31 Ocak 2009 Cumartesi

Dünyanın Durduğu Gün



Filmin orijinal halini seyretmedim, galiba soğuk savaşla ilgili ögeler içeriyormuş.
Sinemada seyretmek için idare eder bir seyirlik. Başrol oyuncusu Keanu Reevs olunca herkeste doğal olarak Matrix ebadında bir ihtişam beklentisi hasıl oluyor.
Matrix ile kıyaslandığında felsefe/ görsellik oranı epey büyük çıkıyor ki bu da filmi azıcık sıkıcı kılıyor.

Filmin öyküsü çok daha fazla görsel ögeyle desteklenebilirdi. Mesela uzaylıların, diğer dünyaları nasıl kaybettiklerine dair vs sava sahneleri konabilirdi.

Filmin en kuvvetli yanı oyunculuklar.

Müzikler fena sayılmaz.

Görsel efekte dayalı bir film olmasından dolayı yapım tasarımında herhangi bir belirginlik göze çarpmıyor.

Dediğim gibi, yeryüzünün neden “bize” ait olmadığına dair de bazı ayrıntılar verilebilirdi
Bu açıdan filmin öyküsü pek hızlı akıp bitiveriyor gibi…

Gene de büyük gümüşü perdede seyretmekten zevk alınacak bir film.
Yönetmen: Scott Derrickson
Oyuncular: Keanu Reeves, Jennifer Connelly, Jaden Smith, Kathy BatesSenaryo: Edmund H. North, David Scarpa
Tür: Bilim-Kurgu, Dram, Gerilim
Dil: Altyazılı
Web Sitesi: www.thedaytheearthstoodstillmovie.com

Türkiye’de Solun Aktüel Çoğunluğu ve Yaşanılan İdeolojik Çelişki

Sol felsefenin, liberalizmin korunmaları için âzâmî özen gösterdiği değer ve normlarla taban tabana zıt düştüğü aşikâr.
Hayatlarımıza, sahip olduğumuz felsefelerin yön verdiği de nerdeyse bunun kadar aşikâr, aksi takdirde ahlâkî bütünlüğümüzü ve huzurumuzu kaybederdik.
Peki Türkiye’de sol görüşlü insanlar gerçekten mülkiyet düşmanı, temel hakları küçümseyen, temsili demokrasiyi aşağılayan, sınırlı devleti tehlike addeden , aslında hayatın her anına ve alanına devletin komuta etmesini isteyen otoriter insanlar mı?
Aslına bakılırsa Türkiye’de sol camianın büyük çoğunluğu solun tabiatının gerçekte ne olduğunun farkında olmayan insanlardan oluşuyor.
Bu çok iddialı bir tespit gibi görülebilir ama hayatın gerçeklerine bakıldığında rahatlıkla ortaya konabilir.
Mesela “ sosyal adalet” taraftarı bir solcuya hırsızlığın suç sayılıp sayılmaması gerektiği sorulsa büyük ihtimalle “ duruma göre” diye cevap verir ve mesela ekmek çalan çocuğa şefkat nazarıyla bakacağın ifade eder. Aynı bakışa sığınarak kendisinin hırsızlık yapıp yapmayacağını sorsanız herhalde buna sert bir dille “Hayır” diye cevap verir.
Veya mesela ’68 kuşağının şiddet eylemlerini bir tür efsane olarak kabul ederken kendi eline silah verildiği takdirde aynı kolaylıkla adam öldürüp öldüremeyeceğini sorsanız sanırım en azından tereddüt yaşar.
Türkiye’de sol camia iyi sonuçları herkesten fazla arzular ama bu sonuçlara nasıl ulaşılması gerektiğini maalesef kesin inançları yüzünden etüt etmez.
Bunun sebebi de sırf materyalist olduğu iddia edildiği için ( ki kendisi aslında dibine kadar metafiziktir) Marx’ın analizlerinin her şeye yeter bir amentü kabul edilmesidir. Oysa herhangi bir solcuya ezberden saydığı bazı argümanların gerçekten bir anlam ifade edip etmediğini, bu argümanların insan davranışlarını açıklamakta yeterli olup olmadığını, aksiyomatik olup olmadıklarını vs sakince sorsak genellikle bocalar. Vereceği cevap da Marx’ın öyle kolay anlaşılamayacağı olacaktır. Anlaşılması bu kadar zor olan bir paradigmanın hayata nasıl geçirileceği sorusu ise zaten muhatabınız için fazlasıyla sıkıcıdır.
Türkiye’de herhangi bir solcu için solcu olmanın en başta gelen anlamı sorgulayıcı,muhalif ve haklıdan yana olmaktır. Bu açıdan solculuk Türkiye’de felsefi dayanaktan ziyade duygusal/ romantik tepkilere dayanmaktadır.
Bunun bir örneği, Popper’ın “Açık Toplum Ve Düşmanları’nda” yerle bir ettiği “ilericilik” fikrininTürk solunda genellikle ancak maddi gelişmeye yönelik faydacılık şeklinde algılanmasıdır. Bu açıdan mesela çocuklarının ahlakı hakkında gayet dikkatli ve titiz olan bir solcu için mesela halk sağlığını bozan yanlış gelenekler “ilerlemenin” düşmanıdır. SanırımTürkiye’de sol camianın büyük çoğunluğu kendi çocuklarının “ileri” ülkelerdekine benzer bir cinsel hayat tarzı yaşamasına en azından soğuk bakar? Buna mukabil içki içmeyi biricik ilericilik belirtisi sayar.
Türkiye’de solun temel çelişkisi normatif ahlâka sıkı sıkıya bağlı olmayı bir gurur vesilesi sayarken bununla çelişen uygulamaları arzulamasındadır.
Mesela Türk solu sadece banka hortumlamalarına değil, arbitraj gibi işlemlere bile karşı çıkarken “adil gelir dağılımı” adına devletin mülkiyete tasallutunu savunur. Bir kısım siyasetçinin devlet eliyle mülkiyet gaspını arzuladığını düşünüyorum. Ama bahsettiğimiz solcu çoğunluk için bu mülkiyet gaspı “iyi niyetli” bir dağıtım gibi görünmektedir.Ne yazık ki solun aktüel çoğunluğu sahip olduğu normatif ahlak ilkelerini bu noktaya kadar yürütememektedir.
Türkiye’de fikir hürriyetini savunmayan tek solcuya bile rastlayamazken ülke için öngördükleri rejimlerin cari olduğu ülkelerdeki baskı ve zulümler sahip olunan kesin inancın rasyonelleştirme mekanizmasıyla ya görmezden gelinmekte veya aklanabilmektedir.Sıradan bir solcu için komşusunun fikirlerini silah ile engellemek seçeneği sanırım son derece ürkütücüdür. Oysa oy verdiği siyasi örgütlerin, bunu , ideolojinin doğal gereği saydıklarına onu inandırmanız son derece zor olacaktır.
Oysa hepsi iyi arabalara binmeyi,tasarruf etmeyi, yatırım yapmayı, çocuklarına birer ev bırakabilmeyi arzulamaktadır. Ama Marx’ın kendisinden kaynaklanan o fikri sığlığı tevarüs etmelerinden dolayı bu sonuçlara ulaşmayı sağlayan yegâne yolun piyasa ortamı olduğunu maalesef idrak edememektedirler.
Yenilerde piyasanın varlığının şart olduğuna dair bir sezgi gelişmekle beraber sol camia piyasanın sürdürülebilmesi için gereken özgürlük ve hukuk mantığının, felsefesinin gene maalesef uzağındadır. Honda’ya binmekten hoşlanan ama yerli sanayi korumak isteyen, işsizliğe karşı duran ama istihdam maliyetlerinin yükselmesinin sebeplerini analiz edemeyen, ev sahibi olmak için devletin ucuz kredi sağlamasından hoşlanan ama yasaklanmasından yana olduğu ithalat yüzünden pahalanan çimento için yerli üreticiyi suçlayan solun en büyük eksikliği bunu yapabilmek için en başta Marksist hurafeleri bir yana bırakmasının gerekmesidir ki “anlaşılmazlık” büyüsü ve zırhı içinde kalplerin bütün romantizmini dolu dizgin koşturan bir ideolojinin, hayatı açıklamakta,insana yaklaşamamakta olduğunun anlaşılması o ideolojinin mensupları için hayatın anlamının kalmaması demektir.
Türk solu, bir avuç siyasi fırsatçı ve manipülatörün dümen suyunda çalkalanan fevkalâde iyi niyetli ve romantik fakat bir o kadar – büyük bir iddia gibi görünmesine rağmen- bilgisiz kendi içinde bir aktüel çoğunluğa sahip. Ticarette son derece ahlâklı, kârın gerekliliğinin farkında, başkasının hakkına( mülkiyetine) karşı son derece saygılı, yani aslında Marxizmin, proleter diktası için engel kabul ettiği normatif “burjuva” ahlâkına bağlı,buna mukabil, sosyalizmi hümanist bulan pek çok solcunun varlığı başka türlü nasıl izah edilebilir?
Türkiye’de sol siyasetin güdüklüğünün en büyük sebebi de zaten hayata denk düşmemesi, hayatın gerçeklerini Marksist hurafelerin miyopluğu ile ıskalamasındandır.
Türkiye’de solun aktüel çoğunluğunun “proleter diktası için her türlü ahlaki kısıtlamayı yıkabilecek, şiddet düşkünü fanatikler” olmaması sol için büyük bir şanstır. Ne yazık ki ülkemizde sol siyaset, taraftarlarının romantizmini kâh kaşıyıp kâh okşayarak yönlendirmek dışında herhangi entelektüel bir içerik ve kaygı taşımadığından ne problemlere çözüm üretebilmekte ne de halkın aklına ve gönlüne yaklaşabilmektedir.


30 Ocak 2009 Cuma

Felsefe ve Hakikat








Sosyalizm Ve Kapitalizmin Yol Haritalarıyla Ulaştıklarımız Üzerine…
İster pozitif bilimleri isterse sosyal bilimleri çalışalım daima belli bir düşünce biçimine göre davranırız. Bu düşünce biçimi bizim “felsefemizdir.”



Felsefe bize gidilecek yol hakkında rehberlik eder. “Doğru” hakkındaki kanaatlerimizi sahip olduğumuz felsefeye göre belirleriz.



Aksi takdirde davranışlarımızda tutarlılık kaybolur ve tolum içinde yaşama şansımız azalır. Çünkü felsefemiz” bize tutarlı ve tahmin edilebilir davranışlar için yol göstermiyorsa beklentileri karşılayamayız.



Kendimizi savunmak dışında insan öldürmeyeceğimiz konusunda kendiliğinden oluşmuş bir mutabakatı “batıl” sayan herhangi bir felsefeye sahipsek insanlar bizi kendileri için tehlikeli addederler mesela…



İnsan davranışı bu yüzden felsefeden bağımsız olamaz.
Bu yüzden herhangi bir toplulukta önce felsefemizle tanınırız. Bu şekilde oradaki insanlara bizden hangi davranışları beklemeleri gerektiğini söylemiş oluruz.
Mülkiyetin gayrı meşru olduğunu düşünen birinden aldığımız mesaj, sahip olduklarımıza dair herhangi bir duyarlılık taşımadığı ve hatta bunlara karşı bir düşmanlık beslediği yönündedir mesela.



Felsefenin, amaca yönelik ve kurala uyan “eylemin” rotasını belirlemesinin sebebi, kendisine göre sonuçların elde edilmesini hedeflemesindendir.
Bu yüzden bir insan eylemini –belki davranışınız demeliyiz- değerlendirirken, yargılarken genel kabul göre, toplumun çoğunluğunun beklentilerini şekillendiren, “adil davranışı” adil olmayandan ayırmamızı sağlayan genel felsefeye göre bir tutarlılık testi yaparız.
Şüphesiz toplumun bu mutabakatının “doğruluğunun” nereden bilinebileceği sorusu sorulabilir. Bu sorunun cevabı toplumun bizatihi varlığıdır. Eğer bir toplumdan, yani varoluşumuzun korunması için diğer bütün seçeneklerden daha iyi bir seçenekten bahsedebiliyorsak bu da amaç güden ve kural izleyen insanoğlunun bu iki özelliği ile var edebildiği tek beraberlikten bahsediyoruz demektir. Toplumlaşmak, zayıfıyla, kuvvetlisi ile her birimizin varlığının korunmasına dair bir mutabakatsa “doğrudur”.



Bu beraberliğin teminatı olan kurallar da amaçlarımızı kendilerine göre sınırlar ve beklentilerimizin yönünü belirler.



Burada bir yol ayırımına geliyoruz.
Herhangi bir felsefenin diğerine üstünlüğü veya kabul edilebilirliğinden bahsetmemiz mümkün olabilir mi? İnsanlar neden şu felsefeye göre değil de bu felsefeye göre hareket etmelidir?
Aslında bu sorunun cevabı yukarıda verilmiştir…
Buraya kadarki akıl yürütmelerimizin asıl amacı son ekonomik krizle ilgili olarak yürütülen tartışmalardaki felsefi tutarsızlığı araştırmaktır.



ABD dünyada kapitalizmin bilinen en geniş şekliyle yaşandığı bir ülke iken bu krizi yaşaması kapitalizmin veya daha genel anlamda liberalizmin felsefi olarak sorgulanmasına yol açtı.
Görünüşe göre zaten yanlış olan bir felsefe olarak liberalizm refah üretemiyor üstelik ahlaki bir alt yapıdan da mahrum olduğu ortaya çıkıyordu. Öyle ya, liberal bir sistemde “olmayan” paralarla oynanabiliyorsa bu sistem ahlakî anlamda yanlış olmalıydı.



“ Çürütülmesi en zor olan yalan yarısı doğru olan yalandır” diye bir söz vardır. Burada kapitalizme dair öne sürülen eleştiriler bu kabildendir. Bu yazıda kama ekonomilerin neden liberal sayılamayacağını ispat etmek yerine sosyalist rejimlerin neden refah üretemeyeceğini felsefi temlerine dayanarak göstermeye çalışacağız.
Marx bilinen toplumsal normların ve değerlerin aslında ”yanlış” bir tarihsel egemenlik ilişkisinin dayatmaları olduğunu öne sürüyor ve bu egemenlik ilişkisi yıkıldığında “doğru” ve adil bir toplumsal düzene geçileceğini savunuyordu.



Bu kadar kökten ve büyük bir iddia hâlâ idrakimizi zorlamakla beraber ihtiva ettiği romantizm pek çok idealisti büyülemişti.



Marx’a göre insanlar arasındaki menfaat çatışmalarının temelinde özel mülkiyet yatıyordu. Ona göre bütün bir toplum aslında çatışma temelinde bir araya geliyordu. O halde çatışmayı doğuran şeyi ortadan kaldırdığımızda ebedi barışa kavuşabilirdik.
Her ne kadar özel mülkiyetin ilgasını “üretim araçlarıyla” sınırlandırmışsa da neyin üretim aracı sayılması gerektiğine dair o çelikten belirsizlikle daha en başında kuşatılmış ve boğulmuştu.
Marx topyekün bir değişim öneriyor ama ütopyacı olmadığını iddia ediyordu. Oysa “olması gerektiğini” söylediği toplumu tanımlıyor ve bunun için şiddeti de içeren bir manifesto sunuyordu.



Ona göre üretim araçları kolektifleştirildiğinde, üretim ilişkileri ve biçimi değişecek, buna bağlı olarak sınıf bilinci de değişecekti. Dolayısıyla bir “melekler toplumu” yaratılabilecekti.
Onun önerdiği gibi evrimsel olmasa da devrim gerçekleşti. Rusya da özel mülkiyet aynen Marx’ın öngördüğü gibi ( öngörü tahmin etme değil, şart koşmak, anlamındadır)ilga edildi. Üretim araçları proleter diktasına devredildi. Tarım işletmeleri birleştirilip kolektifleştirildi. Hatta bu kadarla da kalınmadı haneler de kolektifleştirildi, büyük evlerin her bir odasına birer aile yerleştirildi. Böylece herkes barınma konusunda “eşit” hale getirildi.
Marx’ın felsefesi, maddi dünyanın değiştirilmesi ile bu dünyanın emrettiği bilinçlerin, algıların değişeceğini iddia ediyordu. Felsefesi, insanların “muhtaç” olmaktan kurtarılması üzerine kuruluydu, temel ihtiyaçları giderilmiş bir insan, daha fazla ne isteyebilirdi ki? Ekmeği ve işi garanti altına alınmış bir insandan daha özgür kim vardı?



Sovyetler Birliği dev bir kolektif işletme haline getirildi, dünyada işsizliğin olmadığı belki de tek devlet Sovyetler Birliği idi.



Sanırım buraya kadar Sovyetler Birliği’nin kuruluş felsefesini ve bu felsefeye uygun davranılıp davranılmadığını yeterince gösterdik. Marx’ın felsefesi o kadar ulvî görünüyordu ki bu derece kutsal bir metni tartışmak ve hele onun uygulanması önündeki engelleri ne pahasına olursa olsun kaldırmamak zaten düşünülemezdi. Zaten Marx yerleşik burjuva üst yapısının normatif ahlâkının proleterler için geçerli olmadığını da göstermiş idi. O halde devrimin yolunu temizlemek için proleterlerin önünde hiç bir engel kalmıyordu. Lenin’in 1918’deki iç savaşı desteklemesi bu felsefeye ve mantığa dayanıyordu. O bir iç savaşı, proleterlerin düşmanların tanıması ve temizlemesi için bir fırsat olarak görüyordu ve bu yüzden ÇEKA’yı sürekli tedhiş eylemlerine sevk etti.



Marx üretim araçlarından bahsederken, onların neliğine ilişkin bir tanımlama getirmemiştir. Ona göre bunlar kömür, petrol, su gibi doğada bulunan şeylerdir. Her ne şart altında olursa olsun var olacaklarını varsaymıştır. Üretim araçlarının doğal bir fenomen olduğuna dair bir felsefe, onların “yaratılmış” mallar oldukları gerçeğine uzak kalmıştır. Bu yüzden üretim araçlarının tabiatına dair yanlış ir yol levhası bizi bambaşka bir yere götürmektedir. Dolayısıyla onların mülkiyetinin, onların yaratılma sebebi olduğu gerçeğini idrak edememiştir.



Bunun makro planda sonucu Sovyetler Birliğ’inin teknolojide geri kalması olmuştur.
Marx “kapitalist üretim biçiminden” vazgeçildiğinde yabancılaşmanın ortadan kalkacağın iddia ediyordu. Oysa “üretim biçiminin” de insan yaratıcılığının bir ürünü olduğu gerçeğinden da uzak düşüyordu ve Sovyetler Birliği o zaman kadar bulunabilmiş en verimli yöntem olan seri üretim bandını, kapitalist batıdan ödünç alarak kullanmaktan başka bir şey yapamadı. Marx’ın önerdiği sosyalist üretim biçiminin ne olduğunu Sovyetler asla bulamadı, çünkü böyle bir şey yoktu ve olamazdı. Üstelik “sosyalist” olduğu iddia edilen Sovyet üretim biçiminde işçiler arasında hırsızlık had safhadaydı. Herkes mutlaka çalıştığı fabrikanın ürününde çalıyor ve bunun ticaretini yapıyordu.



Bu durumda suçun Marx’ta değil , onu bilhakkın uygulayamayan,açgözlü insanlarda olduğu söylenebilir. Ama bir dakika! Üretim ilişkileri ve üretim biçimi sosyalist değil miydi? Üretim araçları proleterlerin değil miydi? Bu durumda proleterlerin burjuva ideolojisine göre şekillenmiş açgözlü ve bencil bilinçleri değişmeyecek miydi? Sosyalist bir ülkede fabrikaları çalıştırabilmek için iş bölümünün gerekliliği Marx’ın yabancılaşma kuramıyla nasıl yan yana yürüyebiliyordu? İş bölümü olmaksızın kitap basamayan bir sosyalist toplum olabilir miydi?
Sovyetler’in aslında sosyalist olmadığı iddiaları bu noktada açıkça gülünç kalmaktadır. Çünkü ne yapılmışsa doğrudan Marx’ın felsefesine dayanılarak yapılmıştır.



O halde sosyalizm nerede yanılmıştır? Bütün mesele Marx’ın amentüsüne uygun yaşanmaması mıdır yoksa Marx’ın amentüsünün zaten yanlış olması mıdır?



Marxizm yanlış mı uygulanıyordu?



Elbette hayır… Marxizm olabileceği kadar âzâmî şekilde uygulanıyordu. Proleterlerin diktası için diğer sınıflar katlediliyor, sürgüne yollanıyor, kısacası ortalık temizleniyordu. Proleter ahlakı zedeleyici hiçbir fikre hayat hakkı tanınmıyor, burjuva devrinin bütün adetleri dibine kadar kazınıyordu. Sınıfa bağlılığı zayıflatacak aile bağları bile devriliyor ve yepyeni bir öncü gençlik yaratılıyordu.



Peki ama neden bir türlü Marx’ın öngördüğü proleter melekler ve proleterler cenneti yaratılamıyordu?



Çünkü Marx’ın öngördüğü yol haritasında insanın öz sahipliği gibi temel bir değerin yeri yoktu. Çünkü Marxın felsefesinde insan, amaç güden ve kural izleyen bağımsız bir fert değil şartların oyuncağı olan bir varlıktı. Çünkü Marx’ın manifestosunda insanlar çıkarlarını kendileri belirlemiyordu, onlar sınıflarının çıkarlarıyla sınırlı robotlardı. Çünkü Marx insanların arasında ilişkilerin çatışmadan ziyade uyuşmaya ve mutabakata dayalı olduğu gerçeğini müdrik değildi.
Marx kendi hayalindeki haritayı yegâne gerçek olarak sunmuştu ve dünya sosyalistleri de dünyanın topografyasını bu haritaya göre kesip biçmeye çalıştılar. Yalnız sorun şuydu ki bunu insan hayatı pahasına yaptılar ve insan varlığına ihanet ettiler. Ormanları keserek onları proleterlerin uygun gördüğü yelerde yaşatmak ne kadar saçma idiyse toplumun kendiliğinden doğmuş düzenini de yeni baştan yapmak o kadar ham bir hayaldi.



Bu noktada ABD krizine de kısaca değinmeliyiz. Sosyalizmin Marx’ın felsefesine göre uygulanmasının yarattığı sonuçları acı tecrübelerle gördükten sonra kendimize şunu sormalıyız: “Kapitalizm kendi felsefesine göre uygulandı mı, uygulanıyor mu?”



Özü itibariyle liberalizmin bir uygulaması olan kapitalizmde arzulanan şey devletin temel hakları korumak dışında hayata müdahale etmemesidir. Bu liberalizmin temel devlet kabulüdür. Peki devletler bu ideale uygun mu davranmışlardır da kriz meydana gelmiştir?



Liberal ilkeler serbest ticareti öngörür, bunun hem ahlaki hem faydacı bir gereklilik olduğunu söyler. Bugün devletler serbest ticarete izin verdikleri için mi krizler ortaya çıkmaktadır? Devletlerin dış ticarete koyduğu kota ve tarifeler liberalizmin bir gereği midir? Bu kısıtlamaları savunan herhangi bir liberal var mıdır? Kaldı ki liberalizmin serbest ticaret argümanı uygulandığı her yerde gerçekten refah yaratmıştır. Olgularla test edilmesini biryana bırakacak olsak bile çok basit mantık ve matematikle dahi doğruluğu ortaya konabilen bir ilkeye ters hareket eden devletlerin kapitalist oldukları iddia edilebilir mi?



Liberalizm hem ahlaki anlamda hem de iktisadi cihetten düşük vergileri, kamu maliyesi disiplinini ve müdahalesizliği savunur. Mevcut karma ekonomili ülkelerde devletin sosyal güvenliğe sürekli müdahalesinin yarattığı istihdam maliyeti artışının ve işsizliğin sebebi liberalizm olabilir mi? Her gün bir yenisi işitilen yolsuzlukların bir tarafında istisnasız bürokratik kurumların bulunması acaba liberalizmin sınırlı devlet ilkesine uyulmasından mıdır?
Son olarak yeni Marksist düşünürlerin neden Kore’de, Küba’da veya Çin’de değil de kapitalizmle üretim yapılan ülkelerde yaşadığına bakmalıyız. Yoksa bu insanlar aslında insanlık karşıtı fikirlerini bile özgürce ifade edebildiklerinin ve ne kadar saçma olursa olsun fikirlerinin bir piyasada talep bulmasıyla geçinebildiklerini görememekte midirler?



Sosyalizm, felsefesi neyi öngörüyorsa o yapıldığı için yıkıldı, kapitalizm ise felsefesine alabildiğine aykırı davranıldığı için sarsılıyor. Umalım ki artık felsefelerin davranışlarımıza etkisini görmezden gelerek bir yere varamayacağımızı idrak ederiz.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Ve Dostoyevski'yi Sevmek!





Bugün itibariyle kütüphanemdeki bütün Dostoyevski’leri bitirmiş bulunuyorum:

“İnsancıklar”, “Karamazof Kardeşler”, “Budala”, “Suç Ve Ceza”, “Ezilenler”, “Ölüler Evinden Anılar”… Uzun yıllar önce de “Kumarbaz’ını” okumuş idim…

Dostoyevski’yi niçin sevdim?

Şu kadarını söyleyebilirim ki gene uzun yıllar evvel görmek şansına erdiğim Rus coğrafyasını ve yaşayışını bütün doğallığıyla bana tekrar yaşatabildiği için…

Kahramanlarının iyilik ve kötülüğünü bize dikte etmektense, davranışlarındaki ipuçlarıyla anlattığı için…

Gerilim yaratmak için olay icat etmektense, zaten var olanlar içinde bizim yaşadığımız gerilimi inanılmaz bir sadelik ve tahlil gücüyle bize aktardığı için…

Belki de en önemlisi her bir eserinin kafamda aynı zamanda görsel unsurlarla da iz bırakmasından dolayı. Ayrıntılı tasvirlere girişmemesine rağmen, genç yazarların tıkıldıkları çatı katları, rutubetli bodrumlar, sayfiye evlerinin aydınlık bahçeleri “kendiliğinden” beyninizde belirir… Her bir romanı ayrı ir damak tadı, ayrı bir görsel izlenim bırakır zihninizde….

Bütün bunların yanı sıra, bilhassa “Karamazof Kardeşler’deki” inanılmaz derin felsefî tartışmalar, konuya ilgili bir okuru adamakıllı çarpar. Bunun yanı sıra o sıralar Avrupa’da’da moda olan sosyalizm gibi bazı felsefi akımları ince bir alayla eleştirebilmesi özellikle eleştirel zekâsına ve entelektüel cesaretine hayranlığımı pekiştirdi. Zira onun daha doğuş dönemlerinde, dünyada bir yeni moda olarak yayılıp da aklı susturmaya başlayan sosyalizm gibi bir akımı gerek mantık gerekse normatif ahlâk ile eleştirmesi hele sosyalizm hurafesinin, zihinleri ipotek altına aldığı bugün için inanılmaz bir cesarettir.

Ezilenler için toplumu topyekün suçlayıp da kesip biçmeye kalkmak hamlığından/ hamakatinden uzaktır Dostoyevski. İyiler ve kötüler kendi başlarına yargılanır. Ne biri asil olmaktan dolayı doğuştan aşağılık veya suçludur ne de diğeri sırf yoksul olduğu için adam öldürdüğü veya çaldığı için masumdur… insan yapmacıklıklarının sınıfından falan kaynaklanmadığını, seçtiği yolun bir gereği olduğunu o kadar doğal gösterir ki “sınıf bilinci” gibi bir hurafeye bundan daha güzel bir eleştiri getirilemez bence...

Şurası da var ki Dostoyevski her yaşın yazarı değildir. Ondan gerçek bir tat alabilmek için belli bir tecrübeye ve farkındalığa ihtiyaç var. Ki bence bu yazarın gerçek değerini gösterir. Ancak hayatı anlamak için belli bir emek harcamış insanlar, onun edebî gayretinin değerini sezebilir.

Dostoyevski, zihnimizin inşasında muhakkak tesiri olacak bir yazar.

Aslında her bir kitabı ayrı ayrı incelenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Gogol'ü Sevmemek


"Eski Zaman Beyleri" ve "Bir delinin Hatıra defteri" adlı kitaplarını okudum, aklımdaysa hiçbir tat kalmadı.

Şimdilerde ( yani bir saat evvel) "Ölü Canlar'a" başladım ve daha ilk üç sayfasında inanılmaz sıkıldım.

Şu kadarını söylemeliyim Dostoyevski okuduktan sonra çekilir şey değil. Rus edebiyatına tövbe etmek istiyorsanız birer bir. Neyinin sevildiğini şimdiyekadar anlayabilmiş değilim.

Anlatımındaki kasıntılık, tasvir merakı insanı bunaltıyor. Konuyla ilgisi olur mu bilmiyorum ama Alatlı'nın "Gogol'ün izinde" gitmesine bir anlam veremiyorum. Rus tabiatınıanlatan hem de çok daha iyi anlatan başka yazarlar yokmuş gibi...

Kısacası "şimdilik" sevmedim, sevmek de içimden gelmiyor! nerede Çehov'un sade ve işlek anlatımı, nerede Dostoyevski'nin tabii diyalogları ve karakterleri ve psikolojik tahlillerindeki derinliği nerede Gogol'ün rüküş dekoratör zevkiyle ortaya yığdığı tasvirler...

Kısacası hiç kimseye tavsiye etmiyorum! En azından Rus klâsiklerine onunla başlanmamalı...

Gene de okur yazarlık belâsına dayanmaya çalışacağım…

22 Ocak 2009 Perşembe


Elleri kıyasıya silâh

Gözleri kementtir insanlığıma

Ne sevda bilir hamuru ne mahmurluğu

Hamurundan sökülmüş bir merhamet lokmasıdır uykusuzluğu

Ve huzursuzluğu ile böler uykumu

El oğludur tamam bilmez

Bilmek de istemez belki susuzluğumu

Sakalları sidikli karton nebisince kazar

Uykumun yönüne bakmaksızın

Kuyumu

18 Ocak 2009 Pazar


Vapurlar eser şol denizin üstünden

Mektuplar içre bir muvakkat yalnızlık

Yalnızlık ki kekre tadıyla bakar

Bakar durur ruhumuza yüz bin asırlık

17 Ocak 2009 Cumartesi

Liberalizm Kimin İçin?


İnsan doğasına yakınlığı ve varoluşa gösterdiği eşsiz saygı ile liberalizmin, doktriner/ kurucu ideolojilerden fersah fersah ileri olduğundan şüphe yoktur.
Renk, dil, din ayrımı yapmaksızın bütün insanların varoluş temellerini ilgilendiren gerçekten evrensel ilkelerle uğraşan belki de tek ideoloji liberalizmdir.
İşte bu yüzden, yarım yamalak dahi hayata geçirildiği yerlerde, refahı derhal arttırmakta, hürriyet duygusunu güçlendirmektedir.
Liberalizmin hayata geçirilmesinde iki büyük engel vardır: Bunlardan birisi kollektizm/alturizm yapışık ikizlerinin vicdanlarımız üzerindeki tasallutu, diğeri, devletlerin güç kullanma yetkilerini sürekli istismar etmesinin önünü bir türlü alınamamasıdır.
Ama bu iki genel ve görünür engelden başka bir engel vardır ki o da toplumu bir bütün halinde gören ve akut müdahalelerle köklü değişiklikler elde etmeyi hedefleyen zihniyetin, toplumun evrimine ilişkin kistleşmiş veya kemikleşmiş basiretsizliğidir. Bu zihniyetin pratikteki sonucu, “iyi niyetlerin” veya “ kolektif amaçların” “doğru sonuçları” doğuracağı yanılgısıdır.
Sosyalistleri, milliyetçileri, ideolojik dindarları birbirine bağlayan ortak fikir budur.
Liberallerle diğer bütün kolektivistler arasındaki bu zıtlık maalesef bazı gerçeklerin üstünü örtmektedir ki üstü örtülen gerçek, her iki kampın bakışındaki ortak kör noktayı oluşturmaktadır.
“Önerilen” bütün ideolojiler, birer değişim reçetesi sunmaktadır. Bu noktada herkes hemfikirdir.
Mesele şu ki, liberalizm dışındaki ideolojilerin toptancı bakışına karşı liberallerin cevabı da gerçekliği neredeyse aynı ölçüde ıskalayabilmektedir.
İdeolojiler, insan toplumu üzerindeki değişim önerileridir. Her biri bir toplumu muhatap kabul eder.
Sözgelimi evrensel olduğu iddiasıyla ortaya çıkan sosyalizm dahi en azından kafasındaki belli bir kesimi yani işçileri muhatap kabul eder. Birbirleriyle ortak değerleri paylaşan toplumsal yapılar, ideolojilerin hedefi veya muhatabıdır. Milliyetçilik, alışık olduğumuz anlamdaki siyasi milliyetçilik, kendine göre ortak değerleri paylaşan ve millet olarak adlandırdığı kitleyi, ideolojik dindarlık ortak din kabulünü esas alır.
Liberalizmde ise iktisadi anlamda praksiyolojik temeller ve hukuk alanında toplumsal düzenin gereği olan adil davranış kurallarına ve temel hakların evrenselliğine duyulan ortak inanç esas alınır.
Liberalizm bu açıdan gerçekten “evrensel” sayılabilecek herhalde tek ideolojidir.
Sorun, “reçetelerin” sunulması esnasında baş gösterir.
Sunduğunuz ideolojinin evrensel olup olmaması, onu sonuçta bir adı, ortak kimliği paylaşan herhangi bir insan toplumuna sunulacağı gerçeğini ortadan kaldıramaz. Her şeyden önce o ideolojinin, sunulacağı toplumun diline tercüme edilmesi gerekiyorsa, ideolojinin evrenselliğini öne sürerek, sunulacak toplumu yok sayamazsınız.
Ülkemiz liberallerinin haklı hümanist endişelerinin kör noktası işte burasıdır. Liberal değerlerin veya temel haklara duyulan saygının, her türlü kolektif histeriden, kolektif öfkeden, kolektif kinden üstün tutulması gerekliliği gün gibi aşikârdır. Çünkü temel haklara saygı temeli üzerinde yükselen bir ideoloji için öncelikli ve vazgeçilmez hedef insan ferdinin varoluşunun, her türlü kolektiviteye ve bilhassa devlet zoruna karşı sürekli ve özenli şekilde teminat altına alınmasıdır.
Meselâ milliyetçilikte, veya daha doğrusu alışageldiğimiz siyasî milliyetçilikte, milletin, ferdi aşkın bir kolektif mega fert gibi kabul edilmesi tutumu şüphesiz kendisine karşı mesafeli durulması gereken bir tutumsa da bu duruş, milletin bir toplumsal gerçeklik olmasını değiştiremez.
Liberal camiadaki iki yanlışlık, liberalizmin ülkemizde “tutunmasını” ciddi şekilde engellemektedir.
Bunlardan birincisi, mesela milliyetçiliğin, kolektivizme kapı açan millet anlayışını, liberal değerlere göre yeniden tanımlanması gereğini, millet kavramını tamamen bir kurmaca olarak kabul edip görmezden gelmek…
İkincisi, hümanizmin, enternasyonalist bir odaksızlaşmayı gerekli kıldığını sanmaktır.
Millet gibi bir toplumsal gerçekliği, devletin eseri kabul etmek, liberalizmin “kendiliğindenci”, evrimci toplumsal düzen argümanını çöpe atmak gibidir. Millet gerçekliğini tanımak, onu irade sahibi bir mega fert olarak kabul etmek demek değildir! Milletin, insan davranışlarının bir sonucu olan ama insan tasarımının eseri olmayan bir kendiliğinden yapılanma olduğunu kabul ettiğimizde hem gelenekleri, dili, kültürü ile bir şekilde ad kazanmış bir toplumsal oluşumu, yani yaşayan, evrimleşen bir oluşumu kabul etmiş oluruz hem de bu oluşumun tedrici şekilde düzeltilebilmesi için gereken davranış kuralları kaynaklarına inebilmek şansını elde ederiz.
Demek ki siyasi milliyetçiliğin mega fertçi millet kabulünün panzehiri, milletin olmadığını veya tamamen uydurma olduğunu söylemek değil, milletin hukukun kaynaklarına göre yeniden tanımlanmasına ve milletin yaşadığı toplumsal düzenin düzeltilmesine çalışmaktır. Oysa ülkemizde liberaller genelde birinci yolu yani toptan inkâr yolunu seçerek, insanlık dışı saydıkları siyasi milliyetçilikle ahlakî bir uzlaşmazlığın duvarlarını örmektedirler. Eğer bir millet gerçekliği varsa yapılması gereken şey, bu gerçekliğin, kolektivist/altruist ideolojilerle tanımlanmasına izin vermek, göz yummak değildir.
Milleti kökten uydurma bir kavram olarak kabul eden genel liberal eğilim bu noktada realite karşısında “abzürd” duruma düşmekte ve tamamen hayali bir söylem muamelesi görmektedir. Elbette doğruya bağlılık, hiç kimseye yaranmamak anlamına gelir ama bu, gerçekliği kendi doğrumuz adına külliyen reddetmek lüksünü bize vermez. Yok saydığımız toplumsal oluşumların mensuplarına hitap etmek en baştan batıl bir iştir. Çünkü insanlar dünya üzerinde kendileri seçmese dahi belli toplumsal değer paylaşımlarının onlara verdiği, doğuştan gelen kimliklerle var olurlar. Bunun uydurma olduğun söylediğimizde, buna göre yaşayan insanlar için asıl biz uydurma halini alırız.
Bu birinci soruna bağlı olarak ülkemizde genel liberal eğilim, liberal ilkelerin evrensel olmasına dayanarak, herhangi bir ortak kimliğin reddinin bu evrenselciliğin gereği olarak kabul ediyor veya öyle bir görünüm arz ediyor. Ama maalesef gerçek burada da ayaklarımızdan tutup bizi yer kabuğuna doğru çekiyor.

Çünkü kendi ailemizin elektrik ve su faturalarına verdiğimiz önemi komşumuzunkine vermiyoruz. Bundan daha doğal bir şey olabilir mi? Çünkü kaynaklarımızın ve yeteneğimizin sınırlı doğası bizim için kendi evimizin öncelikli olmasını gerektiriyor. Enerji tasarrufunun herkes için iyi olması fikri yerine bizim elektrik giderlerimizi düşürerek, daha başka ve zevkli işlere para harcamamızı mümkün kılmasından dolayı lüzumsuz lambaları kapatıyoruz. Yaptığımız işin kümülatif tasarruftaki yerini düşünmek yerine öncelikle bize faydasını hesaplıyoruz.
Burada bizi yönlendiren şey, “kaçınılmaz öncelikler sorunu” diyebileceğimiz bir talep endeksidir.
İnsan öncelikle kendisi ve ailesi için gerekli olanın peşine düşer. Bundan dolayı da bir faydayı bu önceliğe göre tartar. Kendisi ve ailesi için durumu daha iyiye değiştirmekte etkisiz olacağını düşündüğü şey için enerji harcamaz.
İşte bu yüzden ideolojiler ne kadar “evrensel” olurlarsa olsunlar her bir toplumda, fertlerin talep endeksinde yer bulabilmek mecburiyetiyle karşı karşıyadırlar.
Bir İsveçli için Marx’ın “evrensel doğruları”, ancak kendisinin ve ailesinin refahına yapacağı olumlu etki kadar geçerlidir. Ona söylenenlerin bütün insanlık için iyi olacağını ne kadar söylerseniz söyleyelim, fayda ancak onun hayatında anlamlıdır.
Bu kaçınılmaz öncelik sorunu, ideoloji pazarlamacılarının kör noktasıdır. Normatif ve deontolojik bir ahlak anlayışıyla, yalnız ve ancak hakikate bağlı kalmayı gözeten ve bu yüzden “yalan” sayılabilecek herhangi bir sözde ikna metoduna asla tevessül etmeyecek bir liberal için bu “eyyamcılık” yapmak demek değildir.
Ama, içinde yaşanan toplumun sorunlarına, o toplumu kabul ederek yaklaşmak mecburiyetidir. Bu toplum, bir millet seviyesinde de olabilir bir kabile seviyesinde de…
Önerdiğimiz “iyileşmenin” kimin iyileşmesi olduğunu net bir şekilde ifade etmiyorsak, hastalığın var olduğunu söyleyen ama hastanın kim olduğunu söylemeyi “ayrımcılık” sayan bir doktorun durumuna düşeriz.
İşte bu yüzden Türk liberalleri, çözümlerinin muhatabının kim olduğunu, çözümü kime, kimin için önerdiklerini netleştirmelidirler. Yegâne yöntemi ikna olan bir ideolojinin savunucularının hayali fertleri ikna etmek tavrı, gerçek fertlerce ancak gülünç bulunabilir. Bundan dolayı Türk liberalleri hangi toplumun entelektüelleri olduklarını daha objektif ve mütevazi bir şekilde belirlemeli ve gerçekliğin kolektivist/altruist hurafelere şekillendirilmesini engellemelidirler.


16 Ocak 2009 Cuma

Vakit üzre yazılır her kitabın okuru
Gözlerimiz üşür ve hayali dokur
Mavi ipekler ve seher ışığıyla satırlar
Kalbimizin sıcağına apansız dokunur

14 Ocak 2009 Çarşamba

Adlî Polis Hükûmet Üstülüğün Bir Aracı Olabilir mi?

Yar_Sav adlı derneğin başkanı, son katıldığı televizyon programında özel soruşturmaların, “hükümetten bağımsız bir polis birimince” yürütülmesi gerektiğini söyledi.
Bu tür bir adli polis örgütüyle tam bağımsız bir soruşturma yürütüleceğini öne sürdü.
Elbette adli polis teknik bir meseledir. Yalnız bir meselenin teknik olması onun mantıktan veya hukuk felsefesinden ayrı mütalâa edilebileceği anlamına gelmez.
Sayın savcının öne sürdüğü öneri aslında “hükûmetten bağımsız” bürokrasi sınıfı oluşturmak düşüncesinin bir parçasından ibaret.
Son koalisyon hükûmeti ile siyasetin ülke yönetiminde etkisiz kılınmasının büyük ölçüde önünü açan “hükümetten bağımsız” bürokratik yapılar acaba gerçekten hukuk devleti ile bağdaşır mı?
Ergenekon soruşturmasında zaten, hükümetten bağımsız, hükümet denetimine kapalı, bürokrasinin tamamen kendi kendini yetkilendirmesiyle oluşturulmuş birtakım infaz kurumlarının varlığı araştırılırken bir de “hükûmetten bağımsız” polis oluşturmak acaba gerçekten çözüm müdür?
Maalesef Türkiye’de seçilmiş vekillere karşı açık bürokratik husumetin, açık tedhiş ve şiddetin yanı sıra terbiye sınırlarını da aştığı 27 Mayıs darbesinden bu yana bürokrasi açık veya örtülü şekilde sürekli egemenliğin kendisinde olduğunu hatırlatıp durmuştur. Seçilmişlere “kuyruklar” gibi sıfatlarla hakaret edebilmeyi adet edinmiş tek parti zihniyeti ve onu bürokratik temsilcileri için devlet yönetiminin zaten seçilmiş hükümetlere bırakılması söz konusu değildir.
“Hükûmetten bağımsız bürokrasi” anlayışı, hükûmetleri iktidarsızlaştırmanın diğer adıdır. Yani devlet yönetiminin milli iradeden memurların iradesine devredilmesinin ifadesidir.
Sayın savcı, Ergenekon soruşturmasında polisi “hükümet yanlısı” göstererek bu soruşturmanın meşruiyetini sorgulamaktadır. Sorun şudur ki zaten bir milletin silah kullanmaya yetkili memurları hükûmetin yani, milletin temsilcilerinin denetiminde değillerse “polis devleti” oluşmaya başlamış demektir.
Sorun, filli egemen “bürokratik iktidarın” milletin temsilcilerinin iktidarını “tanımamasıdır.” Bunu üniversite açılışlarından, adli yıl açılışlarına kadar her “önemli” toplantıda zaten dile getirmektedir. Durmaksızın, siyasi iktidarın, ülkeyi “kendi bildiği” şekilde yönetemeyeceği, “bu ülkenin sahipsiz olmadığı” vurgusunun yapılmasının özü budur. Meselâ askerî harcamaların Sayıştay denetimine açılması gibi bazı “hassas” konularda askerin sadece “millete” hesap vereceğinin söylenmesi de aslında siyasi iktidarın bürokrasi açısından herhangi bir anlam ifade etmediğinin delilidir.
Milletin iradesinin, seçilmiş hükûmetler dışında bir temsilcisi var mıdır? Eğer yoksa ve demokrasi hukuk sınırları içinde bu temsil yetkisinin bürokrasiye emretmesinden ibaretse “hükûmetten bağımsız” bürokratik oluşumlar önermek demokrasiyle, daha da önemlisi hukuk mantığıyla bağdaşır mı?
Bunun bir örneği de anayasa değişikliğinin iptali skandalıdır. Yasama organını, yani millî iradenin tecelli ettiği en yüce makamı anayasa yapamaz hale getirmek, ülkeyi aslında milletin yönetemeyeceğini söylemek demek değil midir? Burada da “yasa yapmak” işinin hükümet çoğunluğundan bağımsız bir “yargı bürokrasisinin işi” olduğu zımnen ifade edilmemiş midir?
Emniyet güçleri zaten adlî olarak doğrudan savcıların emrinde değiller midir? Savcıların tamamen kendi emirlerindeki adeta bir dükalık ordusu kurmaları, yargı tarafsızlığı açısından ne gibi bir değişiklik getirebilir?
Hükûmetlerden bağımsız olmak acaba “tarafsız” olmanın teminatı mıdır? Herhangi bir savcının, yetkisini kötüye kullanarak, kendi ideolojisine aykırı herkesi göz altına almasını nasıl önleyebiliriz? Sayın savcı, bürokrasinin her kademesinin arzuladığı “sorgulanamazlık”,” sorumsuz yetkililik”, “hükûmetler üstü” olmak ayrıcalığının yargı kanadını temsil eder görünmektedir.
Kaldı ki AB ilerleme raporlarında eksikliği bildirilen adlî polis uygulaması ile adalet bakanlığının yetkileri arttırılmakta. Yani sayın savcı adli polisten bahsederken aslında AB sürecinde bahsedilen yapıdan çok farklı bir şeyi tasavvur etmektedir.
İkinci sorun şudur: Sayın savcının savunduğu hükûmetlerden bağımsız bir silah kullanıcı birimin denetimini kim yapacaktır? Sayın savcı Türkiye’nin bir korku devleti haline geldiğini söylerken, tarafsızlıkla ilgili hiçbir sorumluluk almaksızın tamamen denetim dışı bir güç kullanma yetkisini kendi üzerine almak ister gibi görünmektedir. Dolayısıyla onun kafasında tasarladığı “adli polisin” asıl korkulması gereken otoriter yönetimlerin kapısını açması daha muhtemeldir.
1997’de kendilerine hukuk öğreten post modern darbecilere alkış tutabilmiş bazı yargı mensuplarının bu tutumuyla ciddi şekilde yara almış bir bürokratik zümrenin sayın üyesinin hükûmetleri, seçilmişleri “polisi hükümetin adamı” olarak göstererek, zımnen gayrımeşru sayan tutumu ile ne darbelerin önü alınabilir ne de hukuk devleti tesis edilebilir.

9 Ocak 2009 Cuma

Benim

(Didaktik bir masal denemesi) Bir varmış bir yokmuş. Bir fırıncı varmış. Bu fırıncı, aç gözlü gaddar, bencil bir adammış. Çünkü yaptığı ekmekleri hiç kimseye bedava vermezmiş. Gerçi bazıları fırının arka kapısından ellerinde birer ikişer ekmekle çıkar gidermiş ama gene de fırıncının bencilliği dillere destanmış. Mahallede fırıncıyı hiç sevmeyen bir piri fani, sürekli insanlara onun ne kadar bencil biri olduğunu anlatır dururmuş. “Bütün derdi, çocuklarına birer ev yaptırabilmek! Sizin ekmek yiyip yiyememeniz umurunda bile değil! Her akşam defterinin başına oturur,ne kadar para kazandığını hesaplar durur!” diye insanları kışkırtırmış. Mahalleden bazıları ona ne kadar parası olduğunu sorduklarında onları fırınından kovmuş. Bu tutumu mahalleliyi daha da kızdırmış. “Bizden kazandıklarıyla çocuklarına ev yapıyor! Bizim paramız olmasa kimi soyacak?!” diye kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. Aralarından bazıları, fırıncının düşmanı olan sakallı adama gidip ne yapmaları gerektiğini sormuşlar. 

“ Eğer aramızda böyle bencil biri olmasaydı her şey daha güzel olurdu! İnsanların bencilliğini engelleyecek bir büyüm var, o büyüyü fırıncıya yaparsam her şey düzelir ama sizin de buna destek vermeniz gerek!” demiş Bütün mahalle bu fikri can-ı gönülden desteklemiş. Sinirli, bencil ev açgözlü fırıncının bir meleğe dönüşmesi fikri hepsinin çok hoşuna gitmiş. Sakallı ihtiyar bir gün fırıncıyı kahveye davet etmiş. Fırıncı , sakallı adamdan böyle bir dostluk görmeyi beklemediğinden şaşırmış. “Son hesaplarımı bir yapayım da geleyim..” demiş. Sakallı adam bu söze bozulmuş ama belli etmemiş. “Nasıl olsa bundan sonra hesap yapamayacaksın, aç gözlü adam!” demiş içinden. Fırıncı hesapların yapmış, defterini kapattıktan sonra kendisine un getiren toptancıyı aramış. Söyledikleri toptancıyı hiç memnun etmemiş ama fırıncı gülmüş. 

Fırınını kapatıp doğruca kahvenin yolunu tutmuş. Sakallı adam fırıncıyı kendinden hiç beklenmedik bir coşkuyla karşılamış. “Gel mahallemizin ekmek üreticisi, aziz dostumuz!” demiş. Kahvedekiler de aynı coşkuyla ayağa kalkınca fırıncı durumdan işkillenmiş ama kendisini kucaklayan sakallı adamı geri çevirmemiş. Sakallı adam, fırıncıya hayatında içip içebileceği en güzel çayı getirmiş. Tavşan kanı, enfes kokan bir çaymış bu. Çay gelince fırıncı, cebinden bir kesme şeker çıkarmış, çaya atmış. Sakallı adam şaşırmış. “ Kahvede güzel şeker varken neden kendin şeker atıyorsun ki çaya?” diye sormuş. “Alışkanlık…” demiş gülmüş fırıncı. Çayın tadı normalden biraz daha acı gelmiş fırıncıya ama misafirliğin hakkı için yüzünü buruşturmamış. İkinci çayı içerken gene kendi cebinden çıkardığı şekeri atmış çaya. Sakallı adam buna aldırmamış, çünkü fırıncının yüzü gitgide değişiyormuş. Fırıncı da bu değişikliğin farkına varmış, önce biraz korkmuş ama işin sonunu beklemeye kara vermiş. Üçüncü çaylar da içildikten sonra fırıncı yüzünün çok acıdığını hissetmiş. Sakallı adam bir kahkaha atmış! “Oldu işte!” diye bağırmış. Kahvedekiler de fırıncının yüzüne bakıp dehşetle yüzlerini örtmüşler. “İşte bencilliğinin kötülüğü yüzüne vurdu! İşte yıllardır sizi sömüren fırıncının gerçek yüzü budur!é diye bağırmış sevinçle sakallı adam. Fırıncı şimdi ne gülebiliyor ne de ağlayabiliyormuş. Sakallı adam “ Artık mahallemizin emrindesin fırıncı!” diye bağırmış. “ Artık yalnız bizim iyliğimiz için ekmek yapacaksın!” demiş. Fırıncı başını öne eğmiş: “Peki efendim..” demiş. Sakallı adam gülmüş: “ Gördünüz mü, artık bencilliği yok edebiliyoruz! Artık istediğimiz kadar ekmeğimiz olacak!” diye bağırmış. “Şimdi sana mahalle adına emrediyorum fırıncı! Git bize ekmek yap!” demiş sakallı adam. 

Fırıncı gene başı önde “Emredersiniz!” diyerek fırına doğru yürümüş. Fırını açıp ekmek yapmaya başlamış. Kalfaları buna çok şaşırmışlar ama hem ustalarının görünüşünden hem mahallelinin gazabından korktuklarından ona yardım etmişler. Sabaha kadar durmadan ekmek yapmışlar. Mahalleliler, fırından istedikleri kadar ekmek alabildiklerini görünce çılgına dönmüşler. Hepsi sakallı adamın kudretine ve ileri görüşlülüğüne hayran olmuşlar. “Bencillik gerçekten kötüymüş!” demişler. Sabaha karşı fırında un bitmiş. Mahalleli neden ekmek yapılmadığını sormuşlar fırıncıya. Fırıncı yüzü kadar ifadesiz sesiyle, unlarının bittiğini söyleyince: “Öyleyse iste un getirsinler!” emiş mahalle sakinleri. Fırıncı, toptancısını aramış ama çok geçmeden telefonu kapatmış. Mahalleli merakla telefonu nende kapattığını sormuşlar. “ Ona mahalleli için ekmek yapacağımı söyledim ve bana mahalleli için un vermesini istedim, bana gülüp telefonu yüzüme kapattı” demiş. Sakallı adam “Öyleyse herkesi bencilliğinden kurtarmamız gerekiyor!” demiş ve herkese kendi büyüsünden içirmiş. Mahallenin ayakkabıcısı dükkânını açmış ve durmadan, durmadan ayakkabı yapmaya başlamış, herkes yaptığı ayakkabılardan canının istediği kadar almaya başlamış. Mahallenin terzisi de oturup gömlek dikmeye başlamış, elindeki kumaşlar bitinceye kadar dikmeyi sürdürmüş, mahalleli onun gömleklerini de sonuna kadar almış. Mahalle bakkalı dükkânının kapısını sonuna kadar açmış, mahalleli onun dükkânındakileri de sonuna kadar almış, götürmüş. Aradan bir hafta geçmiş evlerdeki erzak azalmaya başladığında mahalleli bakkalın yolunu tutmuş ama orada hiçbir şeyin kalmadığını görmüşler. Bunun üzerine fırıncıya gittiklerinde, fırının söndüğünü, ortalıkta artık yiyen farelerden başka bir şeyin kalmadığını görmüşler. 

Bunun üzerine bir kadın, komşusunun yakasına yapışmış:” Çocuklarım var, bana yiyeceklerini vermelisin!” diye haykırmış. Adam buna itiraz edememiş, çünkü sakallı adamın büyüsü bunu yapmasını engelliyormuş. Adam kadını evine götürmüş bütün yiyeceğini ona vermiş, kadın mutlu evine döndüğünde bir de ne görsün, kendi buzdolabının başında üç delikanlı, kalan yemekleri yiyorlar! Onara kızamamış, çünkü sakallı adamın büyüsü buna engelmiş. Çok geçmeden mahallede açlık baş göstermiş. Sakallı adam herkese bağırıyormuş: “Mahalleniz için üretin!” diye… Mahalleli bu emri yerine getirmek istiyormuş ama artık birbirlerinden alabilecek bir şeyleri olmadığını görüp ağaçlara ve bulabildikleri hayvanlara saldırmaya başlamışlar. Sakallı adam nereye gideceğini bilemezken, koluna biri dokunmuş, bu fırıncıymış. “Otur sana çay ısmarlayayım” demiş. 
Sakallı adam şaşırmış: “Çayı nereden buldun?” diye sormuş öfkeyle. 
“Kendim için sakladığım biraz çay vardı” demiş fırıncı. Sakallı adam şaşırmış: 
“Nasıl olu? Sen kendin için nasıl bir şey yaparsın?” demiş. 
Fırıncı elinde tuttuğu şekeri göstererek,”Bu şekeri istiyor musun?” demiş. Sakalı adam kendini tutamadan: “Evet!” demiş. Fırıncı: Öyleyse bana “Benim” de!” Sakallı adam ne olduğunu tam anlayamasa da “Benim” demiş ve fırıncının elinden şekeri almış. Fırıncı gülmüş: “Gördün mü?” diye sormuş. “Neyi gördüm mü?” demiş sakallı adam. “ İstedin… “ “İstedim mi? Evet.. İstedim, ne var bunda?” “Herkesin bencilliğini yok ettin değil mi? Öyleyse neden mahalleli ağaç kabuğu ve ölü hayvan yiyor?” “ Herkes birbirine yardım etti!” “ İyi işte! O zaman herkes mutlu olmalı?” “Ne diyorsun, anlamıyorum! Ben herkesin birbirine karşılıksız yardım etmesini sağladım!” “ Tamam!.. O zaman niye insanlara bağırıyordun az önce?” “ Çünkü durmadan kendileri için bir şeyler…” “Kendileri için? Bir şeyler… “İstiyolar” değil mi? Fırınımda onlar için ekmek yaptım, peki onlar kimin için ekmek istedi? Ekmeği kim yedi? Onların isteklerini yok edebildin mi? İsteyen kimdir? İstemek ne demektir, bunu hiç düşündün mü? ” “ Ne yani kötü mü yaptım?!” “Cevabı sen ver…” “ Hem sen... Sen nasıl kurtuldun büyümden?” “ Hayatta öğrendiğim bir şey varsa sakallı dostum, kendin için kendi elinin emeğiyle kazandığından başkasına güvenmemen gerektiğidir. Cebimden çıkardığım şeker, isteyerek ve karşılığını vererek aldığım kendi şekerimdi. Büyün görünüşümü değiştirdi ama sırf bundan aklımı çelemedi.” “Ama gene de ekmek yaptın?” “ Ne istiyorsan onu verdim sana da mahalleliye de… İstediğiniz bedava ekmekti, aldınız, peki mutlu oldunuz mu?” “ Amanııın! Ben ne yaptım? Peki ama. Şimdi ne yapacağız? Onların ellerinde artık kendileri için edindikleri hiçbir şeyleri kalmadı!? Büyüyü nasıl bozacağım?” “ Büyün bozuldu bile…” “Nasıl? Ben bozmadan büyü bozulamaz!” “ Az önce, kendin için, karşılığını vererek bir şey edindin ya?...” “Ne? Senin hiç ekmeğin kalmadı ki?” diye bağırmış telâşla.. Sonra boş bakışlarını, boş fırına dikmiş ve ağzından şu kelime dökülmüş:”Benim!”

6 Ocak 2009 Salı

TEB ile Nereye Kadar?




Eczacı mitinginde eczacıların dile getirdikleri talepleri eleştirmiştik. Bu talepleri birkere daha hatırlatmakta sayısız faydalar var:




1-Çıkarılan her yeni yasa ve yönetmelikle hak kaybına uğruyoruz. Hak kaybını önleyecek yasal düzenlemeler istiyoruz.




2- Sürekli değişen kurallar, yamalı bohçaya dönen sözleşmeler değil, akıllıca planlanan kalıcı sözleşmeler istiyoruz.




3- Avans değil, verdiğimiz hizmetin eksiksiz karşılığını istiyoruz.




4- Provizyon sistemlerinden kaynaklanan hataların faturası eczacılara yüklenemez. Düzgün işleyen ve sorunsuz bir provizyon sistemi istiyoruz.




5- Ödemelerin zamanında ve tam yapılmasını istiyoruz.




6- Meslek örgütlerimize yasalarla güvenceye alınmış yetki ve sorumluluk verilmesini istiyoruz.




7- Eczacı olmak mesleki bir formasyondur. Meslek hakkımızı istiyoruz.




8- Bedelsiz kamulaştırmaların son bulmasını ve eczanelerdeki yıkımın durdurulmasını istiyoruz.




9- Kademeli iskonto uygulamasının yeniden düzenlenmesini istiyoruz.




10- Adil bir reçete dağıtım sistemi istiyoruz.

Basın yayın organlarında eczacılar, hastaları istismar eden bir çıkar grubu olarak lanse edildiler sürekli. Devletin yüksek bürokrasisi sürekli hastanın ilaca ulaşması üzerinde odaklanarak eczacı taleplerinin bunu engeller mahiyette olduğunu çağrıştıran eleştiriler getirdiler.


Buna mukabil, TEB ( Türk Eczacıları Birliği) Birbiriyle tutarsız bir talepler listesiyle ve tam bir kolektivist felsefeyle eczacıların maddi ve manevi gücünü bir kere daha israf etti.
Büyük Eczacı mitingi neden boşa gitti? Bunun sebebi meslek örgütü kavramının tamamen devletçi bir bakışla mevzuatta yapılandırılmasıdır.
Türk Eczacıları Birliği Kanunu şu maddeyle başlıyor:


Madde 1 - (Değişik: 16/5/1983-KHK 69/1 md.; Değiştirilerek Kabül: 8/1/1985-
3145/1 md.)
Türkiye sınırları içinde meslek ve sanatlarını yürütmeye yetkili olup da,
özel kanunlarında üye olamayacakları belirtilenler hariç, sanatlarıyla uğraşan
ve meslekleriyle ilgili hizmetlerde çalışan eczacıların katılmasıyla; eczacıla-
rın müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak,
eczacılığın genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak; eczacıların
birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak
üzere, meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadıyla tüzelkişiliğe sahip kamu
kurumu niteliğinde Türk Eczacıları Birliği kurulmuştur
.



Kanunda, tanımlamanın özü, meslek örgütünün bir “kamu kurumu” olduğudur. Buradaki temel karışıklıkta, “kamu” kelimesinin bürokrasiyi mi yoksa sivil ahaliyi, halkı mı ilgilendirdiğinde düğümleniyor.
Elbette kamu hukukuyla ilgilenenler bunun doğrudan bürokrasiyi ilgilendirdiğini söyleyeceklerdir. Budurumda TEB, TZDK, TMO, MİT, T.C.Ziraat Bankası gibi bir devlet dairesi gibi tasavvur edilebilir. TEB’in bir meslek örgütü olması onun “sivil” bir örgüt olduğu intibaını uyandırabilir ama kanunun ilgili maddesinin devamında:


Mesleğini serbest olarak icra eden veya özel kuruluşlarda eczacılıkla ilgili
hizmetlerde çalışacak eczacılar işe başlamadan önce bulundukları ilin eczacı
odasına kaydolmaya ve üyelik ödevlerini yerine getirmeye mecburdurlar
” denmektedir.


Bu durumda “serbest” çalışan eczacıların da bir kamu kurumuna mensubiyetleri mecbur kılınmaktadır.


Kanun daha başından eczacılığı bürokratik bir vesayet altına almaktadır. Cümleleri teker teker incelediğimizde bu kanuna göre kurulmuş bir örgütlenmenin eczacılığın gerçek sorunlarına çözüm bulup bulamayacağını daha rahat anlayabiliriz.


Şöyle deniyor: “Türkiye sınırları içinde meslek ve sanatlarını yürütmeye yetkili olup da,
özel kanunlarında üye olamayacakları belirtilenler hariç, sanatlarıyla uğraşan
ve meslekleriyle ilgili hizmetlerde çalışan eczacıların katılmasıyla
…” Buraya kadarki ifadeden, eczacıların bu birliğe katılmasının gönüllülük esasına dayandığı intibaını ediniyoruz, devamında…


eczacıların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak,”

Eczacıların müşterek ihtiyaçlarının ne olabileceğine dair hiçbir objektif açıklama olmaksızın birliğe böyle bir görev yüklenmesi açıkçası anlamsız kalıyor. Eczacıların ne gibi bir müşterek ihtiyacı olabilir? Kaldı ki böyle bir ihtiyacın eczacının kendisi tarafından değil de TEB tarafından karşılanmasının lüzumu nereden çıkmaktadır? Devam edelim…

mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak,”

Bir mesleki faaliyet nasıl kolaylaştırılabilir? Sözgelimi, majistral veya ofisinal yapımında eczacının yanına bir kalfa istihdam etmek midir “kolaylaştırmak”? Veya eczacının mali sıkıntılarını aşmasında yardımcı olmak mıdır? Kaldı ki eczacının bunun en büyük sıkıntısı olan devletin dayatmacı müşteri tekelliği konusunda TEB kesinlikle “kolaylaştırıcı” davranmamaktadır. Bu amaç/ görev de objektiflikten ve açıklıktan tamamen uzaktır. Maddenin devamında:

eczacılığın genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak..” deniyor.

Eczacılığın genel menfaatlere uygun olması ne anlama gelir? Burada da “kamu menfaati” muğlak ifadesi altındaki o genel bürokratik vesayet kendini hissettirmektedir. Bu ifade, “genel menfaat” denen şeyi, eczacının menfaatinin önüne koyarak, onun menfaat mücadelesini kendiliğinden baskılamakta, eczacının menfaatinin, kamunun veya bürokrasinin emrettiği gibi/ kadar olabileceğine zımni bir atıfta bulunmaktadır. İşin garip tarafı şudur ki bir meslektaş dayanışması olması gereken TEB de tam bu noktada bu vesayetçi tutumu benimsemekte eczacının ancak “örgütlü” şekilde menfaat savunabileceği yanlış kanaatini “mecburi” hiyerarşisiyle meslektaşlarına dayatabilmektedir. Bu ifade eczacının ferdi hak arama mücadelesini daha en başta engellemektedir. Fiili bir durum olarak, ferdî hak arama mücadelelerinde , devlet kurumlarının, mecburi müşteri tekeli vasıflarını keyfi şekilde kullanması tehdidinin de önemli bir etken olduğunu eklemeliyiz. Odalarda sürekli söylenen şu ifade manidardır: “Elbette şahsi olarak hakkınızı arayabilirsiniz ama sonrasında kurumlardan büyük zorluk görürsünüz…” Bu ifadeyi yalanlayabilecek tek bir meslek örgütü temsilcisi de göremezsiniz.

Maddenin birinci fırkası şu cümleyle bitiyor:

eczacıların birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak
üzere, meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadıyla tüzelkişiliğe sahip kamu
kurumu niteliğinde Türk Eczacıları Birliği kurulmuştur
.”



Herhalde meslek örgütü tarafından en çok istismar edilen ifadeler bunlar. Zira bu fırkayla TEB’e verilen yetkiyi kullanan odalar, feodal ilişkileri, ideolojik kamplaşmaları ve paylaşım güdüsünü gözeterek serbest eczacılığın istihdamında büyük zorluklar çıkarmaktadır. Bu zorlukların başında, yöreden olmayan eczacıların, eczane açmalarını engellemek için sürekli “muvazaa” suçlamasının öne sürülmesi, bunu engellemek adına kanunda belirtilen görüş bildirme süresini kasıtlı şekilde aşmak gelmektedir. Daha genel anlamda eczacılığın ticari bir faaliyet olarak eczacıların tekelinde olmasında ısrar etmek söylenebilir. Buradaki endişe, eczacıların eczacı olmayan sermayedarlar tarafından “kullanılması” gibi gösterilse de asıl sorun, mesleğin ticarî yönünden, geçmişte ciddi kârlar elde etmiş eski kuşak eczacıların bu tekellerini sürdürmek istemeleri, ticari beceriyle rekabet edemeyecek olduklarını bilmeleridir. Mises’in “Bürokrasi’de” vergilerin yüksekliğinin, yeni müteşebbisleri, eskileri karşısında nasıl geride bıraktığını anlattığı o eşsiz satırlarında işaret ettiği durum, eski eczacılar tarafından fevkalâde güzel şekilde istismar edilmektedir.


Şüphesiz meslek örgütleri meslek ahlâkı ile ilgili yaptırımlar uygulayacaktır. Sorun şudur ki eczacının hangi faaliyetinin “meslek ahlâkı” sorunu sayılacağı meslek örgütünün takdirine bırakılmıştır. Meselâ müşteri çekmek için karne kabı bastırılması gibi promosyon ve reklam uygulaması yönetmelikte yasaklanmıştır. Bugün fiilen bu yasak işlememekle birlikte geçmişte meslek örgütleri bu tip tanıtıcı veya teşvik edici faaliyetlere karşı son derece katı davranabilmiştir ve davranma yetkileri de hâlâ bulunmaktadır. Bunun yanı sıra meslek örgütleri, meslektaşlarıyla ilgili soruşturmalarda kendiliğinden “savcı” konumuna geçmekte, meslektaşı peşinen suçlayıcı tavır takınmaktadır.


Buraya kadar anlaşılacağı üzere TEB Kanunu ile yapılanan meslek örgütlenmesi eczacılığı keyfi bir bürokratik vesayet altına almakta, meslek örgütünü de bu vesayetin “memuru” pozisyonuna sokmaktadır.


Oysa serbest eczacılığın mesleki tabiatı, onun ciddi bir serbest ticarî faaliyet olmasını gerektirmektedir. Şüphesiz satılan malın sağlıkla doğrudan ilgili olması onun önemini arttırmaktadır. Fakat bu malın tüketiciye temini tamamen serbest ticarî faaliyetin kurallarına tabidir. İlâç da bütün diğer mallar gibi belli bir vade ve iskontoyla alınmaktadır. Sorun şudur ki diğer malların fiyatlandırılmasında piyasanın kendi kabulleri geçerliyken ilâçta fiyat ve kâr marjı devletçe “emredilmektedir”! Herhangi bir malın alım satımıyla igili “Fiyat kararnamesi” gibi bir şey düşünülemezken ilâç için hem de içinden çıkılmaz bir mali ve farmasötik mevzuat eczacıya dayatılmaktadır.


Buna bir de sağlıkta “zorunlu” tek müşteri olan devletin tamamen keyfî ödeme davranışını eklersek ortaya tam bir kaos çıkmaktadır. Bugün eczanelerde eczacıyla kavga eden, meselâ, kanser hastası yakınları, eczacının hangi karmaşık ödeme şartı mevzuatıyla boğuştuğundan habersiz olduklarından, sıkıntılarının müsebbibinin “paradan başka şey düşünmeyen zengin eczacı” olduğunu sanmaktadırlar.


Peki mevcut durumda TEB’in görevi/ işlevi nedir, ne olmaktadır? TEB bir kısmı haklı taleplerinde, hem kanun ile belirlenmiş “memur” şartlanmasıyla hem de örgütlenmesinde egemen sol ideolojik kampın etkisiyle tutarsız ve etkisiz kalmaktadır. Meselâ “ödemelerin” tam ve eksiksiz yapılmasını savunurken bir yandan da mevzuatın düzeltilmesini tamamen bürokrasiye bırakmaktadır. Bürokrasi tam anlamıyla bir sınıf bilinciyle serbest eczacıyı bir çeşit hırsız, dolandırıcı, menfaat düşkünü gibi görmekte ve eczacılığın ticari gereklerini yok sayabilmektedir.


TEB bu noktada, ticari gerçekleri ve gerekleri öne sürmek yerine, eczacılığın sosyalist/ romantik bir müdafaasına kalkışmakta ve planlamacılığın en âlâsını zaten bilen bürokratlara karşı gülünç duruma düşmektedir. Şu da var ki tuhaf bir şekilde bürokrasi, eczacıların kendi aralarındaki ortaklıkları fikrine prensipte sıcak baktığını belirtebilmektedir.


Bundan öte maalesef, mesleki zorlayıcılığını kullanarak, faydalı faydasız her türlü aracılık faaliyetini aşırı bir maliyetle yürütmekte, eczacının sırtına yük olmaktadır. Şartlarının belirlenmesinde hemen hemen hiçbir etkisinin olmadığı sözleşme/ protokollerin eczacıya ulaştırılmasından çok ciddi kazançlar elde etmektedir. Bu kazançların vergilendirilmesiyle ilgili aldığı cezaların kimler tarafından ödeneceği ise hâlâ meçhuldür. Bu durum, TEB’in temsil kaabiliyetini azaltmakta, meşruiyetine gölge düşürmektedir ve bunun cezasını da temsil edilemeyen, pazarlık edemeyen ve devletin “emriyle “ ticaret yaptırılan eczacı çekmektedir. Şartlarını tamamen devletin belirlediği bir ticarete ticaret denebilir mi?


TEB eczacıyı, devlet karşısında eşit bir ticarî taraf olarak savunamamaktadır. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bir “kamu kurumu” olarak tasarlanması ve kamu planlamacılığını benimseyen ideolojik sol egemenliği yüzünden durmaksızın, “Eczacılığın ticaret olmadığı”, “ Küresel sermayenin eczacıyı esir aldığı” gibi hurafelerle zaman ve enerji kaybettirmektedir. Bugün hayatî önemi haiz ilaçların tamamının “küresel sermaye” tarafından üretilmesi gerçeği dahi TEB’in, söylemlerindeki saçmalıktan dönmesine yetmemektedir.


TEB ne yapmalıdır?


TEB’e, eşit ticarî taraflardan biri olan eczacının temsilcisi olduğu kendisine artık içinde avukatlık kanununun müeyyidelerini de içeren bir kanunla hatırlatılmalıdır.


TEB, mevcut kolektivist eşitlikçi, piyasa düşmanı, planlamacı tutumunu bir an önce terk etmeli, sağlıkta devlet tekelinin keyfi emrediciliğine, kararlı şekilde karşı durmalıdır.


Devletin “sosyallik” iddiasının maliyetinin eczacı tarafından karşılanmasına “dur” demelidir.


Eczacıların, ferdî hukukî mücadelesinin önünü açacak şekilde mevzuat değişikliği önermelidir. Eczacıların, devletten alacaklarını faiziyle birlikte tahsil edebilmelerinin hukuki yolu açılmalıdır.


Devletin, ilaç ödemeleri ile ilgili, açık, net, anlaşılabilir, tartışmaya kapalı ve tekleştirilmiş, sade bir mevzuatı hazırlaması için baskı yapmalı ve bu tek mevzuatın acilen elektronik ortama geçirilmesi için gerekirse ilaç teminini durdurmak da dahil olmak üzere baskı programı hazırlamalıdır. İlaç bedellerinin ödenmesindeki keyfi kontroller hakkında tek söz etmeden, kürsel sermayeden bahsetmek ya cehalettir ya da gaflet!


Her şeyden önemlisi devletin sağlık tekeli mecburiyetine karşı durmalı, eczacının devlet dışındaki sağlık tedarikçileriyle çalışamaması durumunun bitmesini sağlamalıdır.


TEB’in işi mesleğin ticari yönünü belirlemek değil, eczacılığın ticari ortamda mesleki haklarını savunmaktır. Bu açıdan eczacı ortaklıkları veya zincir eczaneler TEB’in bilgisinin çok ötesinde ticari konulardır. TEB bu konularda lonca sosyalizmini bir kenara bırakarak, eczacı istihdamında modern ülkelerdeki sitemlerin Türkiye’ye uyarlanması konusunu artık düşünmeye başlamalı ve eczacılığı, sermaye sahibi eczacıların bir tür klanlaşması, loncalaşması ilkelliğinden kurtarmalıdır.


Elbette TEB’in asıl yapması gereken işlerin TEB’in tabiatına uyup uymadığı ciddi bir problemdir. Zira TMO, TZDK, TC. Ziraat Bankası veya MİT gibi ( Örnekler tamamen keyfidir) bir “kamu kurumu” sayılan bir örgütlenmenin bu sayılanları gerçekleştirilmesi mümkün müdür?


Eczacılığın ciddi sorunlar yaşadığı, pek çok serbest eczacının ödeme sıkıntıları çektiği ve iflasa sürüklendiği şu günlerde asıl sorun, sorunları çözmek yerine onları daha da içinden çıkılmaz hale getiren, eczacılığın üst mesleki yapılanmasıdır. Bu yapılanmanın kollektivist/eşitlemeci, bürokratik planlamacı mantığı değiştirilmedikçe, onun, işin tabiatına ve gerçeklerine uyum sağlaması ve çözüm üretmesi imkânsızdır.