22 Mart 2012 Perşembe

Hamamönü'nde Bir Gün

Fikir Kazanı’na fikir yazasım gelmiyor.
Bugün Hamamönü’ndeydik. Ne çok değişmiş oraları… Orada doğmuş, büyümüş bir fotoğraf sanatçısıyla tanışmıştım,   tanıştıktan bir hafta sonra ölmüş. Tuhaf oldu içim.
“Sanat Sokağı” diye bir yer yapmışlar, ne güzel atölyeler var… Biraz içim burkularak ve imrenerek baktım onlara…

Beklediğimiz arkadaşımız gelmedi. Belki de iyi oldu, Kara Fuat’la bol bol muhabbet ettik. Hava güneşli ve sıcaktı, artık adam akıllı bahar geldi. Hamaönü’ndeki dernek binası enfesti. Üç katlı bir eski konak ki tam edebiyat için biçilmiş kaftan. Demek insanlar kendilerine uygun ev yapıyorlarmış o zaman. Evin zaten kendisi başlı başına bir masal… Eline bir kalem alıp da yazmamak mümkün mü orada?

Yarın tekrara gideceğiz, kısmetse…

Basit yazmak lâzım. Süsten püsten uzak durmak…

Sonra DTCF’ye geçtik. Hoşsohbet bir hoca ile tanıştım,  hoşça sohbet ettik. DTCF hep böyle kalabalık mıydı,  bilmiyorum… Bahçesinde hiç bu kadar çok öğrenci görmemiştim. Öğrenciliğin de  sıfatı, kalıbı değişti mi ne? İşin güzel tarafı pencere doğramaları hâlâ  yerli yerinde… Ya tutup da plâstik çılgınlığıyla veriverselerdi, o canım estetiği, toptancı doğramacıların ellerine?

Bugün iyi geçti, darısı yarına…

20 Mart 2012 Salı

Kızılay'a Gitmek

Bugün geççe çıktım evden. Kızılay’a kadar gitmek yoktu aslında aklımda… Ne zamandır gitmediydim, dayanamadım.

Kara Fuat’ı buldum…  Kısmet olunca bazı şeyler nerede olsa bulunuyor. Gittik bir matbaaya , istediği işler daha yapılmamış.

Hava sıcaktı, gene. Yola çıkarken  yanıma hangi kitabı alacağımı bilemedim. Kızılay nefisti.  Hava gibi sıcak bir kalabalık her yerden akıyordu. Aslında bu şehrin o eski çocuk büyüsü kalmamıştı belki ama gene de hoştu… hayat artık daha sıradan akıyordu Ankara’da sanki Mülkiyeliler’i yıkacaklarmış galiba, üzüldüm.

Sokakta Kafkas müziği yapan bir grup vardı, Karanfil’de… Kutularına bir lira da ben attım, atarken de azıcık utandım.

Güneş çok güzle batıyordu.

Velhasıl-ı kelâm Kızılay’a gitmek iyi oldu…

19 Mart 2012 Pazartesi

Hava Birden Isındı

Yazmak gerçekten insanı iyileştirir mi, bilmiyorum. Bugün hava cidden sıcaktı.
Parkta oturup kitap okudum. Şükredilmesi gereken binlerce şey var eminim…

Hava güzeldi. Sonra oğlumu  bloğun önündeki parka götürdüm, salıncakta salladım.
Belki yazmak en basit şeylerle başlıyor. Belki mi? Aslında kesinlikle! Acaba hayatı hiç olmadığı bir şekilde kafamızda kuruyor ve sonra da neden  öyle olmadığı  için üzülüyor muyuz? Muhtemelen öyle…

Bugün uzun uzun Vashti Bunyan’dan “Train Song’ı” dinledim. Baktım ki onun ritmine uyuyorum yürürken ve baktım ki daha az yoruluyorum… Aklıma solgun  gün ışığıyla Londra geldi. Gencecik bir kızın trenle sevgilisini bulmaya gidişi geldi. Her şeyi yerli yerinde bir şehirde kadife sesiyle şarkı söylemesi geldi.

Baktım ki aklımda Londra beliriyor. Acaba şarkıları bir tür hayal üretici mi, diye merak ettim.
Hava gerçekten sıcaktı. Montumu çıkarıp oturdum, hiç okumadığım kadar ciddi kitabımı okudum.

14 Mart 2012 Çarşamba

Ümidi Çağırmak

Ne zamandır ara vermiştim, bloga.

Bugün gittim, bir duvar bataryası aldım mutfak için… Üç aşağı beş yukarı hemen bütün yapı marketlerde fiyatı aynı, anladığım kadarıyla… Aldım da kendimi pek bir lüzumsuz hissettim. Elimde pek bir eğreti durdu sanki batarya…

Hava yağışlı ve soğuktu. Sigara içen bir adam, kapının hemen dibinde yolun ortasında duruyordu. Sanırım yana çekilse kendini pek emniyette hissetmeyecekti. Öyle ya biz dip dibe piknik yapmazsa rahat edemeyen bir milletiz. Bir abim de elinde araba anahtarını tespih gibi tutarak markete giriyordu.

Bütün bunlardan ne gibi bir fikir devşirmek gerekirdi, bilemedim, hâlâ da bilemiyorum.

Bu işin kârı ne oldu? Metroda gidip gelirken okuduğum Yılmaz ÖZDİL oldu… İyi de oldu. Sonra da…

Endişelere ve korkulara kapılıp gitmemek fikriyle ilgili bir uyanmak oldu. Sebebi bilinmedik kaygılara teslim olmakta beis görmüyorum amma…

Nedense sebebi en açık belli ümitleri görmezden geliyorum ha?

Ümdin aklını çağırıyorum. Ümidi seçiyorum.
Ümidin aklını çağırıyorum. Ümidi seçiyorum.
Ümidin aklını çağırıyorum. Ümidi seçiyorum.
Ümidin aklını çağırıyorum. Ümidi seçiyorum.
Ümidin aklını çağırıyorum. Ümidi seçiyorum.

9 Mart 2012 Cuma

Türk Milliyetçiliğinin Kanındaki Zehir: Dincilik

Milliyetçi hassasiyetlerin harman olduğu bir sitede sorulması belki pek sakıncalıdır ama insan düşünmeden edemiyor: Bizi birbirimize din mi bağlıyor?

Durmadan tekrarlanan “Türk ve İslâm âlemi” tabiri ne kadar gerçekçi ve geçerli?

Bunu sormamın elbette bir veya birkaç sebebi var.

Öncelikle Türk “âleminin” tamamı Müslüman değil ve bu bizim için bir sorun teşkil etmiyor. Kimse Televut’ları, Hakas’ları, Çuvaş’ları,  Gagavuz’ları sevmem için Müslüman olmaları gerektiğini söylemesin.

Sonra… “İslâm âlemi” denen şey bizim dışımızda kimsenin umursamadığı, bir hayalî asr-ı saadet  çekirdek ümmetinden başka bir şey değil aslında.  Böyle bir “yeknesak” âlem falan yok. Hiçbir Müslüman Arap  ülkesi,    Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kıbrıs’ta ( gene de merhum Kaddafi’nin hakkını teslim ederek) Anadolu’da Türk kardeşlerinin başına ne geldiğiyle ilgilenmemiştir, ilgilenmez de… Ayrıca Filistin’in yeni nesilleri dashil olmak üzere Arap dünya’sı, Türk düşmanlığında, Rum’larla,  disapora Ermeni’leri ile aynı tarihi mirası paylaşmaktadır. Lübnan parlamentosu  sözde soykırımı kabul ederken kimi suçladığını hiç önemsememiştir.

Filistin’de kan gövdeyi götürüyor, Suud’lardan önce bizimkiler savaş naraları atıyor. Suriye’de dıştan  yanmalı bir tahrik  motoru çalıştırılıyor, Arap dünyası bile ak koyun kara koyun belli olsun diye beklerken bizimkiler savaş çıksın diye yangına körükle gidiyor. Kimse kusura bakmasın, bu konularda milliyetçi camia maalesef Polat ALEMDAR fantezilerinden öte ciddi, akılcı, medenî  ve millî bir söylem geliştirememiştir.

Öncelikle din(İslâm) bizim milletleşme  sürecimizin/maceramızın belli bir yerinden sonra toplumsal kurumlarımızın arasına girmiştir. Kaldı ki biz İslam’ı kabul etmeden önce bile İslâm’ın emrettiği iyilikleri emredip kötülüklerden sakındıran bir  töreye sahiptik. Dolayısıyla bizim Müslüman oluşumuzla Arap’ların Müslüman oluşları çok farklıdır. Arap’lar sahip olmadıkları bir ahlâkla karşılaşmışlarken biz ezelden beslediğimiz kurumlara destek bulmuşuzdur.

Arap’lar Müslümanlığı Muaviye ve ahfadı ile cahiliye devri Arap gelenekçiliğinin esaretine sokmuşlardır.  Peygamber efendimize rüşvet vererek  onun dininin, sadece  bir seremoni halinde kalmasını sağlayarak kendi otorite ilişkilerinin hiçbir şekilde bozulmamasını isteyenlerin çocukları, daha babaları bile ölmeden peygamber neslini katlederek istediklerini gerçekleştirmişlerdir. Bugün “İslâm âlemi” diye anılan  insan topluluğu,  büyük ölçüde, cahiliye dönemi kınanmış Arap  örfünü aynen yaşayıp hâlâ Müslüman olduğunu söyleyen, Muaviye torunlarından ibarettir. Kimse kusura bakmasın bu illet Müslüman’larin kahir ekseriyetini pençesine  almıştır.

Din  hakkında konuşanların ilk yaptıkları şey insanların dindarlıklarını sorgulamak olmaktadır. “Namaz kılmıyoruz Müslümanız diyoruz!” diyen ukalâ bu memlekette pek boldur. Müslüman’ların dinlerinin yalnız ve ancak kendi kabulleri ile olduğunu ve mesuliyetlerinin de yalnız ve ancak Allah’a karşı olduğunu ne yazık ki Türk insanı da anlayamamaktadır. Bu noktada, Türk milliyetçilerinin yaptığı, cahiliye dönemi Arapçılığını, Müslümanlık kisvesiyle sürdürenlerin çarpık otorite ilişkilerine taabi olmaktır.

Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti” derken aslında Türk’ün Müslümanlık’tan önce ahlâksız ve faziletsiz bir hayat yaşadığını ima ettiklerini bilmeyen Türk milliyetçileri, bugün  siyasî tabanlarındaki AKP eğilimli  erozyona  cahilce şaşmaktadırlar. Türk Milleti’nin özünde, iftihar edilecek bir örf/töre  olduğunu anlamaktan uzak bir popülist siyasetçi kitle, bu gün Türk  milliyetçiliğinin ilkesiz ve bilgisiz savrulmasının en büyük sebebidir.  Âleme nizam vermeye kalkan, herkesten daha  Müslüman bu milliyetçi kitlenin, aslında bütün derdi, kadrolaşma, ikbal ve servettir.

Türk milliyetçileri, İslâm’ın diğer hiçbir dinde olmayan ciddi ferdiyetçi ve hürriyetçi özünü idrak etmek yerine, Arap’ların şekilci yaşayışını Müslümanlık diye belleyerek siyasal dinciliğin zehrini milliyetçiliğe sokmuşlardır. İş sonunda Bozkurt’u reddeden, Türk’ten bahsetmeyen, adı var kendi yok  milliyetçilik garibesi siyasi oluşumlara varmıştır. Bu noktada 1990-91 dönemindeki siyasal dinci Dergâh dergisi ve onun filizi BBP gibi oluşumların cemaat/tarikat ve siyasal dincilikçe nasıl sömürüldüğü başlı başına bir inceleme konusudur ama maalesef Türk milliyetçilerinde, bu nevi kopuşlardan ders alacak bilinç yoktur. Bugün MHP kurultaylarında , binalarında da Bozkurt’u göremememiz acaba kaç kişiye tuhaf gelmektedir? Bozkurt, çocukça bir el işareti değil, millî bir semboldür.

Türk milliyetçiliğinin oy devşirmek uğruna tarikatlere kapılanması, öncelikle içindeki entelektüel faaliyetin, dincilik taassubuyla susturulmasına  yol açmıştır. Aydınlar Ocağı kurucularının, kuruluştan sonra  bir sene gibi kısa bir zamanda dincilerce saf dışı edilmiş olması  akılını kullanan vicdan sahipleri için ibret vericidir. Bugün meselâ Türk Ocakları’nı elinde bulunduran klik de siyasî popülizmin cazibesine kapılmış ve siyasal dinciliğin düşünce kalıplarını kullanan, şekilci ve otoriter, kitleci bir zümredir.

Dinden bahsederek insanları dindarlık yarışına sokmaya çalışmak belki siyasal dinciler için zaruri bir avadanlıktır ama aynı şeyi milliyetçilerin kullanması açıkça gaflettir. Türk milliyetçileri için Türk Milleti’nin zaten aydınlık örfüne göre yaşadığı kendi Müslümanlığını türbanla, çarşafla  sakalla vs Arap şekilciğiyle savunmak cehaletten başka bir şey değildir.

Müslümanları birbirine bağlayan şey aynı  şekilde giyinmeleri, yiyip içmeleri vs  değildir. Dünyanın her yerinde kendi örflerine göre yaşayan Müslüman toplumlar, topluluklar var iken meselâ MHP içinde,  bid’at olduğu açıkça anlaşılmış olan türbana sahip çıkılması akıl almaz bir tutumdur.

Bu sebepten Türk milliyetçileri, içlerindeki Arapçı şekilcilikten derhal uzaklaşmalıdır.  Siyaset içinde din değerlerini kullanmaktan vazgeçmelidir. Dinin bütün toplumlar için standart bir şeklinin olmadığını idrak ederek artık Türk Milleti’nin yaşayan İslâm’ının farkına vararak medeniyetçi bir tutum sergilemelidir.

Herkesin Müslümanlığı kendinedir, bu bilinmelidir. Herkes yalnız ve ancak Allah için bu dine girer ve onu kendi aklının erdiğince yaşar. Müslüman’a  zorla Müslümanlık ettirmek dincilerin ayıbıdır. Türk Milliyetçileri, bir zamanlar, akşam vakti içki içtiği için merhum  Arif Nihat’ı kınamak gibi kepazeliklerden vazgeçmeli, din  hakkında konuşmadan evvel, din hakkında öğrenmeyi, din kardeşlerine , hayranı oldukları Arapçı dincilerin aksine ,hüsn-ü zanla muameleyi, alışkanlık haline getirmelidir.

Türk Milliyetçileri cahiliye Arapları’nı medenileştirmeye çalışan dini,  cahiliye Arapları gibi kabullenmekten artık vazgeçmeli ve özlerindeki medeniyet burhanından faydalanarak özgürleştirici ve âdil bir din yorumu hakkında kafa yormaya başlamalıdırlar. Siyasal dincilerin din kabulünü benimsedikten sonra milliyetçilerin siyasette kendilerine bir yer beklemeleri boşunadır.  Mesele dini siyaset canbazlarının istismarından kurtarmaktır, insanları birbirlerine dindarlıkta yarıştırmaya kalkmak değil…

Umalım ki milliyetçiliğin siyaset esnafı, fikirlerine dincilik zehri katıştırmaktan vazgeçsin, titreyip kendine dönsün.




1 Mart 2012 Perşembe

Kartalkaya'yı Ateşleyenler

Hayalin bir dağın tepesine karlarla kaplı olsa da ateşle iz bırakmak kadar zor bir şey olsa bile peşini bırakma. Önce hayal eder, sonra o hayale inanırsın; nasıl yapabileceğini tasarlar ve denersin, yılmadan. Yeterince denersen, neden olmasın?

Onlar tam da bunu yaptı. Karlarla kaplı Kartalkaya’nın zirvesine ateşle iz bırakabileceklerine inandılar. Burn, sadece ihtiyaç duydukları cesaret ve enerji desteğini sağlayarak bir hayali ateşledi. Onlar da tutkularının peşinde yola çıktılar. Boardlarını hazırladılar, pompalarla modifiye ettiler, rampalarını kurdular ve kaydılar. Olmadı, baştan aldılar, onları amaçlarına ulaştıracak şartları gerçekleştirmeyi başarana kadar, tekrar tekrar.

Ve 3. gün de bitip gece yarısı olduğunda Kartalkaya’da istedikleri ateşi yakmayı başardılar. Çektikleri videoyla da ‘İçindeki kıvılcım nasıl kocaman bir ateşe dönüşür’ü hepimize gösterdiler. Tutku ve cesaretle yanmayacak ateş yoktu, inandık. Burn, gençleri tutkularından başka bir şeye kulak asmadan, istediklerini alana kadar denemeye, vazgeçmeden denemeye çağırıyor. Tutkuları cesaretle besleyen kocaman bir ateş yakmak için Burn gençleri ateşlemeye devam edecek.

İçindeki kıvılcımı farket ve büyüt. Burn ateşler.

http://www.facebook.com/BurnTurkiye





Bir bumads advertorial içeriğidir.