30 Nisan 2009 Perşembe

Şans Deyince...


Şans üzerine düşününce...
Neye "şans" demek lâzım? Hep nedense kumarda kazanmak, "başarının" üstüne konmak anlaşılır.
Şans "yaratılan" bir şey midir?
Bir açıdan doğru ama sanırım ilk bakıldığı açıdan değil. Yani öyle şartlarını hazırlayıp da elde ediverdiğimiz bir şey değil...
Bu, sahip olduğumuz şansı ne kadar müdrik olduğumuzla ilgili, hatta bunun ta kendisi galiba?
Bir sürü maddi sıkıntı içinde yaşarken bu sıkıntı içinde dahi bizimle olmaktan mutlu olan bir eşin varlığını görebiliyorsak...
Çocuklarımızın sağlığını görebiliyorsak...
Onca işin arasında, bir randevuya yetişebilmekten mutlu olabiliyorsak...
Şans hep bizimle demektir.
Bu, şansın kadrini bilmektir.
Bu, şansı dost edinmektir.
Şans üzerine düşününce...

26 Nisan 2009 Pazar

Mülkiyetsiz Olmak veya Olmamak…




Mülkiyet düşmanlığının temeli nedir?
Mülkiyetin, başlangıcında, bir yağma eseri olduğu varsayımı, onun temelde gayrımeşru olduğu düşüncesini harekete geçiriyor ve Proudhon “Mülkiyet hırsızlıktır!” diyor.

Yalnız ne hikmetse hiç kimse bu sözün, özünde bir paradoks olduğuna dikkat etmiyor gibi görünüyor?

Zira “hırsızlık” kelimesinin gösterdiği fiilin mutlak anlamda kötü olmasının sebebi, “hırsızlık” kelimesinin, bir başka kavrama tezat teşkil etmesindendir ki o kavram da mülkiyettir.

Eğer mülkiyet olmasaydı, “elde etmenin” gayrı meşru bir biçiminden de bahsedemezdik.

Demek ki insanlar “elde etmeye” çalışacaklardır. Elde etmenin mantığı nedir? Elde etmenin mantığı, elde edilenin varlığa katılması, onu sürdürmesidir. Bir hayvanı avlayan insan, bunu , avlanan hayvandan kendi varlığına bir şey katmak, bu şekilde varlığını sürdürebilmek için yapar.

Elde etmek varoluşsal bir mecburiyettir.

Bu insana has bir saptırılmış, öğrenilmiş davranış mıdır?

Hayvanlar kendilerine göre av sahaları tespit ederler mi etmezler mi? Avı yakalayan avcı hayvan, kendi payını almadıkça, leşe akbabaların ve sırtlanların yanaşmasına izin verir mi vermez mi?

Görünen o ki “elde etmek” davranışı evrenseldir.

İnsanlarda elde edilenin korunmasını, hayvanlardan ayıran şey ise “haklar” kavramıdır. Hayvanlarda elde etmekle ilgili öncelikler kuvvete göre belirlenmişken insanlarda , “korunması, dokunulmaması gereken temel menfaatler” kavramıyla belirlenmiştir.

İlk mülk nasıl elde edilmiş olursa olsun, türdeşlerinin taleplerini karşılamaktaki başarısına göre elde ettiklerini koruyacağına dair hissettiği güven duygusu, insan oğlunun en zayıf ferdinden en güçlüsüne kadar hepsinde ortaktır.

İlk mülkün varsayalım ki yağmayla elde edilmiş olması bu açıdan hiçbir anlam ifade etmez. çünkü daha sonrasında “yağma” mülkiyet elde edilmesinde kabul edilemez olarak gösterilmiştir. Kaldı ki ilk mülkün “yağmayla” elde edildiğinden bahsetmek dahi en başta belirttiğimiz gibi ister özel ister kolektif bir dokunulmaz “tasarruf nesnesini” zımnen işaret eder.

Zaten konu genellikle bu temel bağlamdan uzaklaştırılarak mülkiyetin belli ellerde toplanması şekline dönüştürülmüştür.

Sorun şudur: “Mülkler” orada paylaşılmayı bekleyen yığınlar değildir. Mülkler sürekli yaratılır ve mübadele edilir. Çünkü insan zekâsı sürekli çalışmaktadır.

Mülkiyetin belli ellerde toplanması hurafesi, sabit bir mülkiyet stoku olduğu yanılsamasına götürür bizi. Oysa kimse mülkiyeti topladığı iddia edilen insanların yarattığı mülkleri görmek istemez.
Bu iddianın saçmalığı şudur ki üreterek veya ticaretle zengin olan biri mülklerini genel talebe dağıtır, sunar ve talebin karşılığı olan fiyatları alır…

Dolayısıyla burada “toplanma” olarak görülen şeyin bizde yarattığı göz aldanması budur. Üreticinin tatmin ettiği milyonlarca talep ise “dağıldığı” için göze görünmez.

Bu açıdan bakıldığında “üretim araçlarının” mülkiyetinin dondurmanın mülkiyetinden bir farkı yoktur.
Zira üretim araçlarını kullanan kapitalist, onların mülkiyetini, onları üreten girişimciden satın almıştır. Dolayısıyla üretim araçlarının, sürekli el değiştiren herhangi bir maldan daha kalıcı ve belirleyici bir özelliği yoktur.

Meselenin içinde “değer” kavramı sokuşturulduğundan üretim araçlarının basit mülkiyet sorunu içinden çıkılmaz bir hal almış gibi görünmektedir.

Üretim araçlarının sahipliğinin el değiştirmesi, onların değerleri veya fonksiyonları üzerinde hiçbir değişikliğe yol açmaz. Çünkü arz ve talep var oldukça her mal, karşılıklı faydaların mübadelesinin birer aracı olarak var olmaya devam edecektir. Bir üretim aracı zorla işçinin tasarrufuna verildiğinde, dünkünden daha fazla üretim yapamaz. Veya ürettiği malın değeri aniden artmaz.

Üretim aracının mülkiyetini kapitalistten işçiye devretmek mülkiyet kavramını yok etmez. Zaten burada da mülkiyete gene “temel bir menfaat” olarak değer izafe edilmektedir. Burada bu mülkiyet devri genellikle işçinin kendi emeğinin sahibi olması yönüyle meşrulaştırılmaya çalışılır ama işçinin emeğinin, üretim aracı olmaksızın ne anlama geleceği genellikle sumen altı edilir. Yaratılmasaydı, kendisine bağlı hiçbir emek çeşidinin var olamayacağı bir aracın mülkiyetinin neden, ondan dolayı var olan bir başka varlığa “ait olması” gerektiği hiç tartışılmaz.

Görüldüğü gibi, mülkiyet bir kapris veya açgözlülük değildir. O, varoluşun gereği olduğu için gözden kaçan, varoluşumuzu kuşatan bir kavramdır. Mülkiyetsizliği savunmak, yaşamak için havaya bağımlı olmaya kızmak gibidir. Mülkiyete kızmak, hayvanlarda dahi var olan o içgüdüsel var olma gayretini inkâr etmek demektir. Elbette herkes istediğini inkâr edebilir ama bu inkârın sonuçlarına kendisinden başka kimsenin katlanmamasını kabul ederek…





22 Nisan 2009 Çarşamba

Texaslılar Ne Diyor, Etnikçiler Ne Diyor?


Gülay GÖKTÜRK, severek okuduğum bir yazar. Sevdiğim yönü ilkeli düşünmesi. Saçma sapan Marksist analizlere iman derecesinde bağlanıp da liberal ilkelere saldıran bağnaz yoldaşlarından ayrı…

Gene de bazen, bana liberal ilkelerle ilişkisi zayıfmış gibi gelir. Bunun iki sebebi olabilir:

Birincisi en nihayetinde, “millet” kimliğini tamamen reddeden , buna mukabil etnik kimliğe tapınma derecesinde bağlı Marksist ekolde yetişmiş olması ve “haklar” düşüncesine bakışında hâlâ kolektivist düşüncenin izinin olması. Elbette bunlar muhtemel açıklamalardır.

22 Nisan Tarihli yazısında Sayın Göktürk “Texas'ta Çay Partisi” başlığı altında, Texas’ın ABD’den ayrılma talebini tahlil etmiş.

Böyle bir talebin dile getirilebilmesine duyduğu hayranlığı dile getirmiş. Texas’ın asla birlikten ayrılmayacağını ama, böyle bir düşüncenin dile getirilebilmesi hürriyetinin güzelliğinden bahsetmiş. Sanırım ülkemizdeki etnik ayrılıkçı siyasete gönderme yapmış.

Yazısında federasyonun bile farklılıkları korumaya yetmeyebileceğini de Amerikalıların beyanlarına dayanarak göstermiş…

Yazı prensipte enfes. Yalnız bu prensip çok yanlış ir mukayese için kullanılmış.

Birincisi Texaslılar iç savaşla bitirilen hesaplaşmayı alevlendirip silaha sarılmamış.

İkincisi birlikten sonraki ABD ordusunu işgalci kabul etmemiş.

Üçüncüsü “Bir başka hükümete veya hükümdara bağlılık göstermeyeceklerine..” dair vatandaşlık yeminlerine sadık kalmışlar.

Peki ülkemizdeki etnik ayrılıkçılık bunları yapmış mı? Durmaksızın, adında “Türk” kelimesi geçen bir devletten kurtulmak için kan dökmüşler, bu ada duydukları düşmanlığı, ırki ve lisani farka dayandıracak kadar ileri gitmişler, ordumuzu işgalci olarak görmüşler, devletimizin düşmanlarını lider kabul edecek kadar da ileri gitmişler.

Dolayısıyla ABD vatandaşlığıyla gurur duyan, ABD ordusunda görev yapmaktan gurur duyan, ülkelerini dünyanın itici gücü olarak gören insanların , ülkelerinin yapısının aleyhine genişleyen bir siyasi sistemi uyarması ayrı bir şey, ülkenin geri kalanını düşman ilan edip de silaha sarılıp devleti bölmeye çalışmak ayrı bir şey….

Gülay GÖKTÜRK’ün etnik ayrılık karşısındaki bu ikircikli tutumu aslında sadece ona has değil. Milleti yok sayan, onu budalaca bir kapris sayan bütün enternasyonalistlerin yumuşak karnı.. Sırf millet kavramını hazmedemedikleri için etnik siyaseti eleştiremeyen, etnik şiddeti kınarken mütereddit davranan çoğu eski solcu ve şimdilerde etnikçilerce sömürülen bazı liberal okumuşlarımız maalesef bu dertten muzadrip…

19 Nisan 2009 Pazar

KKTC Seçimleri Üzerine



Kıbrıs seçimleri ciddi bir dönüşe işaret ediyor.
Babalarının mücadelesinden habersiz, sosyalist, enternasyonalist bir neslin hayali Rum kardeşliğinin yolunu açmak için yöneldiği partilerin geride kalması cidden önemli….

Güzelyurt’un Rumlara verilmesiyle “barışın” sağlanacağını söyleyen CTP bu seçimde aslında hakkı olmayan yükseklikte bir oy oranına bile ulaşmış vaziyette…

Her şeyden önce Kıbrıs’ta “çözümden” muradın ne olduğu hiç açıklanmıyor.

Kıbrıs’ta Türk tarafı için herhangi bir sorun yok aslında. Kıbrıs’ta iki toplumlu tek devletin imkânsızlığı 1963-74 arası Rum kalleşliği ve vahşetiyle anlaşılmışken ve Kıbrıs Türk’ü yola kendi başına devam etmek istediğini devletinin kurarak göstermişken sürekli bir “sorundan” bahsetmek saçmalıktır.

Kıbrıs’ta tek sorun vardır, o da Kıbrıs Türk toplumunun hayatının anavatan tarafından teminat altına alınmasıdır. Bu Rum’ların sorunudur, bizim sorunumuz değildir. Dolayısıyla bizim için herhangi bir çözümsüzlük vs yoktur!

Bizim fedakârlık yapmamızı gerektirecek hiçbir borcumuz yoktur! Kıbrıs Türk halkı bağımsız devletini kurmuş, son sözünü söylemiştir.

Kıbrıs’ta çözümsüzlükten şikâyet eden Rumlarla aynı dili kullanmak saçmalık derecesinde bir empati olabilir ancak… Kıbrıs Rum kesiminin yıllardır neden silahlandığı, neden Yunanistan’dan destek aldığı hiç sorulmazken kardeşlerimizin varlığını korumamız bizden birilerini neden rahatsız etmektedir, hiç anlaşılmaz?

Şurası bir hakikat ki KKTC bağımsız bir devlettir. Elbette kendi kaderi konusunda kendi toplumu karar vermelidir. Buna Türkiye’nin müdahale etmesi yakışıksız olur, buna mukabil Kıbrıs Türk’ünün varlığı her türlü politik mülahazanın üstünde bizim mesuliyetimizdir.

Bu arada seçimlere az bir zaman kala Ergenekon’la tuhaf şekilde birleştirilmeye çalışılan UBP’nin seçimlerin tartışmasız galibi olması, Kıbrıs Türk halkının iradesi üzerinde hangi kara bulutların dolaştığını ister istemez düşünmemize sebep oluyor.

Seçimlerin Kıbrıslı soydaşlarımıza hayırlı olmasını, genç neslin , babalarının, dedelerinin hangi şartlar altında Rum vahşetine mani olduklarını hatırlamalarını diliyorum.

Aliyev’in Tutumu Kınanabilir mi?



Dünyada hiçbir ilişki kayıtsız ve şartsız sürdürülemez. Kardeşlik dahi ancak şartlarına riayet edildiği kadar devam ettirilebilir.

Aliyev’in Rusya’ya gidişi ve onun için “Stratejik ortağımız” tabirini kullanması, normal ve aklı başında herkes için son derece manidardır. Hele aynı köklerden gelen insanların yönetimi için bu tabirin bir tür “alarm” olması gerekir.

Genelde ileri sürülen düşünce, uluslar arası ilişkilerde ancak karşılıklı menfaatlerin söz konusu olduğu, kimsenin kimseyi "babasının hayrına" sevmediğidir.

İnsanlıktan herhangi bir nasibi olmayan adamlar için gayet makul olan bu açıklamadan hareketle bile Türkiye Azerbaycan münasebetlerinin değeri takdir edilebilir.

Azerbaycan bölgede çok önemli bir iktisadî güçtür. Azerbaycan, bu gücünü, aslında hiç de ekonomik olmayan bir biçimde Ceyhan üzerinden paylaşmıştır. Daha ucuz olduğu söylenen Novorosisk hattı hayata geçirilseydi Rusya Karabağ işgali konusunda belki Ermenistan’ı “ikna” edebilirdi?

Azerbaycan böyle bir ihtimali hiç düşünmeden, bölgedeki enerji zenginliğine, Rusya’ya tanımadığı bir imkânla Türkiye’yi ortak etmişti.

Yani Azerbaycan, pür pragmatistlerin aksine Türkiye ile aslında “akılsızca” bir ortaklık kurmuştur.
Burada “aklı” değil de kardeşliği esas aldığı konusunda sanırım hiç kimse itiraz edemez.

Kaldı ki Türkiye, Ermenistan sınırını Azerbaycan ile ekonomik ve “akli” ilişkilerinden ötürü değil, doğrudan doğruya kardeşlik bağından dolayı kapatmıştır. Pür pragmatistçe bir yaklaşım bile Azerbaycan gibi büyük bir iktisadî güçle münasebetlerin önde tutulması gerektiğini ortaya koyar.

Öyleyse, bize bakışı sadece kine dayalı, hiçbir ekonomik önemi olmayan, sınırlarımızı asla tanımayan bir ülkeyle münasebet kurmak hangi “menfaate” dayanabilir?

Sonuçta Azerbaycan, sahip olduğu büyük potansiyelden dolayı dünyada kendisiyle beraber hareket edebilecek bir stratejik ortak arayışındadır. Daha doğrusu bizim “soysuz” tutumumuz yüzünden bu arayışa girmiştir. ( Kimse kusura bakmasın, doğrudan soydaşımız olan bir toplumu herhangi biriyle bir tutmanın başka bir adı yok. Bu bir hakaret değil, sadece başka milletlerle veya topluluklarla olan kültürel yakınlıklarımızı bile korumaya çalışırken kardeşlerimizi, katilleriyle bir tutmanın başka bir adı olsaydı, onu kullanırdık...)Çünkü o bizi tabii ve sarsılmaz bir müttefik olarak görüyordu.

Tabiat boşluk tanımaz. Kardeşlik, kardeşimizi sırtından vurana kadardır. Her işte bir hayır var, sanırım Azerbaycan artık Karabağ konusunda Türkiye’nin riyakâr ve “uyuşturucu” tutumundan kendini kurtaracak, bölgedeki politikasında milli mutabakatını sağlayarak, kendi aklının gösterdiği yolda ilerleyecektir.


Kim Kimi Kovuyor?


Yeniçağ'dan inanılmaz bir haber! Duyun da inanmayın!

"Babacan, Erivan’da kendisiyle konuşmaya çalışanAzerbaycan Dışişleri Bakan Yardımcısı’nı kovdu
Lütfedip dinlemedi!


AKP’nin Azerbaycan’a bakışını apaçık ortaya koyan skandal, Ermeni ve Azeri basınına da yansıdı ve şöyle gelişti: Babacan, Sarkisyan’la görüşmek için beklerken yanına gelen Azeri yetkili bir şeyler söylemeye başladı.
Bir de kapıyı gösterdi!Ermenİler, konuşmayı önlemek için müdahale etti. Azeri yetkilinin uyarılara aldırmaması üzerine bu kez Babacan kendisine dert anlatmaya çalışan bakan yardımcısına sert bir şekilde hitap ederek, kapıyı gösterdi
..."


"İki devlet bir millet" falan diyoruz ya... Topraklarımızı işgal eden, sınırlarımızı tanımayan, bize "katil" diyen alçaklarla bir olup da kardeşimizi kovan adamların hangi milletten olduğunu cidden merak ediyorum!


Hayır elbette herkes bir milleti kabul edecek, bir millete mensup olacak diye bir kaide yok ama adında "Türk" kelimesi geçen bir hükûmetin temsilcisinin bunun sorumluluğunu taşımaması nasıl mümkün olabiliyor, onu anlayamıyorum. Dünyada vatansız pek çok insan var. Ama vatanlarımızı bir sayan bir insana , alçaklarla beraber gösterilen bu muamele hiç bir insanî davranışla isimlendirilemiyor.


Haberin devamında bakan yardımcısının şaşkınlıkla çıkış yerine tuvalete yöneldiği söyleniyor. Bu duruma "bizim bakanımız", ermeni katillerle beraber gülmüş! Azerbaycan bakan yardımcısı herhalde, kardeşi saydığı bir insanın katillerle beraber olup da kendini aşağılamasından o kadar utanmış ki yerin dibine falan geçmek istemiş?


Aslında gülünecek hal onunki değil, anayasasında bizi düşman kabul eden alçaklarla bir olup da kardeşine sırt çeviren politikacının hali...


"Senin politikanın neşet ettiği yer ancak burası olabilir !" diye yön göstermek istemiş herhalde Azeri kardeşimiz...
Fotoğrafta, Azeri kardeşimizin haline, "bakanımızla" birlikte gülen ermeni katillerce canlarına kıyılmış TÜRK yavruları görülüyor.

Kerkük'te Türk Mezarlarına Saldırı


Kerkük ile ilgili Facebook grubundan gelen mesajı aynen aktarıyorum:

Kerkük`te Türk eserlerine yapılan saldırıların akıl almaz boyutlara ulaştı. Saldırılardan Kerküklü Türklerin yanısıra mezar taşları dahi nasibini aldı.Kerkük ün en eski ve en büyük mezarlığı olan Musalla MezarlığıKerkük te olan Suuni Vakfı başkanı tarafından verilen emir ile mezarları yok edilmeye başlanıldı.Musalla Mezarlığı Kerkük ün Türklüğüne en büyük kanıttır.Bu mezarlıkta yüz yıllarca defn edilen Türkler yer almaktadır.Bu olay Türkmeneli de Türk kimliğinin yok edilmesi için bir göstergedir .


Bunu yapanlar Türk'ü, adını kâğıtlardan,taşlardan silerek yok edeceklerini sanan gafiller... Türk'ü yok edebilmek için onu tarihin ruhundan sökmeleri lâzımdır ki buna hiç bir kabilenin, aşiretin, çapulcunun gücü yetmez.


17 Nisan 2009 Cuma

Sol Devletçi Değildir! E Nedir?






Engin ARDIÇ’ın bugünkü yazısından alıntılayacağım şu bir kaç satır bana ilginç geldi.

“…Bu "çakma komünist bozuntularına" en güzel yanıtı, bırakalım, gerçek bir komünist, hem de sapına kadar komünist, TKP eski birinci sekreteri Nabi Yağcı versin (kod adı Haydar Kutlu). Bakınız geçen gün ne demiş: "2008 dünya mali krizi yeni enstrümanlar getirecek. Yoksa bizim heveskâr solcuların dediği gibi bu son küresel krizle ne liberalizm, ne de kapitalizm bitti.


Bizde solculuk devletçilikle özdeşleştirildiği için, kapitalist devletin kapitalist piyasaya müdahale etmesine sosyalizm demeye başladılar. Komik tabii, alakası yok." Şimdi anladınız mı bizim çakma solcular niçin "çağdaş yaşam" ayağından faşistlerle omuz omuza geldiler, niçin "Ergenekon kuçukuçusu" kesildiler ve de oylarını gidip gidip CHP'ye verirler? Nabi Yağcı şunları da söylemiş: "Dün işkence görenler, şimdi 'AKP gitsin de isterse darbe olsun' diyebiliyorlar. Demokrasiyi savunmayan sol, sol olamaz. Kolay solcu olunuyor bizde. Sol, ulusal kurtuluş savaşı edebiyatıyla beslendi. Kırk yıldır, asker-sivil bürokrasinin gücüyle batılılaşmayı savundu. Solda bu damar hâlâ çok güçlü. Bunlar bugün de Ergenekon'un içindeler."

Engin ARDIÇ’ın sathi düşünmeye nasıl karşı olduğunu, doğru bildiğini nasıl güzel savunduğunu ve hele yakın tarihle ilgili ne kadar güzel ipuçları verdiğini önceden belirterek, yazısına bodoslama dalmayacağımı söyleyeyim. Kendisi zevkle okuduğum bir yazar.

Zaten sözüm doğrudan ona değil. TKP eski birinci sekreteri ( Sınıfsız toplum için adam öldürmeye “silahlı propaganda” diyebilen solcular her şeye rağmen bu tip şatafatlı unvanlara bayılırlar…) Nabi YAĞCI solculuğun devletçilik anlamına gelmediğini söylemiş.

Belki bilerek belki bilmeyerek her ağızlarını açtıklarında “revizyonistten” başlayıp nereyse ana-avrat sövmeye vardırdıkları Torçki ve haleflerinin izinden gittiğini söylesek yanlış mı olur? Troçki, devrim denen zorbalığın geçici bir şey olmadığını, ardından barışın değil, yıkılandan çok da beter bir bürokratik zorbalığın geleceğini tahmin etmişti. Yani Stalinizmin, sosyalizmin insanlık ayıbı olacağını tahmin etmişti… Ne oldu? İnsanlık, barış, kardeşlik sloganları atanlar hedefledikleri proleter diktatörlüğün zorbalıktan başka bir şey olmadığını gösterdiler.

Nabi YAĞCI’ya göre işin özü bu değil! Ona göre sol, devletçiliği savunmuyor veya bu, solun gereği değil.

O zaman solun mümeyyiz vasfı nedir?

Eğer Marksizm devletçilik karşıtı bir ideoloji ise yıkmaya çalıştığı “burjuva” düzeninin değerleri yerine ne koymak istemektedir ve bunun için benimsediği yol nedir?

Marksistler “üretim araçlarının” mülkiyetini kolektif hale getirmek isterler mi istemezler mi? Bunu kim yapacaktır? Halk toplanıp işi gücü bırakıp üretim araçlarını yağmalamak la mı uğraşacaktır? Bunun maliyetinin farkında olmamak mümkün değildir. Onun için bunu “halk adına” birileri yapmalıdır.Bunu halk adına sürekli yapacak tek bir müessese vardır: Devlet!

Devletin işçilerin elinde olup olmaması veya sınıfsız bir toplum içinde kurulup kurulmaması fark etmez… Tabiatı icabı en nihayetinde bir zor kullanıcı olarak insanları proleterlerin değerleri ve normları yönünden ( gerçi bunların ne olduğu hiç anlatılmamıştır ama partinin emri neyse onu benimsemek gerektiği, insanlara sürgünler ve katliamlarla gayet güzel gösterilmiştir…) güdecek bir çoban olması gerçeğinden onlar da kaçamamıştır.

Bütün “kapitalist üretim biçimi” zırvalarına rağmen, alüminyum tencereden, uçağa kadar ekonomi denen şeyin el verdiği tek üretim biçimini kullanmak dışında bir şey yapamayan, kapitalistlerin bulduğu seri üretim biçimini kullanıp bu üretim biçimini kullanırken de ancak mülkiyetle bir anlam kazanan iktisadi hesaplamanın beton duvarına toslayan sosyalistler/ komünistler gene bundan halkı bir araya yığarak mı yoksa onlar adına karar verecek bir organize güçle sayesinde mi kurtulabilecekleri sorusunun tek bir cevabını bulabilmişlerdir: Devlet!

Görünen odur ki mülkiyeti ortadan kaldırdığımızda, o zamana kadar her bir parçası fertlerin kendi menfaat algılarıyla kendiliğinden “idare edilen” koskoca bir sistemi yürütecek ilâhî bir düzenleyiciye ihtiyaç hasıl olmaktadır. Çünkü bir kere daha söylersek, sistem (ekonomi) ancak mülkiyetler özel olduğunda “kendiliğinden” işleyebilmektedir.

Dolayısıyla devletçi olmayan sol söylemi, Marx’ın ve Engels’in bütün hayalciliğine rağmen imkânsızdır. İşin tabiatı gereği, mülkiyeti kolektifleştirseniz dahi onun aslında ortadan kalkmadığını sadece el değiştirdiğini bize göstermektedir. Mülkiyetin “tasarruf edilmesi” sorunu da kendiliğinden bunun için bir devleti mec
buri kılmaktadır. Troçki sosyalist devrimin bürokratik ir diktaya dönüşmesi tehlikesinden bahsederken dahi bunun aslında başka türlü olamayacağını idrak edemiyordu.

İşte tam da bu sebepten, ekonomiye her devlet müdahalesi, sistemi sosyalizme doğru kaydırır, işte bundan dolayı müdahalecilik, şiddetine göre sosyalizmin tonlarından biridir.

Dolayısıyla devletçilik tabiatı icabı sosyalisttir zaten.

Sayın “birinci sekreter”( geride daha kaç tane vardır, Allah bilir?)devletçi olmayan sosyalizmden bahsederken aslında “kapitalist devletçi olmayan” bir devletçilikten bahsettiğini de ima ediyor:”… kapitalist devletin kapitalist piyasaya müdahale etmesine sosyalizm demeye başladılar.”

Yıllarca bize felsefe öğreten solun derinliği bu kadar işte. Kapitalizmi bir devlet tercihi sayan bir insana hangi ekonomiyi nasıl anlatabiliriz? Herhalde Sayın birinci sekreter, fırıncıların ekmek yapıp satmalarının bir devlet emri olduğunu sanıyor? Yani aslında devlet kapitalizmi değil de sosyalizmi benimsese ekmeğin arz ve talep denen o pis kapitalist uydurmalarından kurtuluverip herkes yetecek kadar çoğalabileceğini sanıyor?

Bu tip ciddiyetsizlikleri, daha da kötüsü bağnazlığı/cehaleti, bir tür feraset gibi sunması herhalde Engin Bey’in eski solcu damarından geliyor? Fırıncıların, ayakkabıcıların, manavların alışverişle para kazandıkları bir sistemde işlerin nasıl yürüdüğünü görmek için sadece semt pazarına çıkılması yeterliyken ucu bucağı bulunamayan bir alay zırvayla insan tabiatının künhüne vakıf olduğunu iddia eden bir insanı örnek göstermesi bence Engin ARDIÇ gibi dolu bir insana yakışmamış. Ne yapalım, herkesin zevki ayrı…





Not: Yazıdaki "Demokrasiyi savunmayan solcu olamaz!" mavrası da başka bir yazınn konusu...






16 Nisan 2009 Perşembe

Türk Olmamıza Müsaade Eder misiniz?



Son zamanlarda genetik destekli ırkçı analizler, etnik ırkçılığı bağrına basan gerek liberal gerek kolektivist çarpık hümanizmler ve silah tehdidiyle “barışı” savunan hilkat garibelerinin el birliğiyle “Türk” adına saldırmak pek popüler bir hal aldı.

Öyle ya! Bu ülkede sadece etnik gruplardan biri olan Türk’lerin memlekete adlarını vermeye ne hakları varmış?

Tabii bu saldırının birkaç cephesi var:
Birisi Türk adının ontolojisine yönelik bahsettiğimiz çarpık genetik ırkçı yaklaşımlar.


Zaten memleketin genetik haritasında Türk de olmadığından, bu memlekete nasıl sahip çıkıyor Türk’ler? Ortada koskoca genetik bilimi dururken kimin Türk olduğunu söylemeye hakkı var ki? Türk olduğunu söyleyene, kırk binyıl önceki atalarının genleri gösterilir ve o da böylece Tür kolmaktan vazgeçiverir!


Diğeri uydurma tarihsel yaklaşımlar... Selçukluları'n aslında Türk olmadığı, keza Osmanlılar'ın zaten bambaşka bir millet olduklarına varıncaya kadar bir alay zırva karşı konulamaz tarihi hakikatler olarak sürekli ortaya dökülüp duruyor.

Diğer bir yaklaşım liberal haklar teorisini sömüren, bu hakları bulanıklaştıran ve bu şekilde etnik terörü meşrulaştırmaya çalışanlar, gene liberallerin bir kısmı dahil olmak üzere sosyolojiyi kolektivist ve düşmanca okuyarak etnik terörün “siyasi” kanadına meşruiyet getirmeye çalışanlar…

“Türk” adının anlamsızlaştırılması halinde memleketin daha âdil olacağını sanan “iyi niyetliler” de bu sömürüye alet oluyor. Sanılıyor ki bütün sorun “Türk” adından kaynaklanıyor ve artık Türk adı anılmazsa etnik terör yatışacak, böylece barış hüküm sürecek. Sanılıyor ki "Türk" değil de "Türkiyeliyiz", dersek herkes etnik ırkçılıktan vazgeçiverecek?

Doğal olarak mesela bayrağımızın da “Türk bayrağı” değil, herhalde “Türkiye bayrağı”, ordumuzun Türk ordusu değil, “Türkiye ordusu” falan olması gerekiyor, bu durumda?

Dünyanın hiçbir yerinde bir memleketin dilinin, adının, egemenlik hakkının azınlık rızasına bağlandığı görülmemiştir. Her ülke kurucu çoğunluğunun takdiriyle yönetilir. Elbette azınlıktaki vatandaşları da herkes gibi dokunulmaz , devredilmez ve vazgeçilmez, temel haklara sahiptir ama ülkenin kaderi hakkındaki çoğunluk kararına isyan etmesi, hele buna silahla mukabele etmesi düşünülemez. Veya mesela “Niye bu ülkenin adı Almanya!” diyemez.

Fransa’da veya Rusya’da ve hatta Amerika’da hiçbir “azınlık” ülkelerinin adlarını tartışmazlar. Ülkeye adını veren milletin varlığını inkâr ederek hiç kimse hümanist olamaz. Vatandaşlık bağı da bu milletin adıyla anılır. “Türk vatandaşı, Rus vatandaşı, Alman vatandaşı” gibi…

Bir kere daha belirtmeliyiz ki temel haklara saygı dışında hiç bir kayıt ve şart kabul etmeksizin bir ülkenin, devletin, tayin edicisi, belirleyicisi o ülkenin kurucu çoğunluğudur.

Bu Türk karşıtlarının nedense Karabağ hakkında gıklarının çıkmaması da çok ilginç elbet.

Türk adının yok olmamasını sağlayacak biz değiliz hiç merak etmesinler. Bu adı düşmanlarımız yeterince iyi hatırlıyor ve biliyor...


Azerbaycan kadın milletvekili heyetinden Genire Paşayeva’nın şu sözleri çok manidardı: “Onlar Azerbaycan vatandaşı oldukları için öldürülmedi, TÜRK OLDUKLARI İÇİN ÖLDÜRÜLDÜLER!” Türk adının düşmanlarına tokat gibi bir cevap.

14 Nisan 2009 Salı

Niye Türkü Dinlerim?



Niye türkü dinlerim?
Bu soruya verilecek pek çok cevap var…
Belki çocukluktan, kulağımın bu müzikle dolmasından, terbiye edilmesinden…

Bu basit bir şartlanma gibi görünebilir. Ne var ki diğer müzik türlerini de dinledikten sonra Türk Halk Müziğinden daha fazla zevk almamın başka bir sebebi var sanırım.

İnsanoğlu şüphesiz pek çok konuda birbirine benzer, müzik üretmemiş, edebiyat yaratmamış hiçbir toplum yoktur. Bundan dolayı varoluşun her ifadesi bize sıcak gelir, içimizi ısıtır. Bundan dolayı sanat bizi birbirimize yakınlaştırır, aşılamayacak farklılık olmadığı duygusunu içimizde uyandırır.

Gene de her yiğidin bir yoğurt yiyişi var.

Her milletin “türküsü” kendi dağından taşından aşmış, kendi çalısına dolaşmış, kendi pınarından su içmiştir. Her türkü kendisinin yakanın yandığı güneşte yanmıştır. Dolayısıyla her türkü kendi tınısını, doğduğu yerden ve yürekten alır. Hal böyle olunca her milletin varoluş ifadesi kendine göre akseder şu kadim semada.

Niye türkü dinlerim?

Çünkü her türkü bana “Dedeler’de” soluklanmış dedelerimin sözlerini, gülüşlerini, varoluşumun kökenlerini hatırlatır. Bana kendi toprağımın devedikeninin rengini gösterir.

Çünkü Toros’ların yazın tembelleşen çaylarından, Gevaş’ın mağrur Selçuklu mezar taşlarına kadar her yerde var olduğumu söyler.

Çünkü türkü, benden olan, beni var edenlerin kalp atışlarından süzülmüştür. Çünkü türkü, insanlık ailesinde “Ben de varım!” diyebilmektir.

Niye türkü dinlerim?

Var olmanın sevincini duymak için… Başka ne için olsun?


Kaybolan Bağlama Tekniği ve Müsebbibi “Budanmış” Sap


Kısa sap bağlama otantik değildir. Bu tamamen ideolojik olarak “uydurulmuş” bir enstrümandır.

"Bağlama düzeni" denen bağlama akordu veya düzeni belli bir yöreye veya inanışa has değildir. Kısa sap bağlama, bağlamayı, bağlama düzeninde hapsetmiş, onu budamış, kapasitesini kısırlaştırmıştır.

Tanbura bağlamada Re perdesi üzerine bir kelepçe takmak ile veya akordu değiştirmekle elde edilebilecek basit bir aktarma işi için geleneksel bağlama çolak bırakılmıştır. Ne yazık ki kısa sap bağlama, bağlama metodunda derhal geleneği yok etmiş ve gitara benzer, pozisyon çalışı kolaycılığıyla , yöresel tavırların hızla unutulmasına yol açmıştır.

Anadolu’da çeşitli yörelerin kendilerine özgü tezene vuruşuna imkân veren “kara düzen” gün geçtikçe önemini kaybetmekte, kara düzenin geleneksel ses uyumu kulaklardan silinmektedir. Kısa sap bağlamayla zeybek veya Yozgat sürmelisi tavırları bunun yanı sıra La karar türküler dışındaki türküler bu akord kısırlığı yüzünden icra edilememektedir.

Dombradan, Azerbaycan âşık bağlamasına, çöğürden divan bağlamaya kadar geniş bir aile olan bağlama ailesinin icra imkânlarının, kısa sap bağlamanın gitar özentisi bir pozisyon çalış tekniği yüzünden unutulması çok üzücüdür.
Fotoğrafta geleneksel bağlama icrasını günümüzde yaşatan Bengi Bağlama Üçlüsü görülüyor. Ekip üyeleri:
(Soldan)
Erdem Şimşek, Okan Murat Öztürk, Özay Önal

Türkünün ruhunu dinlemekle başlar her şey


Türkü nasıl söylenir?

Bir zamandır TRT Radyo 4’ü dinleyemiyorum. Bunun bir iki sebebi var.

Birincisi artık Türk Halk Müziği’nin klâsik örnekleri çok az söyleniyor… Sığ bir popülizm, şöhret tutkusu zanaatın ağır işçiliğinin paslanmasına sebep oluyor.

İkincisi artık türkü söylemek mekanik bir iş haline getirilmiş. Türkülerin membaına yabancı sanatçıların notayı deşifre etmesinden ibaret olmuş bütün icra. Şüphesiz Türkiye’de nüfusun daha şehirli hale gelmesi bundan etkendir ama en azından kaynak kişilerin veya onların yetiştirdiklerini dinlemek, işin başı olmalı.

Halk müziğimizde nota, ezgiyi kayıt altına almak ve korumak için elzemdir ama her şey notadan ibaret değildir. Çünkü türküler dinamik, şifahi bir kültürün ürünleridir. Onları mekanik bir nota icrasına hapsetmek bu dinamizmi öldürür. Klâsik Türk Müziği’nde dahi bu böyledir…

Hisarlı Ahmet’ten, Hac Taşan’dan, Nida Tüfekçi’den, Neriman Altından Tüfekçi’den, Muharrem Ertaş’tan, Mükerrem Kemertaş’tan, Özay Gönlüm’den, Ümit Tokcan’dan, Hale Gür’den, Serbülent Yasun’dan, İzzet Altınmeşe’den ve daha nicelerinden aldığımız o yabanî armut, o pınar suyu tadı hep dağları aşıp gelen gelenek yollarının konak yerlerinde durmaktandır.

Türküleri yakıp, onları yüreğin kor ateşinde eritip şekillendiren ruh halini bilmedikçe her şey boştur.
Hak bu milleti türkü yakamamaktan, söyleyememekten korusun.

12 Nisan 2009 Pazar

Ermenistan sınırı açılmalı mı?

Bahsettiğimiz, herhangi bir ülke olsa belki bu soruya “Evet” dememiz mümkündü.

Oysa Ermenistan, dünyada, Türk düşmanlığı ile var olan bir ülke. Ermeni varlığını Türk’ün yok oluşuna bağlayan bir ülke. Sınırsız bir kin ve önyargıyla her gün kendini zehirleyen bir Ülke Ermenistan. Merhum ( Kesinlikle Türk varlığının kendi varlığındaki payını inkâr etmediği, bir Türk Ermenisi olduğu için kendisine rahmet dilemekte tereddüt etmiyorum) Hrant Dink’i tedirgine den işte bu saldırgan ve zehirli etnik asabiyet idi.

Aslında etnik devletlerin akıbeti hususunda ciddi bir ibret Ermenistan… Yıllarca büyük kültürlerin içinde var olmuş etnik grupların, bürokratik bir otarşiye kavuşmaları durumunda nasıl faşistleşebildiklerinin korkunç bir örneği…

Bu açıdan Ermenistan bir müddet daha kesinlikle dünyadan tecrit edilmeli. Varlığının, “diğerlerine” nasıl bağlı olduğunu anlayıncaya kadar da öylece bırakılmalı.

Yıllarca dünyayı kana bulayan etnik terörün en vahşi örneklerini sergileyen Ermeni etnik ırkçılığının bir bürokratik otarşi olarak dünyada yer alması kesinlikle tehlikelidir. Karabağ olayında dünyaya kafa tutabilecek kadar hırçın bir ülkenin, diğerlerinin var olma hakkına saygı duymayı öğrenene, yağmaladıklarını iade edene kadar mübadeleye girebilmesi engellenmelidir.

Kaldı ki Ermenistan’ın bütün vahşetine rağmen zaten ülkemizde çalışan 70 binden fazla Ermenistan vatandaşından bahsedilmektedir.Başka bir ülkede olsa kesinlikle sınır dışı edilecek bu insanların Türk’ün, binlerce yıllık hoşgörüsü altında ekmek yiyebilmesi dahi Ermenistan için ders olmamaktadır.

Başkentini dahi bir Azeri lütfu olarak elde etmiş bu sun’i devletin, insanlık pazarına sunacağı hiçbir eseri olmadan üstelik bir de yağmacılık ve katliam yapması tam bir yüzsüzlük ve alçaklık örneğidir.

Ermeniler şunu unutuyorlar: Karşılarına soykırımı içselleştirebilecek tabiatta bir millet olsaydı bu gün Kafkasya’da bir devletleri olmazdı. Belki de Ermeni’lerin psikolojisi bir tür intihar eğilimidir? Diplomasi ve devlet tecrübesine sahip toplumlar arasında olmasalardı belki de bu istekleri çok önceden tatmin edilir, haritadan silinirlerdi.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Tekeden Denize Düşen Fotoğraf

Sazlar fısıldar yar sesi gibi inler
Çam ki bağrından bin bir dertle
Bin damla kehribar döker
Mazi bir uzun es gibi zeybeği dinler
Teke’nin dibinde mavi serinliklerle
İçimizde ikindi güneşleri
Çocuk saflığınca güler
Dalgalar çakıllarda köpürür ve Zeybekoğulları
Bir resmin altına yazar
Sene 1985
Kemer

9 Nisan 2009 Perşembe

gizli ağlamalar







tutup da dolaplar içre tıksan da

buruşuk bir elbiseymiş gibi saklasan da
mahalle aralarında kayıtsız bozacılar bozar sessizliğini

meliha pencereden bakar durmadan,
semahat sundurmadan
osman topuklarını takırdatır
herkes usulca döker
hayatının malum-u esrarını

sonra sen bu sesleri işittiğinde
dağılır yağmurların karanlığı
içten içe dolarsın hayatın serinliğiyle
insan seslerince kabarır
dolar için

ve istersin bütün tatlarıyla
olanın tekrarını

6 Nisan 2009 Pazartesi

Benjamin Button’ın TuhafHikâyesi


Kaç dalda Oscar aldı, bilmiyorum ama bence hepsi de anasının ak sütü gibi helâl…

Şehirlerin, tasarımların, kostümlerin değişimlerinin enfes nakledildiği muhteşem bir dönem filmi…

Joe Black gibi hacimli bir filmde iki apayrı karakteri başarıyla canlandıran Brad Pitt’in aynı başarıyı bu filmde de göstermesi tesadüf olamaz…

Elbette filmin bir makyaj ve özel efekt harikası olduğun belirtmeye gerek yok.

Ama şunu belirtmek gerekiyor ki böyle bir film Julia Ormond, Tilda Swinton ve Cate Blanchet gibi isimlerle oynanmasaydı sonuç tam bir facia olabilirmiş… Her ne kadar Avustralya kökenli de olsa Blanchet , İngiliz Swinton ve Ormond’un filme kattıkları dramatik ağırlığın aynı zamanda İngiliz tiyatral ağırlığı olup olmadığını ciddi şekilde düşünmeden edemedim… Bu arada kısa rolüne rağmen Jeremy İrons’ın performansına dikkati dağınık seyirciler için dikkat çekmek isterim. O kör saatçi, Irons…

Müzikler harika….
Işık, gerek psikolojiyi, gerekse dönemsel olarak tasarımın özelliğini vurgulamakta çok ustaca kullanılmış.

Senaryo bir kısa öyküyü bir klasik filme uyarlamak konusunda son derece başarılı. Elbette diyalogların, iç konuşmaların nakledilmesi de öyle… Elbette kurgudan bahsetmeye gerek yok… Filmin omurgasını oluşturan en başarılı unsur bence kurgusu…

Görüntüler muhteşem. Akılda kalan karelerle dolu bir film. Omuz çekimleriyle sayısız dramatik protreler sunuyor…

Videotekinizde bir kopyasını mutlaka bulundurmanız gereken, klasik bir film , “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”.

Güneşi Gördüm


Çok bilinen bir konuyu, çok bilinen bir dille anlatan bir film.

Özelliği ne? Arabeskin acılı çocuklarından Mahsun Kırmızıgül’ün eh artık yılların şehirlilik zoruyla görüntülediği neoarabesk bir film olması.

Film iyi hoş da neye değindiği belirsiz.

“Teröristler de evladımız” yaygın ağlaklığını, cinsel kimlik/ töre çelişkisine ulayıp “Büyükşehre göç etmeyin, hiçbir şey olmuyor!” mesajı veren naif didaktik bir yapım.

Sol soslu bol etnik siyasetçi mesajlar içeren, ideolojik olarak tiyatro oyuncularının mesleki ağırlığını da yanına alıp kendine bir hacim elde etmeye çalışmış bir film. Bu açıdan "Kurt’lar Vadisi’nde" nasıl sanki kimsenin bilmediği sırlar ifşa ediliyormuşçasına bildik vaazlar veriliyorsa burada da aynı şekilde terörü bir ucundan aklayacak ama gene de nerede durduğu pek belli edilmemeye çalışılan naif ve yoz ideolojik mesajlar dayatılmış.

Görüntü kalitesi iyi.. Fotoğraflar güzel…
Mekân seçimleriyle “Vay be!” dedirtmek istenmiş…
Müzik fena değil…
Işık bildiğimiz Yeşilçam tarzı “Her yeri aydınlat, oraya da bir röfle at ağabeycim!” tarzı bir şey…
Kısaca gözlerinizi nemlendirecek ama entelektüel içerik açısından da bilinçli seyirciyi güldürecek kadar acemice bir film “Güneşi Gördüm".