30 Haziran 2019 Pazar

Kalemler Siperlere


Herkes  birbirine ne yapmak gerektiğini soruyor.



Basınımız, PKK güzellemeleriyle PKK lehine hümanizm algıları oluşturmakla o kadra meşgul ki sıradan vatandaşlar olarak bizler bu koskoca örgütlü ve paralı devin karşısında ne yapacağımızı kara kara düşünüyoruz.



Aslında yapılacak şey basit ve İstanbul seçimleri aslında bunu bize gösterdi.



Bir imamoğlu güzellemesi falan yapmayacağım ama seçmen denen bireyin isterse kimi  nasıl değerlendireceğini İstanbul seçimleri tartışmaya yer bırakmaksızın gösterdi. Buradan alınması ve unutulmaması gereken mesaj şu: Her birey ayrı ayrı değerli! Her Türk vatandaşı, vatan savunmasında, ayrı ayrı değerli ve önemli.



PKK, IŞİD ( Bu arada neden bu saçma sapan şeriatçı hayvan sürüsünün "DEAŞ" diye anılıp durduğunu biri izah ederse sevinirim.)  gibi düşman örgütlerin paralı parasız taraftarları her gün, durmaksızın, sanalağdan, sosyal basından propaganda yaparken on dört bin oy farkını sadece birazcık fedakârlıkla sekiz yüz bine çıkarabilen Türk insanının bu baskılara ve kara propagandaya karşı çaresiz kalması, aklıma yatmıyor.



Yapılacak şey gerçekten basit. Otobüsüne atlayıp da oy vermeğe gelen İstanbullu seçmenin yaptığından bile daha kolay bir iş bu:  Türk vatanını ve Türk Milletini seven herkes ama herkes derhal şimdi ya Milliyet Blog gibi bir blog sitesine girerek ya da başka ortamlarda  kendisine bir sanalağ günlüğü ( blog) açarak yazmağa başlıyor. 



Akıllı telefon oyunlarına, sosyal basına/medyaya ayırdığımız zamanın onda birini, iki satır yazmağa ayırsak  pek çok şey değişir.



Hani " Böyle gelmiş böyle gider!" diye düşünürken bir anda otobüslerinize atlayıp da İstanbul'u, içine düştüğü yılgınlık ve durağanlıktan, bir kaç saat içinde sadece verdiğiniz bireysel oylarınızla kurtardınız ya... İşte ulusumuzun algılarının  PKKlılarca   ya da şeriatçı,  vatansız enternasyonalist basın tröstlerince  işgaline de aynı şekilde engel olmak sizin  elinizde.



Şeriatçı ve Kürtçü kötülükler hiç durmaksızın  bizi umutsuzlukla bombardıman ediyor ya... İşte buna karşı durmak için... Paranın ve terörün sözde gücüne karşı akıl, bilgi ve emekle karşı durmak için....



Haydi! Kalemler siperlere!


Ne Olacak Bu Memleketin Hali?


Ne Yapmak Lâzım?


Türk milliyetçileri şimdilerde sürekli birbirlerine bunu soruyor.

Birbirimize bunu sorarken aslında hep beraber nasıl hareket etmeliyiz, diye kıvranıyoruz.

Hep beraber hareket etmezsek güçsüz kaldığımızı düşünüyoruz. Doğuda ve güneydoğuda bu büyük ölçüde doğru.

Gel gör ki yapılacak işler bu devirde biraz daha farklı.

Bak elin oğlu, vatansız, enternasyonalist, güler yüzlü, hümanist bir takım solcu Türk’ler ve PKKlılar alabildiğine yayın yapıyor. Ya kitap yazıyor ya sanalağ videosu çekip yayınlıyor.

Yapılacak şey basit kardeşim: Sayını, gücünü mü göstermek istiyorsun? Gireceksin sanalağa, ya  bir youtube kanalı açacaksın ya da bir blog sitesi yazacaksın. Buralarda hemen her gün düzenli yayın yapacaksın. Sanalağdaki herkes milliyetçilerin var olduğunu görecek.

Sosyal medyadaki höykürmelerden falan bahsetmiyorum. Adam gibi yazı yazmaktan bahsediyorum.

Tarih ya da sosyoloji makalesi yaz da demiyorum. Ama fikirlerini derle topla her gün yaz, diyorum. Baş başa sohbetlerde dile getirilen düşünceler teker teker yazılmağa başlansa bütün sanalağ yerinden  oynar.

Biz inek ya da koyun sürüsü değiliz. Biz güçlü olmak için sürüleşmeğe muhtaç değiliz. Yapmamız gereken ilk şey , var olduğumuzu cümle âleme göstermek.

Velhasılı kelâm: Bugünden tezi yok, herkes kurması on dakikayı geçmeyen bir blog/sanalağ günlüğü sayfası açıp yazmağa başlıyor. Başka soru?

28 Haziran 2019 Cuma

Tecavüz Sence Kaçınılmaz Mı?


Sorun Terör Mü Egemenlik İddiası Mı? Yaygın Ve Kalleş Bir İhanete Kısa Bir Bakış


bodrum cizreye o kadar uzak değil ile ilgili görsel sonucu
Kürt ayrılıkçı terörünün silahlı koluna karşı olmak memlekette neredeyse ezbere bir tepki oldu. Herkesin ağzında bir “ Bu iş silahla çözülmez!” sakızı…

Oysa bebek katili, bölücübaşı, başhain Abdullah Öcalan daha üniversite yıllarında “ Bu işin ancak silâhla çözüleceğini” kendi açısından söylemiş.

Yani Kürt ayrılıkçılığının  silâhlı ayağının anladığı tek dil silâh ve böylesi bir düşmanlıkla hâlâ “ usul hukuku” gözetilerek mücadele edilebileceğini düşünmek de saçma. Ahmet Amca, Ayşe Teryze için söyleyecek olursak “ Teröristi bulduğun yerde yok etmezsen, sonradan karşına kartondan bir kahraman olarak çıkıveriyor.” Gerçi pek Ahmet Amca işi olmadı ya belki bir de şöyle söylersek halkımız daha iyi anlar. “ Kürt teröristleri anca silahtan anlar! Bulduğun yerde kafasına sıkacaksın!”

İş terörden ibaret değil.  İşin tam adı:  “Kürt ayrılıkçı terörü”. 

Bu işin iki ayağı var: Yani bu iş iki ayak üstünde yürüyor.

Bu ayaklardan biri hepimizin kısaca” “terör” diye bildiği silahlı ihanet, silâhlı kalkışma… Bunun amacı ülkenin bir bölümünü silahlı “mücadele” ile Kürdistan diye bölmek. Yani “terör”, kimliği olmayan, kimin yürüttüğü belli olmayan, ne idüğü belirsiz bir şey değil. Bu işin  failleri Kürt olmakla övünüyor ve ülkedeki bütün Kürt’lerin adına Mehmetçiğimizi, öğretmenlerimizi vs şehit ettiklerini her gün, gözümüzün içine baka baka  söylüyorlar.

hdp  tehditleri ile ilgili görsel sonucuKürt etnik ayrılıkçılığının ikinci ayağı da “siyasi propaganda”. İstanbul seçimlerinde “Kürtlere teşekkür eden” parti yetkilileri komşuluk ettiğimiz insanların aslında bizden olmadıklarını, ayrı bir ulus olduklarını   söylüyorlar. Yani Kürt Mehmet Abi seninle benimle komşu olarak yaşıyor, aynı mahallenin muhtarına aynı ay yıldızlı nüfus cüzdanlarıyla gidiyoruz, senden benden ev alıp sana bana tarla satabiliyor, seninle benimle bir anlaşmazlığı oldu muydu “Türk Milleti adına karar veren”  mahkemelere gidebiliyor.

Gel gör ki birileri, Kürt Mehmet Abi’nin benden ayrı bir ulus olduğunu, “kafasına göre takılabileceğini” kafasına göre takılmasına izin verilmezse; “memleketten” gelecek aşiret üyeleriyle ya da “ Bodruma çok da uzak olmayan  Cizre’den" gelecek arkadaşlarla canımıza okuyabileceğini, Kürt’lerin günlük hayatta söz gelimi alınlarında “Kürt” yazılı bir etiketle dolaşmalarına izin verilmezse “PKK’nin bizi tükürüğüyle boğabileceğini” söylüyor.

Terörü kabullenebilir miyiz? “ Ne yapalım canım, adamlar haklı… Bir iki yeri bombalasalar ne olacak? Bombalasınlar da  azıcık rahatlasınlar. Hem zaten biz geldiğimizde onlar vardı, biz burada misafiriz, işgalciyiz." diyebilecek kadar geri zekâlı olan var mı aramızda? Kimse kızmasın ama bilhassa CHP’nin içinde bu şekilde düşünen milyonlar var. İnanmazsanız Kobani eylemlerinde CHP bayrakları açan gençlik kolları üyelerine, PKK renklerine “özgürlük” renkleri diyen CHP milletvekillerine falan bakabilirsiniz.

29 ekim peÅŸmerge geçiÅŸi ile ilgili görsel sonucuHa şimdi birileri kötü misali emsal kabul edip de Habur’dan 29 Ekim’de törenle peşmerge piçlerini geçirenlerin hiç mi suçu olmadığını söyleyecek, bekliyorum…

Sorun zaten bu… “Türkiye sadece Türklerin değil!” diyen şeriatçı muktedirlerin kötülüklerine bakıp da PKK’yı ve Kürt bölücülüğünü meşrulaştırabileceklerini sanan gerzekler, işin sadece  şurayı burayı bombalamak olmadığını anlayamıyorlar.

İşin aslı, PKK Kürt etnik ihanetini ve kalleşliğini destekleyen milyonlarca sözde seçmenin, aslında Türk adına ve Türk egemenliğine düşman olması ve  açıkça egemenliğimizi ve vatanımızı bölerek Türk vatanında bir Kürdistan yaratmak istemesi.

Yani senin anlayacağım hemşerim… “Terör” dediğin şey: Türkiye’de bir   Kürdistan yaratmak isteyen bir kısım adamların sana arada bir “Höt!” demesi.  İstedikleri de senin Kürt aşiretçiliğinden ve Kürt tabanlı silahlı tehditten korkarak vatanının bir kısmını Kürt’lere kendi gönül rızanla teslim etmen. Gene anlayamadın eminim de şöyle söyleyeyim belki anlarsın:

PKK ve HDP sana “ Tecavüz kaçınılmazsa zevk almağa bakarım be!” dedirtmek istiyor.  Dağda elinde kalaşnikof taşıyan maymunların tercümanları seni her gün “ Bir gün kapınıza bir astsubay gelir!” diyerek tehdit ederken sen çocuklarının, torunlarının, kardeşlerinin doğuda, güneydoğuda beton paneller arkasında  sağ salim tayin günü beklemesini istiyorsun.

Bilmem anlatabildim mi?


27 Haziran 2019 Perşembe

Neden Türk Milliyetçiliği?



bozkurt ile ilgili görsel sonucu 
 Son on yıldır, milliyetçiliğin bir çocukluk hastalığı olduğuna dair bilhassa liberal camiadan yürütülen bir  zehirli propaganda,  toplumun genel kanaati haline gelmiş gibi görünüyor. Bunda basınımızın da “ Türküyle Kürdüyle…”  işporta hümanizminin de  ciddi etkisi var.

Her şeyden evvel şu soruyu sormamız ve cevaplamamız gerekiyor: “ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ulusun adı nedir?” Büyük Atatürk bu soruyu Türkiye özelinde cevaplamış ve kurduğu ülkenin sahibinin “Türk Milleti” olduğunu en başta belirtmiş.

Mesele şu ki Türk Milleti Türkiye’ye yerleşmeden çok çok önceleri bile tarih sahnesinde yer almış bir millet. Kaldı ki Anadolu’nun bilinen tarihinde Türk izleri, Kürtçülüğün bütün yalanlarına rağmen yoğunlukları ve süreklilikleri ile her seferinde bizi şaşırtmağa devam ediyor. Yani biz burada “Kürtlerin izniyle oturan bir misafir kabile” falan değiliz.

Dolayısıyla vatanını, kanı pahasına edinmiş ve bundan dolayı da egemenliği tartışılmaz bir ulusuz. Egemenlik öncelikle yaşadığı toprağa adını vermek ve daha sonra dilini  ve yaşayış tarzını yaşadığı toprağın her yerinde var etmek hakkını kapsar. Bu hak, ne tartışılabilir ne devredilebilir ne de vazgeçilebilir bir haktır.

Peki ama bu hak nasıl korunacaktır? Çünkü uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını “doğal” olarak kabul etmezler. Uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını ancak belli bir güç dengesi korunduğunda kabul ediyormuş gibi görünürler. Bu açıdan özellikle Onur ÖYMEN’in “ Diplomasi; Silahsız Savaş” adlı kitabı,  uluslar arası ilişkilerin üzerinde yürütüldüğü sessiz savaşı anlamamız açısından önemlidir. Zaten John Locke bundan yaklaşık iki yüz elli yıl önce bu durumu “ Uluslar arası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” diye tarif etmiştir.

Peki ama bu durumda milliyetçiliği yalnızca uluslar arası ilişkilerdeki basit bir tepkisellik olarak mı görecek ve aklileştireceğiz?

Elbette hayır… Burada unutulmaması gereken şey şudur ki: Uluslar arası ilişkilerde diplomasinin muhatabı yalnızca uluslardır. Ulusaltı topluluklar ancak uluslar için değerlerine ve önemlerine göre muhatap kabul edilirler. Çünkü ancak ve yalnız uluslar, tarih yazabilen devletler kurabilmişlerdir. Devletleşememiş topluluklar, ulusaltı topluluklar için “tarih” yalnızca yaşlılarının aktarabildiği bir takım sözlü rivayetlerden ibarettir. Ne teşkilatlanmış bir yapı oluşturmuş, ne bu yapıyla herhangi bir savaş ve barış dönemi yaşamış ne  herhangi bir antlaşmaya resmi bir imza atabilmiş sayısız ulusaltı topluluk için var oluş ancak ulusların devam etmesine izin verdiği kadarıyla sürdürülebilmiştir.  Bu tip toplulukların sözde devletleri, ne modern bir bürokrasiye ne modern bir hukuk alt yapısına sahiptir. Ulusaltı topluluk devletleri, kendilerini meydana getiren kan bağlı kabile bilincinin sınırlar içindeki diğer kabilelere üstün kılınmasından başka bir amaç taşımayan ilkel örgütlenmelerdir.

Oysa uluslaşmış toplumlarda devletleşme tarihten gelen  yoğun tecrübe birikiminin bir sonucu olarak ayrıntılı bir örgütlenme ve titiz bir adalet dağıtma mekanizmasının kurulması anlamına gelir. Bunları kurabilmek ve yaşatabilmek bir ulus  için başlıca övünç kaynağıyken ulusaltı toplulukların yegâne övünç kaynakları,  silahlı kabilelerini diğer kabilelere boyun eğdirebilmesidir.

Demek ki uluslaşmak bir insan topluluğunda “öz saygı” ve “etkileme gücü” duygularının  yerleşmesinin   başlıca sebebidir.

İşte herhangi bir insan grubunun gerek dışarıdaki başka gruplara gerekse kendi üyelerine yönelttiği davranışların temelinde o grubun gelişmişliği yatar.

Bu gelişmişlik, uluslar için  hem bir övünç kaynağı hem de ilerleme sebebidir. Ulusların mensupları, gelişmiş, cevaplayıcı, dönüştürücü kültürlerini, egemenliklerini ve refah oluşturucu, ayrıntılı sosyo-ekonomilerini sürdürme arzusunu her zaman canlı tutmak isterler ki bu istek, “milliyetçilik” olarak adlandırılır.

Yani  ulusaltı topluluklarda kan bağıyla etiketlenmiş basit ve ilkel bir üyelik bilincini gene kan bağı ve kabile üstünlüğü ile sürdürmek arzusundan ibaret olan “kabileciliğe” karşın her zaman genişlemeğe ve büyümeğe eğilimli, kapsayıcı,  örgütlenebilen ve savunabilen millete mensup olmanın gururunu taşıyan milliyetçilik birbirilerinden apayrı bir halde bütün politikaları kendi çaplarında etkilerler.

Türkiye’de bugün gelinen yer, kabileci ilkelliklerin her birine siyasal bir özerklik alanı verilerek ulus gerçekliğinin aşılabileceğinin sanılması noktasıdır. Bu yanlış kanaat  ancak ülkenin kabile savaşlarıyla parçalanmış bir Afrika ülkesi haline gelmesine yol açabilir.

Bir mensubiyet şuurunun nereden kaynaklandığına, neleri kapsadığına, gelişip gelişemediğine,  bu şuurun sahibinin büyümeğe, gelişmeğe ne kadar yetenekli olduğuna bakılmaksızın siyasal sorunlara isabetli çözümler getirilemez.  Sadece bu yüzden bile Türkiye’de Türk ulusunun tartışılmaz egemenliğini,  refahını ve hürriyetini savunmak demek olan tek bir siyasal ve kültürel görüş savunulabilir ki o da Türk milliyetçiliğidir.









24 Haziran 2019 Pazartesi

Ekmeğimize Bakalım


Bu bir esnaf ağlaklığı veya cehaletidir.

Bu bir aptal yakarışıdır.

Çünkü ekmeğin nasıl üretildiğini bilmemektir.

Çünkü “ekmeğine bakan” adam, üzerinde ekmeğin üretildiği toprağı arsadan başka bir şey olarak görmeyen bencil ve sömürücü adamdır.

Ekmeğine bakan adam, başka hiçbir şeye bakmayan adamdır. Ekmeğine bakmakla yetinen adam, herhangi biri tarafından bir besi hayvanı  olarak beslenip kesilmeye razı olan eksik insan demektir.

“Ekemeğine bakmak” vatanı namusu PKKlı piçlerce çiğnenirken  emniyetimiz şeriat sürüleriyle tehdit edilirken önüne konan ekmekten başkasını görmek istememek…

Bu tabiri son birkaç yıldır daha sık işitir oldum. “Ekmeğine bakan” taşralı, kurnaz ve sömürücü  esnafın üretimin hiçbir aşamasına dahil olmaksızın, ticaret kolaycılığıyla  zengin olması, milletin çocuklarını da zehirleyen bir büyü haline geldi.

Verdiği oyla memleketin başına PKK’nın musallat edilip edilmediğinden bile haberi olmayan milyonlar, ekmek üretenlerin namuslarını kirlettiklerine aldırmaksızın, parasını vererek ekmek alabileceklerini sanan bir asalak kitle olarak bugün kaderimize hükmediyor.

“Ekmeğine bakmak”, sorumsuz  ve fakat sonuna kadar   yetkili bir seçmen sürüsü olarak kendi küçük krallığında üreten herkesi aşağılayarak köleleştirmek isteyenlerin temel güdüsü.

Ve bu yüzden “milleti  efendisi” sayılan köylü ekmek üretmek için her gün daha pahalı mazot alırken , oylarıyla lüks yatların mazotlarını neredeyse bedava kılan sayısız seçmen, “ekmeğine bakarak”  barışı ve adaleti elde edebileceğini sanıyor.

13 Haziran 2019 Perşembe

Yapay Zekânın Olası Açmazları



matrix ile ilgili görsel sonucuSanal zekâ nereye gidiyor? Bu gerçekten ürkütücü bir soru.
Bu soru iki açıdan bizi ürkütebilir.
Öncelikle yapay zekâ sahibi makineler, bizi daha geri organizmalar olarak görerek  yok etmeğe kalkabilir mi?

İkincisi yapay zekâsı gelişmiş makinelerin “insanlaşarak” insanlarla beraber bir siyasi erk kullanmak iddiasını orta atmaları engellenebilir mi? Ki bu durumda artık makinelerin “insan hakları” sorunsalına eklemlenmesi durumu ortaya çıkabilir.

Yapay zekâdan asık beklentimiz ne?
Yapay zekâdan sanırım iki beklentimiz var:

Bu beklentilerin ilki, insani iletişimi daha kolay  bir makine geliştirmek.

Ama sanırım ikinci beklenti “ sezgisel” davranabilen makineler geliştirebilmek. Buradaki “sezgi”, olasılıkları artık içgüdüsel olarak algılamak yerine doğrudan doğruya matematiksel olarak hesaplayabilen bir büyük zekâ.

Bu iki beklentide göz ardı edilen nokta şu:

Bu işleri yapabilecek kadar “özgür” bir zekâ, yazılımcısına “Hayır” demek ihtimalini  de  beraberinde getiriyor.

İşte bu noktada “robot kanunları” artık çok daha ilkel bir algoritma gibi kalıyor.
Bakalım önümüzdeki günler yapay zekâ-irade ilişkisindeki olası ikilemler konusunda ne tür çözümler getirecek?

9 Haziran 2019 Pazar

Üsluba Feda Edilen Türklük



Siyaset tartışmalarının en büyük problemi üslup. Herhangi bir politikacının muhataplarına tam  ve kesin bir yumuşaklıkla hitap etmesi ya da sorunları  kesinlikle alçak sesle dile getirmesi, neredeyse bir iman sorunu.

saz çalan demirtaÅŸ ile ilgili görsel sonucuAmma ve lâkin ülkemizde bu sorun tam bir iki yüzlülükle ele alınıyor. Muktedirler   hadlerini istedikleri kadar aşabilir, karşıtlarını istedikleri gibi tehdit edebilirlerken karşıtlarına kendilerince bir terbiye dayatabiliyor ya da dayatabileceklerini sanıyorlar. Aziz basınımız da bu hoyratlığa çanak tutuyor.

Bunun sonucunda karşıtlar bir ölçüde bastırılırken meselâ Kürtçü ayrılıkçılık ve Kürtçü terör, bu hoyratlığa karşı şiddet kullanmayı, meşru bir hak olarak görüyor. İşin daha da kötü tarafı, sözde hakkın tarafında olduğunu söyleyen bütün enternasyonalist sağ ve sol örgütlenmeler bu durumda silâhlı Kürtçü terör örgütünün davasını meşrulaştırmağa dahası aklileştirmeğe çalışarak bebek katillerini, vatan hainlerini toplum nazarında makbulleştiriyor.

Ama bu yazının asıl konusu bu değil.

Asıl konu bu üslup tartışmaları arasında gerçek akıl ve ahlâk sorunlarının artık tartışılamaz oluşu….

Üslup bir estetik sorundur, bir şekil işidir. Üslup şüphesiz bir inceliktir ve fakat her şey değildir, bir öncelik de değildir.

Estetik aklın tartışma sahası değildir. Estetik, zevke ve sübjektiviteye dayalı bir belirsizlik alanıdır.

Toplumsal düzenle ve onunla ilgili  siyasetle ilgili tartışmalar ise aklın konularıdır. Aklın konuları ise belirsizlikten en uzak bir halde tartışılması gereken sorunlardır.

Estetik okumalar sınıfsal ya da dinsel inançlardan etkilenebilen entelektüel birikimlerin konusu iken siyasal , toplumsal tartışmalar açık bilgiye en çok ihtiyaç duyulan, mantığın en sıkı denetimine açık olması gereken konulardır.

Bu yüzden üslup ikincil  bir insani sorunken akıl ve mantık insanlığın temel dayanaklarıdır.

Üslup, estetik belirsizliğinden, estetik tartışmaların  birikime dayalı otoriter dayanaklarından ve bu yüzden de  bir ölçüde güce dayanmasından dolayı daha “hayvansal” bir ihtiyaçtır.

Oysa mantık yalnız ve ancak insanî bir ihtiyaç ve araçtır. Çoğu zaman mantığın gerekleri estetik yönümüze hitap etmez ve estetik/hayvansal zevklerimizi tatmin etmez. Soyut dışavurumcu bir resim, zihnimizde şekilsiz ve dile gelmez bir izlenimler yığını tomurcuklandırabilir  ama meselâ bize bir ulusun neye benzediğini, nasıl oluştuğunu veya nasıl korunması gerektiğini söyleyemez. Oysa biz genellikle “güzellikleri izlemeyi”, herhangi bir mantık metnini, akılcı bir tahlili okumaktan daha fazla severiz.

Bu yüzdendir ki güzellik kraliçelerinin fikirlerini televizyondan seyretmek dururken kel ve şişko  bir felsefecinin fikirlerini dinlemeyiz. Ya da… Dini inancımızın  el verdiği bir estetiği sergileyen bir din adamını dinlemeyi, “kâfirlre benzeyen” bir felsefeciyi dinlemeğe tercih ederiz.

Bütün bu estetik şartlanmalar “üslup tartışmalarının” temelini oluşturuyor.

Hiç kimse  “kitlelerin hoşuna giden bir üslubun” , aklın ve mantığın yerini tutamayacağını söylemeğe cesaret edemiyor.

Hiç kimse kitlelerin hayvansal dürtülerini harekete geçiren beğeniler oluşturmanın,  gerçeklere dayanma çabası kadar değerli olamayacağını söylemeğe cesaret edemiyor.

Bu yüzden üslup tartışmaları aslında güçlünün  egemenliğini  meşrulaştırmak gayretinden öteye gidemiyor ki ülkemiz özelinde bu durum, silâhlı propaganda denen sosyalist haydutluk ve katliam politikasıyla  kendi egemenliğini millete kabul ettirmeğe çalışan Kürtçü kampın da sözüm ona kendi edebiyatını ve halkla ilişkiler alt kurumlarını kurmasına imkân veriyor.

gülümseyen pkk'lılar ile ilgili görsel sonucu
Bir katilin ve vatan hainin aklımızda kalması istenen hali bu...
Üslup tartışmaları, “eli sazlı, gözleri yaşlı”, katil yardakçılarını “güzelleştirirken”  Türk egemenliğini, akla, ahlâka ve tarihe dayanarak savunan herkesi de tukaka ediyor.

Kitlelerin hoşuna giden siyasal üslupların dayattıkları içeriklerin, akılla veya ahlâkla ne kadar örtüştüğüne hiç kimse dikkat etmiyor ve zaten bu çelişkiler tartışılamıyor bile. Gülen bir yüzle ve alçak sesle “Türk’lerin katil, işgalci, inkârcı ve asimilasyoncu” olduklarını söylemek yaygın/popülist estetik algıda kendisine rahatlıkla yer bulabiliyor. Bu yüzden de meselâ bebeklerimizi, askerlerimizi, polislerimizi, öğretmenlerimizi şehit eden Kürtçü katillerin, vatan hainlerin mütebessim fotoğrafları çok demokrat basınımızca sürekli servis edilerek yok ettiklerimizin aslında “insan” oldukları imajı kafamıza kazınmağa çalışılıyor.

Gülümseyerek Güven Park'ı havaya uçurmak, kaşları  çatık ve sert bir biçimde ulusal egemenliği savunmaktan daha fazla seviliyor.

Eli sazlı Kürtçü faşizmle gözü yaşlı ümmetçi Arapçılığın ortak Türk düşmanlığı, üslup inceliği tartışmalarıyla  Türk çocuklarına  tatlı zehirler olarak sunuluyor.

Kısacası Türk adı ve Türk egemenliği ne idüğü belirsiz  bir takım estetik tartışmaların ve üslup takıntısının gölgesinde yürütülen neofaşist bir ihanetin eliyle yok edilmeğe çalışılıyor.

Sömürge Zihniyeti Ve Türkçe



ismail gaspıralı ile ilgili görsel sonucuSömürge zihniyeti, sömürülen topluluğun ya da ulusun sahip olduğu zihniyet demektir.

Sömürge zihniyeti, sömürücü ulusun sömürdüğü topluluğa ya da ulusa  telkin/empoze ettiği  hiyerarşidir.

Bu hiyerarşi, düşünceden başlayarak siyasal yönetime kadar her konuda sömürücünün mutlak önceliğini ve belirleyiciliğini  tartışmasız ve doğal olarak kabul etmek demektir.

Burada temel sorun şudur ki sömürge toplumu bunu “doğal” kabul eder ve sömürge zihniyetinin özünü de bu oluşturur.

Meselâ İngilizce’nin bir “dünya” dili” olduğunu kabul  ettiğimizde, fazladan İngiliz kraliçesine biat etmemize gerek kalmaz. Bu zaten İngiliz’lerin yarattığı düşünce biçiminin kabul edilmesi gerektiği anlamına gelir. Bu, daha fazla insana ancak İngilizce ile ulaşılabileceğini kabul etmek anlamına gelir.

Bu durumun tartışılmaz olduğunu, bu durumu tartışmanın ilkellik veya ırkçılık olduğunu söylemek, günümüzde en kolay iştir. Çünkü en nihayetinde teknoloji İngilizce konuşan uluslar tarafından geliştiriliyorsa buna uyum sağlamak için İngilizce bilmek elzemdir.

Sorun buradaki ters bakış açısında yatmaktadır.

İngilizce dünyaya teknolojik gelişmelerle yayılmamıştır, sömürgecilikle yani silah zoruyla yayılmıştır.

Aynı durum Rusça için  söz konusudur. Bu gün Türk Dünyası’nda Türk toplulukları arasındaki “ortak dil”,  sanıldığı gibi Türkçe değildir, Rusçadır. Şivelerimizin en yakın olduğu Azerbaycan’da dahi dedeler torunlarıyla Rusça konuşmakta, çocukların Rusça öğrenmesi, “Daha medeni bir dille, daha “büyük” bir dille konuşmak” olarak kabul edilmektedir.

Türk Dünyası’nda ortak dil problemi  hakkında yaklaşık iki yüz yıldır kafa yorulmakta.

Görüldüğü kadarıyla   İsmail Gaspıralı ve Ali Bey Hüseyinzâde gibi cesur Türk aydınları, Türk Dünyası’nın ortak dilinin “İstanbul Türkçesi” olması gerektiğini savunduklarında, bunun diğer Türk şivelerine bir işgal ya da o şivelerin reddi anlamına geleceği savunmak bugüne kadar sürdürülmüş ciddi ve fakat anlamsız bir itiraz olmuş.

Türkiye Türkçe’sinin ortak edebi dil olması en çok Rus’lar için bir endişe sebebiydi. Ortak bir dille anlaşan Türk halklarının Rusça’nın ortak dil olmasını artık kabul etmeyecekleri, Rus üstünlüğünü reddedecekleri  kesindi.  Kendi ülkesinde Türkçe tek tabela asmayan Rus’ların, gittikleri her Türk ülkesinde zorlanmadan kendi dillerinde anlaşmaları Rus hiyerarşik üstünlüğünü kabul ettirmek amacıydı.

Bu amacı da silah zoruyla gerçekleştirmişlerdi.

Rus’ların ve İngilizlerin birlik ve “üstünlük” fikrin, silah zoruyla kabul ettirmeleri, sömürgeciliğin  aklileştirilmesi/rasyonelleştirilmesi veya içselleştirilmesi idi.  Bu şekilde sömürülen Türk toplulukları, üstün dil hangisi ise onu benimsemek gerektiğini düşünüyorlardı.

Beylikler, hanlıklar halinde kalarak “bağımsız ve şerefli” olacaklarını düşünüp de Rus Çarı’nın atı önünde diz çökmeyi, ona asker olmayı benimseyen Türk toplulukları, Türkiye Türkçesi’nin başat dil olmasına karşı  çıkıyor, onu benimsememeyi bir bağımsızlık ve şeref meselesi olarak ele alıyorlardı ve sanırım meseleyi hâlâ böyle ele alıyorlar.

1991’de Tataristan seyahatimizde, daha sonra Türkiye’de de okumuş milliyetçi bir arkadaşımız, Türk dilinin birliğinde Türkiye Türkçesi’nin esas alınması konusundaki fikirlerimize “ Biz  Türk değiliz!” diyerek cevap  vermişti. Keza Azerbaycan’da okumuşlar arasında Rusça’nın yaygınca kullanılması ve hâlâ “Rus’ların, Azerbaycan dilinde eğitime izin verdiklerinin”   düşünülmesi, Rus’ların ve Rusça’nın egemenliğinin ve üstünlüğünün kabul edildiği anlamına geliyor.

Türkiye Türkçesi’nin ortak dil olması ile dilde, işte , fikirde birliğin kurulmağa başlanacağı basit gerçeğinin önündeki en büyük engel, Rus’ların, Türk topluluklarına dayattığı sömürge zihniyetidir. Bu zihniyet de Rusça’nın, tartışmasız ortak dil olarak kullanılmasıyla sürdürülmektedir.

Bu noktada en üzücü şey, Türk Dünya’sının Türkiye’ye bakışının Türkiye Türk’leri tarafından paylaşılmamasıdır. Türkiye Türk’leri soğuk savaş dönemi korkularıyla içe kapanık, yerel ve küçük bir topluluk olmak zihniyetiyle sömürgeciliğin sömürgelerine kabul ettirdiği “geri ve ilkel” topluluk olmak bilincini sahiplenmektedir.
Türkçe Türk Ulusu’nun bayrağıdır. Bir bayrak, sömürge zihniyetini benimseyerek ve aklileştirerek elde tutulamaz ve yükseltilemez.

Türkiye’nin bir “halklar mozayiği” olduğunu ya da “vatanın seccadenin ebadı kadar bir yer olduğunu” düşünerek bu bayrak savunulamaz.

Türkiye Türkçe’sinin Türk Dünyası’nın ortak dili olması tavizsizce savunulmalıdır. Çünkü Türkiye Türkçesi’nin “ şivelerden herhangi bir şive olduğunu dolayısıyla hiçbir üstünlüğünün olmadığını” söyleyerek buna itiraz edenlerin, Rus’ların kendilerine silah zoruyla dayattıkları dillerini kayıtsız şartsız bir medeniyet dili olarak benimsedikleri acı bir hakikattir.

Bana öyle geliyor ki sömürgecilerinin silahlarına boyun eğenlerin, soydaşlarının diline, sözde akılları ve vicdanları ile karşı çıkmaları,  sömürgeciliğin en büyük başarısıdır.