27 Kasım 2018 Salı

Sosyolojik inkârla Geliştirilen Saptırılmış Eşitlik İdeali Üzerine






Ne zaman Türk  Ulusu’nun  özgürlüğünün ve bağımsızlığının korunmasından bahsedilse Kürtçüler, şeriatçılar ve onların aklayıcısı hümnaist  liberaller ve  hümanist solcular derhal “insanların eşitliği” idealini ortaya sürerek  aslında Türk adının, haksızlığın, eşitsizliğin ve zorbalığın sembolü olduğunu kanıtlamağa çalışıyor.

Buradaki eşitlik “idealizmi”, toplumsal  doğal ve siyasal kimliklenme süreçlerini “sübjektif” ve zararlı  şeyler olarak kabul ediyor.

Buna karşılık enternasyonalist hümanistler söz gelimi Kürt kimliği gibi ajite ve tahripkâr bir yapılanmayı kendi şefkat ve merhamet hislerinin çemberinde “daha eşit” ve “dokunulmaz” kılmak için uğraşıyorlar.

Hiç sorulmayan ya da düşünülmeyen şeyler ise “eşitliğin” gerçekte ne anlama geldiği ve buna bağlı olarak sınırlarının neler olduğu.

Eşitlik terimi son derece savrukça ve keyfi olarak kullanılıyor. İnsanların doğuşta aynı biyolojik özelliklere sahip olmalarından dolayı yaradılışlarından gelen ortak ve aynı haklara sahip  oldukları düşüncesi modern liberal demokratik devletlerin temel kabulü. Sosyalizmin eşitlik ideali biyolojik ihtiyaçlarımızın temelinde, hayvansal  olarak eşit olduğumuz esasına dayanır.

Peki ama doğal olarak bu denli eşitsek nasıl oluyor da farklı toplumsal düzenler geliştirip farklı devletler oluşturabiliyorduk? Eğer “doğal olarak eşitsek” bu doğal durumu bozan her şey, yok edilmesi gereken bir tür çelişki olmalıydı.

Sanırım buradaki temel karmaşa “eşitlik” kelimesinin bağlamından kaynaklanmakta.

“Eşitlik”, ihtiyaçlar, ahlâk ve hukuk bağlamları açısından farklı anlamlar veya farklı sonuçlar içeren bir terim.

İhtiyaçlar bağlamındaki  eşitlik sosyalizmle ilgilidir. Sosyalizm “eşitlik” derken herkesin ihtiyaçlarına  yönelik  eşitlikçi bir kamu  ilgisini kast eder.
Ahlâki bakış, insanların birbirlerine zararsızlığı gözetmekte ayrımsız davranmaları gereği üzerinde durur.

Hukuksal eşitlik ise aynı kanunlara tabi olan insanlar arasında kesin ve mutlak bir ayrımsızlık halini anlatır.

Görüldüğü gibi “eşitlik” teriminin bu farklı kullanımları çok farklı içeriklerden kaynaklanır.

Eşitliğin, ihtiyaçlar temelinde sağlanamayacağı sosyalizmin en şiddetli uygulamalarından sosyal demokrasi denen en sulandırılmış haline kadar cephelerinde ortaya çıkmıştır.

Ahlâkî eşitlik ise “ahlâkın” hangi toplumsal yapıda geliştiğine göre değişir. Hakikatte eşitliğin ahlâkî yordamı da  toplumsal yapıların gelişmişliğine göre değişir.

Söz gelimi Marx’ın bize örnek olması gerektiğini söylediği ilkel kabilelerde, modern toplumlarda ayıp sayılan pek çok şey  “ayıp” sayılmaz. Peki ama bu durum “ideal”  olabilir mi? Nüfusu çok sınırlı, iş bölümü yok denecek kadar az küçük bir topluluktan, nüfusu büyük, iş bölümü akıl almaz derecede çeşitli, menfaat algıları sonsuz sayıda kocaman bir toplumun bütünlüğünü sağlayabilecek değerlerin çıkmasını bekleyebilir miyiz? Elbette  böyle bir beklenti gülünç ve mantıksız olurdu.

İlkel bir toplulukta avcılık ve toplayıcılığın sınırlı  hayatı içinde  ahlâkî normlar maddi hayat unsurlarının korunması ve  kabile inancına sadakat dışında çok da ayrıntılı ve  gelişkin-evrimci değildir. Bir kabilenin  sürekliliği onun sınırlı nüfusuyla ve kaynaklarıyla az sayıda ve muhtemelen ancak maddi unsurları korumağa yönelik bir takım kurallarının tek amacı “değişimi” engellemektir. Kabilelerin sınırlı nüfuslarıyla  ve az sayıdaki ahlâki kodlarıyla  sağladıkları eşitlik bu açıdan son derece basittir.

İnsan beraberlikleri büyüdükçe toplumsal iş bölümünün, kültürün, beklentilerin çeşitlenmesi durumları ortaya çıkar.  Bu durumların aynılaştırılması mümkün değildir.Fakat beraberliklerin belli ölçüde  benzeşmelere dayanması da elzemdir.

Kabilelerde ya da toplumlaşma aşamasına ulaşamamış,  nüfusu sınırlı, ırksal ve kültürel homojenitesi fazla beraberliklerde benzeşme ölçüleri somut ve az sayıda ve dahası irade dışı olarak bulunur ki bu durum da özellikle kolektivist/sosyalist otoriter yönetimler  için biçilmiş kaftandır. Bu tür beraberliklerde aile/kan bağı, bilgisi, tecrübesi, görgüsü az olan topluluk üyeleri için takip edilebilir bir soy ağacı, fiziksel yakınlık,   hızla saldırganlaşma imkânı  veren bir sürüleşme güdüsü  ile hissedilen “aynılık” bu tür toplumsal yapılarda  hiyerarşik bir yapı gelişmekle beraber buna  gösterilen gönüllü uyum eşitlik endişelerinin ve arzusunun önüne geçer.

Oysa toplumlaşmış ve bunun sonucunda uluslaşmış beraberliklerde karşılaşılan çeşitlilik daha farklı bir  aynılaşmaya/benzeşmeye gerek duyulur. Tabiri caizse bu tür toplumlarda “kim kime tum tumadır”.

Uluslaşma aşamsını tamamlamış toplumlarda artık takip edilebilir bir kan bağı ve sürüleşmeye dayalı bir güdülenme  bulmak imkânsızdır. Uluslaşmanın meydana gelmesini sağlayan zorunlu siyasî birlik  bu birliğin sürdürülmesini sağlayacak iki kurumu güçlendirir: Emniyet ve adalet kurumları.

Ulusal devletlerde tarihin eski devirlerinde başlayan siyasi beraberlik bireylerde bir arada bulunmak ve aynı değerleri paylaşmak arzusu yaratırken bu arzu milletin üyelerinin her birinin ayrı ayrı korunmağa değer olduğunu gösteren emniyet  ve adalet kurumlarıyla güçlendirilir.

Uluslaşma bir kez gerçekleştirildi mi artık üyelerinin animal bağlılık ölçülerine dönmeleri imkânsız olur. Bu aşamada toplum, uluslaşmış yani  artık bir paylaşılan değerler  beraberliği haline gelmiştir. Ve bu noktada da emniyet ve yargı, siyasi ve sosyolojik olarak meydana getirilmiş bir müddet sonra  artık rızaya dayalı gelişen bu değer paylaşımını  herkes için ve her zaman korumak üzere tekelleşir.

İşte bu noktada insanlar kokuları ve dokuları benzeyen iki ayaklı primatların  kendi aralarında  büyük ölçüde doğanın emrine göre kurdukları sürüsel beraberliklerden kendi rızalarıyla kurdukları değere dayalı beraberliklere geçerken artık onların benzeşmesi de i  nsan evriminin soyut basamağına ulaşmış olur. Böylece  uluslaşmış toplumlarda  soyut bir insan idesi meydana gelir. İlkel topluluklarda “insan” ancak doğaya aitken ve onun emrettiği kadar “değerliyken” uluslaşmış toplumlarda korunan bütün değerlerin merkezinde yer almağa başlar.

İlkel ve ulusaltı toplumlar  insanı soyut bir değer olarak görmez. Onlar için “insan” doğanın  ya da Tanrı’nın rahtlıkla yok edebileceği, kaderi kendi dışındaki güçlere tabi olan edilgen bir varlıktır.

Yalnızca uluslar,  bireylerinin kaderini, doğaya ya da Tanrı’ya teslim etmeksizin onları gerek doğanın gerekse diğer insanların yok ediciliklerinden, tek tek korumağa çalışırlar.

Sanıyorum ilkel ülkelerden  ulusal ülkelere  son zamanlarda  yönelen yoğun göçün bir sebebi de bu.
Peki bütün bunlar ne anlama geliyor?
Öncelikle toplumlar doğaları gereği birbirlerine “eşit” değiller.Burada nüfus, coğrafî şartlar vs gibi etkenler insan toplumlarını doğal olarak birbirlerinden ayırıyor.

İkincisi insan toplumlarının tarihleri birbirinden farklı.

Üçüncüsü sahip oldukları ve geliştirdikleri kültürel çeşitlilik ve kültürel güç farklı.

Dördüncüsü bütün bunların bir sonucu olarak bu insan beraberliklerind eyerleşmiş hayata ve topluma bakış farklı.

Beşincisi gene bütün bunların sonucu olarak insan beraberliklerindeki ahlâk anlayışları yani davranış sınırlayıcı kodlar farklı.

Altıncısı insan beraberliklerinde devlet veya örgütlü yapıya yön veren yaygın/genel irade kullanımı farklı..

Hümanizmin yaygın ve en zararlı kanısı, bütün bunların ahlâk dışı farklılıklar olması sebebiyle yok sayılmalarının gerektiği.

İnsanlar, birer primat olarak dünyaya gelmelerine rağmen onların varoluşuna verilen anlamın toplumdan topluma değişmesini yok sayarak salt sözde ahlâkî gerekçelerle  bütün insanları “eşit” saymak, eşitlik düşüncesini yaratan uygarlık oluşturucuların kaderlerini, insanî soyutlamadan yoksun olan ulusaltı  toplulukların eline bırakmak anlamına gelir. Nitekim bugün Türkiye’de sınırların ulusaltı Suriyeli topluluklara koşulsuz açılması sonucunda  kurumsal hayata Ortadoğu’daki bütüm toplumlardan daha fazla uyum sağlamış olan Türk Ulusu’nun kaderi ne yazık  ki bir demografik işgale Suriyeli Arap ve Kürt sürülerinin keyfine  terk edilmiş görünüyor.

Eşitliğin, insan için uygulanabilir tek şekli “hukuk önünde “eşitliktir ki o da ancak “aynı hukuka tabi olmayı seçen “ insanlar arasında sağlanabilir. Bu da siyasi anlamda “vatandaşlık”, sosyolojik  anlamda  “ulus” olmak demektir.

Hukuk önünde eşitliği  “herkese” , bütün insanlara  uygulayabilmenin tek bir şartı vardır o da: Herhangi bir ulusun bütün dünyada egemen olarak bütün insanlığı kendi belirlediği kanunları uygulamağa mecbur kılması ya da bütün insanlığın onun  hukuk oluşturuculuğuna razı olmasıdır.

Unutulmamalıdır ki gerçekleştirilecek bir “tek dünya devleti”  dilsiz, kimliksiz  bir insan egemenliği olmayacaktır. Öyle bir devlette, o anda hangi ulus güçlüyse onun dilini konuşulacak ve hukuk  o ulusun oluşturuculuğuna yani egemenliğine boyun eğilecektir.

Saptırılmış eşitlik uygar toplumların nüfus ve kurumsal hayat düzenini alt üst eden göçlerin en büyük aklayıcısı.

Bu yüzden insanlar arasında mutlak bir eşitliğin olmadığı kabul edilmelidir. Çünkü “eşitlik” ancak uygar dünya içinde anlamlıyken geri kalmış toplumların bireyleri uygar dünyaya bir şekilde sızdıklarında dahi bu anlayışı içselleştiremeden, kendi ilkelliklerini kabileleşme halinde bu toplumların içinde sürdürmekte ise “mutlak eşitlik”  eşitliği bir kavram olarak oluşturamamış ulusaltı toplulukların  tehdidi altında demektir.











23 Kasım 2018 Cuma

Küresel Terörizmin Şafağında Yeni Bir Uluslararası İlişkiler Anlayışı Önerisi






Şimdiye kadarki uluslar mücadelesi birkaç enstrümanla yürütüldü.

Bunların en eskisi, sömürgecilik döneminden kalma “ toplumsal yarılma enstrümanı” diyebileceğimiz “böl ve yönet”  stratejisiydi.

Bu strateji uzun zaman kullanışlı olarak kaldı. Çünkü öncelikle iletişim araçları bugünkü kadar hızlı değildi. Ayrıca ulaşım sektörü de bugünkü kadar gelişmiş değildi. Dolayısıyla yönetilecek nüfusun yerli yerinde kalacağına dair  sömürgecilerin güçlü teminatları vardı.

Oysa bugün iletişim hemen hemen hiçbir hükümetin güç yetiremeyeceği kadar yaygınlaşmış durumda. Dolayısıyla istihbarat sektörü de bu iletişim yoğunluğunda bir bataklığa dönmüş durumda.

İletişimin ve ulaşımın küreselleşmesi terör denen siyasi olayı da başka bir çerçeveye taşıyor.

Terör özellikle 70’ler  ve 80’ler sinemasında , ancak çok fanatik ve sınırlı katılımlı intihara eğilimli  küçük grupların  düzenledikleri istisnai  şiddet eylemleri olarak geçiyordu.

Sömürgeci ülkeler ya kendilerine bağlı yerel hükümetler yaratarak ya da gütmek istedikleri ülkeleri bu paralı askerler aracılığıyla istikrarsızlaştırarak dünyada kendi nüfus alanlarını korumağa çalışırlardı ki bu açıdan PKK tam da böylesi bir taşeron cinayet şebekesidir.

Özellikle Amerikan evanjelistlerinin hayalcilikleri yüzünden parçalanan Ortadoğu ülkelerinin içinden fışkıran ve sonradan dizginlenemeyen etnikçilik ve köktencilik terörizmin bildiğimiz sınırlı ve istisnai yapısını bir anda değiştiriverdi. Daha önce  yerleşik nüfus yapısına göre oluşturulmuş bölgenin  toplumsal yapısının doğal uzantısı gibi görünen “modernist” diktatörlükler yerlerini, kabilelerin ve mezheplerin kaotik cehennemine bıraktı.

Böylece, eskiden sınırlı bir eylem olarak görülen terör, gerek büyük nüfusların devlet otoritesinden uzak kalmalarıyla gerekse etkin devletlerin yozlaştırıcı tesirleriyle bozulan demokrasilerle bir anda “kendi başına hareket eden bir devlet” gibi görünmeğe başladı.

Suriye iç savaşında bunu yaşadık. Irak’ta ABD zorlamasıyla oluşturulan yapı da aynen böyle ve işin kötüsü aynı yapı bize kabul ettirilmeğe çalışılıyor.

Terör artık bir grup entelektüel manyağın ideolojik korku salma  eylemi olmaktan çıkmıştı. O artık başı bozuk her kabilenin, elindeki silahla yaşadığı sürü bölgesinde, kendince bir egemenlik kurmak  aracıydı.  Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yürütülen BOP’un haritası, artık modern ulsal devletlere ait değildi. Bu harita eline silahlı güç geçirmiş sayısız kabilenin ve mezhebin cirit attığı bir kaos haritasıydı.

Bu arada meydana gelen kontrolü güç büyük göç dalgaları aynı istikrarsızlığın eski sömürgecilerin ülkelerine sıçraması ihtimalini gündeme getiriyordu. Artık uluslar arası ilişkilerde ulusların mülkiyetinde çalışır gibi görünen terör örgütleri yoktu. Terör artık istisna olmaktan çıkıp bölge  ülkelerinin gayrı resmi rejimi haline gelmişti.

Bu durum artık hiçbir terör eyleminin uygar dünyadan o kadarda uzak olmadığını gösteriyordu. Nitekim “Cizre Bodrum’a o kadar da uzak değil!” diyerek Türk Ulusu'nu tehdit eden Kürtçü sözde  bir siyasetçi, bu gerçeği dile getiriyordu.

Ülkelerindeki durumdan kaçarak uygar dünyaya sığınan Müslüman göçmenler sığındıkları ülkede , kaçtıkları ülkelerinin rejimlerinin propagandasını yapmaya başlamışlardı.

Bu durumda etkin ülkelerin birbirleri aleyhine kullanabilecekleri düzensiz ve silinebilir küçük  ölçekli , finanse edilebilir terör dönemi kapanmıştı. Çünkü Pandora’nın kutusunu açtıklarında, terörün artık dünyanın bir kısmını fiilen yönetmesine de yol açmışlardı.
 O halde Onur Öymen’in silahsız savaş dediği diplomasi için  artık ne gibi bir argüman değişikliğine gidilmeliydi?

Bugün karşımızda birbirleriyle fiilen veya dolaylı olarak savaşan ulusal devletler yok. Bugün karşımızda ilân etmedikleri savaşları, tektipleştirmedikleri kıyafetlerle ve alabildiğine istismar ettikleri vatandaşlıklarıyla yürüten bölgesel terör baronlukları var.

Dolayısıyla artık  mesela bölgedeki özellikle silahlı illegal Kürt hareketleri, bir yandan normal savaş kuralları dahilinde kesin  ve sorgusuz bir şekilde yok edilmeleri gerekirken reddettikleri vatandaşlıkların hukuksal lükslerini kullanmaya hâlâ devam ederek kendilerine bir meşruiyet alanı yaratmak istiyorlar.

Eskiden yalnızca sahiplerinin kaplarına koyduğuyla yetinen “teröristler” artık kaçak yakıt, uyuşturucu, silah ve insan ticaretiyle kendi finans ağını oluşturmuş bulunuyor.

Almanya’da PKKlılar ve  onları sempatizanları artık ciddi şekilde izleniyor.

İngiltere’de Türk vatandaşı Kürt kökenli yerleşimcilerin sosyal hayatları mercek altına alınıyor.

O halde ne yapılması gerekiyor?

Yapılması gereken şeyler  şunlar olabilir:
1-      Ulusal devletler, etnik ve dinsel terörü, birbirlerine karşı kullanmaktan vazgeçmelidir.

2-      Ulusal devletler  kontrolsüz göç dalgalarının ülkelerinde yaratabileceği çarpık demografik problemleri engellemek için  göçmen alımı durdurulmalı ya da nitelikli ve bilinçli  göçmen adaylarının talepleri göz önüne alınarak ülkelere üretici iş gücünün girmesi dışında bir izin  verilmemeli.


3-      Ulusal devletler bölgelerindeki her türlü etnik ve dinsel terör konusunda işbirliği  yaparak iç hukuklarında bu tür örgütlerin gerek militanlarının gerekse sempatizanların artık hiçbir ulusal ülkede vatandaşlık hukukundan yararlanamayacağını kabul etmelidirler.

4-      Bu iş birliği çerçevesinde, resmi bir üniforması olmayan, uluslar arası tanınmaya sahip bir savaş ilanı belgeleyemeyen,  resmi  ve kayıtlı bir mühimmat kullanmayan bütün silahlı kişi ve örgütler bulundukları yerde derhal imha edilmelidir. Bu insanların herhangi bir   usul hukukundan yararlanmaları, sahip oldukları vatandaşlıkları zımnen reddetmeleri ile ortadan kalkmış durumdadır.


5-      Teröristlerin aile üyeleri, yakınları ile ilgili bilgiler, ulusal ülkelerin emniyet teşkilâtlarınca ortak bir veri tabanında toplanmalı ve bu insanların uluslararası dolaşımları sıkı şekilde denetlenmeli ve göçmenlik talepleri engellenmelidir.

6-      Bu sistemin en dar kapsamda çalıştırılması muhtemel insan hakları ihlallerinin önüne geçecektir. Bu yüzden
a-      Bölgede etnik bir Kürt devleti kurmak için dört ülkeden toprak talep eden her türlü silâhlı Kürtçü örgütün gerek silahlı gerek silahsız kanatlarının ve muhtemel siyasal destekçilerinin ülkelerinde vatandaşlıktan çıkarılmaları ve yakınlarına kalıcı temel  mülkiyet ve ifade hürriyeti kısıtlaması getirilmeli. Terör örgütlerine doğrudan destek ve onay verenlerin aile üyeleri kalıcı olarak devlet hizmetine girmekten men edilmesl.
b-      Bölgede faaliyet gösteren şeriatçı terör örgütlerinin hepsi ortak operasyonlarla ortadan kaldırılmalı ve bu örgütlerin üyelerinin yakınları da bulundukları ülkelerde sürekli denetim altında tutulmalıdır.
Not: Bu mutabakat öncelikli olarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yla sınırlı tutulmalıdır. Çünkü örneğin Doğu Türkistan’daki Çin varlığı gayrı meşru bir biçimde devam etmektedir. Dolayısıyla  gayrı meşru bir biçimde toprak işgal eden ülkelerin “terörizm” tanımlamalarının da mutabakata dahil edilmesi, mutabakatın gerçekçi ve uygulanabilir olmasını engelleyecektir.

Bu konularda sağlanabilecek bir mutabakat, dünyanın üretim lokomotifliğini yapan az sayıdaki ulusal devletin iç ve dış barışlarının sağlanmasına önemli oranda yardım edecektir. Böyle bir mutabakat, ulusal devletler arasında kalıcı barışı ve bu barışın sağladığı istikrarlı ticaret ortamının zenginleştirici etkisini de ortaya çıkaracaktır.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki etnik projeler artık ters tepmiş ve uygar dünyayı tehdit eder hale gelmiştir. Bu gerçek ışığında, ulusal devletlerin  birbirlerinin kültürüne ve egemenliğine saygı duyarak yeni bir uygarlık zemininde, birbirlerinin ulusal kültürlerinden  en yüksek düzeyde yararlanmalarına imkân  verecek işbirliklerine gitmeleri mümkün olabilecektir. Bütün bunları yapabilmek için gereken finansman da bölgedeki terör odakları uluslar arası bir işbirliğiyle yok edildiğinde zaten kendiliğinden tasarruf edilebilecektir.

Küresel terörizmin egemenliğine karşı dünyanın bütün uluslaşmış toplumları artık önyargısız  ve hesapsız bir şekilde birleşmelidir.





26 Ekim 2018 Cuma

Senin Sanalağdan Beklentin Nedir?


İnsanlar sanalağda nelere ulaşmak istiyor?

Uzun soluklu bir blogun yazarı olarak, bunu uzun zamandır merak ediyorum.

Çünkü görünen o ki gerçekten işe yarar bir şeylerle hemen hemen hiç kimse ilgilenmiyor. Gönül isterdi ki gerçekten yararlı ve ufuk açıcı şeyler yazarak bir ufuk açabilelim.

Türkiye’de blog pek ilgi çekmiyor. İlgi çeken bloglar da daha ziyade “sen ben bizim oğlan”  güdüsüyle hazırlanan siyasî telkin araçlarından ibaret.

Sanalağın yazılı bölümü aslında gazetelerin kaderini paylaşıyor gibi görünüyor. Sanalağın ilginç görünen tarafı daha ziyade  aptalca sırıtmalarla, küfürlerle ve gene aptalca esprilerle dolu oyun videoları. Bunu nereden mi biliyorum? Bunu kendi çocuklarımdan biliyorum. Üstelik benim bir youtube kanalım da var. Kanalım da aynı ilgi yoksunluğundan mustarip.
Sanalağda gerçekten neye ulaşmak istiyoruz?

Gerçekleri araştıran kahraman muhabirlere mi?

Kendi tarafımızı tutan propaganda sayfalarına mı?

Artık neredeyse ulaşılması imkânsız hale getirilmiş cinsel içeriklere mi?

Alışveriş önerilerine veya ürün testlerine mi?

Elimizin altında koca bir dünya var. Bugün bir hocamın önerisiyle açtığım youtube sayfalarında inanılmaz güzel ders anlatımlarına rastladım. Acaba bunlar yeterince izleniyor mu?

İlerleme bir merak işidir. Çünkü merak “ Daha iyisi nasıl olabilir?”  sorusunun ateşleyicisidir.

Sorun sanalağda gerçek ve yararlı meraklara yer bulup bulamayacağımız. Çünkü o merakı gidermek için çaba göstermeden  geçirdiğimiz her saniye toplam  insan sermayemizi eritip yok ediyor.



23 Ekim 2018 Salı

Derinağ Çok Mu Tehlikeli?

Şu "derinağ" (deepweb) konusu kafamı kurcalıyor.

Geçenlerde bir sosyal  Wickileaks'e bağlantı verilen bir haberden sonra derinağa girmeğe yarayan bir tarayıcı indirdim. Ben indirmesine indirdim de  küçük kızım hemen sildi.

Sanalağda  arama yaptığımda, ağın büyük bölümünün aslında gezindiğimiz sitelerin  diplerinde olduğunu söylüyorlar. Bir buzdağı benzetmesiyle falan karşılaşıyoruz.

Bunlara bir itirazım yok.

Merak ettiğim şu: Sanalağ,  servis sağlayıcılardan oluşmuyor mu?  Sanalağ servis sağlayıcıları, kocaman odalara  yüksek kapasiteli  bilgisayarları doldurarak ağ üzerinden  bunların birer santral gibi çalıştırmıyorlar mı?

Diyelim ki bir odayı bu şekilde doldurduk. Sistem çalışmağa başladı. Evimizdeki bilgisayara, aile denetimleri vs ekleyebilirken bu bilgisayarları,  (bahsedildiğine göre) kiralık katil ilanlarına, silah kaçakçılığına vs'ye karşı denetlemek çok mu zor?

Öyle bir hava yaratılıyor ki sanki sanalağ yapısı kendiliğinden oluşmuş ve denetlenemez bir organizma gibi  görünüyor. Yani sanki MIT'nin ya da STanford'un haylaz öğrencilerinin, odalarında ya da lab.larında  yarattıkları bir genetik ürününün, sevimli bir yavrudan devasa ve doymak bilmez bir canavara  dönüşmesi gibi... Kaldı ki ejderhalar bile belli bir asalete sahipler ama derinağın nerdeyse organik yapısı bilinçsizce saldırgan ve doyumsuz bir başka tür canavar gibi karşımıza çıkıyor. Sanki sanalğ yaratıcılarının denetiminden kurtularak adeta kanserli bir  biçimde büyüyor, yayılıyor.

Hayır, elbette sanalağa denetim getirip de canımızın istemediklerini engelleyelim, demiyorum. Ama derinağda yürütülen etkinliklerden bahsedildiğinde, insanın  kanı donuyor.

Ne zaman derinağdan bahsedilse kendimi, ayı saldırısına karşı hiç bir işe yaramayan minnacık bir çadırla koskoca bir ormanın ortasında kalmışım gibi hissediyorum.

Yani işin donanım kısmı daha en başından kurulurken, bu kadar denetim dışı nasıl işletilebiliyor. Normalde kanunsuz  faaliyetler "istisnaidir" ve bu yüzden bizi fazla endişelendirmezler. Kötülüğün, daha doğrusu denetlenemezliğin daha az olduğunu bilmek bize kendimizi güvende hissettirir.

Oysa derinağla ilgili kafamda,  tarafların, bitişik evlerin duvarlarını delerek alternatif ve kapalı sokaklar yaratarak birbirlerini keskin nişancılarla avladıkları, kanalizasyonların bombalarla doldurulduğu şehirsavaşları senaryoları canlanıyor. Öyle ki artık şehir, trafik ve nezaket kurallarıyla yaşanan bir  güven ortamı olmaktan çıkıyor.

 Sanalağaın karanlık derinlikleri, tünelleri görünen o ki üstünde yaşadığımız cici şehirlere göre  çok daha büyük ve  adamakıllı korkutucu görünüyor.

Böylesi bir derinlik hem korku hem merak uyandırıyor insanda.

21 Ekim 2018 Pazar

Why Do Dystopias Have to be a Marxist?

Distopias or black utopias are, dark / dark dreams di based on the end of the social order we know.



Their main pillars are the idea that our current social orders may not be the best  but are the best things we can develop.



Black utopias want to show us the difference between) spontaneously born social order  and ”built orders  (Hayek).



With a widespread understanding they see massiveness as a lethal enemy in the face of individuality.



The most well-known black utopias are George Orwell's en 1984 .



Destruction of individuality in the land utopias is a direct deletion of humanity. Either a widespread machine dominance or a mechanistic order in which mechanized people are condemned. Either way, we are faced with people who are prevented from applying for their own mind and conscience.



In dystopic societies, there is no religion in the sense that we know, but a restored ideology is the backbone of these societies.



In dystopic societies, everything that points to the individual is precisely blocked. No one can have untouchable property. No one can even express a dissatisfaction or a political criticism.



It must be the ideology, the collectivist, the masse, the immoralist, the authoritarian, and the authoritarian one who has created all these disadvantages: there is only one ideology that has all these qualities: Marxism.



Marxism is a religion in its essence, although Marxists claim that Marx aims at the independence of the individual from the needs. That religion thinks that the universe we know is a sin universe and says that in order to overcome this sin, everything must be destroyed and rebuilt with the gün doom , which is called “revolution ".



The idea of ​​the determination of consumption by a focus of authoritarian benefit, separate from production, division of labor and passion for personal benefit, constitutes the basis of Marxism, so that dystopic societies are just like that.



It was understood that the USSR experience was that the black utopias were not just a dream.



For some reason, nobody wants to see that the intrigues of which some black utopias rely on the and conceptions of liberal hell av are based again on the idea of ​​society that  interfered with the state . However, every order in which freedom and fundamental rights are restricted in favor of the state or society by interventions is in the neighborhood of socialism on the ideological scale.



The liberal democracy we know and live in is undoubtedly open to many abuses and misconceptions. But the point here is that we have the opportunity to return from all these mistakes and to correct the problems.



Yet in a mechanical society, where divine well-being forces all push us all to be good, what Marx called 'alienation' arises far more widely than he imagines.



A community of angels or Gods' goodness machine inevitably will leave us breathless and ultimately kill us. The only thing we will encounter when we try to realize Marx's dreams will inevitably be a black utopia.

PS: This assay was preapred by using Google translater from the original Turkish assay

Distopyalar ( Kara Ütopyalar) Neden Marksist Olmak Zorundadır?


 Distopyalar ya da kara ütopyalar, bildiğimiz  toplumsal düzenin bitmesine dayanan “kara/karanlık hayallerdir”.

Temel  dayanakları, mevcut  toplumsal düzenlerimizin “en iyisi” olmayabileceği ama geliştirebileceğimiz en iyi şeyler olduğu, düşüncesidir.

Kara ütopyalar, özlerinde “kendiliğinden doğmuş toplumsal düzenler” ile “inşa edilmiş düzenler “( Hayek) arasındaki farkı bize göstermek isterler.

Yaygın bir kavrayışla onlar kitleselliği, bireyselliğin karşısında öldürücü bir düşman olarak görür.

Kara ütopyaların en bilineni herhalde George Orwell’ın “1984”üdür.

Kara ütopyalarda bireyselliğin yok edilmesi, doğrudan doğruya insanlığın silinmesidir. Ya yaygın bir makine egemenliği ya da makineleştirilmiş insanların mahkûm edildiği bir otomatizm düzeni tasvir edilir. Her iki halde de kendi aklına ve vicdanına başvurması engellenmiş insanlarla karşı karşıyayızdır.

Distopik toplumlarda, belki bildiğimiz anlamda din yoktur ama dinleştirilmiş bir ideoloji , bu toplumların düzenlerinin omurgasıdır.

Distopik toplumlarda bireyi işaret eden her şey kesin şekilde engellenmiştir. Hiç kimse dokunulmaz bir mülkiyete sahip olamaz. Hiç kimse bırakınız siyasal bir eleştiri öne sürmeyi, memnuniyetsizliğini  bile ifade edemez.

Bütün bu olumsuzlukları  yaratan  ideoloji, kolektivist,  kitleci, immoralist ve otoriter olması gerekir ki bu niteliklerin hepsini haiz tek bir ideoloji vardır: Marksizm.

Marksistler Marx’ın, bireyin gereksinimlerden bağımsızlığını hedeflediğini iddia etseler de Marksizm, özünde bir dindir. O din, bildiğimiz evrenin bir günah evreni olduğunu düşünür ve bu günahın giderilmesi için “devrim” denen “kıyametle” her şeyin yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerektiğini söyler.

Tüketimin üretimden, işbölümünden ve kişisel fayda  tutkusundan ayrı bir şekilde otoriter bir fayda odağınca belirlenmesi fikri Marksizmin temelini teşkil eder ki distopik toplumlar, tam da böyledirler.

Kara ütopyaların aslında birer hayalden ibaret olmadıkları, SSCB tecrübesiyle anlaşıldı.

Bazı kara ütopyaların “liberal cehennem tasavvurlarının” dayandığı entrikaların, özünde yine “devletin müdahale ettiği” toplum  düşüncesine dayandığını nedense kimse görmek istemiyor. Oysa özgürlüğün, temel hakların, “müdahalelerle” devlet ya da toplum lehine kısıtlandığı her düzen, ideolojik skalada sosyalizmin komşuluğundadır.

Bildiğimiz ve yaşadığımız liberal demokrasi, şüphesiz pek çok istismara ve yanlışa açıktır. Fakat burada hiç dikkat edilmeyen nokta, bütün bu yanlışlardan dönmek, aksaklıkları düzeltmek imkânına da sahip olduğumuzdur.

Oysa Tanrısal iyilik odaklarının hepimizi iyi olmağa zorladığı mekanik bir toplumda tam da Marx’ın, “yabancılaşma”  dediği şey, onun tasavvur ettiğinden çok daha geniş bir çapta ortaya çıkar.

Meleklerin ya da Tanrı’ların iyilik makinesi bir toplum kaçınılmaz olarak bizi soluksuz bırakacak ve en nihayetinde öldürecektir.  Marx’ın hayallerini gerçekleştirmeğe kalktığımızda karşımıza çıkacak tek şey, kaçınılmaz olarak bir kara ütopya olacaktır.



20 Ekim 2018 Cumartesi

Ekonominin Akışkan Doğasına Bir Bakış





Ekonominin doğası var mıdır, varsa neye benzer?

Fizyokratların gününün geçtiğini, sosyal bilimlerin pozitif bilimlerden ayrı  olduğunu düşünenlerimiz için bu sorular saçma.

Şunu merak ediyorum: Miktarları büyük ölçüde doğal şartlarla belirlenen pek çok malın insan emeğiyle anlamlandırılması ve  değerlendirilmesi ile doğalarından kopmaları mümkün müdür? Hayır… Elbette değerin maddede içkin bir olgu olduğunu düşünmüyorum.

Buna karşılık acaba ekonomik etkinliklerin, insan eylemlerinin bir takım özelliklerini karşılayan doğal olgular ya da fenomenler bulmak mümkün değil midir? Buradaki temel sorun, bu olguların ya da fenomenlerin matematik izahının yapılabilmesine karşın insan eylemlerinin bu tür izahlara konu olamayacağı gerçeğini göz ardı etmemektir.

Eğer matematik ya da istatistik izahlara girişemeyeceksek; insan eylemi olarak ekonomiyi doğal fenomenlere benzetmek neye yarar?

Ekonominin “doğasıyla   “ ilgili gerçeğe en yakın benzetme  ekonomiye karşı tutumumuz konunda bizim için uyarıcı olabilir.

Dolayısıyla bu denemede ekonominin doğasına dair bir benzetmenin ne kadar tutarlı olabileceğini düşüneceğiz.

Emek de diğer bütün mallar gibi bir maldır, arz ve talebe taabidir.

Gündelik ekonomi konularının en sevileni sanırım enflasyondur. Enflasyonun, hayat pahalılığı ve işsizlikle ilişkisi üzerine sayısız konuşmalar yapılır, yazılar yazılır. Genellikle varılan nokta hayat pahalılığının maaşlarımızı nasıl eritiverdiği, maaşlarımızın enflasyonun hızına erişemediğidir.

Anlı şanlı pek çok iktisatçı da bu durumları düzeltmek için “yapılması gerekenleri” sıralar ve hemen sonra yapılması gerekenlerin yaratacağı komplikasyonlara dikkat çekerler. Meselâ enflasyon kaçınılmaz bir depresyona yol açar ama bu durum sıkı para politikasıyla düzeltilmeğe çalışılırken geçici bir daralma yaşanabilir vs…
Aslında devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini, bunu doğru bir biçimde yapması gerektiğini söyleyenler “Un fazla geldi, su, su fazla geldi, un…” diyen acemi aşçılara benziyor.

Devletin ekonomiye müdahalesi, aslında yaratmadığı ve hakkında da hiçbir şey bilmediği bir varlığa Tanrılık taslamaktır.

O halde meselâ fiyat artışları ve fakirleşmenin doğasına farklı bir açıdan bakalım ve buradaki benzer doğal fenomenle bir açıklamaya girişelim.

Devletin ekonomiyle ilgili anlayamayacağı şeylerin başında malların fiyatlarıyla ilgili değişikliklerin eş anlı olmadıklarıdır. Bunun ilk akla gelen sebebi örneğinhepimizin tahmin edebileceği gibi özellikle tarım ürünlerindeki arz zamanlamasıdır. Bazı mallar piyasaya girdiğinde bazı mallar piyasalarda bulunmaz olur.

Bir başka sebep de şudur: Teknolojik değişiklikler her malı aynı zamanda etkilemez.  Dolayısıyla bazı mallar daha hızlı değerlenirken bazıları daha hızlı değer kaybeder.
 Bu sebepler piyasanın “doğal” şartlarındandır. Müdahale olsun olmasın geçerlidirler.

Daha güncel ve zararlı sebep ise piyasa müdahaleleri veya düzenlemelerdir.

Sözgelimi  domates arzının arttığı bir  zamanda devletin domates arzına yükleyebileceği herhangi bir vergi artışı vs arzının bolluğuna rağmen domates üzerinde  bir fiyat baskısı ve talep düşüşü yaratabilir. Nitekim “taban fiyat” uygulamaları yüzünden hâlâ örneğin fındık üreticileri, tonlarca ürünlerini denize döküyor veya yakıyor.

O halde burada ekonominin bütünüyle zapt edilemeyeceği düşüncesi kafamızda yavaş yavaş şekillenir. Bu durum müdahaleciliğin temelini teşkil eden terminolojik kübizmi veya kristalizmi yanlışlar. Ekonomi komutla üreten ve alışveriş eden mantık robotlarınca yürütülmez. Aksine ekonomi, yanlış yapma potansiyeli taşıyan,  bütün akılcılığına rağmen irrasyonel de davranabilen,  eylemlerine dinin, ideolojinin, batıl inançların ve daha pek çok sosyo psikolojik etkenin etki ettiği bir insan eylemidir.

O halde ekonominin hükmedilebilir bir katı yapısı yoktur.
Ayrıca daha önce dediğimiz gibi ekonomik olaylar eş anlı olarak değişseler bile eş şiddetli değişmezler. Buna karşılık sisteme bir müdahale sistemin bütün noktalarına küçük zaman farklarıyla da olsa mutlaka iletilir.

Bütün bu özellikleri karşılayan bir fizyokratik benzetme yapacak olsak ekonominin sıvı/likit bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilirdik.

Değişikliklere belli bir ölçüde direnebilmekle birlikte onlardan mutlaka etkilenerek yönünü değiştiren bir akışa sahiptir. Genellikle konduğu kabın şeklini alır fakat büyüme eğiliminde olduğu için asla bir kapta uzun süre saklanamaz. Yani onunla ilgili örneğin sözüm ona rekabeti koruyucu sınırlandırmaların hiç biri onu uzun süre sınırlandıramaz.

Bütün sıvılarda olduğu gibi akışa belli bir direnç gösterir. Bu direnç malların  fiyatlarındaki değişim zamanı farkını açıklar..

Mesela pek çok malın fiyatı hızla artarken emeğin fiyatındaki artış daha yavaş olabilir.  Şu unutulmamalıdır ki ekonomi bir sıvı olduğu için bu değişiklikle olmaz. Bahsettiğimiz şey sadece bu değişikliklerin sıvıların davranışlarını andırdığıdır.

Az önce belirttiğimiz gibi sisteme yapılan herhangi bir müdahalenin sistemin diğer bölgelerine iletilmesi de ekonominin sıvı özelliğini düşündürür

Tekrar soralım: Bu ne işe yarar?

Bu, sıvıları  nasıl elimizle tutup şekillendiremiyorsak ekonomiyi de aynı şekilde özüne zarar vermeksizin değiştiremeyeceğimizi anlamamızı sağlar.

Ekonominin akışkan özelliği nereden gelir?  Bu iki şeyden kaynaklanır:
1-     İnsan asla durmayacaktır.
2-      İnsan asla tam olarak bilemeyecektir.

Ekonominin durmayan büyümesine ve akışkan/sıvı özelliğine aldırmaksızın yapılacak her müdahale sistemde engellenemeyen bir basınç birikimine veya patlağa sebep olacaktır ki kredi faizleriyle oynamanın bazı talepleri nasıl çarpıttığı, asılsız beklentiler veya korkular yarattığı her gün rastladığımız olaylardır.

Ekonomiyi akışkanlar mekaniği kanunlarıyla yönetemeyiz belki ama onun özelliklerini bozmamak için göstereceğimiz özen, biriken  sıvıların vereceği, sızıntı, patlak, sel felâketi zararlardan korunmamızı sağlayabilir.

Düşünmeğe değmez mi?


Bir öneri üzerine İngilizce bir alıntı vermek istiyorum. Çeviriyi Google çeviriye borçluyum. Bunu denemek istedim, çünkü düşünen ve düşüncelerden yararlanmak isteyen insanların bizim aramızda bulunmadıklarından eminim.

A Look at the Fluid Nature of the Economy


If so, what is the nature of the economy?




These questions are absurd for those who think the day of the Physiocrats are past, and social sciences are separate from positive sciences.



I wonder: Can many of the goods, whose quantities are determined by natural conditions, be separated and interpreted by human labor? No. Of course, I don't think this value is a natural phenomenon in matter.



On the contrary, is it not possible to find natural phenomena or phenomena that match the characteristics of economic activities and human actions? The main problem here is not to ignore the fact that although these events or phenomena can be explained to mathematics, human actions cannot be subject to such explanations.



If we do not have mathematical or statistical explanations; What is the use of human action as a natural phenomenon?



The closest approximation to the economy of the economy may be stimulating for our stance on the economy.



Therefore, in this essay, we will consider how an analogy of the nature of the economy can be consistent.



Labor, like all other goods, is a commodity, supply and demand.



I think that inflation is the most popular economic problem. There have been many interviews on the relationship between inflation and the cost of living and unemployment. In general, this is how the cost of living has eroded our salaries and our salaries cannot reach the pace of inflation.



Many glorious economists list what should be done immediately to correct these situations and draw attention to the immediate complications. For example, inflation leads to an inevitable depression, but this can be a temporary contraction when trying to correct it with a tight monetary policy.

As a matter of fact, the state should intervene in the economy, people who said that they should do it right, came more water, water came, cook who resembled the economy of flour.



The state's intervention in the economy is to manifest itself in a being that it does not actually create and knows nothing about.



So let's look at the nature of the price increases and the nature of poverty in a different way and let us explain the similar natural phenomenon here.



One of the things that the state cannot understand about the economy is that the changes in the prices of goods are not simultaneous. The first reason that comes to mind is, for example, the timing of the supply in agricultural products, as we can imagine. When some goods enter the market, some goods are not available in the market.



Another reason is that technological changes do not affect each product at the same time. Therefore, some products are rated faster, while others lose value faster.

These reasons are Bu as natural as the market conditions. Whether they intervened.



More recent and harmful market interventions or regulations.



In spite of the abundance of tomato supply, for example, an increase in the supply of tomatoes, a tax increase against taxes or the abundance of supply may cause price pressure and demand decline in tomatoes. As a matter of fact, due to the application of fuel base price, hazelnut producers are still pouring tons of products into the product or into the sea.



In this case, the idea that the economy cannot be fully constrained is gradually shaped in our minds. This misunderstood terminological cubism or crystallism that forms the basis of interventionism. The economy is not executed by logic robots that produce and produce command. On the contrary, the economy is a human action that, despite all its rationality, is capable of being irrational and whose actions are influenced by religion, ideology, superstition and many other socio-psychological factors.


Therefore, the economy has no dominant structure.
Also, as we said before, even if economic events change simultaneously, they do not change intensively. However, an intervention to the system is transmitted to all points of the system, albeit with small time differences.

If we were to make a physiocratic analogy that would meet all these characteristics, we could say that the economy has a liquid / liquid structure.

Although the changes can be resisted to a certain extent, they have a flow which changes their direction by being affected. It usually takes the shape of the container in which it is placed, but it can never be stored in a container for a long time as it tends to grow. That is to say, none of the so-called restrictive restrictions on him can limit him for long.

As with all liquids, it shows a certain resistance to flow. This resistance explains the difference in the time of change in the prices of goods.

For example, while the price of many goods is increasing rapidly, the price increase may be slower. It should be noted that the economy is not a liquid because it is not a change. What we are talking about is that these changes resemble the behavior of liquids.

As we have just mentioned, any intervention in the system to other parts of the system suggests the liquidity of the economy.

Let's ask again: What does that do?

This allows us to understand that we cannot change the economy without harming the substance in the same way if we cannot hold and shape the fluids by hand.

Where does the fluidity of the economy come from? This is caused by two things:
1- Man will never stop.
2- A person will never know exactly.

Regardless of the non-stop growth and fluid / liquid characteristics of the economy, every intervention will cause an uncontrollable pressure accumulation or burst, which is how we play with credit interest rates distort some demands and create false expectations or fears every day.

We cannot manage the economy by the laws of fluid mechanics, but the care we take to avoid disrupting its properties can help protect us from damages caused by accumulated fluids, leaks, eruptions, floods.

Isn't it worth thinking?

İktisatta Yeni Bir Fizyokratik Yaklaşım Denemesi




Ekonomide fizyokratların demode oldukları düşünülüyor. Ekonominin   temel bilimler  yaklaşımı ile açıklanamayacağına dair  güçlü bir kanaat var.

Fakat buna karşılık gene de nedense onu modellemekten bir türlü vazgeçemiyoruz. Belki de ekonomide yaşanan krizlerin  sebeplerinden biri de  ekonominin doğasını anlamak için yanlış “modelleme” türünü benimsemiş olmamızdır.

Modelleme bir tür kalıp bulma girişimidir. Bir insan eylemi olarak ekonomide belirli düzenlilikler olması doğaldır. Ama sorun bu modellemenin mantığında yatmaktadır. Ekonometrik modelleme iki açıdan yanlıştır.

Bunlardan birincisi ve en önemlisi modellemeye esas teşkil eden verilerin tarihselliğidir.  Mevcut ekonomik modelleme çalışmalarında  artık değeri kalmamış geçmiş fiyat verilerinden hareketle geleceği anlamağa çalışıyoruz. Oysa  bir saat önceki platin fiyatlarının şu anda neyi temsil etmesi gerektiğini hiç kimse söyleyemez. Çünkü fiyat oluştuğu anda zaten pek çok kaynağın ve sermaye malının, miktarları, tüketimleri çoktan değişmiş olmaktadır.

Mevcut modelleme mantığının ikinci hatası, insan eyleminin  matematik kesinlikte bir algoritmaya dayandığın düşünmesidir. Oysa insan eyleminde aşılamaz bir belirsizlik duvarı daima mevcuttur. Bu belirsizlik duvarı iki şeyle beslenir: Bireyin cehaleti ve birey hakkında gösterilen cehalet.

Bireyin cehaleti bireyin eylemlerindeki belirsizliği doğurur.

Bireyin hakkındaki cehalet de üreticilerin ve satıcıların, onun piyasa davranışları hakkındaki cehaletleridir.

Bu iki cehalet türüne rağmen fiyatlar oluşmaktadır. Fakat sorun şudur: Fiyatın doğası, fiyatlar oluştuktan sonra anlaşılamaz.  Zayıf bir benzetme de olsa belki otopsi işlemlerine bakabiliriz.

Bir otopsi bize organların yerlerini söyleyebilir.  Tıp öğrencileri organları bire bir görmek için cesetleri inceleyebilir. Ama sorun  bir cesedin içindeki organların “düzenlerinin”, yaşayan bir insanın içindeki organlardan çok farklı olduğudur.

Bu açıdan ekonometrik modelleme artık ölüp gitmiş fiyatlar üzerinden yaşayan ekonomiyi matematiksel kesinlikte aydınlatma girişimdir.

Modelleme girişimi ile fizyokrasiyi beraber anmak bir hata gibi görünebilir ama her ikisi de”insan dışı bir otomatizm” kabulüne dayanan açıklayıcılardır. Bu açıdan “yan yana” anılmışlardır.

Fizzyokrasi, ekonominin, doğanın diğer unsurlarıyla aynı “yaratılışta”  olduğunu düşünmektir. Böylece ekonomi aslında doğadaki diğer canlılar gibi belli bir kan dolaşımıyla, teneffüsle vs yaşayan bir tür organizmadır. Ekonominin “kendiliğindenliğini” keşfetmek açısından bu fikir ufuk açıcı olmuştur. Amma velâkin ekonominin özünde bir “insan eylemi” olduğunu görememesi yüzünden, piyasalarda meydana gelen krizleri, sapmaları açıklamakta ciddi şekilde zorlanmıştır.

O halde fizyokratlar kesinlikle yanılmıştır. Acaba gerçekten yanılmışlar mıdır? Ya da farklı bir fizyokrat bakış geliştirmek hiç mi mümkün değildir?

Ekonometri, matematik kesinlikte  bir anlayış sunmak istemektedir. Peki ama gene de fiziğe , fizikokimyaya vs dayanan bir mantıksal kavrayış geliştirmek ekonominin doğasını anlamak açısından yararlı olamaz mı?

 Sözgelimi Keynes’in” Çarpan etkisi” hurafesi hâlâ iktisatçılar arasında konuşulmaktadır. Oysa bu açıkça bir hurafedir. Çünkü tüketimi arttırmanın bir “ katsayı” etkisi olmadığı her gün enflasyon tecrübemizle görülmektedir. Keynes’in “çarpan etkisi” hurafesi bir tür yanlış fizyokrat yaklaşımdır.

Kaynakların tükendiği bir gerçektir. Buna karşılık insan kaynakları sürekli “daha verimli tüketmek” arayışındadır ve sadece bu arayış sayesinde yıllar önce tükeneceği sanılan petrol  rezervleri hâlâ işletilebilmektedir. Bu yinede kaynakların azaldığı gerçeğini değiştirmemektedir. O halde ekonomide, kaynakların azalmasından kaynaklanan bir “düşürücü” etki söz konusudur.

Şüphesiz azalan kaynakların fiyatı buna zıt olarak yükselmektedir. Ve fakat… Ekonomide sadece kaynaklar azalmamaktadır. Kaynaklar azalırken kaynakların yeni kullanım alanları, onlarla ilgili eski kullanım yöntemlerini ve talep şekillerini de yok olma eğilimine sokmaktadr. Bu durum  bir takım  sermaye mallarının ve tüketim mallarının  artık üretilmemesi sonucunu doğurmaktadır.

Yine de ekonomi durmamaktadır. O halde bu durumu yine de “doğal” süreçlere benzeterek belli bir mantık oluşturmak düşünülemez mi? Bu durum açıkça enerjinin doğasına benzemektedir.  Belki “malların doğasına” fizyokratça bir bakış bir takım şeyleri daha iyi anlamamızı sağlayabilir.

Evrende enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez de. Enerji ancak başka enerjilere dönüşür. Oysa malların tükendiğinden bahsetmiyor muyuz? Belki geri dönüşüm teknolojileri bu kadar gelişmeseydi bundan bahsedebilirdik. Oysa İsveç gibi geri dönüşüm sanayi için çöp ithal eden bir ülke varken “kaynakların tükenmesinden” bahsetmek eskisi kadar kolay görünmüyor. Ya da… Günden güne gelişen  enerji üreteçleri teknolojisiyle petrole bağımlı  yakıt tüketimindeki azalma umut veriyor.

Peki ama burada bir “artış” söz konusu değil mi? Bir yandan  kaynakların azalmasından, diğer yandan tüketim mallarındaki artıştan veya enerji üretimindeki verimlilikten bahsediyoruz.

Burada bir çelişki var gibi görünüyor.  Bunun sebebi, insanın varoluşunun doğanın işleyişine zıt olmasından kaynaklanmaktadır. Doğanın işleyişinde “kendiliğinden yürüyen bir otomatizm” varken insan tercihlerle yaşamak zorundadır. Bu da ona doğada olmayan bir akıl ve irade kullanma zorunluluğu getirmektedir. Bu durumda doğada enerjinin en düşük seviyeye doğru yönelmek eğilimine karşı insan, sürekli olarak enerjiyi korumak veya arttırmak zorundadır.

Ekonomi, “doğanın düşürücü” etkisine karşı insanın akılcı direnme çabasından başka bir şey değildir.

Bu açıdan ekonominin nesneleri olan malların her biri kendiliklerinden “doğanın etkisine” tabiyken “mülkiyet etkisi”, onların fiyatlar vasıtasıyla anlam ve değer kazanmasını sağlar.

“Mülkiyet etkisi” doğal etkilere karşı insan aklının ve iradesinin ortaya çıktığı ilk noktadır. Locke mülkiyeti, “doğa üzerindeki değiştirici ilk etkiye ya da çabaya” bağlarken onun doğa dışı ve yalnız insana özgü bir  değer olduğunu ortaya koyuyordu.

Ekonomi, doğanın etkileriyle insan etkinlikleri arasındaki  ince çizgide yürürken geliştirdiğimiz en temel anlayıştı. Ailesine yetecek kadarını avlamak ve toplamak için uğraşan insan aslında ekonominin temellerini atıyordu.

O ancak tarım toplumuna geçerken “arttırılabilir şeylerin” farkına vardı. Burada onun anladığı daha temel şey: “ İnsan müdahalesi olmaksızın hiçbir nesnenin doğada sayısının/miktarının artmayacağı” idi. Böylece bir başak buğdayın içindeki her bir buğday tanesinin başka bir başağın temeli olduğunu gördü. Bu ona, “yaratabileceği” veya “arttırabileceği”  mesajını verdi. Böylece artık gündelik yaşayan basit bir avcıdan, “yatırım yapan” bir girişimciye dönüştü.

Piyasa bir doğa otomatizmiyle işlemez ama doğanın unsurlarının içerdiği zorunlulukları keşfederek ilerler ve bunları insan yararına “arttırmak” için uğraşır. İşte Keynes’in “çarpan etkisi” derken  gözüne çarpan ancak çarpık gördüğü gerçek, budur.

Bu açıdan ekonomide  doğanın düzenlilikleri ve insan yönelimleri arasındaki ilişkiyi kavrayacak  yeni, matematikten bağımsız, sözel ve esnek bir anlatıma sahip  bir tür fizyokrat bakış geliştirmek, mevcut “ ölü matematik modelleme” yaklaşımından daha  açıklayıcı olabilir.

Yaklaşık bir İngilizce çeviri koymak önerisinden dolayı  teyze oğluma teşekkürler: Çeviride google'dan yardım aldım. Bir İngilizce dahisi falan değilim.Ama  düşüncelerimi gerçekten düşünenlere bir şekilde ulaştırabilirsem ne mutlu bana.

(I have  used google translater.  I aplogise for all my mistake... But i could not find a way to give my ideas to the critics of English  readers at least almost a correct translation...)

PS: (I have  used google translater.  I aplogise for all my mistake... But i could not find a way to give my ideas to the critics of English  readers at least almost a correct translation...)



A New Experimental Approach to Economics

Physiocrats are thought to be outmoded in the economy. There is a strong conviction that the economy cannot be explained by the basic science approach.

But for some reason, we still can't stop modeling it. Perhaps one of the reasons for the crises in the economy is that we have adopted the wrong model of inin modeling ı to understand the nature of the economy.

Modeling is a kind of pattern discovery attempt. It is natural to have certain regularities in the economy as a human action. But the problem lies in the logic of this modeling. Econometric modeling is incorrect in two respects.

The first and most important is the historicality of the data which is the basis of modeling. In the current economic modeling studies, we try to understand the future based on past price data that is no longer in value. However, no one can say what an hour ago the platinum prices should represent now. Because at the moment when the price occurred, many resources and capital goods, quantities, consumption have already changed.

The second error of the current modeling logic is that human action is based on a mathematical precision algorithm. However, an insuperable wall of uncertainty is always present in human action. This ambiguity wall is fed by two things: ignorance of the individual and ignorance about the individual.

The ignorance of the individual gives rise to uncertainty in the actions of the individual.

Ignorance about the individual is the ignorance of the producers and sellers about his behavior.

Despite these two types of ignorance, prices are formed. But the problem is: The nature of the price cannot be understood after the prices have occurred. We may look at autopsies, even if it is a weak analogy.

An autopsy can tell us where the organs are. Medical students can examine the bodies to see the organs one-to-one. But the problem is that the insan layouts an of the organs in a body are very different from the organs in a living person.

From this point of view, econometric modeling is an attempt to illuminate the economy that lives on dead-end prices with mathematical certainty.

It may seem like a mistake to remember the physiocracy together with the modeling attempt, but both are descriptors based on the acceptance of Model non-human automatism Model. In this respect, they are called ”side by side Bu.

Physiocracy is to think that the economy is in the same diğer creation as other elements of nature. Thus, the economy is actually a living organism, such as other living things in nature, living with a certain circulation, breathing, etc. In terms of discovering the  spontaneity Ekonom of the economy, this idea has been hinting. Because of the inability of the economy to see that there is a, human action makta in the core of the economy, it has been seriously challenged to explain the crises and deviations in the markets.

Physiocrats were then absolutely wrong. I wonder if they were really wrong. Or is it not possible to develop a different physiocratic view?

Econometrics wants to provide an understanding of mathematics certainty. But isn't it still useful to understand the nature of the economy to develop a logical understanding based on physics, physicochemistry, etc.?

Keynes's Multiplier effect ”, for instance, is still spoken of among the economists. But this is clearly a superstition. Because the increase in consumption has no coefficient her effect, it is seen with our inflation experience every day. Keynes's multiplier effect ”superstition is a kind of wrong physiocratic approach.

The sources are exhausted. On the other hand, human resources seek to en consume more efficiently ile and the oil reserves that are thought to be exhausted years ago can still be operated. This does not change the fact that resources are decreasing. Therefore, the economy has a ından lowering lar effect due to the reduction of resources.

Undoubtedly, the price of the decreasing resources is increasing. But only the resources in the economy do not decrease. While the resources are decreasing, the new areas of use of resources tend to disappear from the old methods of use and the forms of demand related to them. This situation results in the fact that some capital goods and consumer goods are no longer produced.

Nevertheless, the economy does not stop. So it is unthinkable to create a certain logic by likening this situation to natural ek processes? This situation is clearly similar to the nature of the energy. Perhaps a physiocratic view of. The nature of goods ar can help us understand things better.

In the universe, energy cannot be destroyed or destroyed. Energy only turns into other energies. But we're not talking about the depletion of goods? Maybe we could talk about it if the recycling technologies weren't so advanced. However, it is not as easy as talking about en exhaustion of resources mes when there is a country importing rubbish for the recycling industry like Sweden. Or den With the use of day-to-day energy generators technology, oil-dependent fuel consumption drops.

But isn't there an ”increase here? On the one hand we are talking about the reduction of resources, on the other hand the increase in consumption goods or the efficiency in energy production.

There seems to be a contradiction here. The reason for this is that human existence is contrary to the mechanism of nature. In the functioning of nature, there is an ”autonomous self-walker in nature and people have to live with preferences. This brings to it the obligation to use a mind and will that are not in nature. In this case, in order to keep the energy going towards the lowest level in nature, the human must constantly maintain or increase the energy.

The economy is nothing more than the rational resistance of man against the bir lowering of nature effect.

In this respect, each of the goods which are the objects of economics is subject to the “impact of nature fiyat, while is property effect“ enables them to gain meaning and value through prices.

Ir Property influence isi is the first point where human mind and will come into being against natural effects. Locke's property, while "binding modifier on the first effect or effort on nature," was a value that is unique to his natural and lonely person.

The economy was the basic concept we developed when we walked the thin line between the effects of nature and human activities. The man, who tried to hunt and collect enough for his family, was actually laying the foundations of the economy.

He realized the ler things that can be increased ”when he entered the agricultural society. The more basic thing that he understood here was: The number / amount of no objects in nature will not increase without human intervention . So he saw that each grain of wheat in a spike of wheat was the basis of another heap. This gave him the message that he could ın create “or“ increase  it. Thus, he became a “investing bir entrepreneur from a simple hunter who was living in a daily life.

The market does not operate with a nature automatism, but it proceeds by exploring the necessities of the elements of nature and tries to increase them for the benefit of the people. Here is the reality that Keynes sees as striking but distorted when saying dü multiplier effect .

In this respect, developing a kind of physiotherapist view with a new, mathematical, verbal and flexible narrative that will understand the relationship between the order of nature and the human orientations in the economy may be more explanatory than the current dead mathematical modeling approach.