29 Kasım 2008 Cumartesi

BAĞIMSIZLIĞIN KAYBI VE GÜÇ KULLANICININ KİMLİĞİ ARASINDAKİ İLİŞKİ


Yabancılaşma, ferdin, sosyalleşmesini sağlayan değerleri kaybetmesi halidir. Efsanevi Kırgız yazarı Merhum Cengiz Aytmatov’un “Gün uzar Yüzyıl Olur” adlı romanında “mankurtlaşma” olarak anlattığı değişim tam olarak budur.
Kişi, kendini topluma bağlayan bütün unsurları kaybeder.
O artık başka bir dünya algılayışına, başka bir değerler kümesine bağımlıdır ama bunlara sahip değildir. Bunlar ona “dayatılmıştır”. Buna bilinçli ir tercihle de ulaşılabilir. Nitekim toplum mühendisliğine dayalı ideolojik beraberliklerin hepsi mevcut değerler kümesini büyük ölçüde terk ederek yeni bir değerler kümesi yaratmayı hedefler.
Sahip olunan değerler kümesi ve toplumsal cevaplar ( kültür) mevcut duruma uyumu sağlamakta yetersiz kaldığında, eğitim veya endoktrinasyonla yeni duruma uyum sağlanması “hızlandırılabilir” ki Türk modernleşmesi projesi, 18. YY’dan beri bunu hedeflemektedir.
Yabancılaşma, ferdi, beraber yaşadığı insanlardan kopardığında, onun dünyayı anlama aracı ve kendini dünyaya sunma aracı olan dilini kaybetmesini doğurur. Bu ferdi korkunç bir yalnızlığa iter. Çünkü hatıralarını meydana getiren ilişkilerin tamamı artık ifade/ bilinç alanının dışında kalmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’sinde nesiller arasındaki kopukluğun en yakıcı halinin dilde yaşanması bu açıdan düşündürücüdür.
İşte bu yüzden toplumların genel eğilimi ( fertlerinin çoğunda kendiliğinden hakim olan eğilim), değerler kümesi ve toplumsal cevapları kesin farklarla ayrılan toplumlardan ayrı, ve kendi gücüyle var olabilmektir. Yani bağımsız olabilmektir.
Elbette, dünyada milletlerin barış içinde tek bir bayrak altında yaşaması her şeyi daha da kolaylaştırırdı, bunun çok uzak bir ideal olarak muhafaza edilmesi, uluslar arası ilişkilerde barışçı tutumun esas alınması için gereklidir.
Toplumlaşmada , ferdin, diğer herkesin kurallara uyduğuna dair hissettiği güven, ancak,kurallara uymamanın herkes için geçerli cezalarla cezalandırılacağı teminatı var ise ayakta tutulabilir.
Cezanın infazında yetkilendirilmiş bir zor kullanıcı olmalıdır kİ devletin bütün var olma sebebi de budur.
Bu asgari şartın ötesine geçen güç kullanımı tamamen keyfîdir, hukuktan ayrılır. Devletleri, gangsterlerden ayıran da kurallara uyacaklarına dair kendilerine yüklenen mesuliyet ve mükellefiyettir.
Toplum, kabul edilmiş, kendiliğinden gelişmiş âdil davranış kurallarına uymayan mensuplarını kınar, cezalandırır ve onları geçici olarak bünyesinden uzaklaştırır. Bu benimsememe davranışı, suçluya , izafe edilen geçici bir yabancılama, dışlamadır. Hiç kimse evini soyan hırsızın milliyetine veya etnisitesine bakmaz. Temel hakları ihlal eden herkes aynı derecede “dıştadır”, yabancıdır.
Milletlerin farklılıklarının düşmanlık sebebi olmaması şüphesiz herkesin arzusudur. Gelin görün ki her ailenin kendine ait bir evde yaşamasına benzer şekilde milletler de kendi evlerinde yaşamak isterler.
Fert, kendisine benzeyen, ortak değerleri paylaştığı, aynı kültürel kodları kabul eden insanları diğerlerine tercih eder. Bunu anlamak çok zor değildir, çünkü neyle izah etmeye çalışırak çalışalım hepimiz ailemize duyduğumuz doğal sevgiyle yaşarız. Bu sevgiyle, benzerlerimizle yakınlaşmayı, onarlı korumayı ve onlara öncelik tanımayı öğreniriz.
İşte bu sebepten herkes kendi evini, dokunulmaz bir mahremiyet alanı sayar.Bu duyguyu paylaşan çok sayıdaki fert de milletin hayat sürdüğü toprakları “vatan” olarak adlandırır.
Bu sahiplenme duygusu ve benzere duyulan muhabbet, “vatanı sıradan bir toprak parçası olmaktan çıkarıp paylaşılan değerleri bağrında yaşatan bir sembol haline getirir. Bu sembole bağlılık, bu sembol etrafında oluşturulan birlik, sosyal ilişkiyi içerdiği somut ögelerden öteye taşır.
İşte devletin güç kullanma yetkisinin bir ayağı, insanları bağrında yaşatan, onları birleştiren bir sembol olarak “ vatanı” bu değerleri paylaşmayan, bu değerleri inkâr eden “düşmanlara” karşı korumaktır.
İnsan maalesef doğasındaki barışçıl temele rağmen, kural ihlal edebilmek kabiliyetine de sahip olduğundan devlet, milletin diğer milletlerin şiddetinden uzak tutulması için de güç kullanma yetkisini üzerine alır.
Bu iki durumun bize gösterdiği şudur ki toplumlar yalnızca paylaşılan kültürel kodlarla bir arada tutulmaz. Hayatın sorunlarına cevap verme şekli olarak kültür, toplumlara ayırıcı renklerini kazandırır ama “toplum olmanın” asgari şartı her millet için “kurallara uyulacağına dair duyulan ortak” güvendir.
İnsanlar başka toplumlardan kültürel kodların farklılığından dolay ayrı yaşamaz. Ayrı yaşar, çünkü bu kültürel kodların kazandırdığı değer yargılarının eseri olan güç kullanma birimlerinin, ayrı kurallara tabi olduklarını bilir. Bu güç birimleri ( devletler) farklı sembollerin değerlerini korurlar. Bu tıpkı barış içinde yaşamak için bütün ailelerin aynı evde yaşamaması gibidir. Hepimiz ailelerimizde hemen hemen aynı kuralları uygularız ama bu kuralları başka bir ailenin bize uygulamasını istemeyiz.
İşte milletlerin bağımsızlık arzusu kendi güç birimlerini, kendi kurallarıyla, kendi kültür kodlarıyla, kendi bilgileri dahilinde kullanabilmek arzusundan kaynaklanır. Burada önemli olan güç kullanıcı birime, milletin “sahip olabilmesidir”. Milletin, güç kullanıcı birimi kontrol edebilmesi, onun meşruiyetini sağlayan sebeptir.
Bu şartlar altında gerek içte gerekse uluslar arası sahada milletin fertlerinin varoluşunu korumanın, güç kullanıcı birim için aslî ve yegâne varoluş sebebi olduğunu görürüz.
Bu varoluşuyla o, milletin fertlerinin temel haklarının teminatıdır.
Peki güç kullanıcı birim, bu sınırlara uymazsa ne olur? Bu sınırlara uymadığı takdirde o, evimize giren hırsız veya sınırlarımızı ihlal eden düşmandan farksız bir hale gelir. Çünkü artık temel hakların dokunulmazlığı ortadan kalkar… Hakların kurallarca korunması teminatı ortadan kalkar ve toplumun bir güç kullanıcının keyfi iradesine tabi olması durumu ortaya çıkar.
Oysa güç kullanıcı birimin varlık sebebinin, milletin kendi kurallarını, bir başka milletin güç kullanımından uzak şekilde yürütebilmesini,yani bağımsızlığını sağlamak olduğunu az önce görmüştük.
Güç kullanımı yetkisi milletin iradesinden ayrılıp da güç kullanıcının kendi eline geçtiğinde artık millet için “kendinden olan” herhangi bir güç kullanıcı birimden bahsetmek imkânsızdır.
Böyle bir durumda güç kullanıcı, sınırları ihlal edip de başka bir toplumun değerlerini egemen kılan işgal güçlerinden farksızdır artık. Zaten bundan dolayı medeni memleketlerde darbeciler, vatan ihanetle yargılanırlar.
Kendi toplumunun değerlerini benimsemeyen, bu değerlerin doğal değişimine saygı göstermeyen, kendi toplumunun değerlerini, kendi ideolojisi açısından “düşman” sayan bir güç kullanıcısı teorik olarak “düşman” sınıfına girer. Bu açıdan bakıldığında dünya ordularının hemen hemen tamamının muhafazakâr olması şaşırtıcı değildir.
Bağımsızlık, bir başka değerler kümesinin üstümüzdeki keyfi egemenliğinden ayrı kalabilmek ise bu aynı zamanda içimizdeki herhangi bir sınıfın veya zümrelerin keyfî egemenliğinden de ayrı kalabilmektir.
Bağımsızlığın kaybı da yabancı bir güç kullanıcının veya yabancılaşmış bir güç kullanıcının, bizi bir arada tutan değerleri/ hakları ve kuralları çiğnemesidir.
Belki “tam bağımsızlık” söylemini, otokrasi özlemleri için tekrarlayıp duranlarımız bağımsızlığa bir de bu gözle bakmalı?


27 Kasım 2008 Perşembe

İKTİSADî HESAPLAMA VE PLANLAMA ÇELİŞKİSİ



Karma ekonomiden, totaliter sosyalizme kadar olan bütün devlet müdahaleli sistemlerin ortak paydası, sistemin devlet tarafından yürütülmesidir. Bu sistemlerin hepsi devletçidir.

Devlet merkezli bir ekonomide iş sadece devletin ekonominin seyrini belirlemesinden ibaret değildir. Sadece bu davranış bile müşevvikleri ve müşirleri tahrip ederek fazlasıyla zarar verirken iş bununla kalmamaktadır.

Devletin derhal ortaya çıkan en büyük zararlı etkileri devlet “işletmelerinden” kaynaklanır.

Devletin işletmeleri genellikle “yol gösterici”, “lokomotif” olmak maksatlarıyla hayata geçirilmişlerdir. Nüfusun azlığı, iletişimin kısıtlılığı ile sınırlanan bir talebin söz konusu olduğu “başlangıç” durumunda zaten mukayese imkânı veren bir piyasadan bahsetmek söz konusu olmadığından bu işletmelerin varlığı mecburi tekeller olarak kabul edilmiş, benimsenmiştir.

Gerek piyasa şartlarının olgunlaşmaması gerekse devlet işletmelerin kaçınılmaz olarak bürokratik yapılanması bu işletmelerde iktisadî hesaplamayı imkansız bir hale getirir.

İktisadî hesaplama, bireylerin eylemleri ile ilgili beklentilerini karşılayıp karşılayamama durumlarının parasal hesabıdır.

Tanımın ögeleri ayrı ayrı öneme sahiptir.

Bir kere böyle bir hesaplamayı yapacak olanlar bireylerdir.

İkincisi mukayese edilebilir/ ölçülebilir bir beklenti (kâr) söz konusudur.

İktisadî hesaplamanın birey için geçerli ve anlamlı olması şundandır: İktisadî hesaplama, bir sınırlılık durumunda, daha ileri gitme, arttırma, düzeltme ihtiyacının göstergesidir. Böyle bir belirli sınırlılık durumu ancak bireyler için anlamlıdır. Çünkü o elinde ölçülebilir ve ancak iktisadî davranışla korunabilir ev arttırılabilir sınırlı bir sermaye taşıyabilir.

Bundan hareketle, birey, elindeki sınırlı sermayeyi arttırabilmek için “değişimleri” sürekli gözlemelidir. Değişim için de talebin yol göstericiliği mümkün olmalıdır. Talebin yol göstericiliği ise ancak bir talep endeksi için yarışan birden fazla arzcı mevcut olmalıdır.

Aksi takdirde talep de söz konusu olamaz. Tek bir işletmenin var olabildiği bir sektörde talep ancak arzın “emrettiği” kadarla sınırlı olacaktır. Buraya kadar olan akıl yürütmede ürün çeşitliliğine değinilmemiştir. Talebin asıl önemi bu çeşitliliği sağlamasıdır ki sosyalist ülkelerde herkesin üniforma benzeri giyinmesi talep yokluğunun çarpıcı bir örneğidir.

Devlet işletmeleri her ne kadar başlangıçta “öncülük” iddiasıyla işe başlasalar da karma ekonomilerde devletin bütün müdahalelerine rağmen rekabete açık hale gelmişlerdir. Bu bile onların zararlı etkilerini giderememiştir.

Çünkü her ne kadar artık tekel olmasalar da finansmanlarının “müşteri memnuniyeti” ile değil de merkez bankalarının desteği ve vergilerle yapılması yüzünden ferdi kuşatan “sınırlılıktan” ari kalmaktadırlar.
Bu durum, onları “iflâs” riskinden kurtarmakta ve dolayısıyla hesaplamayı gerektirecek risk uyarıcısından da yoksun bırakmaktadır.

Buna bir de bürokrasinin, performanstan bağımsız hiyerarşik sorumluluk yapısını eklediğimizde devlet işletmelerinin verimsizliğinin sebepleri daha rahat anlaşılmaktadır.

Devlet işletmelerinin plânlamaları değişen talep yapısını göz önüne alamaz. Üretimin miktarı ve çeşidi, akışkan, değişken talebe göre değil herhangi bir âmirin münasip gördüğü miktara göre yapılır.

Tekel durumundaki devlet işletmelerinde maliyetin kıyaslanabileceği farklı bir fiyatın piyasada bulunamaması, tekel olmayanlarda ise piyasa fiyatlarını dikkate almaksızın üretim yapılmasını sağlayacak sürekli devlet finansmanı yüzünden iktisadî hesaplama imkânsızdır.

Devlet işletmelerinin plânlamaları, saydığımız sebeplerden dolayı tabiatları icabı iktisadi hesaplama sayılamazlar.

Özelleştirmeye dair “ kâr eden devlet işletmelerinin satılmaması ” söylemi, iktisadî hesaplama açısından anlamsız kalmaktadır.

Karşılıklı beklentilerin sağlanması üzerine kurulu bir sistem olarak piyasa ekonomisinde fiyatlar bu durumun ölçülmesini sağlarken, beklentilerin değil de emirlerin yön verdiği ekonomilerde bu ölçümün imkânsız hale gelmesi kâr ve zararı anlamsızlaştırmakta daha doğrusu ortadan kaldırmaktadır.

Sorun şudur ki kâr ve zararın hesaplanamaması veya telaffuz edilmemesi bunun sonuçlarını ortadan kaldırmamakta, hesapsızlığın ceremesi halka yüklenmekte, insanlar fakirleşmektedir.

“Akil” âmirlerin emirlerinden oluşan plânların refah yaratacağı inancı artık felsefe tarihi müzesindeki rafına yerleştirilmeli ve orada bırakılmalıdır.

25 Kasım 2008 Salı

Ekonometrik İktisadın Zaafı


Gene olarak Avusturya Okulu’nun bakışına aşina olanlar için yazacaklarım alışılmış şeyler ama gene de defalarca tekrar edilmesi, karma ekonomiyle uyuşturulan beyinlerin alışkanlık fasit dairesini kırmak açısından gerekli olan şeyler.
Sayıların dünyasındaki o su geçirmez, eleştirilemez tutarlılık bizi büyüler.
Bu tutarlılık bize şunu söyler: “Sayılar kesindir! Sayısal bir ifade, eleştirilebilirliğin üstünde bir mutlak gerçekliğe işaret eder!”
Dolayısıyla bilimselliğin veya “gerçekliğin” ölçüsü, zamanla “ölçülebilirlik” olmuştur.
Bentham’ın faydacılığı belki de bu mantığın şahikasıdır. Zevklerin ölçümü gibi bir konuyu ciddi ciddi gündeme getirmesi, insan aklının her şeyi yapabileceğine dair o pozitivist güvenin bir örneğidir.
Zamanla, belirsizlik fikrinin ortaya çıkışı bize, hem aklımızın hem algılarımızın sınırlılığını göstermiştir.
Bu “sınırlılık” olgusu son derece önemlidir çünkü bilimselliğin, önermenin doğruluk şartlarını tespit etmek demek olduğunu anlamamız için elzemdir.
Kimyadaki bütün tanımlamalar, ölçümler vs “NŞA ( Normal şartlar altında); 22 oC ve 1 atm basınçta” ifadesiyle başlar.
Bunun genel anlamı şudur: “Ölçülebilirlik, sınırlılıkla anlam kazanır.”
Bunun yanı sıra ölçülebilirliğin daha önemli ve ana özelliği, ölçülen nesnenin veya olayın tabiatının değişmemesi veya bünyesindeki değişmenin, algı sınırlarımızın ötesinde kalabilmesi gerekir. Ölçülen şeyin tabiatının değişmemesi, bünyesinde hiçbir hareket barındırmaması demek değildir. Bu, nesnenin, şeyin sürekli aynı şekilde gözleyebileceğimiz düzenlilikler barındırması anlamına gelir.
Buraya kadar olan açıklamalara bir nokta koyup ekonominin tabiatına değinmekte sayısız faydalar var.
Ekonomi bir davranışlar “ağıdır”. Fazlaca fizyokrat bir yaklaşım gibi görünebilir ama örtüşen veya çakışan menfaatlerin, beklentilerin bir etkileşimi olarak sanırım “ağ” metaforu yeterince açıklayıcıdır.
Buraya kadar zaten sanırım ana akım da bizimle mutabık kalacaktır.
Sorun şudur ki bu ağın “iplik” kalınlığı, atkı ve çözgü boyutları homojen değildir!
İşte bu noktada az önce bilimsellikle ilgili sınırlılık ve belirsizlik alanına girmek zorunda kalıyoruz.
Bir kumaşın dokunuşunda makinenin katı sınırlayıcılığıyla şaşmaz bir düzen buluruz. Eğer öyle olmasaydı, örtünemez, kendimizi tabiata karşı koruyamazdık.
Ekonominin “davranışlar ağında” homojenite bulunmaz. Çünkü bu ağı oluşturan ipliklerin yani davranışların failleri kaçınılmaz olarak birbirinden farklıdır. Dünyaya bakışları, beklentileri, ahlâkları birbirinden kesinlikle ve doğal olarak farklı aktörlerin dünyaya sunduklarının da farklı olması karşımıza , atkıları ve çözgüleri birbirinden farklı bir örgü yapısı ortaya çıkarır. Karşımızda genel karakteri belli olan ama ölçüm için gerekli “sabitliği” taşımayan bir yapı buluruz.
İşte öğrenim seviyesi ne olursa olsun herkesin hem müteşebbis, hem tüketici olarak ekonomide yer alabilmesinin sağlayan da bu yapıdır. Çünkü herkes, bu ağın genel karakterini idrak edebilir ama ağın her yerindeki “ölçüler” hakkında kaçınılmaz olarak bilgisizdir. Kaldı ki bu gereksizdir de çünkü her aktör kendi çevresindeki örgülerin yeterince sağlam olmasını sağlamaya uğraşır.
Sözleşmelere uyar ve uyulmasını bekler, müşteri beklentilerine yaklaşmaya çalışır ve başka satıcıların da kendi beklentilerine yaklaşması gerektiğini bilir, ucuza almaya çalışır ve herkesin, kendisi gibi ucuza almaya çalışacağını bilir vs…
Burada davranışlarına yön veren ölçü, fiyatlardır. Fiyatlar beklentilerin “derecesini” gösteren bir özettir. Ekonomide anlam ifade edebilecek yegâne sayısal sonuç, fiyattır.
Yalnız bu sonuçların anlamlı olabilmesi de ancak sınırlı bir zaman dilimi ve belli bir beklenti sahibi grubu için geçerlidir. Ortaçağ’da değerli sayılan bazı baharatların bugün sayılmaması veya Amerikan futbolunun Türk seyircisinin talep endeksinde yer almaması gibi…
Bu durum bize kendiliğinden şunu söyler: “Aktörlerin kaçınılmaz farklılığı, zaman ve mekân sınırlamaları, ekonomiyi, tabiatın diğer düzenli olaylarından ayırır!” Çünkü ekonomi bir doğa olayı değil bir “insan davranışıdır”. ( Elbette insanı, politik, ekonomik, artistik vs “hayvan” olarak gören kutsal materyalistlere çatmadan yan sokağa sapıyorum.)
Fiyatların geçici bir ölçüm kıstası olmaları, bizi ekonominin tekrarlanabilir ölçümlerine götüremez. Ölçümün “sınırlandırılma” şartı altında, tekrarlanabilir nesne durumunun düzenliliğiyle ilgili sayısal ifade olduğunu bir kere daha hatırlatmalıyız.
İnsanın ucuz olana yönelmesi genel davranışı bir hakikat olmakla beraber, kimin, neyi “ucuz bulacağına” dair o kaçınılmaz cehaletimiz, bu davranışı ölçmemizi sert bir şekilde engeller. Bir malın fiyat değişimlerine dair tarihi istatistikler çıkarmamız gelecek için genellikle gerekli görülür ama bu yarın o malın yerine kullanılacak bir malın çıkıp çıkmayacağını, malın üretiminde kullanılan kaynakların durumu, daha da önemlisi mala yönelik talebin durumu ile ilgili bilgisizliğimizi hiçbir şekilde gideremez.
Bu durumda ekonomik davranışın bütün “modelleme” çabaları, hem ekonominin “doğa olayı” olmaması yüzünden hem de bu davranışın sayısız belirsizlikle beraber işlemesinden dolayı açıkça saçmadır.
Basit bir örnekle açıklayalım:
Su ısıtıcısı suyu her zaman aynı sıcaklıkta ısıtır. Amacımız zaten budur. Diyelim kahvenizi seksen dereceye ısıtılmış su ile seviyorsunuz. Suyunuzu hep aynı yerden alıyor, hep aynı ısıtıcıda ısıtıyor, hep aynı kahveyi ve şekeri ( ki ben krema sevmediğimden kremadan bahsetmiyorum) kullanıyorsunuz. Ama nedense kahveden aldığınız tat bir türlü aynı olmuyor. ( Çok seçicisiniz ve hatta belki biraz takıntılı ama sorunumuz bu değil...) Sonra bir gün eczacı bir akademisyen arkadaşınız evinize geliyor ( ki o da sizin kadar takıntılı muhtemelen) ve size bardağınızın sıcaklığını soruyor. Buna hiç dikkat etmediğinizi( nasıl olmuşsa) söylüyorsunuz şaşırarak. Çünkü kahvenizi b ir gün, bulaşık makinenizden çıkan sıcak bardağa oymuşken, bir başka gün belki de pencere önünde unutulmuş bardağınıza koyuyordunuz? Dolayısıyla kahveniz sadece içinizi değil, çok üşümüş bardağınızı da ısıttığından daha çabuk soğuyordu… Üşendiğiniz bir gün kahve kavanozunun kapağını yeterince sıkı kapatmadığınız için kahvenizde meydana gelecek aroma kaybına değinmiyorum bile!
Şimdi ekonomi denen davranış ağına tekrar bakacak olursak şartları bizim kendi mutfağımızdakinden bile hızla değişen üstelik kahve bardağımız veya su ısıtıcımız gibi zaptedemediğimiz bu ortamda sizce ölçüm yapılabilir mi? Geçmişin olmuş, bitmiş davranışlarının sonuçlarını özetlemek bize kehanet yeteneği kazandırabilir mi?
Ekonometri ancak devletin düzenli faaliyetleri ile ilgili makro düzenlilik bilgisi sunabilir. Çünkü devletin ( Bahsettiğimiz hukuk devletidir, hukuk devletinden sapmalar zaten insani sınırların aşılması, hukuka güvensizlik,dolayısıyla sağlıksız bir piyasa anlamına gelir ki burada bahsettiğimiz “davranışlar” da farklı değerlere yönelir.) uyması gereken kurallarla sınırlandırılması onu makine benzeri bir düzenliliğe sevk eder.
Oysa üretim için gereken bu tip bir otomatizm değil, sadece hürriyettir.
Devlet için gerekli düzenlilikler, onun zor kullanma gücünü sınırlamaya yönelik âmir hukuk kurallarını gerektirirken sivil vatandaşlar için “düzenlilik” , temel haklara yönelik kahir ekseriyet mutabakatı altında “Mevcut durumu düzeltmek için çabalamak” eyleminin, kendiliğinden herkesçe yürütülmesinden başka bir anlam ifade etmez. Mevcut durumun kimin için değiştirilmesi gerektiğine, ne kadar değiştirilmesi gerektiğine, eylemde bulunan kişi dışında kimse karar veremeyeceğine göre eylemin “ölçülebilmesi” imkânsızdır. Eğer bir ölçüden bahsedeceksek, herkesin kendisi için kabul ettiği “değer” neyse, bireysel olarak ölçünün ancak o olabileceğinden başka bir şey söyleyemeyiz.
Dolayısıyla ekonometri, tarihsel bir istatistik özet olarak fevkalâde faydalıyken ekonominin tabiatını mutlak şekilde açıklamak konusunda kibirli davranan bir disiplindir.


17 Kasım 2008 Pazartesi

Hukuk Birliği Ve Vatandaşlık Sorumluluğu



Devlet, meşruiyeti kendiliğinden var olan ve ilânihaye sürebilecek bir organizasyon değildir.
Devletin meşruiyeti hukuka bağlılık ile kayıt altına alınmıştır. “Hukuka bağlılığın” yegâne ölçüsü de ferdin temel haklarına saygıdır.Devlete zor kullanmak yetkisini veren de temel haklara kesin şekilde saygı göstereceğine dair duyulan güvendir.
Bu açıdan bakıldığında devlet bürokrasiden ziyade hukuk birliği anlamına gelir. Bir ülkede herkes için her zaman geçerli kuralların temsilcisi ve uygulayıcısı olan tek kurum, devlettir.Devletin bu tanımı, onun vazgeçilebilir ve değiştirilebilir yapısına işaret eder. Bir ülkede devlet, hukuk birliği sağlama işinden, keyfî zor kullanımına doğru sorgulanamaz ve tadil edilemez şekilde dönmüşse vatandaşların, onun zor kullanma tekelinden vazgeçme hakkı kendiliğinden doğar.
Bu vazgeçişin sınırı iyi tespit edilmezse her memnuniyetsizlik hukuk birliğine karşı isyanın mazereti haline gelebilir.
Toplumun en gelişmiş halinin bir hukuk birliği olduğu akıldan çıkarılmadığı takdirde devletle ilişkilerde zor kullanımının değil, hukukun dilinin esas olduğu da kabul edilmelidir. İşte bu şiddetsizlik zarureti, “vatandaş sorumluluğu” sahasıdır.
Vatandaş olmak demek, bir ülkede herkesin taabi olduğu hukuk kurallarına uymayı ve bu kuralların uygulayıcısı devletin, hukukla sınırlanmış güç kullanma tekelini kabul etmek anlamına gelir. Vatandaş sorumluluğu vatandaş olmanın bu gerekleri dışında hiçbir emre itaati içermez. Zira vatandaşlık emirlerden dolayı değil , haklardan dolayı vardır ve edinilir. Kaldı ki devletin hukuk sınırlarını korumak dışında herhangi bir emir vermek yetkisi yoktur.
Reel politiğin göreceli ve teleolojik ahlâkına saplanıp kalanlar için bu sözlerimiz elbette masal gibidir, çünkü devletin hiç de kendini kayıt ve şart altına almaya istekli olmadığı gün gibi ortadadır. Meseleye böyle bakıldığında bütün kanunlar, “kağıt üzerine yazılmış sözlerden” ibaret kalır ki bu durumda zaten devletten de vatandaşlıktan da bahsetmeye gerek kalmaz. Bu durumda ancak sahip- köle ilişkisinden bahsedilebilir.
Devletin bir hukuk birliği olarak anlaşılmasının önemi şuradadır ki ancak böyle bir birlik, atomize seviyede bile bütün farklılıkları barışla bünyesinde barındırabilir.Ancak böyle bir birlikte, şiddet kullanımının istisnaî hali toplumun genelinde gerilimi düşürebilir ve farklılıkların birbirileriyle güven içinde bir arada bulunmasını sağlayabilir.
Hukuk birliği içinde vatandaşlar bu birliğin devamının, varoluşlarının en düşük maliyetle idame ettirilmesi anlamına geldiğini bilirler. Çünkü var olmak için gücün, otoritenin emirlerini yerine getirmek gerekliliği yerine, kurallara uymak iradesi yeterli olacaktır.Otoritenin emirlerine uymanın vatandaşlık şartı sayıldığı bir ülkede, ne zaman hangi emrin verileceği beklentisi, ferdî beklentileri daima aksatır, geciktirir, plânlarını , daha doğuş aşamasında öldürür…
“Vatandaş” için aslolan neye taabi olacağının seçimini yapmaktır. Vatandaşın sorumluluğu, onun bu seçiminde yatmaktadır. Bu bir sorumluluktur çünkü seçimlerinin kendilerine göre ciddi sonuçları vardır. Ve her seçimin bedeli, seçimi yapan tarafından ödenmelidir.Bu durumda, “tadil edilebilir” bir hukuk biriliği şartı ile devletin haklara karşı tututmuna karşı üç muhtemel seçimden bahsetmemiz mümkündür:
1- Hukuk sınırlarının zaman zaman aşılmasına karşı devleti, barışçıl şekilde uyarmak
2- Devlete karşı savaş açmak
3- Vatandaşlıktan ayrılmak
“Tadil edilebilir”olmak durumunu bir ön şart olarak koyduğumuzu bir kere daha hatırlatarak, bu sınırları geri dönülemez bir şekilde aşmamış bir devlete karşı takınılan tavırları kısaca değerlendirelim:

Hukuk sınırlarının zaman zaman aşılmasına karşı devleti, barışçıl şekilde uyarmak:Bu hem sivil itaatsizlik gösterileriyle, hem ferdî uyarılarla hem de yargıya müracaatla gidilebilecek bir yoldur ki herkesin temel haklarının teminatı için uygulanabilecek en emin yoldur Bu davranış, toplumda herkesin hakkı için yararlı olduğundan, ayrışmayı kışkırtmadığından ve güç kullanımını sınırlamaya yönelik olduğundan asgari medeni bir seviyede en etkili ve sorgulanamaz yoldur.
Devlete karşı savaş açmak:Bu, bir devletin, hukuk birliği olarak tanınmaması anlamına gelir. Tanınmayan bu organizasyonun varlığına karşı şiddet kullanmak tercihi demektir. “Tadil edilebilir” bir devlete karşı şiddet kullanmak, hukuk dilini yok saymak demektir ki toplumun geri kalanının değil de sadece şiddeti benimseyenlerin “hak” kabullerine dayalı bir seçimdir. Bu seçimde toplumun geneliyle ilgili bir hukukî teminat sağlamak değil, belli bir kesim için ayrıcalık talebi söz konusudur ki toplumsal ayrışma, güvensizlik ve gerilim yaratılır. Bu seçim, hukuk birliğine gönüllü bağlılığı zayıflatmaya yöneliktir ve “vatandaş sorumluluğu” çerçevesinde vatandaşlıktan çıkarılmayı gerektirir.
Vatandaşlıktan ayrılmak:İkinci seçenek daha ziyade hakların kollektif tanımına dayandırılırken bu tercih ferdîdir. Toplumun geri kalanı üzerinde herhangi bir ayrıştırıcı etki yaratmaz. Dolayısıyla kişinin, vatandaşlık bağıyla bağlandığı hukuk birliğinden gönüllü ayrılması onun bileceği bir iştir. Şiddet içermeyen diğer seçimler gibi bu da herhangi bir müeyyideye taabi tutulamaz.
Tarlamızda bulduklarımızın, ektiklerimizden gayrısı olmadığını sürekli hatırlamamız, vatandaş olarak nasıl bir devlet meydana getirdiğimizi de anlamamızı sağlayacaktır. İtaati benimseyen bir toplumun, hukuka bağlı bir devlet yaratamayacağını bir kere idrak edebilsek zaten vatandaş olarak sorumluluğumuzu da anlamış olacağız.

14 Kasım 2008 Cuma

Obama Nasıl Seçildi? Veya Blues* Bir Zafer



ABD eski Büyükelçisi Ross Wilson: “ Bu seçim Amerikan demokrasisinin bir mucizesidir!” demişti, seçimden hemen sonra.


Amerikalı’ların “Amerikalı olmakla” insan olmak arasında doğrudan bir ilişki kurdukları çok bilinen bir hakikat. Onlara göre Amerikan ulusu, Tanrı’nın seçilmiş toplumu…


18.yy gibi geç bir dönemde dahi cadı avlarının yapıldığı, İnsan Hakları Beyannamesinden neredeyse yüzyıl sonra köleliğin kaldırılabildiği ve buna rağmen iç savaştan yüzyıl sonra bile ırk ayrımcılığının resmen yaşandığı bir ülkede böyle bir inanç gerçekten şaşırtıcı aslında…
Irk ayrımcılığı Amerikan toplumunun özünde barındırdığı bir davranıştı.

Buna rağmen bu toplumsal temelli ayrışma bir ölçüde de olsa nasıl aşılabildi?
Aslına bakılırsa bu da bir başka inanca dayanıyor: ABD’nin bir hukuk ve özgürlükler ülkesi olduğu inancına. Bir doğal afette, polis vatandaşlar arasında açıkça ırk ayrımcılığı yapabiliyor ama gene de ülkeye ve değerlere duyulan inanç bambaşka bir motivasyon yaratabiliyor.
Bu inancın sırrı şu: Hiçbir ABD vatandaşı, Amerikan bayrağının, Amerikan anayasasının Amerikan vatandaşlığının ifade ettiği değerler ve taşıdığı anlamlar hakkında şüphe duymuyor.
Dolayısıyla en aykırı fikirleri ifade edenler dahi, bu değerler şemsiyesinin altında öfkeden ve şiddetten korunacaklarını biliyorlar.

Açık şiddet ve ayrımcılık gören, aşağılanan siyahî Amerikalılar mücadelelerini ortak değerlere dayandırmışlardır. Çekip gitmeden, ayrışmadan içinde yaşadıkları toplumun, “kendileri olarak” bir parçası haline gelmek istediklerini beyan etmişlerdir. Amerikan eritme potasını işe yarar kılan da vatandaşların her birinin bu sorumluluk bilinciyle hareket etmesi olmuştur.
Siyahî Amerikalı’lar’ın yaşadığı açık şiddet, ayrımcılık ve aşağılanmaya verdikleri bu barışçı ve sahiplenici cevap her türlü üstünlükçü, ayrımcı politikayı yerle bir etmiştir.
Buna benzer şekilde Mc Carthy döneminin tehdit ve korku günleri de aynı barışçı tavırla aşılmıştır.

ABD tarihini diğer uluslar için önemli kılan şey, vatandaşların, kamuoyunun, devlete, onun varlık sebebinin, ancak ve yalnız vatandaşlarının özgürlüğü olduğunu sürekli hatırlatmasıdır.
Bunu yaparken de yukarıda bahsettiğimiz bayrak, anayasasının ve vatandaşlığın anlamına sıkı sıkı tutunması, bir barışçı yönetim mekanizması olarak demokrasinin yaşatılabilmesinin belki de yegâne yoluydu….

ABD tecrübesinin bize öğrettiği şey, vatandaşların ancak barışçı çözümlere ve hukuk değerlerine bağlılıkla bir arada durabileceği, uluslaşabileceğidir.

ABD’yi bizim gibi ülkelerden ayıran, vatandaşlarının bu “sahiplenme” sorumluluk duygusu…

Cumhuriyetçi’lerin iktidarı dönemi ABD’ vatandaşlarına, değerlerine rağmen var olamayacaklarını gösteren bir dibe vurma dönemiydi. Obama’nın seçilmesi, aşağılandığı ve öldürüldüğü vatanında, hukuk devletinin rüyasını gören cesur bir öndere Amerikan tarzı bir iade-i itibar olarak tarihe geçti. Bu seçim, sadece ABD vatandaşlığına, anayasasına ve bayrağına yürekten bağlı kalmaktan asla vazgeçmemiş bir topluluğun değil bütün bir Amerikan ulusunun “blues” zaferi oldu…
*Mahzun veya ABD zenci müziği…

11 Kasım 2008 Salı

Türkiye’de Bilgi Problemi



Ülkemiz bilgi üretimi, anladığım kadarıyla üniversitelerde yazılan yıllık makale sayıları ile değerlendiriliyor.

Bu çok genel bir bakış açısından fikir verebiliyor ama göz ardı edilen iki noktaya ışık tutamıyor. Bunlar:

Üretilen makalelerin ne kadarının orijinal bilgi içerdiği ve bilgi üretiminin felsefesine ne gibi bir katkısının olduğu…

Birinci husus, bizim gibi fakir ülkeler için büyük maliyet anlamına geliyor. Aslına bakılırsa bunun da temelinde mülkiyet kurumunun yeterince gelişmemesi ve fikirleri bu bağlamda “değerlendirecek” bir serbest piyasanın da teşekkül edememiş olmasıdır. Ülkemizde fikrî yaratıcılığın müracaat edebileceği tek merci devlettir. Devlet, fikir mülkiyetinin özgür mübadelesinin adaletini gözetmek yerine mülkiyet belirleyicisi işini kendisi yürüttüğünden herhangi bir fikrin, mülkiyetlendirilmesi gerek zaman gerekse para açısından fertler için bıktırıcı bir hal almaktadır.

Bu, işin maddî boyutudur.

Türkiye, maalesef bilimi, teknoloji olarak kabul eden bir felsefeyi benimsemekte.

Bunun bir muhtemel sebebi, fikrin yaratıcısının, fertlerden ziyade devlet olduğu, topluma fikir arz etme tekelinin devlete ait olduğu kabulüdür. Dolayısıyla felsefe yapmak bizim toplumumuzda, “büyüklerce” benimsenmiş doğrulara aykırı düşünmek ve bir anlamda deliliktir.

Bilimle sadece teknolojik sonuçları anlamında ilgilenerek gelişebileceğini sanmak, felsefi tembelliğin bir sonucudur. Günlük hayatla ilgili doğruların, doğrudan doğruya devletçe belirlendiği bir memlekette paradigmaların ferdî akıllarca test edilmesi özgürlük açısından son derece risklidir.

Bunun yanı sıra bizim ancak teknolojik sonuçları itibariyle gözlediğimiz bilimsel gelişmelerin temelinde çok ciddi paradigma değişiklikleri yatmaktadır. Söz gelimi Darwin’in “evrim” fikrini geliştirmesinde ona ilham kaynağı olan fikirler bir sosyal bilimci olan Spencer’a aittir. Bu, farklı bilim dallarının metotlarının doğrudan birbirlerinin yerine kullanılabileceği anlamına gelmez ama paradigmaların doğuşunda ferdî metaforların ve bakış açılarının ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Bilimin maddi şartlarına odaklanmış bir bilgi üretimi, aynı şartları sürekli tekrarlayarak aynı sonuçlara ulaşmakla tatmin olur. Ama bu bakış açısı gelecekte karşımıza çıkabilecek problemleri çözmek hususunda acizdir ki zaten Türk akademiyasının ilerlemeye katkısının olmamasının sebebi de budur.

Bilimin felsefesi üzerine kafa yorulmadığında bilimin icrası sırasında karşılaşılan belirsizliklerle ilgili bakış açıları geliştirmek, şartların muhtemel değişimlerinin doğuracağı muhtemel sonuçları kestirmek imkânsızlaşır.

Bu uygulanmakta olan metotlar için böyleyken, yeni metotların meydana getirilmesi için de aynen geçerlidir.

Ancak tekrarcı/ ikinci elci, taklitçi teknoloji kullanıcılığının “bilim” sayıldığı bir memlekette hele toplumsal olayların analizi son derece geri kalır. Burada aslolan, “gerçeğe en yakın” analizin kurulması değil, “ otoriteye en yakın analizin” kurulmasıdır. Türkiye’de sosyal bilimlerle uğraşana akademisyenlerin uğradıkları adlî takibatlar bu açıdan ibret vericidir.

Kaldı ki bilgi, salt akademiyaca üretilen, üretilebilecek bir “mal” değildir. Bilginin ciddi bir iktisadî mal haline gelmesi, yani mülkiyet teminatı altına alınmaması durumunda, mübadelesi durma noktasına gelir.

Türkiye’de akademiya, gerek bilgi üretmenin felsefesi gerekse uygulamalı bilimlerin günlük hayata katkısı anlamında açıkça yararsızdır. Çünkü üretimi, mülkiyet olarak mübadele edilememekte, bürokratik bir mekanizmanın emir komuta zincirinde meydana getirilmektedir. Bu bürokratik yapılanma tabiatı gereği, bilgi üretiminin paradigmalarının, hiyerarşik olarak dayatılmasına yol açmaktadır.

Bürokratik hiyerarşi ise “ iktisadî değerlendirmeye” kör bir yapıdır. İktisadî değerlendirme olmaksızın fikrin, uygulanmasının veya dikkate alınmasının bize ne kazandıracağını bilmek imkânsızdır.

Bundan dolayı Türkiye’de fikir arzı iktisadî olarak açıkça anlamsız kalmakta, gelişmiş ülkelerde ise doğruluğu,akla yakınlığı son derece tartışmalı hatta bazıları saçmalık sayılabilecek fikrî ürünler bile yazarlarının para kazanmasını sağlayabilmektedir. Ayrıca bu, fikirlerin hızla tedavüle girip tartışılabilmesini sağlamaktadır. Tartışmanın sivil akıllarca yürütüldüğü ülkeler ise tamamen olmasa da piyasanın büyük ölçüde etkin olabildiği ülkelerdir.

Türkiye ilerlemek istiyorsa en başta fikrî mülkiyeti ciddiye almalı, patentlendirmede devlet tekelini bırakmalı, bilim üretiminde, Popper’ın “bilimin kamusallığı” dediği, sivilleşmeyi hayat geçirmelidir.

Fikirlerin fikir piyasasında değil de devlet dairelerinde “değerlendirildiği” bir ülkede, bütün işleri, âmirlerine kulluk etmek olan memurların korkuları ve cimrilikleri, gerçeği kovalayanların heyecanlarını öldürmek dışında bir iş göremez.



10 Kasım 2008 Pazartesi

Kadının Kolları Farklıdır!


Mahallî idareler seçimleri yaklaşırken bakalım gene partilerimiz “cumhuriyet kazanımlarından” bir olarak kadının seçme ve seçilme hakkından bahsedecek mi?

Muhtemelen bahsedecek ve hemen bütün partiler kadın adaylara koydukları kotayı ne kadar yükselttiklerinden bahsedecekler. Kota meselesi zaten başlı aşına bir facia da…

Ama hiç kimse partilerin “kadın kollarının” ne anlama geldiğini sormayacak. Bir örgütlenmede bir kısım insana “ayrıca” bir yer verilmesi, bu grubun “esasa” dahil edilmediği anlamına gelir. Bunun anlamı: “Her ne yapılıyorsa biz yaparız, siz de bu işin içinde yardımcı olun, karar verme işini de bize bırakın!” demektir.

Dolayısıyla aslında “cumhuriyetin kazanımı” diye pek bir şey yok ortada. Resmen “kadın kolları” denen ayrımcılığın var olabildiği bir memlekette hiç kimse kadının “eşit” olduğunu, “hak sahibi” falan olduğunu savunmasın. Hadi bunu, okumuş kadınlarını bile evinde hapsetmeye meyyal dindar/ muhafazakâr gruplar yaptı diyelim, CHP’ye ne oluyor?

İşin kötüsü şu ki hiçbir CHP’li kadın ortaya çıkıp da “Benim partide hangi makamda ve ne kadar siyaset yapacağıma karar vermek neden erkeklere düşüyor?” diye sormayı akıl edemiyor, bu cinsiyet ayrımcılığına, bu hafif faşizme rıza gösterirken, kınadığı , “nefret ettiği” ( Yanılmıyorsam bir üniversite öğretim üyemiz, Cumhurbaşkanımızın karısından bahsederken söylemişti bunu..) kadınlar gibi davrandığını fark edemiyor.

Durmadan “ilericilik” masalları anlatsa da CHP’de geri kalmışlığını muhafazakâr damarından gayet iştahla besleniyor.

Eh sonuçta, CHP de uzaydan gelmiyor…


Dertleri Ne Mustafa Ne de Atatürk...


Can Dündar, Mustafa” filmine gelen eleştirilerden dehşete düşmüş ve “Tabu neymiş, şimdi anladım!” demiş.

Mensup olduğu sol kampın mürekkepli diktasının bir gün gelip de kendisini de hedef tahtası yapacağını herhalde hiç aklına getirmemişti? Türkiye’yi Sovyetleştirmek, Çinleştirmek için kan döken adamları kahramanlaştırırken eleştirilmediği için herhalde kendini güvende hissetmişti?

Bu ne Atatürk sevgisidir ne de tarihi dürüstlük gayreti. Bu açıkça sol fraksiyonların aynileştirme faşizmlerinin bir çatışmasıdır. Ve bütün faşizan ideolojiler de tabular üzerine kuruludur.
Umalım ki bu eleştirilerin temelindeki sol şiddet eğilimi ve totalitarizm hevesi artık okunabilsin.

Beyin Göçünü Teşvik Etmeliyiz!




Korumacı ekonomik anlayışın en filtre argümanlarından biri “Beyin göçünün engellenmesidir.”Korumacı anlayış, geniş anlamda paternalist/ kolektivist görüşleriyle insan aklını da “milletin malı” olarak görür.Bir üst kabul, bir tanımlayıcı çerçeve olarak milletin gerçekliği inkâr edilemese de soyut ve somut varlıkların tasarrufunda, âmir bir tasarruf sahibi olarak varlığından bahsetmemiz imkânsızdır. Türkçe’si, millet, neyin mülkiyet sayılıp sayılmayacağı konusunda karar verebilecek bir “ dev fert” değildir.Dolayısıyla soyut varlıkların tasarrufunda, “millet adına tasarruf” kullanan devletin de mübadelede meşruiyet zemininin sağlanması ve korunması dışında herhangi bir yetkisi olamaz.


Ferdin aklı, doğru ve yanlış davranışla ilgili olarak toplumdan edinilen bütün değer yargılarına rağmen kendi mülkiyetidir. Zira bu varlık, edinilmesinde meşruiyet sorgulanması yapılmasına imkân ve gerek olmaksızın ferdin varlığının bir parçası olarak kendisiyle beraber dünyaya getirdiği bir iktisadî maldır. Nozick’in Locke’tan mülhem mülkiyet sorgulama kriteri olarak kabul ettiği “yetkilenme kuramına” müracaat etmemiz bunun böyle olduğunu derhal gösterir.Aklın ferdin mülkiyeti olması durumu bir kere açıklığa kavuştuğunda, ferdin aklını tasarruf etmesi üzerinde kimsenin âmir olamayacağı kesin şekilde anlaşılır. Dolayısıyla korumacıların bir tür kolektif servet gibi kabul ettikleri fert aklı da mübadeleye giren her iktisadî mal gibi fert tarafından özgürce değerlendirilebilir.


Aklın bu kullanımı aynı zamanda hürriyetin tanımına da temel teşkil eder. Aklın, “ferdin kendisinden, kendisiyle bir mütemmim cüz olması” kabul edilmezse “diğerinden bağımsız şekilde tasarruf edilecek” anlamlı bir varlıktan da bahsedemeyiz.Buraya kadar beyin göçünün, ahlâken ve hukuki olarak neden engellenemeyeceğini gösterdik.Beyin göçünün faydacı müdafaası ise daha kolay kavranabilir.


Şöyle ki soyut varlıkların mülkiyetinin yeterince korunmadığı memleketlerde medeniyeti geliştiren, hayatı kolaylaştıran, hayatımızı teminat altına alan fikirlerin yeşermesi de zorlaşır. Mülkiyetin korunması yerine, bürokratik egemenliğin korunduğu bir ülkede, “ korumada” esas olan, ferdin aklının farklılığının yarattığı yeniliği değil, bürokrasinin mutlak emrediciliğidir. Mülkiyet yerine bürokratik vesayetin “değer” kabul edilmesi ile aklın kullanım şeklini de ferdin kendisinin değil, bürokrasinin belirlemesine rıza gösteriliyor demektir. Bürokratik vesayetin en önemli tavrı, yaratıcılık sahaları üzerinde kendince önem sıralaması oluşturmaktır.Bu durumda “gelişmede öncelik” ölçütü adı altında bürokrasinin belirlediği sahalar ve biçimler dışında kalan yaratıcı fikirler kendiliğinden, “ilgi dışında” bırakılır.


Oysa “gerçekten neyin işe yarayacağı” hususunda bürokrasinin bizden daha âkil ve ferasetli olmasının hiçbir garantisi yoktur. Söz gelimi, genetik araştırmaların yeterince gelişmediği ülkemizde plazmitlerle ilgili çalışmaların finansmanı bürokrasinin ilgisini çekmeyebilir. Çünkü bu çalışmalar kısa vadede herhangi bir gelişme yaratmaz gibi görünür. Oysa plazmit çalışmalarının modern ilaç şekillerinin gelişiminde çok önemli yeri vardır. Devletçi ekonomilerde büyük ölçüde finansman tekeli halindeki bürokrasi sınıfı derhal “paranın daha öncelikli yerlere harcanması” gerektiğini düşündüğünden, ayrıca sermaye akışında katı bir kontrol uyguladığından ayrıca devlet memurlarının bu tip araştırmaların gerçek önemi hakkında gerçekten bir fikri olabileceğinden dolayı ne memlekette bu araştırmaları yapabilecek büyük sermaye girişi ne de devletin bu işleri finanse etmesi söz konusu olabilir.Bu durum aynı zamanda yaratıcı akılların istihdamının da daralmasına sebep olur.


Çünkü ne yaratıcı aklı istihdam edecek büyük ve “yabancı” bir sermaye ne de devlet kurumu vardır.Gene bu durumda yaratıcı akıl, kendine ancak devlet bünyesinde, kendi seviyesinde olmayan akılların kendine münasip gördükleri kadrolarda çalışmaya mahkûm olur. Aklının yaratıcılığını çalıştırabileceği bir ortamda kansere çare bulabilecek bir beyin böylece, mesel orta okul/ lise mezunu idari/ mali işler personelinin kendisine kıskançlıkla anlattığı ödenek sıkıntısı ve bürokratik yasaklama mekanizmalarıyla boğuşarak çalışmak mecburiyetinde kalır.Teknoloji bugün belli ülkelerde yaratılmaktadır.


Sonuçta teknolojinin bu ülkelerle sınırlı kalması söz konusu değildir. Çünkü küreselleşme doğrudan doğruya bu teknolojinin her yere ulaşmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu durumda bir yaratıcı aklın dünyanın neresinde çalıştığı önemsizdir. Önemli olan o akılların bizim sağlığımız, emniyetimiz ve huzurumuz için özgürce üretmelerini sağlayabilmemizdir.

7 Kasım 2008 Cuma

Türkmen'lerin Emniyeti

Son günlerde Türkmen Tuzhurmatu ilçesinde Türkmen vatandaşlarını hedef alan saldırı ve şiddet olaylarına bir açıklama milletvekili Muhmmet Mehdi Bayatlı'dan geldi. Son günlerde Türkmen Tuzhurmatu ilçesinde Türkmen vatandaşlarını hedef alan saldırı ve şiddet olaylarına bir açıklama milletvekili Muhmmet Mehdi Bayatlı'dan geldi. Son günlerde Türkmen Tuzhurmatu ilçesinde Türkmen vatandaşlarını hedef alan saldırı ve şiddet olaylarına bir açıklama milletvekili Muhmmet Mehdi Bayatlı'dan geldi. Bir açıklamada bulunan parlamentodaki Türkmen Milletvekili Muhammet Mehdi Bayatlı Tuzhurmatu'daki güvenlik güçlerinin bir takım siyasi partilerinin idolojisi etkisi altında kaldığını ve bu doğrultuda hareket ettiğini ifade etti.Başkent Bağdat'ta Türkmeneli televizyonuna bir açıklamada bulunan Türkmen milletvekili Muhemmet Mehdi Bayatlı,Tuzhurmatu ilçesinde Türkmen vatandaşlarına yönelik tehdit ve şiddet olaylarının nedenlerinde güvenlik güçlerinin yanlı olmalarından kaynaklarındığını ifade etti.Bayatlı ayrıca,konuya ilişkin önümüzdeki günlerde başbakan Maliki ve İçişleri bakanı Cevat Polani ile görüşeceğini ve olayı onlarala paylaşacağını ifade etti.İki önemli isimle yapacağı görüşmede ilçedeki Türkmen vatandaşlarının güven içinde olmadıklarını ifade eden Baytalı Tuzhurmatu ilçesi güvenlik güçlerinin pasif olduğunu ileteceğini sözlerine ekledi


kerkükNET'ten...


Nüfusları ihmal edilemeyecek kadar çok olan Türkmen'lerin Irak'ta maruz kaldıkları şiddet neyazık ki Türk hümanistlerinde herhangi bir yankı bulmuyor.


Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu'yu coğrafi olarak bütün görmek "hümanistlerce" desteklenen etnik ayrılıkçlığın imtiyazı değil. O bölgede Türkmen'ler Türk tarihinin bir nişan taşı olarak bulunmakta.


Kuzey Irak, Güneydoğu coğrafi bütünlüğünü Tükiye'yi bölmek için sürekli kullananlar, " güney'de" kimin kime zulmettiğini açıklamalıdır.


Irak Türk'leri sadece Türk oldukları için feodal kabileciliğin nefretini üzerlerine çekmektedirler. 1989'da kendileriyle birlikte koruyup kolladıkları ve Saddam'ın zulmünden esirgeyip de Türkiye'ye getrdikleri komşularının bugünkü tavırları sanıyorum IrakTürk'lerinde çok derin yaralar açmıştır.


Milliyetçiliği Yok Etmek Çözüm müdür?




Milliyetçiliğin sürekli kötülük kaynağı olarak görülmesinin sayısız örneği bulunabilir…

Çare nedir?

Milliyet duygusunu sürekli bir şiddet menbaı olarak görenlerin bunun “tedavisi” hakkında ne önerdikleri meçhul. “Hepimiz kardeşiz! Hepimiz insanız!” söylemi itiraz edilemeyecek bir hümanist totolojidir.

İnsanlığın genel olarak bir aile olması fikrine zaten hiç kimse karşı çıkmaz. Mesele şu ki aynı anne karnında çıkmak dahi insanları aynılaştıramıyor!

Milliyetçiliğe karşı durmayı bir tür ahlâkî gereklilik sayanlar, millet realitesini nereye koyacaklarını bilemiyorlar ilk plânda… “Bu 1789’un eseridir!” demekle hiçbir şeyi çözmüş olmuyorlar, çünkü 18. y.y.’dan evvel millet haline gelmiş toplumlar var.

Öte yandan millet tanımı ile ilgili kendi ezberlerini aşmak için bir çaba da göstermiyorlar ve “milliyetçilik” taraftarı sayabilecekleri her sese de kulak tıkayarak “ahlâkî bir duruş” sergilediklerini sanıyorlar.

Milliyetçilik mutlak ve kaçınılmazdır, çünkü millet, inkâr edilemez ve aşılamaz bir toplumsal gerçeklik olarak ortada durmaktadır ve duracaktır.

Milletin, tarihsel bir hukuki mutabakat olduğu, bu mutabakat ile kültürel benzeşmenin ve asgari müştereklerin geliştiği ve kimliği belirlediği nedense kimsenin aklına gelmiyor.

Bunun yanı sıra, aynı milletin içindeki çok farklı “genotiplerin” bulunması, ırkî karışmaların gözlenmesi de maalesef “hümanistlere” ışık tutmuyor. Sadece Rus, Türk veya Fransız gibi milletlerin değil ama Amerikan halkının milletleşme macerası dahi hümanistlerin millet ve milliyetçilik bakışını değiştiremiyor. Amerika, adeta hızlandırılmış bir millet inşaası örneğidir. Temeli, farklı ırkların, etnik kökenlerin hukuki bir mutabakatı olan bir benzeşme ve kaynaşma örneğidir ABD milletleşmesi. İşin garip tarafı odur ki resmî dilin, eski sömürge imparatorluğunun dili olması kimse tarafından garip karşılanmamaktadır. Farklı etnik grupların kendilerine ait yaşam tarzlarının bulunması, çoğunluğun anglo-sakson yaşayışının hukuku ve sosyal ilişkileri belirlemesine engel olmuyor.

Tarih içinde coğrafî hareketlilik, fetihler vs yoluyla bilhassa emperyal devletler kurmuş milletler ırken muazzam karışmıştır. Bu yüzden erken dönemde milletleşmiş toplumlarda ırka dayalı milliyetçilik yapmak abesle iştigaldir. Elbette modern dönemde doğrudan doğruya genetik üstünlük temelli ayrımcılık ciddi acılara yol açmıştır, bu inkâr edilemez bir gerçektir. Fakat ırkçılığın resmen ilgasından sonra dahi Almanya’da milliyetçiliğin ortadan kalkmamış olması, bunun, politik manipülasyonla azdırılan ırkçılıktan çok daha derinde ve değiştirilemez bir doğal duygu olduğunun bir delilidir.

Milletler var oldukça milliyetçilik de var olacaktır. Bu kaçınılmazdır, çünkü en nihayetinde hepimiz “dilimizi” yani düşünme araç-gerecimizi ve değer yargılarımızı içinde yaşadığımız toplumdan ediniriz.

Önce milliyetçiliğin bir doğal mensubiyet şuuru olduğu kabul edilmelidir.Ancak bundan sonra bu olgunun nasıl “işlenmesi” gerektiğine geçilmeli. Milliyet duygusunu yok ederek hümanizm yapmağa çalışmak, insanı yok ederek insanlığı kurtarmağa çalışmaktır.





6 Kasım 2008 Perşembe

Vicdan



Eğer bu filmden bir ders çıkarmamız gerekiyorsa o da şudur: "Bir daha Erden Kıral adlı yönetmenin hiçbir filmine gitme!"


"Önce ekmek, sonra ahlâk" materyalizmine gırtlağına kadar batmış, faikiri de zengini de ahlâksız bulan o nihilist, kibirli toplumcu gerçekçilik saçmalığının bir başka örneği "Vicdan"...


Bir yazarın iki öyküsünden mülhem çekilmiş ki Türk öykücülüğünün hal-i pür melâlini de gözler önüne seriyor böylece.


"Nereye varmak istiyorsun hemşerim?" sorusuna yönetmenimizin verdiği hiçbir cevap yok! Ergenlik dönemi cinsel merakında takılıp kalmış gibi duran, gerçekçilik adına bol bol küfür barındıran bir hilkat garibesi film.


"Esas oğlanı" kim oynuyor, bilmiyorum, bir daha da seyretmek isteyeceğimi sanmıyorum. Zira topu topu bir sayfalık bir repliği olduğunu tahmin ettiğim "Kaşını çatar ve durmadan ev sahibini düşünürsün"den daha derin olmayan bir motivastyonla rol kesen erkek başrol oyuncusu içimi bayılttı.


Nurgül Yeşilçay, "Güzel bir kız bul, cüretkâr sevişme sahneleri çek, herkese ahlâkî ikiyüzlülük dersi ver!" anlamındaki bayağı klişelerde rol almayı sevdiyse bilemiyorum. Bu rolüyle aldığı altın portakal da bence çok anlamlı değil.


Belgesel tadında çekmek için grenli fotoğraflanmış, bütün başarısı da bundan ibaret kalmış bir film.


"Müzik: Zülfü Livaneli" diyor ama içinde müziği ara ki bulasın. Eğer o "atonal" klarinet improvizelerini sayacaksak bizim kızlar melodikalarıyla ondan bin kat güzel şeyler çalıyorlar.


Durmadan araya sokulan ve hatta mide bulandıracak kadar boğazınıza tıkılan imgelerle "Ben büyünüce Ayzenştayn olucam!" diyor sanki yönetmen. Ol, ol da hocam rüyalarını mümkünse aile büyüklerine veya hocalara falan anlat... Senin her kafayı bulup da kustuğun gecenin kâbusunu biz de görmek mecburiyetinde miyiz?


Türk sineması gene o ideolojik sığlıklara dönecekse değil altın, platin ve hatta titanyum portakal bile bizi kurtaramaz.




Yeni Bir Merhaba

Fikirleri bir kazana atacağız.

Aşure mi olur, çorba mı bilmiyorum.

Ama bildiğim odur ki aklını kullanmaktan vazgeçmeyenden kimseye zarar gelmez.