezcedildiği büyük bir milletleşme süreciydi. Bu katılımda lâtincenin belirleyici olması, Roma’yı kuranların hayat tarzının esas kabul edilmesi, katılımın olmazsa olmaz şartlarıydı.

Aynı şekilde Osmanlı, bir Türkmen uç beyinin kurduğu devletten yeşerip olgunlaşmıştı. Osmanlı’nın kurucuları Türktüler, Türkçe konuşuyorlardı, diğer Müslüman milletlerden ayrıydılar ve pek çok büyük devlet kurmanın tecrübesini içlerinde taşıyorlardı. Osman Bey devleti kurduğunda hiç kimse onun “etnik kökeninden” bahsetmiyordu. Çünkü o, millet ağacının dalı olduklarının farkında olan aşiretlerden birine mensuptu. Osman Bey’in torunu, Bayezit, dünyanın bir ucundan kendisiyle kapışmaya gelen Timur ile aynı milletin mensubu olduğunun farkındaydı.

Şüphesiz Osmanlı devlet yönetimine pek çok Türk dışı unsur katmıştı. Veya padişahlarımızın bir kısmının annesi de köken itibariyle Türk dışı idi. Peki ama bütün bir mekanizmayı Türk’lerden oluşturmak varken neden böyle bir yola gidilmişti.? Şimdilerdeki sapkın, nevzuhur, köksüz liberallerin ve vatansız dincilerin sandığı gibi bu bir “demokratikleşme projesi” falan değildi.

Bu, “milletleşmeye duyulan sonsuz güvenin” bir ifadesiydi! Bu, soyutluğun, kuralın, normların ve değerlerin, ırktan, kandan, kabileden daha belirleyici olacağı bilgisine duyulan güvendi.

Bu, “birinin son sözü söylemesi gerektiği” gerçeğini, kurala dayandırmak kararlılığının ifadesiydi. Kurallar Türk örfünden kaynaklanıyordu. Bundan dolayıdır ki “Türk-İslam” denerek Arap örfüyle veya siyasi İslamcılıkla ilişkilendirilmek istenen Müslüman Türk devletlerinde din, siyaseti belirleyen büyük örfün yanında ancak zahiri bir meşrulaştırma kurumu olarak kullanılmıştır. Açık bir vicdanî ihlalin giderilmesinde uyarıcı olmak dışında, İslâmiyet sanıldığı gibi Türk devletlerinde Araplaştırıcı, “örf telkin edici” bir mevkide olmamıştır. Bundan dolayıdır ki İslâmiyet’in kabul edilmesi, Türk’leri Araplaştırmamıştır.

Bünyesine sayısız kavmi katan büyük devletimizin can damarlarında daima kendi örfümüz dolaşmıştır. Bundan dolayı biz Türk’ler bütün hanedanlarımızı ve büyük cumhuriyetimizi bir büyük devlet olarak kabul ederiz. Dimağımızı besleyen değer ve normlar, Mete Han’dan bu güne kadar değişmemiştir.

Biz ahlâkı, İslâmla edinmediğimiz, ondan çok önce de yaşadığımız içindir ki onun son ve büyük bayraktarı olabilmişizdir. Bundan dolayıdır ki bizim için Arap olmak herhangi bir ahlâkî önem arz etmemektedir.

Tarihin belki de son büyük barışı olan “Osmanlı Barışı”, egemen Türk milletinin, kabilelerden korkusunun bir eseri değildi. O, “adaletin şaşmaz egemenliğinin” ete kemiğe bürünmesiydi ki buna ihanet etmenin bedelinin korkunçluğu, kendi bölgelerinde kendi kokularıyla av sahası belirleyen sayısız kabilenin, medeniyetle ilişkisini sağlıyordu.

Egemenlik sadece silâhlı gücü elinde bulundurmak değildir bir İmparatorlukta. Egemenlik, imparatorluğun her yerinde kendi damgasını vurabilecek büyük ve yetkin bir kültür sahibi olabilmektir. Bu da “Kendine benzeyeni yeme!” kuralından gayrisini bilmeyen ve kendi sürüsünden gayrisini düşman sanan kabile ırkçılarının anlayamayacağı bir soyutluktur.

Bundan dolayıdır ki etnik hınçları hâlâ dinmemiş ırkçı Sırp’lar, Bosna’da kendi kandaşlarını katlederken onlara “Türk” diye hakaret etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti, İstanbul’u fethedip Avrupa’da yıldırım gibi eserken yediği üzümün dalına para bırakan Türk’ün örfüyle tanımıştır. Çünkü onlar İslâmiyeti, bünyesine sayısız kavmi, kurala dayanan büyük düzen sağlayıcılığı ile katan medenî ve erişilmez Türk’ün varlığı ile tanımışlar ve milletleşememenin kompleksini bu yüzden hâlâ duymaktadırlar. Balkan Müslümanlığının rengi Arabî değildir, doğrudan Türktür! Gene bundan dolayıdır ki Arap-Vahabî tutuculuğu, sonsuz maddî imkânlarla İdil-Ural, Kafkas ve Balkan Türk varlığını kendi mecraına çekmeye çalışmaktadır.

Hiçbir imparatorluk, kurucu unsurunun, kurucu ulusunun egemenlik yetkisini paylaştırarak ayakta kalmamıştır. Egemenlik yetkisinin paylaştırılması gibi sanılan mahallî yetkilendirmeler, ilgili bölgenin halkına “Senin hükümdarını belirleyeni unutma, patron benim!” demenin bir yoluydu. İngiltere Irak denen sun’i devlet kurulurken sözde Irak kralına tacını sıradan bir subayı ile giydirirken de bu mesajı veriyordu. “ Benim subayım, senden çok daha büyük ve güçlü bir imparatorun temsilcisi olarak sana isterse taç giydirir, isterse seni yok eder!” mesajını veriyordu. Nitekim Kanuni’nin Fransa kralına hitabında da onu kendi dengi görmemesi imparatorlukların “katılımcılık ve demokrasiyle” yönetilmediğini gösterir.

Gücün çok daha açık kullanıldığı devirlerin bir yönetim şekli olarak imparatorlukları günümüzün değer yargılarıyla yargılamak bu yüzden saçmadır. Buna mukabil, günümüzün modern siyasetini oluşturan bütün kurumlar ise mutlaka milletleşmeyle ilgili olarak gelişmiştir. Çünkü imparatorluklar yalnıza “millet dışı unsurları” güçle birleştiren mekanizmalar değildi. İmparatorluklar, milletleşmesini gerçekleştirmiş kavimlerin, kendilerini birleştiren değerlerin, dünyanın geri kalanına egemen kılmak gayretlerinin ifadesiydiler.

Osmanlı en zayıf devrinde bile Türk devleti olduğunun bilincindeydi ve bu yüzdendir ki 1876 Anayasası’nda resmî dil Türkçe olarak belirtiliyordu.

Bir haritaya anlam veren, onun büyüklüğü değil, büyüklüğünün hangi değerlerle doldurulduğudur. Şol sebeptendir ki eğer dünyanın yarısını kaplayacak bir imparatorluk hayal ediyor iseniz bu haritanın içini, altın ibrikle taharetlenen, görmemiş petrol zenginlerinin çarpık adetleriyle mi yoksa kefenini giyip kendinden on kat kalabalık bir orduya şeksiz ve şüphesiz hücum eden “erlerin” örfüyle mi doldurmak istediğinize dikkat etmelisiniz.

9 Ocak 2011 Pazar

Gonca Kuriş’e İhanet Etmek


Bu sabah, yıllar evvel Hizbullah’ın öldürdüğü Gonca KURİŞ’in hayatlıyla ilgili Soner YALÇIN’ın yazısını okudum.

Allah Gonca Hanım’a gani gani rahmet ve katillerine de lanet etsin!

Gonca Hanım’ın hayatının bir özelliği var. Sıradan Türk vatandaşları gibi, bir şey olmak için üniversiteye gitmemiş. Kendini inşa etmek işini akademisyenlerin üstüne yıkmamış. Normalde genç yaşta evlenen kadınlar gibi hayattan elini eteğini çekmemiş. Ne yapmış? “Madem okumam, yazmam var, aklım da var niye başkalarının aklına uyayım ki?” diyerek eline geçen ne varsa okumuş, kendi aklına vurmuş. Sonra da fikirlerini korkmadan açıklamış.

Bu çoğunuza normal görünebilir. Ama bunlar, bu ülkede normal değil. Gonca Hanım, “reel politğie” göre bir Türk vatandaşı olarak iki büyük hata yapmış:

Birincisi bu ülkede insanların fert/birey olarak var olabileceğini sanmış.

İkincisi aslında birinci hataya sebep olan hatadır ki bu da Türkiye’de, kendini sınırlandıran ve insanların ferdiyetine/bireyselliğine karşı saygılı bir hukuk devletinin var olduğunu sanması.

Bakınız meselâ şimdilerde başbakana adeta “olağanüstü hal yetkisi” olarak kanal kapatma yetkisi veriliyor, işittiniz mi hiç? İşitmediniz, değil mi? Yani? Ancak yargı kararlarıyla sınırlandırılabilecek temel haklar sahası, gün geçtikçe yürütmenin müdahalesine daha fazla açılıyor.

Merhume Goncaa KURİŞ fertlerin kendi aralarına özgürce “cemaatleşmesinin” aynı zamanda özgürce cemaatten ayrılabilmesi anlamına geldiğini sanmış. Oysa memleketimizdeki çarpık demokrasi algısının en önemli özelliği, insanların mutlaka birer cemaate zincirlenmiş olarak yaşamaya mecbur edilmesidir. Bir sosyalist, ateizm, kolektivizm ve devletçilik konularını kesinlikle sorgulayamadan mutlaka aynı zamanda bir çıkar birliği olarak sol “ cemaate” üye olurken bir siyasal dinci de devlet ve millet düşmanlığı, Arap hayranlığı ve dini ideolojileştirmek tavrı ve aynı zamanda çok sıkı menfaat ilişkileri ile kendi cemaatine bağlanır. Bir etnik ırkçı Kürt ırkının farklılığını ve bu farklılığın siyasallaştırılmasını gözü kapalı savunurken Türk adından ve devletinden nefret etmek müştereki ve aynı zamanda Marksist yönelimi ile kendi “cemaatini” belli eder.

Türkiye’de cemaatleşme, insanın yegâne var olabilme halidir. Bu, sürü halinde avlanan canlıların yegâne hayatta kalma biçimidir ama insanların değil…

Türkiye’de “cemaatler” birbirlerinin her fırsatta gözünü oymak için bekler gibi görünmekle beraber hepsinin üst ve ortak düşmanı aslında ferttir/bireydir. Daha da özetle söylemek gerekirse hepsinin ortak düşmanı akıldır, düşünmektir.

Merhume Gonca Hanım, etnik aidiyetle lekelenmiş bir dinci cemaate, milletleşmiş, farklılıkları içinde mezcetmiş ve bu yüzdende “özgürlük” algısı çok daha geniş şekilde oluşmuş bir toplumun üyesi olarak girmiş. Kendi aklı, ona dünyada insan varoluşunun barışa ve rızaya dayandığını söylemiş. O yüzden de “Ben yokum!” dediğinde anlaşılacağını sanmış.

Cemaatleşmeyi, aklının muhakemesine vurmuş ki bu, hele dinci cemaatleşmede en kötü şeydir. Hele bir de etnik ırkçılığın nefretinin kendisinden beslendiği bir dinci cemaatleşmede, milletleşmenin medenî olgunluğuna mensup olduğunuzu gösterirseniz, bunun affedilmesi beklenemez. Gonca Hanım, görünen o ki “Türk” adı altındaki bir gönüllü beraberlikte yaşayacağını düşünmüş ve “gönlünün rızasını”, cemaate tapınmanın önüne koymuş.

İkinci hatası, aslında daha büyük görünüyor. O da, “gönül rızasına” aykırı davranan cemaatlerin, hukuk devleti ile sınırlanacağı yanılgısıdır. Çünkü ancak böyle bir teminatın varlığında, aklını kullanan Gonca Hanım gibi bireyler, kendi fikirlerini çekinmeden açıklayabilirler. Bir hukuk devletinde birey, şiddetle ilgisi olmayan fikirlerinden dolayı devlet de dahil olmak üzere hiçbir güç kullanıcı tarafından taciz edilemez.

Oysa bugün memleketimizde demokrasi her türlü “cemaatin”, oy çokluğu vasıtası ile devletin zor kullanma yetkisini ele geçirmek savaşı/mücadelesi haline getirilmiştir. Artık Türkiye,oy sayısının hiçbir ilke ve kuralla sınırlandırılamadığı bir ülke haline getirilmiştir. Bundan dolayıdır ki “muhafazakârların” hukukla sınırlandırılmış iktidarı yerine, dini, devlet eliyle hayatımıza egemen kılındığı bir siyasal dinci/ümmetçi bir rejime doğru son hızla gitmekteyiz. Bu rejimin özelliği, din adına milletin ve milliyetin reddi, etnik ırkçılığın, milleti parçalamak adına kullanılması, adına “Müslüman” denen siyasal dinci bir grubun devletin imkânlarını kendi kolektif yarar anlayışına göre cemaatlere dağıtabildiği, korporatist ve kolektivist bir dağıtıcı devlet yapılandırılmasıdır.

Dolayısıyla böyle bir devlet, cemaatleşmenin özgürce oluşmasına izin vermesinin yanında, dağılmasının da bireylerin rızasına bırakıldığı bir hukuk devleti olmaktan çok uzaktır.

Görünen o ki “Biz ekmeğimizi yiyelim gerisine karışmayalım!” akıldaneliği ile sözde dindarlığa siyasal gücü vermeye devam edersek gün gelip de tuvalete hangi ayakla girip çıktığımız sorgulandığına bile cevap verecek kadar beynimiz kalmayacak. Gonca Hanım, kendi aklıyla yaşayıp ölmüş gerçek bir Müslüman olarak akıl ve ahlâk sahibi bütün Türk vatandaşlarının hem gururu hem gönül yarası olarak içimizde yaşayacaktır.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kim Barış Ve Kardeşlik İstiyor?


Barış ve kardeşlik mi istiyorsunuz?

O halde barış ve kardeşliğin gereğin yerine getirmelisiniz.

Güzel kardeşlerim, her memleketin bir ve yalnız bir sahibi vardır. Bu, Irak gibi Suriye gibi harita devletleri dışında hep böyledir. Yani devletini kendisi kurmuş her “millet” ülkesinin tek sahibidir. Türkler, kendi devletlerini kurmuşlardır, bu tarih boyunca böyle olmuştur. Hiçbir Türk devletinin başına başka bir ülkenin subayları tarafından taç takılmamıştır!

Dolayısıyla Türk’ler tarihleri boyunca hep ev sahibi olmuş bir millettir. Kendi evimizi yapar, içinde daima kendimiz hükmederiz.

Türk evinde yaşayan Türk’ün soyadını taşır! Türk, ev mahremiyetine dahil ettiği herkesi kendi ailesinden görür.

Kürtlerin Türk sayılması da bundandır. Çünkü dünyada Kürtleri kendi ev halkından sayan sadece Türk’lerdir. Ne Arap’lar ne Fars’lar Kürtleri hele ki kardeş bilir! Kürtler iran’da hiç mesabesindedir, Irak’ta Amerikan korumasındadır, Suriye’de çoğu kimliksizdir hem de düpedüz kimliksizdir!

Bir millet kendi meclisine ancak kendi ailesinden insan seçer. Kürt aşiretleri ufacık egemenlik halleriyle nasıl kendi meclislerine başkasın karıştırmıyorsa Türk Milleti de koskoca ve gelişmiş bir millet olarak kendi egemenliğine kendi ailesinden başkasını karıştırmaz.

“Kardeşlik” kayda ve şarta bağlı bir şeydir. Aynı evi , aynı mahremiyeti paylaşan insanlar “ailelerine” ihanet etmez! Aynı ailede bir sürü kardeş olur ama onları bir arada tutan ne kan bağıdır, ne başka bir şey! Kardeşlik ancak aileye hürmetle vardır ve bakidir. Aileye hürmetsizlik eden aileden atılır!

Her kardeş evini ayırmak isteyebilir ama hiçbir kardeş, odasını sırtlayıp götüremez.

Ey Kürt kardeşlerim! İçinde yiyip içtiğiniz, kaset yapıp slogan attığınız, lanetlediğiniz, “defol” deyip de sahibini kovmaya kalktığınız, evi sizinle paylaşanlara yıllardır hakaret edip kurşun yağdırdığınız bu ev, “Türk Evidir!” Bu evi kuran millete “Türk” denir!

Ve hiç kimse kendisine, kendi evinde hakaret edilmesini hoş görmez!

Türk’ü işgalci mi görüyorsunuz? Kendi evinde kendi sözünü söylemesine mi isyan ediyorsunuz? Kendi sözünü söyledi diye Türk’ü yok etmek mi istiyorsunuz?

O zaman evin sahibine silâh çekmekle hangi kardeşliği tesis etmek istiyorsunuz?

Türk’ün kendi evinde giremeyeceği odalar mı olacağını sanıyorsunuz? Varlık sebebiniz ve koruyucunuz, hamiyetli ve müşfik bir milleti red mi ediyorsunuz?

Peki bir aileyi reddettiğinizde, onun bütün mirasını ve haklarını da reddettiğinizi biliyor musunuz? Bir aileye hakaret edip onu tehdit edip de onun evini paylaşabileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Sizi kullanan terör maşası siyasetçilerinizin, yarın siz mahallelerinizde kötülenirken, artık iş bulamaz hale geldiğinizde, sevilmediğinizde, komşularınız sizinle ilişkilerini kestiğinde nerede olacağını sanıyorsunuz? O zaman örgütünüzün gelip de her mahalleliyi tehdit edip sizi sevdireceğini mi sanıyorsunuz? Siz yarın pazar yerlerinde, artık resmen “ötek”i haline geldiğinizde insanları tehdit ederek ekmek parası kazanabileceğinizi, hamallık edebileceğinizi, ev kiralayabileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Siz hangi güçle, kimi tehdit ettiğinizin farkında mısınız?

Aranızda herhalde PKKlı olmayan vardır. O halde neden kalkıp da ona karşı hakkı savunmamaktadır? Kaçakçılıkla şantajla, tehditle para toplayan adamların sözde bir namus ve ahlak davasını güdebileceğine gerçekten inanıyor musunuz?

Sevgili kardeşlerim unutmamalıdır ki hiçbir ev sahibi ölmeden evini düşmana vermez. Hele Türk’ler hiç vermez. Bir ev de üzerinde çatısı olan bir ahır değil, içinde ev sahibinin adının ve töresinin uygulandığı mahrem ve mukaddes mekândır!

Elbette Türk adı da dünyadan silinebilir bir gün. Ama o güne kadar her Türk, adının, soyadının varlığını hür yaşamak için savaşacaktır! “Savaş kelimesini telâffuz edenler” çok dikkatli olmalıdır. Ne istediğinize dikkat etmelisiniz! Zira… Maazallah bir gün isteğinize kavuşabilirsiniz…

Ne mutlu Türküm diyene!

5 Ocak 2011 Çarşamba

Türk Milliyetçilerinde İdeolojik Boşluk II

-Ne büyük dişlerin var senin!
....

Milliyetçilerin sahiplenilen müşterek değerlerin ancak kolektivizmle korunacağı yanılgısı onları demokrasi anlayışında geride bırakmıştır. Milliyetçiler için kolektivizmin, tek ve kaçınılmaz toplumsal tasavvur olduğu en başta onların ekonomiye bakışlarında görülebilir.

Bugün milliyetçilerin kahir ekseriyeti için ekonomi, her gün değişen gereklere göre komuta edilmesi gereken bir faaliyet sahasıdır. “Milletin menfaati için” devlet “gereken neyse onu yapar”. Bir milliyetçinin kafasındaki bütün ekonomi, bundan ibarettir.

Bu düşüncenin en sık işitebileceğiniz ifadesi “ Bütün ideolojilerin eksik yanları olduğu, her birinden milletin yararına olan kısımlarını alıp kullanmamız gerektiğidir”. İşte Türk milliyetçilerinin ideolojik boşluklarının fakirliklerinin en hazin özeti budur.

Çünkü bu tip bir düşünce öncelikle “doğruyu” tespit etmenin mümkün olmadığını savunan görecelik ahlâkının sonucudur. Bu, hiçbir ideolojiyi doğru bulmamak gibi bir yüksek ahlâka işaret edebildiği gibi aynı zamanda hiçbir ideolojiyi ahlâken yargılayamamak anlamına gelir. Bu düşünce ahlâkı bir yana koyarak faydayı aramak ilkelliğinin ifadesidir.

Meselâ liberalizmin serbest ticaret ilkesine, bazılarının serbest ticarette iflas edeceği endişesiyle karşı çıkan bir milliyetçi, buna mukabil her malın fiyatının “milletin yararına” devletçe belirlenmesinin ahlâkî eleştirisini yapmayı büyük ihtimalle gereksiz bulacaktır.

Bir niyetin sırf niyet olduğu için ahlâkî olarak geçerli/makul sayılıp sayılmayacağını ve hele sebep olabileceği muhtemel zararlı etkileri düşünmemek Türk milliyetçilerinin genel özelliğidir.

Türk Milleti’nin hür ve müreffeh yaşamasını arzulamak bütün Türk milliyetçilerinin sarsılmaz /tartışılmaz müşterekidir. Buna mukabil “devletin gereğini yapması” kolaycılığıyla özetlenecek bir ekonomi anlayışının sebep olacağı hürriyetsizlik ve fakirlik ortamını düşünmeye uğraşmamak da gene Türk milliyetçilerinin neredeyse tartışılmaz müşterekidir.

“Devletin gereğini” yapmasının sosyalizmden, komuta ekonomisinden, fakirlikten ve baskıdan başka bir sonuca varamayacağını Türk milliyetçilerine anlatmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü onlar niyetlerini akıllarının yerine koyarak yollarını bulabileceklerini sanırlar. İdeolojiyi bir günah gibi kabul eder ama içeriği olmayan “Dokuz Işık” gibi yarım yamalak sosyalizm taklidi doktrinler icat ederler.



Bütün bunların sebebi, milliyetçiliğin milletin bağrında yaşayan doğal bir öz olduğunun anlaşılamaması, onun bir tür siyasal araç olabileceğinin sanılmasıdır. Milliyetçiliğe sahip olmadığı bir ideolojik aşkınlık tanınması öncelikle onun siyasî tartışmaların nesnesi haline getirmiştir. Böylece milleti bütünleştiren bir cevher sığ siyasî tartışmaların arasında yıpratılmıştır.

Ve daha sonra…Özünde hiçbir ideolojik önerme taşımayan bir mensubiyet duygusundan, toplumsal düzene, ekonomiye ve siyasete dair cevaplar beklenir olmuştur.

Bugün milliyetçiliğe duyulan ezbere nefretin en büyük sebebi, onun siyasallaştırılması ve böylece siyasal gerilimlere alet edilmesidir. Milliyetçilik hepimizin ailemize duyduğumuz sevgiden filizlenen en tabii ve temel duygularımızdan biriyken onu siyaset sahasında “tartışılır” hale getirmek onun yok edilebileceği ve belki de yok edilmesi gerektiği kanaatini de kendiliğinden doğurmuştur. Böylece sosyalizmin diyalektik mutlaksızlığı ile beyinlerini çekimsiz bir ortamda yüzmeye bırakanlar içinde yaşadıkları büyük kimliklenme sürecine ve bunun amiline karşı nefret geliştirmeye başlamışlardır.

Buraya kadar Türk milliyetçilerinin ideolojik yetmezliklerini inceledik.

Türk milliyetçileri artık “devletin gereğini yapması” çocukluğundan kurtulmalıdır. Bundan dolayı da “gereğinin ne olduğuna” dair sağlam ve tutarlı bir ideolojik tercih yapmalıdır.

Bugüne kadar milliyetçi camiadaki genel ideolojik tercih inanılanın tam aksine sosyalizm olmuştur. Bunun en büyük sebebi de siyasallaşma ile başlayan kitleselleşmede devleti “baba” sayan kitlelere daha kolay hitap edebilmek endişesidir. Türk milliyetçilerinin ekonomiyi “devletin komuta ettiği” bir şey sanma anlayışı, siyasallaşmanın tabanındaki köylülüğün anlayışından başka bir şey değildir ve bu anlayışın çağdaş siyaset bilimindeki yeri sosyalizm cephesidir.

Meselâ hemen hiçbir Türk milliyetçisi “gereğine bireyin karar verdiği” bir düzeni tasavvur edemez. Bunu ahlâksızlığın ve karmaşanın en kötü hali sayar. Buna mukabil, birilerinin neden diğerlerinden daha akıllı ve üstün sayılarak he rşeyi komuta etmesi gerektiğinin de cevabını veremez.

Gene meselâ hemen hiçbir Türk milliyetçisi SSCB’de uygulanmış sistematik kıyımın, “Dokuz Işık’ta” kendisine özenilen “toplumculuğun”/sosyalizmin uygulamasından başka bir şey olduğunu idrak edemez.

Sosyalizmin “paylaşımını” yararlı bulup bunu alıp kullanmak ister ama bu paylaşımı sağlamak için yapılması gereken zorbalığı düşünemez.

Serbest piyasanın zenginleştirici etkisinin farkındadır ama bu zenginleştirici etkinin, “toplumcu” endişelerle engellemeye çalıştığı rekabetin eseri olduğunu idrak edemez. İnsanları üretimde serbest bırakıp ürettiklerini millet menfaatine “devlet eliyle” dağıtabileceğini sanmaktadır. O zaman insanların üretmek için hiçbir müşevviklerinin kalmayacağını düşünememektedir.

Türk milliyetçileri, milliyetçiliğin bir ideoloji olmadığını artık idrak etmelidir. Bu hem onun siyasal yıpranmasını engelleyecek hem de milletin vicdanındaki bütünleştirici etkisini canlandıracaktır.

Yapılması gereken “yeni bir ideoloji” yaratmak nafile gayretinden vazgeçip siyasal söylemin iki temel ideolojiden hangisine dayandırılacağına karar vermektir. Bugüne kadarki siyasal tercih “devletin gereğini” yapacağı bir komuta ekonomisinde, insanların serbestçe üretim yapıp devletçe güdüleceği bir rekabet ortamında yaşadığı gibi çarpık bir sosyalist tasavvura dayandırılmıştır.

“Her şeyin doğru kısmı ” kolaycılığı, zehirlerin renginin, ilaçların şifasıyla bir tutulduğu çocukça bir akıl yürütmeden başka bir şey değildir. Bir yanlışın doğru kısmını aramaya kalkmak yanlışı oluşturan bütünlüğün çarpıklığını inkâr etmektir. Bu yüzdendir ki yanlışın doğru kısmı diye bir şey olamaz.

Doğru , gerçeğe en yakın olan şeydir. Bu yüzdendir ki içerebileceği yanlışlık zaten zamanla eriyecek, elenecektir ki toplumsal düzenin zaman içinde evrilmesi hakikate doğru yavaş bir yürüyüşte yanlışlıkların tedricen elenmesinden başka bir şey değildir.

Bu yüzdendir ki meselâ bir insanın serbest üretim yapmasının toplumun genel refahını arttırdığını idrak ettikten sonra onun rekabetini engelleyerek aynı şekilde üretmesini istemenin çarpıklığını idrak edebiliriz.

Türk milliyetçileri milletlerinin hürriyet ve refahını arzuluyorlarsa hürriyet ve refahla bağdaşmayan hiçbir fikrin hiçbir kısmı ile artık ilgilenmemelidir. Türk milliyetçilerinin milletlerine karşı görevleri onu sosyalizmin görecelik şaşılığı ile bir fikrî sorumsuzluğa itmek olamaz. Türk milliyetçilerinin ideolojik tercihi, “zarar vermemek iradesine” yani “ahlâkî” yargılamaya dayanan bir fayda mülâhazası ile şekillenmelidir. Türk milliyetçileri, içinde “zarar vermemek” yani temel hakları çiğnememek endişesi olmayan hiçbir siyasal yönelimle ilgilenmemelidir. Milletin yararına gasp yapabileceğini söyleyenlerin sahtekârlıklarını idrak etmek Türk milliyetçilerinin öncelikli sorumluluğudur.

Türk milliyetçileri yukarıda saydığımız ilkelere göre hareket etmezlerse sığ bir Anadolu köylüsü tepki hareketi olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. Görünen odur ki zaten bu tepkiler artık siyasal dinciliğin güdümüne girmiştir.

Türk milliyetçiliğinin siyasal kanadının mevcut ideolojik boşluğu ve ham yararcılığı sadece kendisini eritmekle kalmamaktadır. Türk milliyetçiliğinin entelektüelleri artık siyasallaşmanın peşinden gitmeyi bırakıp onu kendi fikrî çerçevelerine çekmedikçe yaşanan ideolojik boşluktan memleketimize sayısız zararlı fikrin dolmasına engel olunamaz.

Türk milliyetçileri artık kendi kafalarıyla düşünmenin bir lüks ve fesat olmadığını idrak etmelidirler. Aksi takdirde memlekette kendi adlarına düşünecek kişilerin, ne lider ne doktrin ne teşkilat dinleyeceğini hatta Türk adını bile sileceğini anlamaları için umalım ki çok geç kalmamışızdır.
BİTTİ.

Türk Milliyetçilerinde İdeolojik Boşluk I

* Ne büyük dişlerin var!

Türk milliyetçileri memleket meselelerinin neresindedir?

Milliyetçilik siyaseti, siyaseten ve ideolojik olarak neyi çözmüştür, neyi çözmeye adaydır?

Milliyetçilik bir ideoloji midir?

Bu sorular ülkemizin bölünmesinin alenen tartışıldığı, millî değerlerimizin çiğnendiği bir devirde hayatî önem arz ediyor.

Çünkü bu soruları sormamıza sebep olan problemler, ideolojileri gereği enternasyonalist olan sosyalistlerin, siyasal dincilerin ve sapkın liberallerin ortaya çıkardıkları problemler zaten. Ülkemizin problemlerini bu gruplarla tartışmak, onlardan medet ummak, ailemizin katilinden canımızı kurtarmasını beklemek gibi bir şey… Çünkü bu gruplar zaten Türk adına, Türk egemenliğine kökten karşı olan gruplar…

Her ne kadar İşçi Partisi’nin “ulusalcı” tavrı Türk adına yakın gibi dursa da bu duruş “ Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularına boğulmuştur!” diyerek PKK’nın zaferini ilân etmiş bir başkanın gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Solun millî meselelerdeki tavrı, Bolşeviklerin Lenin önderliğindeki fırsatçı eylemciliğinin bir kopyası olarak görülmeli ve buna bel bağlanmamalıdır.

Siyasal dincilik zaten tabiatı icabı, millet ve milliyet kavramlarından nefret etmektedir.

Sapkın liberaller dediğimiz grup ise liberalizmi “sosyalist enternasyonalizm” mantığıyla yorumlayıp onun ahlâk felsefesi, toplumsal düzen anlayışı “kayıt ve şarta bağlı düşünmek” tavrını bir kenara bırakan, sığ faydacılar olarak hareket etmektedirler.

Bu durumda bizi kimliklendiren ve dünya üzerinde bize bir duruş sağlayan milletimizin sorunları ile ilgilenmek öncelikle milliyetçilerin işi haline gelmektedir.

Peki milliyetçiler bu sorunları çözebilecek donanıma sahip midirler?

Yazının girişindeki üçüncü soruya bir cevap vererek başlamak belki de en iyisi…

Milliyetçilik bir ideoloji midir? Milliyetçilik bir ideoloji değildir.

Milliyetçilik liberalizm ve sosyalizm gibi iki ana ideoloji çerçevesinde ortaya konabilecek bir tavırdır sadece… Bu açıdan o, direksiyonu olmayan bir araba gibidir. Sizi bir yerlere taşır ve bir itici güç sağlar ama bu gücün yönlenmesi ancak bir ideoloji vasıtasıyla olur.

Bilinenin aksine meselâ nasyonal sosyalizm, milliyetçiliğin bir rengi değildir, sosyalizmin bir rengidir. Nasyonal sosyalizmin vurgusu sosyalizmedir, milliyetçiliğe değil. Ama bize şunu göstermektedir: Milliyetçi duygular sosyalizm ile yönlendirildiğinde, diğer bütün sosyalist ülkelerde olduğu gibi toplumları totaliter bir yönetime ve ırkçılık felâketine götürmektedir. Nitekim birbirlerinin gırtlağına sarılmış ve ne tesadüftür ki ikisi de birbirinden gaddar rejimler kurmuş olan Alman sosyalistlerinin ve Rus komünistlerinin beslendikleri, Hegel diyalektiğinin gücü meşrulaştırıcı akıl yürütmesiyle varılacak yer de asla liberal bir demokrasi değildir.

O halde ideoloji hakkında biraz düşünmekte sayısız faydalar vardır Çünkü ne zaman toplumsal düzen ve siyaset ilişkisi hakkında konuşacak olursak karşımıza muhakkak “Neye göre?” sorusu çıkacaktır. “Neye göre?” sorusunun varlığı bizi derhal hakikatin görece olduğu yanılgısına götürür… Bu yanılgıyla da “doğrunun” asla bulunamayacağı sonucu derhal kendiliğinden belirir. Öyle ya, madem meselâ birileri mülkiyetin hırsızlık olduğuna inanıyordur o halde mülkiyeti ilga ederek kurdukları bir rejim, kendi iç tutarlığını sağladıktan sonra meşru olmalıdır, değil mi?

Acaba gerçekten öyle midir? Bir hırsızın “Mülkiyet hırsızlık olduğu için mülk sahiplerinden çalmak hırsızlık değildir!” demesi acaba meşru bir savunma sayılabilir mi? Peki bir hırsızlığın veya kanunlardaki ifadesiyle “yağmanın” devlet eliyle ve “Mülkiyet hırsızlıktır” safsatasına dayanılarak yapılmasının bu durumdan farkı ne olabilir?

İdeolojiler belli fikrî öncüller etrafında gelişen, tutarlı bir fikrî çerçeve oluşturmak iddiasındaki, insan davranışlarına dair genel kılavuzlardır.

Bu açıdan meselâ dinler de birer ideoloji gibi ele alınabilirler ki siyasal dincilik zaten dini siyasi bir araç olarak kullanırken bunu yapmaktadır.

İdeolojinin tanımında” aksiyom” terimini özellikle kullanmadım. Çünkü “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi fikrî öncüller, geçersizlikleri açıkça gösterilebilmesine rağmen birer iman nesnesi gibi kullanılmaktadır ve bu tip iman nesnelerinin gerçek aksiyomlardan ayrı tutulması sağlıklı bir akıl yürütme ve daha önemlisi fikir ahlâkı açısından elzemdir.

Aksiyomlar gerçeğin parçalarıdır ve bu yüzden geçerlilikleri tartışılmaz. Onlar doğruyu bulmakta kullandığımız mutlak nirengi noktalarıdır. Oysa “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi sloganlar kendi çelişkilerini taşıyan açık saçmalıklardır ve sloganların kısa olanları ile meselâ dahi iktisatçı Mises’in “İnsan davranış gösterir” aksiyomunu bir tutarsak olan aksiyoma olur ve sahtelik hak etmediği bir şeref payesine kavuşturulmuş olur.

Bu durumda milliyetçiler “milliyetçi” olmanın anlamı üzerine kafa yormalıdır.

Milliyetçilik bize iç tutarlılığa sahip ve yanlışlanma imkânı olan yani test edilebilir bir bütüncül düşünce sistemi sunmaz. Çünkü milliyetçiliğin tabiatı, onun bir mensubiyet duygusundan ibaret olmasıdır.

Şüphesiz milliyetçi bir insan milliyetçilik adına tutarlı düşünceler geliştirebilir ama bu düşüncelerin hiçbiri milliyetçiliğin eseri olmayacaktır.

Milliyetçiler, millî değerlere bağlılıklarının, milletlerine duydukları sevginin, özünde bir kılavuz olmadığını, bir yola gidebilmek için yolla tutarlı bir harita edinmek gerektiğini bilmeli ve bunların arasındaki farkı idrak etmelidirler. Ulaşmayı istediğiniz şeye duyduğunuz sevgi, ulaşmak istediğiniz şeyle ilgili bir metodunuz, bir haritanız yoksa sizi hiçbir yere götüremez.

Türk milliyetçileri, milliyetçiliği bir kitlesel hareket haline getirmek istediklerinde bu boşluğu sezgileriyle fark etmiş ve el yordamıyla kendilerine bir ideoloji üretmeye çalışmışlardır. “Dokuz Işık” gibi bir doktrin bu ihtiyacın ürünüdür. Mesele şudur ki “Dokuz Işık” gibi bir doktrin etraflı bir felsefî incelemeyle meydana getirilmemiştir. Nitekim “Dokuz Işık” içindeki açık sosyalist eğilim, ideolojik davranışta sosyalistlerin tutarlılığına ve toplumcu duyarlılığına özenmenin bir sonucudur.

Milliyetçi camia, gerek kitleye ulaşma gayreti ile edindiği İslâmî söylem gerekse “millet” ve “milliyet” gibi değerlerin kolektifliğinden dolayı, kendiliğinden kolektivizme yönelmiştir. Siyasal eylemin önceliğinden dolayı da felsefî tutarlılık ve meşruiyet testi gibi akıl yürütmeleri kullanmadan sosyalistlerle aynı “toplumcu”/ kollektivist düzleme hiç farkına varılmadan kayılmıştır. Sosyalizmin özündeki kaçınılmaz totalitarizm, bir çeşit “ahlâk” gibi anlaşılmış ve aynen kullanılarak “lider, doktrin, teşkilat” gibi sloganlarla hareketin mensuplarının bireysel fikrî gayretleri baskılanmıştır.

Bu anlayış bu gün de Türk Ocağı gibi bir entelektüel sivil toplum örgütü olması gereken bir dernekte bile sürdürülmektedir.
(Devam edecek)

4 Ocak 2011 Salı

Uzlaşmazlık Ahlâkı II




.....


Oysa toplumu sözde “doğru maddî şartlara” göre yeni baştan tasarlamak isteyen sınırsız akılcılar düzeltmeye çalıştıkları maddî şartların, aslında hiçbir ferdin tek başına kavramaya asla gücünün yetmeyeceği o büyük kendiliğindenliğin eseri olduğunu bilemez. Ve o koskoca bilinmezlik alanını tasarlamaya kalktıklarında okyanusu ellerindeki keskiyle küp şekline sokmaya çalıştıklarını fark edemezler. Belki günün birinde biri okyanusu küp şeklinde kesecek bir keski icat edebilir ama sorun şudur: okyanusu küp şeklinde kesmenin bedeli, o keskiyi icat edenin ödeyebileceği bir bedel olacak mıdır? Veya okyanusu küp şeklinde kesmek hayali, sırf hayal edilebildiği için yapılmaya değer bir şey midir?

Birinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kendi sınırlı aklını, başkalarının ayakkabı ihtiyacına göre kullanması halinin herkes için meydana getirdiği kendiliğindenlik hali ile birini herkese ayakkabı üretmeye mecbur etmek halleri arasındaki fark, birincisinin özgürlük ikincisinin ise kölelik anlamına gelmesidir.

Çünkü ilk halde ayakkabı üretimi üreticinin sınırlı aklıyla yürütülürken bu üretim aslında üreticinin kendi refahının aracı olacakken ikincisinde üretici ayakkabı üretiminin aracı haline getirilmektedir? Peki neden? Çünkü ikincide birileri sınırlılıkları aştığını bir aklın “ne pahasına olursa olsun” işleyişine güvenmişler ve fakat buna mukabil, geçekliğin, tanımlayamadıkları koskoca kütlesine toslamışlardır.

Seçimlerin serbest ama sonuçların kaçınılmaz oluşu “seçimleri” yaptığımız ve bizden bağımsız bir nedensellik ilişkileri bütünlüğüne işaret eder ki o bütünün adı hakikattir.

Şimdi aklın ne pahasına olursa olsun gerçeği aşacağını düşünen bir tarafla nasıl “uzlaşılabilir”?

Akıl yoluyla her şeyi birbirine katacak ve ancak bir zorbalık rejimi kurabilecek insanlarla nasıl bir orta yolda buluşulabilir?

Orta yol söyleminin unuttuğu şey şudur: Orta yolda buluşmak isteyenlerin en azından, yollarını üstüne kurdukları zemin aynı olmalıdır. Yani aynı geçerlilik evrenini yani aynı gerçekliği kabul ediyor olmalıdırlar.

Yerçekimini inkâr edenlerle asfalt bir yol inşa edemezsiniz veya demir yolu döşeyemezsiniz ama bu insanlarla uzlaşmaya çalıştığınızda ulaşabileceğiniz tek şey, ayaklarınızı topraktan kesecek yükseklikte bir ceset yığını olacaktır.

Bu yüzdendir ki uzlaşma “ne pahasına olursa olsun” gerçekleştirilmesi gereken bir barış eylemi değildir.

Uzlaşmada aynı gerçeklik zeminin kalmak asgari şarttır ama yeterli değildir. Çünkü insan davranışları sadece tabiat şartlarıyla sınırlanmamıştır.

Locke yanılmıyorsam davranışlarımızı sınırlayan kuralları: Tanrı’nın kanunları(erdem kanunları), tabiat kanunları ve yasamanın kanunları olarak üçe ayırmıştır. B ayrım bize çevremizi keyfimize göre kesip biçemeyeceğimizi veya her şeyi kavrayamayacağımızı anlatıyordu. Sınırlayıcıların olmadığını hayal etmek sınırlayıcıları ortadan kaldırmaz. Konsantre olarak havada bir müddet kalan yogi bile nefes almak zorundadır. Veya şöyle söyleyelim, havada kalmak için yapılması gerekenleri bütün topluma dayattığınızda bunun karşılığında nelerin yok edilmesine sebep olduğunuz asla bilemeyecek olmanız gerçeğin ta kendisidir.

İşte bundan dolayıdır ki uzlaşmazlık, ahlâk ve fayda temelinde bir müşterekte buluşamayan taraflar için kaçınılmazdır. Bunun yanında gerçekliğe bağlı taraf için varoluşsal bir mecburiyettir. Eğer gerçekliğe bağlı taraf, gerçekliği çarpıtan tarafla bir uzlaşmaya varırsa sonuç gerçekliğin inkârı olacaktır. Çünkü “ne gerçek ne gerçek olmayan” diye bir sentez yoktur! Eğer gerçek “zamanın belli bir bölümünde şöyle ve diğer bölümünde başka bir şeyse” bu zamanın “bir bölüm ve diğer bölüm” diye ayrılması ile ancak mümkün olabilir. Zamanın “bir bölümü” denen bölümünde tek bir gerçeklik var olabilir. Görüldüğü gibi gerçekliğin tekliği üzerindeki tartışma dahi ancak evrenlerin farklılığı kabul edildiğinde anlamlı hale gelmektedir.

O halde bu evrende nasıl bir yargıya varabiliyoruz? Ya “paralel evrende” cinayet suç olarak kabul edilmiyorsa? O zaman orada bulunmamız gerekirdi. Orada bulunduğumuzda ise oranın sınırlayıcıları devreye girer ve bu sefer zaten biz “biz” olmayız. Yani bu dünyanın yargılarıyla başka bir evrende var olamayız. Onun için içinde yaşadığımız evrenin sınırlayıcılığı yani hakikati neyse hükümlerimizi ona göre vermemiz gerekmektedir.

Bzim, öldürmemek, gasp etmemek ve yalan söylememek ile ilgili “mutlaklarımızı” tartışmaya açabileceğini söyleyen birisi gerçekliği tartışmaya açabileceğini söylemektedir. Bizim zarar vermemek irademizin mutlak olmadığını iddia eden biri zarar vermenin bir sınırlayıcı olmadığını iddia eden kişidir.

Ve bu şekilde “mutlaklıktan” kaçabileceğini iddia edebilen biriyle uzlaşmak bütün varlığımızı, sevdiklerimizi keyfine göre hareket edecek bir zorbanın ellerine teslim etmek anlamına gelecektir.

Bundan dolayıdır ki meselâ demokrasiyi mutlak bir uzlaşma rejimi olarak ele alanlar, demokrasiyi kaçınılmaz olarak bir çoğunluk diktası haline getirirler.

İnsanlar arasındaki doğal barış hali, kötülükle uzlaşılmayacağı konusundaki derin ve mutlak uzlaşmaya dayanır. Kötülüğün mantığının(!) varoluşumuza aykırı olduğunu keşfetmemiz sayesindedir ki katilleri aramızda barındırmayız. Hırsızları kınar ve toplumdan uzaklaştırırız, yalancılara itibar etmez ve onlarla iş yapmayız.

Zehirle şekerin uzlaşması, şekerin değil, zehrin işine gelir. Zehirlenmiş bir şeker ancak bir dakikalık lezzet verir ama bu zehrin işlevini görmesine yarar. Zehirli bir şeker, öldürücüdür!

Bir hırsızla uzlaşmaya gitmek demek onun gaspına razı olmak demektir. Etnik ırkçılıkla uzlaşmak demek bir ülkenin ırk temlinde resmen ayrışmasına razı olmak demektir. Mülkiyetin reddiyle uzlaşmak demek elimizdeki avucumuzdaki her şeyin gasp edilip birilerine dağıtılmasına razı olmak demektir.

Uzlaşma bir ahlâkî mecburiyet olmadığı gibi bir üslup meselesi de değildir. Gerçeği reddetmenin ahlâkî sonuçlarından hiçbir nezaket gösterisiyle kaçamazsınız. Bundan dolayıdır ki meselâ etnik ırkçılığın bir demokratik barış projesi olduğu söylemi, katliamın ve ayrımcılığın takım elbiseli halinden başka bir şey değildir. İnsanların kimliklerinden ırklarını okumanın barışla bir ilgisinin olmadığını anlamak için dahi olmaya gerek yoktur..

Veya barışın ancak toplumda maddi eşitlikle meydana geleceğini söyleyenler size nazikçe “Elinizde avucunuzda ne varsa bize teslim etmezseniz silâhlarımızla size yapmadığımızı bırakmayacağız!” demektedirler.

Bütün bu sebeplerden neye “evet” dediğimiz kadar ve belki daha önemlisi neye “hayır” dememiz gerektiğine, ne kadar dikkat etsek azdır. Çünkü razı olduğumuz şeyler, razı olamayacağımız sonuçlara sebep olabilir. Uzlaşmamak kötülüğün egemenliğine karşı elimizdeki yegâne imkân ve aynı zamanda ahlâkî mesuliyetimizdir.



BİTTİ.