27 Eylül 2011 Salı

Bugün Mutluyum

Her güne iyi bir niyetle başlamak… En azından o gün hakkında peşinen endişelenmeden başlamak… Murphy denen adam kim , bilmiyorum ama… Neden o kadar kötümser düşünmüş? Böylece iyiliklerin kıymetini daha fazla mı bilmek istemiş? Hiç sanmıyorum.

İki şey oluyor karamsarlıkta.
Birincisi : İnsan , eldekilerin kıymetini görmezden gelerek nankörleşiyor.

İkincisi: Ne tür bir iyilik veya mucize gerçekleşirse gerçekleşsin zaten sevinecek takati kalmıyor insanın.

“Elimizde ne var ki?” diye düşünme çok yanlış. Çünkü genellikle elimizdekiler gidince yerlerine bir şey koyamayacağımızı görünce anlıyoruz anlamını , farkına varıyoruz, ne dediğimizin.

Elimizdekiler elimizde oldukları için mi bize mutluluk verirler? Hayır. Elimizdekiler bize en yakın mutluluk kaynakları oldukları için bize mutluluk verirler. Onlara sahip olduğumuz ve onları israf edebileceğimiz, tüketebileceğimiz için değil…

Kaldı ki mutlu olmayı bilmeyenler için tüketmek de bir fayda sağlamaz. Elinizdeki lüks cep telefonunun müzik dosyalarından güzel bir türküyü veya şarkıyı canınız her istediğinde dinleyebiliyor musunuz? O zaman o telefon anlamlıdır.

Elinizdeki parayla hoşunuza giden bir kitabı alıp okuyabiliyor musunuz? O para işte o zaman faydalı. Güzel bir elbise alıp da giymek istiyorsunuz ve sonra beğenmiyorsunuz ama alışveriş merkezinde yüzünde maskesiyle, ana babasının ellerinden tutmuş ve gülümseyen bir lösemili çocuk mu görüyorsunuz? Bunlar size uzak mı sanıyorsunuz?

O halde neden yakınımızdakilerle mutlu olmuyoruz?

Belki bugün sevdiklerimizi bir kere daha candan öpmeliyiz… Ne dersiniz?

26 Eylül 2011 Pazartesi

Sabır Sevginin Çocuğudur

Sabır doğal olmayan bir davranış mıdır? Sanırım çoğumuz böyle düşünüyoruz.
Her şeyden evvel “doğal” olanın ne olduğuna bakmalıyız? Hayvanlarda sabır diye bir şey yok. Vakti geldiğinde ava çıkıyorlar.

Sabır, her şeyden önce bir fazilet… Demek ki bizim için bir değer… Yani insan doğasına ait bir eylem… Zorluklara sabrı hemen anlayabiliyoruz da asıl anlamadığımız, anlamaya da yanaşmadığımız şey, yakınlarımıza anlayış göstermemiz gerektiği zamanlardaki sabır.

Sabrı, başkasına karşı değil de kendimize göstermemiz gerektiğini anlamalıyız belki de? Sabır, öfkenin dizginlerinden kurtulmasına karşı verilen bir mücadele aslında. İçimizdeki saldırgan hayvana karşı koymak…

Nasıl öğrenilir? Benim reçetem, sevgiye zaman ayırmak… Kendime öğrettiğim şey bu. Sevdiklerimizle ne kadar az zaman geçirdiğimizi genellikle öldüklerinde anlarız. O halde onlarla beraber olmanın zevkini an be an yaşamaya çalışmalıyız. Bunu yaparken ne oluyor? Bunu yaparken hayatta daha önemli hiçbir şey olmadığını anlıyorum.

O zaman beklemelerin, aslında, daha güzle şeylerin farkına varmak için bahşedilmiş fırsatlar olabileceğini düşünüyorum. Çocuğunuzu, yeğeninizi, torununuz kucakladığınızda, sıcaklığı sizi ısıtırken anneniz yanınızda rahatça örgü örerken… Eşiniz içine sevgi katılmış bir şeyler pişirirken… Artık evde bunu her kim yapıyorsa…

Kendimedir aslında bütün söylediklerim. Kendime ve henüz olgunlaşmamış ruhumadır yazının tarlasına ekip diktiklerim.

23 Eylül 2011 Cuma

İçi Dışı Gerçek Dolu Olsak Nasıl Olurdu?

Bana öyle geliyor ki… “Gelişmişlik”, genellikle herkesin “iyiden” yana olmasıyla sağlanıyor, parayla, pulla değil.

Parayı yaratan şey güven ve dürüstlük. Değere karşı değer üretildiğini bilmek, sahte işler, ürünler yapmamak.

Eğer refah parayla ilgiliyse para, hem devlette karşılığı olan bir çek, hem de gerçekten  üretilmiş bir değere karşılık ödenen gerçek bir değer simgesi olarak iş görür.

O zaman medeni bir toplumun sahtelikle işi olmaz. Sahtelik uygar dünyanın istisnasıdır.

En başta kendimize karşı dürüst olabilsek eğer… Bir başarabilsek…

Bilgimizi ve duygularımızı açmaktan korkmasak… “Ben seni çözdüm!” tarzı ucuz hinliklerle karşılaşmasak…  

Toplumsal düzen için  uzlaşılmış basit görgü kurallarının yerine , üzerinde uzlaşılmış, maskeler takmaktan vazgeçsek… Sanırım o zaman ne yaptığımıza, neyi gerçekten ürettiğimize bakılır ve ciddiye alınırdık.

Etiketler reçel yapamaz ama iyi reçellerin etiketleri her zaman hatırlanır. Söz "Savage Garden'da" Ne dersiniz?

Savage Garden - Truly madly deeply kareem93

İyiyi Anmak Kötüyü Anmamak

Belki ne kadar çok söylenirse o  kadar iyidir. Madem ki kırk defa tekrarı bir adamı deli etmeye yeter, belki bizim de işlerimizin düzelmesi için bu gereklidir?

Kafamı meşgul eden soru şuydu: “İnanmadan söylemek, neye yarar?”

Mesele şuydu ki bu gün bizi kalıcı bir kötümserliğe iten şeylerin tamamı da aslında başlangıçta, inanmadan tekrar ettiğimiz kötümserliklerdi.

Belki bu yüzden bütün inançlarda, bazı şeylerin sürekli zikredilmesi tavsiye ediliyor?

Kötümserlik kültürel bir davranış mı?  Herhalde öyle… Onu çevremizden öğreniyor ve bir hayat tarzı haline getiriyoruz belki de? Hayata karşı güvensizlik gelenekselleşiyor bir müddet sonra. Güvensizlik kararsızlığa, kararsızlık zaman kaybına, zaman kaybı geri kalmaya yol açıyor…

Belki Türkiye’nin geri kalmışlığının kökenini burada aramak lâzım?

Belki her gün ama her gün ümitsizliğin ve karamsarlığın doğal olmadığını, “haklı” olmadığını kendimize bir şekilde hatırlatmalıyız?

O halde neden şimdi olmasın?

21 Eylül 2011 Çarşamba

Kumrular’a Ağıt

Aklına gelir  ya bir şarkı bazen… Bazen bir türkü ki  son zamanlarda  makamına göre  rüzgârın esişinin bende  nükseder oldu bu haller…

Bazen  öyle anlık bir parıltıyla dönüverir çocukluğunun akşamüstleri  omuzlarının üstüne… Konuverir dallarından  kanatları  alacalı güvercinlerin, kumruların.

Bazen ayaklarının yorgunluğunu bıraktığın sokaklardaki en derin gölgeler ve atkestaneleri ve çınarlar ve  yaz serinlikleri... Titrer yaprakları ormanlarının hatırasıyla ve seni de ürpertir.

İşte o sokaklarda bazen…  Sükûnet lekelendi, bir alçaklığın patlamasıyla…

Ama her zaman  fukara gençliğin sarhoşluğuyla… Her zaman çınarlara hayranlığıyla yürüyen bir  köhne adamın sesiyle  hatırlıyorum…
İşte ben o Kumrular’ı özlüyorum. Saraçoğlu’nun  evlerinden,  eski Ankara bakan pencereleri özlüyorum. Şehrin ortasında bir nefes almaktır Necatibey’den yukarısı, ben onu özlüyorum.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Değiştirmemek Rüzgârını Çocukluğunun


Çocukluk gelip geçer. Bütün uçucu rüyalar gibi uçup gider. Dün gibi hatırlanıp hatırlanmadığı asıl önemli olan.

Mesele keşkesiz  yaşamak mıdır, derseniz, bence değildir. Çocukluk nedir, derseniz, hayatı, içindeki neşe özüyle yaşamakta ısrar etmektir derdim. Vazgeçmemektir derdim. Ümidin saflığıdır, derdim. İşte bundan dolayı, çocukluk taptaze anılarla kuşatır bizi ve bu yüzden keşkelerimizin  bizi üzmesine engel olur.



Çocukluk  alabildiğine parlamaktır.

Eski bir şarkıyı, derin bir sesle söylemek ve belki daha derin bir sesten dinlemek. Hayatınıza o kadar deniz kıyısını nasıl sığdırdığınıza şaşmaktır.

Güzel şarkıları ben bulmuyorum aslında, galiba onlar beni buluyor. Gecenin bir âlemi, Joe Black’teki o hastanın dediği gibi,  “güzel foroğrafları” hatırlatan, baş ucumuza koyan, susmanın sesinden konuşan şarkılar buluyor  güzel.



Teşekkürler Tracy Chapman, teşekkürler.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Hayatın Merkezi Olarak Yürütme

Kol kırılır herkesin içinde

Hukuk devletlerinin özelliği, yürütmenin, hayatın günlük akışına keyfî şekilde müdahale etmesinin sınırlanmasıdır. Sınırlı devlet de bu anlama gelir zaten. Çünkü devletin günlük hayatla ilgili organı yürütmedir.

Geri  memleketlerde yasama  sembolik, yürütme ise merkezi bir öneme sahip. Dikkat edilirse hiçbir geri memleketin yasama organının, kural belirleyiciliğinden bahsedilmez, daima hükümetlerinden bahsedilir ki o hükümetler de neredeyse Tanrısal bir keyfiliğe ve sorgulanamazlığa sahiptir.

Nitekim son sekiz yıldır ülkemizdeki yürütme kararları, yasama kararlarından çok daha fazla ve hızlı şekilde günlük hayata müdahale etmiştir. Bağımsız kurulların keyfi kararlarıyla  televizyon kanallarının neyi, nasıl yapacağı emredilmiş,  nerede ne yiyilip ne içileceğine varıncaya kadar pek çok önceden bilinmeyen uygulama hayata sokuşturulmuştur. Polisler ahlâk denetimine başlamış, hayatın içinde kendiliğinden oturmuş pek çok sokak alışkanlığı, kanun vs gözetilmeksizin sadece yürütme emirleriyle ortadan kaldırılmıştır, en güncel örneği Beyoğlu’ndaki  işyerlerinin ve sokak çalgıcılarının başına gelenlerdir.

İnternet sınırlamalarıyla ilgili mahkeme kararları da inceden inceye düşünülen şeyler gibi görünmemektedir. Bunlar daha ziyade yürütmeyle yargı arasındaki sınırın belirsizleştirilmesiyle yürütme emirlerinin yargı kanalıyla  duyurulması gibi görünmektedir.

Nitekim tecavüz mağduru kadınların tecavüzcüleriyle evlendirilerek tecavüzün bir “ kamu davası olmaması gerektiğine dair” HSYK raporu,  toplumun hükümetçe  tasarlanmasında yargının bu aracılık rolü görüntüsüne ibret verici bir örnek teşkil etmektedir. Bu şekilde toplum yavaş yavaş devletin bütün organlarının itelemesiyle  bir Arap/ Fars din toplumu haline getirilmeye çalışılmaktadır sanki.

Umuyorum ki yanılmış olayım ama belirtiler günden güne, laik özgürlük alanının, yasama, bilhassa yürütme ve yargı eliyle  gitgide  daha da kısıtlandığı yönünde…


16 Eylül 2011 Cuma

Blogumun Melali

Bloglar günden güne daha az mı okunuyor? Bana mı öyle geliyor?

 Blog alemi tuhaf. Kendiliğinden bir eş dost çevresi ediniliyor.

 Herkes herkesle bacanak, elti, görümce, enişte falan oluveriyor.   Birbirinin hiç görmeyen insanların geliştirdiği bu akrabalık ilişkisi de  çok ilginç. Millet birbiriyle sanki aile  kavgası ediyor. O ona ne demiş de ,  eltisi çorbayı nasıl kaynatmışmış da, ütü yaparken dikkat edilmesi gerekenler öyle mi olurmuş, akşam mı olurmuş vs vs vs…

Laf kondurmalar, laf sokmalar, laf dokundurmalar, laf salataları gırla! “Sayın” de de arkasından ne söylersen söyle! Blog değil mi her şey serbest! Bir de ciddiye alınıyor, inanılmaz! Dünyanın hiçbir yerinde internet bizdeki kadar insanları herhalde birbirine bağlamamıştır? Yan odadaki iki numaralı böcüğümüzle  msn’de “chatleştiğimizi” düşünürsek?... Yani hakikaten “chatir, chatir chatleşiyoruz!” Ayol  biz yedi göbekten New Yorkluyuz, bilmiyor muydunuz? Up Town’dan! Kesinlikle engin dallardan don’t  eat murt so…

İki numaralı böcük geldi, dondurmalı pasta istedi, buyur buradan yak. Önümde darmadağınık İngilizce notları, nedense derste adam gibi not tutmayı hiç öğrenemedim.

Empires and Allies oynayayım mı? Oldu olacak bir anket patlatayım belki  “reytingimiz” artar? Artar mı ki? Bioshock 2 yükleyemedim. Tekrar deneyeceğim. İnternet hızımız düşüyor, gene kazı mı var ne sokaklarda?

Bana kalbin kadar temiz bu blog sayfasını ayırdığın için…

Acele Blog Ecele Ne yapar?

Acele bir şeyler yazmam lazım. Okuyanımız da yok ama millet bizden yazı bekliyor. Memleket ahvali ne zamandır bayatladı. En son işittiğimize göre milli eğitim bakanlığından artık “millî” kelimesi kalkıyormuş! Niye şaşırmadım, bilmiyorum? İyice kansız kaldık, sormayın.

Etnik terörle yürütülen “enseye tokat” kıvamındaki  görüşmeler gerçekten bana bir nefes aldırdı. Meğerse Toprakkale’den bayrağı indirsek her şey yoluna girecekmiş! Ne demeye o bayrağı orada tutuyorsun  da PKKlı  kardeşlerimizi gıcık ediyorsun yahu?

Gelişmelere bakamıyorum, içim kaldırmıyor. İçim de kalmadı da gerçi diyetteyim, neredeyse sıfır bedene  geldim. Yani karşıdan bakınca, o derece yuvarlak görüneceğim kısmetse. “Kötü şeyler düşünme” diyorum kendime. Şimdi şimdi bir günlük havasına kavuştu blog. Bakalım yakın vadede neler gelecek aklıma, uzun vadede zaten hepimiz ölecekmişiz.  “Ulan eşşolusu! Sen öleceksin diye torunların niye fakirlik çeksin?” diye de sormak kimsenin aklına gelmemiş herhalde Keynes Efendi’ye… Şimdi sorduk işte. Ucuzundan blog, seyreltilmiş içerik, yutulması kolay  yumuşak ve bayat esprileriyle bir günlük sayfasının daha sonuna geldik. Sağlıcakla sayın seyirciler.

Türkiye'nin İlk Sony Tableti Senin Olsun!


İlk tabletini piyasaya sürmeye hazırlanan Sony; çok geniş uygulama yelpazesine ve PlayStation® sertifikasına sahip olan bu ürünüyle çok konuşulacağa benziyor. Tableti Türkiye’de 1 Ekim’de satışa sunacak olan Sony, “İlk Sony Tablet Kimin?” yarışmasıyla çıkış tarihinden önce tablet tutkunlarına bu muhteşem tabletin sahibi olma şansı veriyor!

http://www.facebook.com/SonyTR adresindeki Sony Türkiye Facebook hayran sayfasında gerçekleşen yarışmada, en çok soruyu en kısa sürede bilenler kazanıyor. 3 hafta sürecek yarışmada her hafta 1 Sony Tablet hediye ediliyor. Bilgili ve hızlı 3 yarışmacı bu teknoloji harikası cihaza Türkiye’de herkesten önce sahip olma şansı yakalıyor. Türkiye’de Sony Tablet S’e sahip olan ilk kişi olmak için tek yapmanız gereken; linke tıklamak ve en hızlı şekilde soruları cevaplamak.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

8 Eylül 2011 Perşembe

Haberler İşgal Altında

Nereden bileceğiz?

Evde haber seyretmiyoruz artık. Beşinci sınıf da olsa felaket,  savaş,  aksiyon, korku filmi seyretmek daha iyi geliyor.

Çünkü hangi kanalı açsak önce şehir haberi arkasından  marka giyimli,  kadınlı erkekli terör yandaşlarının akıldanelikleri.

Vay efendim çözüm  şuymuş da buymuş da vs vs vs.

Bunlara kızamıyoruz bile farkında mısınız? Kızansız adını derhal faşiste, ırkçıya  çıkıyor. “ Kardeşim yok öyle şey , biz ırkçı mırkçı değiliz. Hepimizin dedesi bir yerlerden gelmiş amma Türk markasını kuşanmışız ne dek?” diye yalvarsan nafile.

Haberlerin yaklaşık üçte birini terör ve terör yandaşları işgal ediyor. Öyle bir hale geldik ki bizim için ne buyurduklarını, ne lütfettiklerini duyabilmek için açacağız televizyonu sadece.

Bu iş akıl kârı değil. Dünyanın hiçbir medeni memleketinde, ulusal  bütünlüğe karşı  ırkçı, bölücü  saldırılar , terör propagandası, medyada kendine yer bulamaz. Ne ifade hürriyetinin ne demokrasinin karnı o kadar geniştir.

Aklı evvel bir köşe yazarı “Azınlıkların ırkçılığı olmaz!” diye yazmıştı. Yani Kürtler bu memlekette “azınlık” ve bundan dolayı da yaptıkları şeyleri ırkçılık saymamamız gerekiyormuş. Şimdi bunu yazan çok satan bir gazetenin anlış şanlı köşe yazarı nereden baksan günde bir milyon kişinin okuduğu bir adam.

Memleketi ulusal bütünlükle toparlamak için verilmiş  bir savaşın, verilmiş canların hepsini bir kenara atıyor sayın yazar, “Azınlıkların ırkçılığı olmaz!” diye yumurtluyor.  Neresini nasıl düzeltmek lazım? “Azınlıklar” yasama organlarına belli kayıt altında  ve oranlarda katılabilirler. Her yere canları istediği gibi gidemez, ifade hürriyetleri çok kesin şekilde denetlenerek yaşarlar. Azınlıklar ülkelerin ulusal dokusundan kesinlikle ayrı, onunla uzlaşamayacak derecede ayrı bir ulusal kimliği olan topluluklardır.

Medyada yani halkın kanaatini çarpıtmaya kadir  bir telkin makamında, bugüne kadar hiçbir ama hiçbir ırksal ve ulusal fark gözetilmeksizin sadece Türk kimliğini taşımaktan dolayı ülken her yerini kullanıp yasamaya ortka olmuş bir topluluğa “azınlık” dediğiniz anda ipler kopar. Eğer azınlık değiller de “kurucu unsurlarsa” o zaman da  Türk kimliğine sahipler demektir. Bu ikisinin arasında kalmayı istemek “Biz sizinle düşman olacağız!” anlamına gelir ki ağzının ayartı olmayan etnik ırkçı vekiller kopuş yaşanabileceğini söylerken boş konuşmuyordu.
Şehit cenazelerine ekran yasağı var ama her türlü etnik ırkçı, terör yandaşı beyan çarşaf çarşaf gazetelerde,   boy boy ekranlarda…

“Türk” adını anmak provokasyon, “Kürtler yaşamı cehenneme çevirecek!” lafını yayınlamak demokrasi. Ne güzel bir ülkede yaşıyoruz. Siyasal dinciliğin  Arapçı kafası memleketi Beyrut’a çevirip ondan sonra İslam birliği kurmayı hayal ediyor herhalde? Ne diyelim? Mübarek olsun…

İnsan Eylemi


:  Ludwig Von Mises’in Abidevî Kitabı


Ludwig Von Mises, Avusturya İktisat Okulu’nun dahi iktisatçısıdır. Kendisi Avusturya’nın 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki hiperenflasyondan çıkmasını sağlamıştır.

Mises iktisadı hayatın dışında bir akademik iştigal sahası olarak görmemiştir. Mises’e göre iktisat, insan davranışının düzenliliklerinin özünü teşkil eder. Ona göre  iktisatçıların tanımladığı anlamda, Homo economicus’un iktisdi davranışı diye bir şey yoktur. İktisat doğrudan doğruya insanın varoluş çabasının adıdır.

Buna rağmen o, iktisadı incelerken kesinlikle psikolojizme  başvurmaz.İsan davranışını veya  aslında daha doğru kullanımıyla eylemini,  psikanalize girmeksizin inceler. Bunların ruhsal sebebplerini iktisadi analize sokmaz.

 İnsan davranışının düzenliliklerinin psikoloji dışında, tabiatın düzenlilikleriyle ilgisi üzerinden neden ve sonuçlarıyla ilgilenir. Böylece o insanın canının her istediği şekilde değil, yaratışının gereklerine uymak kaydıyla  eyleme geçmesi halinde hayatta kalabileceğini savunur ki bu eylemin parasal boyutu, iktisat bilgisini oluşturur.

Mises’in iktisat felsefesi aksiyomatiktir. Doğru kararları vermek, insanın kendisine zarar vermemek için yapması gereken şeydir ve  bundan dolayı insan, daima “doğruluğu apaçık belli” olan önermeleri hareket noktası olarak seçer.

Mises akıl yürütmesine “İnsan eylemde bulunur…” aksiyomuyla başlar. Eserin adının “insan Eylemi” olmasının sebebi budur. İnsan eylemde bulunduğunda aslında iktisadi bir iş yapmaktadır.

Aksiyomunu destekleyen yaklaşım faydacılıktır. Eyleme geçme sebebini, rahatsızlığa bağlar. “Eğer kişi her açıdan tatmin olsaydı asla eyleme geçmezdi.”  fikrini savunur.

 Bu açıdan Mises ileri okumalarda özellikle ahlâkla ilgisi olmayan,  sinik ve hatta immoralist biri gibi görünebilir. 

Mises âmir bir etik oluşturmaktan kaçınır ve “zararsızlık” prensibini gözetir. Eğer bir araç   fayda  olarak farz edilen amaca uygun değilse aracın geçerliliği olamaz. Burada faydan bireyselliği önemlidir. Her fayda birey tarafından tespit edilir.

Mesele şudur: Eğer birey başkalarına zarar verecek şeyleri fayda olarak görüyorsa ne olacaktır? Buna, insan doğasının işbirliğine yönelmeye dayandığını göstererek cevap verir. Ne ki işbirliğine zarar veren bir araçtır, onun “eylem” açısından veya iktisat açısından bir anlamı yoktur.

Yalnız onun felsefesinin etik anlamda Keynes’den farkı şurada yatar: Mises faydayı, “Acıdan kaçınmak” üzerine kurar. Burada ana akım iktisadın sürekli bahsedip de kapitalizm düşmanlığına sebep olduğu  “kar maksimizasyonu” efsanesini bir kenara atar. Hayat sürekli bir hareket halindedir ve  bu hareket içinde kısıtlı imkânların sebep olduğu rahatsızlık, insanları bu rahatsızlığı gidermek için eyleme geçmeye yönlendirir.

Böylece insan, bütünüyle olmasa da kısmen, içinde yaşadığı anın rahatsızlığını giderir ve daima eksik kalan noktaları tamamlamak için her seferinde tekrar tekrar uğraşır. İşte Mises’in kâr öğesini bağladığı faydacılık babası budur.

Mises  liberal felsefenin tanımda negatiflik ilkesine sonuna kadar bağlıdır. Ne olması gerektiğini değil, mantıksal tutarlılık ışığında ne olmaması gerektiğini söyler. Önceden bir “iyi davranış ilkeleri paketi” sunmaz. Mevcut  eylemlerin, insan tabiatının sınırları ve tabiatın kurallarıyla uyumlu olup olmadığına bakar.

Bunun yanında onun faydacılığı Benthamgil bir faydacılık da değildir. Bentham faydayı, ölçülebilir, sayılabilir bir şey olarak tasavvur etmişken, Mises bu yaklaşımın geçersizliğini daha en başından beyan eder.

Mises, esasen iktisadın matematiksel ve ölçülebilir bir araştırma  alanı olmadığını ve bu yüzden  pozitif bilimlerden ayrıldığını söyler. Mises, iktisadın uğraştığı bütün rakamların aslında tarihe mal olmuş veriler olduğunu ve bunlara dayanılarak kesin  bir gelecek modellemesi yapılamayacağını gösterir.

Buna rağmen, Mises’in kapitalizm müdafaası, onun, iktisadi hesaplamaya imkân veren tek sistem olmasına dayanır.” İktisadi hesaplama ile eylemde bulunan insanın başarmak istediği görev, girdi ve çıktıyı karşılaştırarak sonucu tespit etmektir… Pratik  manası kişinin üretmek için gelecek kapasitesini engellemeden ne kadar tüketme imkânına sahip olduğunu göstermektir” (1)der.

 İktisat, bize matematik yoluyla servetin kesin  yolunu gösteren bir keşif aracı, bir kristal  küre  değildir. Bu yüzden  iktisadı ekonometri ve modelleme haline getirmek beyhude bir faaliyettir.  “”Niceliksel iktisadı”, “niteliksel  iktisat” dedikleri ile ikame etmeye çalışan iktisatçılar kesinlikle yanılıyorlar. İktisat dalında sabit ilişkiler yoktur ve sonuç olarak ölçüm imkânsızdır(2) Nükteli bir örnekle bunu açıklar: “ Eğer  bir istatistikçi muayyen bir zamanda Atlantis’te patatesin arzında yüzde onluk bir yükseliş, fiyatında yüzde sekizlik bir düşme yarattığını tespit ederse, bu, başka bir ülkede veya zamandaki patates arzının ne olduğu ve ya olabileceği hakkında hiçbir iddiada bulanamaz.Patatesin “talep esnekliğini”  “ölçmemiştir “(3)

Ayrıca Mises, Marx’ın asla tanımlayamadığı "değeri" net bir biçimde tanımlar ve iktisadın temelini oluşturan sübjektivite ve marjinal fayda  öğelerinin   daha rahat anlaşılabilmesini sağlar:
Değer, eylemde bulunan kişinin nihai amaca verdiği önemdir”.(4)
Böylece değerin, eşyanın özünde saklı bulunan değişmez ve kendiliğinden bir varlık olmadığını gösterir. Bu neden önemlidir? Üretim merkezli klâsik iktisat ve onun Marksist devamında değer sorunu “kullanım değeri” mübadele” değeri  düalitesi ile çözülmeye çalışılmış ama değerden insanın dışlanması yüzünden, fiyat denen kavramın açıklanması mümkün olmamıştır da ondan…

Kitap, iktisadın yoğun olarak ilgilendiği fiyatlandırma, sermaye, sermaye malları, faiz gibi konuları Marksistlerin asla ulaşamayacakları bir derinlik ve basiretle açıklar. Bunu yaparken  sadece Marksist argümanlarının değil, günümüz müdahaleci/popülist  karma hükümet  ekonomisi  yöntemlerinin ve felsefesinin argümanlarının da yerinde yanlışlamasını yapar.

İnsan Eylemi” yoğun iktisadî içeriğine rağmen salt bir iktisat kitabı değildir. Veya aslında salt bir iktisat kitabıdır ve iktisadın mevcut kullanım ve öğrenim kapsamının çok daha ötesinde bir yeri ve önemi olduğunu anlatır.  “Kapital” ve takipçisi  neo-marksist  kitaplar gibi hayali evrenlerin yamama tutarlılığıyla gerçekleri açıklamaya çalışan, fantastik felsefe kitaplarının hiç birinin ulaşamadığı ir derinliğe sahiptir.

O, sadece iktisatçıların değil, sosyal bilimlere meraklı herkesin başucunda bulundurması gereken kaynak bir kitaptır.  Okumayı kendini inşaa ve tadil etmek olarak gören herkesi, “İnsan Eylemi’ni” okumaya davet ediyorum.






1-       İnsan Eylemi: Ludwif Von Mises: Liberte (2008): Shf:208-209
2-      A.g.e, Shf: 28
3-      A.g.e, Shf:28-29
4-      A.g.e, Shf: 94

Adı Üfürükten Kendisi Demir Leblebi Bir Blog

Bugün bir bloga rastladım, afalladım. Adı: “Üfürükten Prenses”!

Bizim fakirhanenin adı “Fikir Kazanı”, yani iddia büyük! Kazana her şeyi atmıyoruz!  “Fikirsiz işimiz olmaz!” babından  asmışız tabelayı!

Eşe dosta da haber vermişiz ki okusunlar diye. “  Çamaşırdan, bulaşıktan vakit mi aklıyor ay oğlum?”,dan “Ya ben aslında okuyorum abi…”ye kadar çeşitli bahanelerle sallanmışız.

Fikirse fikir… Kafayı patlatmışız… Ciddiyetten taviz vermemişiz.  Ne olmuş?

Vallahi ne olduğunu bilmiyorum, kimsenin “ Doğru söylemiş lan! “ deyip de hevesle yorum yazdığını görmedim henüz fakirhaneye.

Yani? Yanisi şu: “Üfürükten Prenses” adı fevkalâde mütevazı, içeriği dopdolu, samimi, dosdoğru bir blog. Yemek tarifi, makyajoloji, erkekleri pert etmenin on sekiz yolu, kadınları yemenin binbir şekli gibi  reklam yüklü  mekânların blog diye dolaştığı sanalağda, tam da benim yapmayı düşündüğüm şeyi yapmış, enfes bir  blog!

Fazla söze ne hacet? Vallahi şahsen “Üfürükten Prenses’i” görünce “ Ne yazıp duruyon lan? Zaten bi halta yaradığın yok. Akıcısysa akıcı, ilginçse ilginç, nüktedansa nüktedan bir blog zaten var. Hıyarlık etme bırak şu blogculuğu artık!”  dedim kendime. Bırakır mıyım?  Maçam yeter mi? Sanmam ama gene de insanda böyle  tatlı bir emeklilik, gevşek bir bırakıvermek arzusu ve okuma zevki uyandırdığı için teşekkür ediyorum “Üfürükten Prenses’e”… Üfürükten olan benim sevgili  prenses, sen değilsin, ben J

7 Eylül 2011 Çarşamba

Karışık İşler Karışık Tostlar

-        -          Spock!
-          Buyur gaptan!
-           
-          Canım çok tost çekti beah!
-          George’a diyek yapsın sana bi garışık?
-           
-          Sen  yemeyecen mi?
-          Valla gaptan canım hiç çekmiyor , biliyon mu?
-           
-          Niye la?
-          Geçen gün Klingonlular  Vanokortium’da bizim Hüseyin’e gidip dükkânı gapattırmışlar…
-           
-          Niye ki?
-          Ne bilem ya? Gaptanlarından birinin ilk hacetini ettiği günün yıl dönümü müymüş ney imiş?
-           
-          Neey?
-          He valla! “Yüce gaptanımız Bapotosh,  ilk defa bu gün galaksiler arası boşluğa def-i hacet etti! Bu mübarek günde bütün galaksi  halklarının ona saygısını sunmasını istiyok! Bayram  bu gün!” demişler. “Dükkânı da açarsan camını  indiririk aha bak bunlar da bizim enikler!” demişler. Eniklerin eline de daş vermişler
-           
-          Vanokortium bizim  galakside değil mi la?
-          Öyle…?
-           
-          Eee? Klingonluların bayramından bize ne la? Hem daş ne ki Daş mı galmış bu devirde? Baksana Spcok. Yakında Klingon devriyesi neyi var mı len?
-           Ecik uzakta var, bir iki sektör felan mevkide.
-           
-          Eyi… Bi sıçrama yapak  hele şunların yanına…
-          Yapak gaptan…
-           
-          Foton torpidoları hazır mı?
-          Hazır gaptan.
-           
-          Eyi. Kitlenin bakam birine. Kitlendiniz mi la?
-          Kitlendik gaptan.
-           
-          At bakam iki dene foton torpidosu.
-          Atıldı gaptan. Ya attık ama… Acaba gonuşsak mıydı bir heriflerle gaptan? Hani diyorum galaksiler arası barış gonseyine ondan sonra… Yani zırıltı çıkmasın amasında?
-           
-          La Spock!  G.tü b.klu klingonlular galaksinin ortasına s.çarken zırıltı olmayor da  eşkıyacılık oynayıp da dayağı yidiklerinde mi olacak? Ben alıyom sorumluluğu gafanı yorma! Attk de mi torpidoları?
-          Attık gaptan.
-           
-          Atması bi şiy deel… Vurduk mu?
-          Vurduk gaptan.
-           
-          Eyi! Şimdi yiyek mi tost?
-          Olur be gaptan!
-           
-          Sulu! Harold’a söyle bize iki ayran iki de garışık tost yollasın!
-          Hemen gaptan!

6 Eylül 2011 Salı

İtirazım Var Benim Bu İşe

Bugün kampüse giderken dolmuşta arabesk çalıyordu. “Biraz daha, biraz daha..” diyerek dinledim. Çünkü neredeyse kendi memleketimde, artık dolmuşlarda hiç duyamadığım Türkçe sözlü bir şarkıydı hem de melodisi adam akıllı girift ve güzeldi.

Melodi “oya gibi işlenmişti”… Sözlere fazla dikkat etmedim, daha doğrusu işitmedim bile ama melodi güzeldi işte, güzeldi…

Her gün kulaklarımıza tıkıştırılan sayısız   kenar mahalle popunun yanında kendi başına bir asaleti ve duygusu vardı. Ciddi bir emeğin ürünüydü. Üç  ölçülük basit tekrarlardan ibaret değildi.   Çirkin ve çiğnenip atılacak bir şey değildi.

Arabeski sevmek mümkün müydü benim için? Aslında bundan yirmi yedi sene evvel Müslüm Gürses’in “ Mutlu Ol Yeter” adlı albümünü dinlediğimde de kendime bu soruyu sormuş, sessiz ve mütereddit bir “evet” demiştim. Çünkü o albüm hâlâ dinlenebilirdi. “İtirazım Var”a itiraz ettiğimizde, “Allah belanı versin!”, “Sadece arkadaşız” gibi kepazeliklerin bizi beklediğini bilmiyorduk bile.

Bunun, dert sahibi ve yaşayan, hisseden insanların çığlığı olduğunu anlayamamıştık. Sonra “etnik pop” olduğu iddia edilen kenar mahalle özentiliği, marka giysiler ve usta işi katonetlerle cdleri işgal etmeye başladı.

O yüzdendir ki bu yazının sonuna Müslüm Gürses’ten “itirazım Var”ı bir itiraz beyanı, bir itiraz bayrağı olarak ekliyorum. İtirazım var!

Şarkıya sonradan bir "cover" yapmışlar... Herhalde adı bu? Kepaze etmişler güzelim şarkıyı, ben orijinalini buldum getirdim...