31 Ocak 2013 Perşembe

Blogcunun Profesyonellik Çilesi

Yazar adayına öğütler: Bir Paul AUSTER portresi bul ve arada bir ona bak.

Bir okurumuz profesyonel yazarlıkla ilgili daha geniş yazmamızı istemişti.

Sizin için merak ettim araştırdım: “Bu adamlar ne yer ne içerler?” diye…


Değişik mönüleri var. Mezheplerine ve meşreplerine göre ilhamı farklı lezzetlerden alıyorlar. Şahsım adına ki bu deyimden aslında nefret ederim, ben ekmek arası bir şeyleri tercih ediyorum.


Badem ağacından yetişmiş çağlalar umumiyetle gazoz dahi içmez, ayrandan sakınır. Biraz  daha serbest düşünenler  alkollü içkilerle çalışır.


Amma velâkin meselenin aslı yemek içmekte değil. Mesele profesyonel olabilmekte…


Canım memleketimde profesyonel yazarlığın, edebî ilkelerle üslupla merakla endişeyle falan zerrece ilgisi yoktur.


Bu tamamen “Sen, ben bi’ de emmolu…”  mecrasında yürüyen bir zanaattır. Gerçekte bir şeyler yazmanız bile gerekmez.


Eğer  gecelerce uykusuz kalıp da size  ilginç gelen bir şeylerle edebiyat dünyasını sallayacağınızı sanıyorsanız, aptala yakın bir saflıktasınız demektir.


Elbette arada, ciddi bir şeyler yazarak ödül alan birkaç kişi olur ama onlar da zaten cümbür cemaat veya bilmeme hangi halk ordusu  kafa kırma cephesi eliyle “yazar” yapılmaktan ve dahi kâğıt karalayarak sözüm ona para kazanmaktan imtina eder.


Profesyonel yazarlığın en kolay para kazanılan dalı “köşe yazarlığı”. Gerçekte ne yazdığınızı bilmenize gerek yoktur, bir köşe yazarı olduğunuzda… Yani “Beni okuyan (?) binlerce kişi ya gaza gelir de  devrim yapmaya falan kalkarsa? Milletin malına, mülküne, canına kast ederse…  Veya rastladığı her kadını kezzaplamaya kalkarsa?”  diye herhangi bir ahlâkî endişe taşımanız gerekmez.


Eğer sağlam bir dayınız falan varsa her gün sırf emlâk ilânlarından milyarlar kazanan bir tomar  kâğıt içine siz de bir şeyler karalar, sonra da “gazeteci/ yazar” diye amirallik edersiniz. Yani sizi bir anda paraya boğanların, sizin elinizle nasıl gerdeğe girdiklerini  falan düşünmeniz gerekmez. Bir kere gazetede bir  köşe kaparsanız zaten kitap dünyasının kapıları da size açılır, kendiliğinden.


Bunları niye anlattık?


Bundan önceki profesyonel yazarlık yazımda, internette reklâm alan blog yazarlarını düşünmüştüm. Bana en namuslu görünen de bu tip bir yazarlık.


Çünkü en fazla haftada bir, hiç kimseye yaranmaya çalışmaksızın, iç âlemini samimiyetle ortaya döken, bildiklerini, bilmediklerini kendince elâlemle dürüstçe paylaşan,  merak ettiklerini  meraklısıyla  paylaşan  yazarların yazılarının, sektörün reklâmlarını sırtlaması bence en zor ve en dürüst yazı işi…


Blogcunun en büyük problemi de aslına bakılırsa bir kitle edinip edinememesi. Çünkü belli bir  tıklanma sayısına ulaşamadıkça  reklâm geliri elde etmek imkânsız gibi görünüyor. Aslında
Reklâm da alınıyor ama reklâmdan para kazanmak herhalde blogu bambaşka bir cazibeye kavuşturmakla ilgili.


O nokta benim için de yabancı…


Gene de şu var ki blogcunun en azından eş dost  yorumu alabilmesi belki para kazanmasına yetmese de okunduğunu bilmesi açısından herhalde önemli…


Âcizâne kanaatim şu: Kendim de ne yazmam gerektiğini sık sık düşünmeme rağmen blogculukta önemli olan, yazarın dürüstçe kendisi olması ve  aynı zamanda, bıkmadan, usanmadan yazmaya devam etmesi….


Blog yazarlığı batıdaki anlamda para kazandıran bir iş olmayabilir. Ama bana kalırsa mesele blogcunun kendisini ne olarak gördüğü. Kendisini bir yazar olarak görmekten vazgeçmeyen blogcunun sebatı meyvesini muhakkak gün verecektir.  Vermese bile ne gam? Siz blog yazmaktan zevk almıyor musunuz?

Mazhar Fuat Özkan'dan muhteşem bir şarkı paylaşalım mı? Belki emeğimiz para etmiyordur bu memlekette ama en azından zevkli şeyler dinleyip söyleyebiliriz.

24 Ocak 2013 Perşembe

Türk Milliyetçileri, Dincilik Ve Uzlaşmazlık Ahlâkı


Ayn RAND  " Besinle zehrin  herhangi uzlaşmasında kazanan, yalnızca  ölümdür; iyiyle kötünün uzlaşmasında ise  kazanan yalnızca kötülüğün çıkarıdır..." der.

Bugün ülkemizde  sergilenen hokkabazlığın en baştaki amacı, iyi ile kötü arasındaki sınırları belirsizleştirmek, objektif bir iyilik olmayacağına dair kafaları bulandırmaktır.
Bugün Türkiye'de Türk Milleti, iyiliğin kendi elde edeceği bir şey olmadığına, iyiliğin, makarna, kömür olarak ona iktidarca bahşedileceğine inandırılmış vaziyettedir.

İşin kötüsü bu safsataya, dinciliğin her dediğine boyun eğip hayalî Arapça cennetler içinde yaşamak isteyen, milliyetçilerin çoğunluğu da inanıyor. Milliyetçiler hayatlarının her safhasında  hayalî Arap idollerine hayranlık besleyerek Müslümanlığını beslediğini sanan, kanını, kendisiyle ilgisi bile olmayan sözde din kardeşleri için akıtmakta tereddüt etmezken, vatanlarına yöneltilmiş her tehdide karşı suskun kalıyorlar.

Bunun sebebi, dincilerle din mukaddesinde uzlaşabileceklerini sanmaları. kendilerine ait bir din algısı ve kabulleri  olmadığından dincilerin kavrayışıyla bir noktada buluşabileceklerini sanıyorlar.
Bugün "Allah davası", " sloganik tekbir", " Türk-İslâm..."  gibi mantık garipliklerinin ortaya çıkışında aynı uzlaşma arzusu yatıyor.

Bu uzlaşma tutkusu veya saplantısı yüzünden "millî" sıfatına yüklenen dinci/ümmetçi  anlamlara itiraz edemiyorlar. Meselâ hiç bir milliyetçi "millî görüş" denen şeriatçı ilkelliğin neresinin millî olduğunu sormuyor bile... Millî sıfatının,  millet düşmanı, enternasyonalist bir dinci ilkellikle nasıl paylaşılabildiğine  hemen hemen hiç bir milliyetçi şaşmıyor.

Milliyetçiler, hak dinin gereklerine göre yaşamak "ülküsünü" güttüklerini düşünüyorlar ama yanıldıkları nokta şu: Hak dinin gereklerine göre yaşamanın ne olduğunu bilmiyorlar ve bu noktada   dincilerle aynı söylemi ve mantığı kullanarak sadece adı "Türk" olan, bir şeriat devletini arzuladıklarını bir türlü fark edemiyorlar. Veya hiç biri, hayatı, birilerinin din yorumlarına göre toptan şekillendirmek amacının, bir milletin ülküsü olamayacağını düşünmüyor. "Türk İslâm ülküsü" denen, dincilikle uzlaşma gayretinin en başta gelen açmazı bu.

Öncelikle" hak dinin gereklerine göre yaşamın" anlamı ve bunun toplumsal düzendeki yeri hakkında milliyetçilerin hiç bir fikri yok. Bunu, "ulemanın", el ayak kesip kafa koparmak,  kadın taşlamak fetvalarından ibaret olduğunu düşünüyorlar. İmanla amel arasındaki ilişkiyi bu yüzden dinciler gibi anlayarak bir tür Müslümanlar arası  bütünlük ve uzlaşma  sergilediklerini sanıyorlar. Oysa yaptıkları, dini, bir  takım profesyonellerin anlayışına göre kesip biçmeyi, dindarlık sayan dinciliği benimsek ve ona biat etmekten başka bir şey olmuyor.

Sonra "dindar bir toplumsal düzen" hayaliyle herkesi, sözde  dinin yasaklarına göre sınırlandırmayı ahlâkın yolu sanıyor ve dincilikle uzlaşmanın ikinci noktasına varıyorlar.  Dinin sınırlamalarının Allah'la fert arasında olduğunu ve bu alana devleti sokuşturmanın şirkle yakınlaşmak olduğunu düşünememelerinin sebebi de uzlaşmak uğruna dinci bir devlet felsefesini benimsemeleri...

Sırf Arap oldukları için birinci sınıf Müslümanlar oldukları sanılan insanları "rehber" kabul etmeyi  milliyetçilerin Müslümanlık saydıklarını üzülerek görüyoruz. Veya yobazlıklarıyla milleti, aklın ve vicdanın dışına çekerek onu,  kendi itibarlarının esiri haline getirmeye çalışan sözde "âlimleri", " sözde "Allah dostlarını" benimsemenin de dindarlık olmadığını anlayamıyorlar...
Bu yanlış uzlaşma saplantısı neye sebep oluyor?

Bu yanlış uzlaşma saplantısıyla siyasal İslâmcılığın milletsiz, kimliksiz ve sahipsiz bir ülke  hedefi dinin gereği haline getiriliyor. MHP kongresinden önce genel başkan adaylarından birinin, yanılmıyorsam kayseri eski milletvekillerinden biriydi, "Ana dilde eğitime veya çok resmi dilliliğe  sıcak baktığını" ifade etmesi bu açıdan manidardı.

Bu uzlaşma körlüğü içinde Türk Dünyası bir hedef ve proje konusu olmaktan çıkıyor.

Bu uzlaşma körlüğü, dinci  kayırılmışların zengin edildiği, sözde bir  piyasa ekonomisinin meşrulaştırılmasına sebep oluyor. Bu uzlaşma zihniyeti, devleti ele geçiren herkesin,  istediğini abad edip istediğini zelil edebileceği  otoriter bir devlet anlayışının kafalara daha çok girmesine sebep oluyor.
 Türk milliyetçilerinin  dincilikle uzlaşma saplantısı, milletin fertlerinin, milletin genel hukuk kurallarına uymak asgari müşterekinde  birlik ve beraberliği,   devletin kayırmacılığının ve baskısının olmadığı bir ekonomik özgürlük ortamı,  dinin ve etnik ayrılıkçılığın toplumsal düzenden ve siyasetten uzak tutulduğu, medeni bir düzene ulaşmayı imkânsız hale getiriyor.

Türk milliyetçileri ahlâkın, bir takım din profesyonellerinin yorumlarına uymakla değil, genel zararsızlık ilkesine bağlı olmakla ilgili olduğunu anlamalıdır. Bu, Türkiye  Cumhuriyeti'nin üzerine kurulduğu çağdaş, lâik demokratik ilkelerin gereğidir. bunun  da ötesinde milliyetçilik milletin refah ve hürriyeti üzerinde bir büyük uzlaşma ise bu uzlaşmanın dinci taassuba ve siyaset tutkusuyla buluşması mümkün değildir.

Türk  milliyetçileri,  ahlâkın, milletin hürriyet ve refahı için neye "hayır" denmesi gerektiği ile ilgili olduğunu da unutmamalıdır.  Türk Milleti'nin  hukuksal ve siyasal birliğini, egemenliğini ve tarihini  tanımayan, bunları tartışmaya açan, milletin  hürriyet ve refahıyla uyuşmayan  hiç bir zihniyetle uzlaşmamak gerektiğini artık kavramalıdır.   Bu zihniyetlerin başında siyasal İslâmcılık/dincilik gelmektedir. Bunun yolu da milliyetçiliğin dinî söylemlerden, Arapçı tavırlardan, ümmetçi bakıştan arındırılmasıdır.

Türk milliyetçiliği, milletin her bir ferdinin, hiç bir "âlimin"  veya şeyhin sınırlı aklının ve kavrayışının kölesi edilmeyeceği lâik, akılcı, devletin kayırmasından ve komutasından  korunduğu özgürlükçü, demokratik bir hukuk düzeni için mücadele etmelidir. Bunun yolu da dincilikle söylem aynılığına sebep  olan uzlaşmacılık saplantısından kurtulmak ve Arapçılığın siyasal eyyamcı otoriter din anlayışını kesin bir şekilde reddetmektir.

Türk milliyetçileri, milletin derdinin dermanı olmak istiyorlarsa önce hangi fikirlerin zehir etkisi yaptığını anlayabilecek ideolojik donanımı edinmeli ve sonra   Türk Milleti'nin hayatı ile uzlaşmayan zehirleri ondan uzak tutmaya çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki ahlâk belden aşağı bir tahrik paranoyası değildir. Ahlâk varoluşa zıt şeylerle uzlaşmamak demektir.  Türk milliyetçileri  bu uzlaşmazlık ahlâkını kabul etmedikleri müddetçe dinciliğin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacak; daha kötüsü Türk Milleti'ni zehirlere karşı savunmasız bırakacaklardır.

18 Ocak 2013 Cuma

Dayak Yemiş Bir Keşe Doğru


Yazmanın kendisi ne kadar önemli... Ne kadar önemli sahi?

Ne yazmak gerektiğine dair bir yazar ne kadar kafa yorar? Bu konu kafamda dönüp duruyor.

Belki de hayatı okuyamadığım için yazmak üzerine bu kadar kafa yoruyorumdur?

Evet galiba yazmak hayatı okuyup okuyamamakla ilgili. Aslında ne yazmak gerektiği, bununla ilgili galiba...

Ne yazmak gerektiğini düşünmek o kadar önemli mi? Yoksa mesele okurun ilgisini mutlaka çekmek ihtiyacından mı ibaret? İyi de okur ne ile ilgilenir ki?

Bu konuyu çok kereler yazdım... Bunun bir sebebi olduğunu biliyordum ama şimdi kafam aydınlanıyor gibi... Sanırım kendime bu konuyu ne kadar çok sorarsam kafam bir o kadar çabuk aydınlanacakmış diye düşündüğümden...  Öyle mi oluyor gerçekten, bilmiyorum.

Bunun sebebi, aslında okunmayan bir yazar olmam galiba... En yakınlarının bile umursamadığı,  gözüne soktuklarının bile bir türlü göremediği bir yazar olmak herhalde... İlgi dilencisi ve kendine acıyan bir yazı bağımlısı olmam herhalde... Başka bir izahını bulamıyorum.

Gene de... Her gün yazıyorum... Niye yazıyorum? Çünkü yazınca kendimi "dolmuş ve tamamlanmış" hissediyorum. Yazıyı yerine teslim edince bir iyilikle dolmuş hissediyorum kendimi. Fazla anlam yüklüyorum belki yazmaya ama  bu öte yandan hayatı anlamak, hayata bir anlam vermek çabası değil mi?

Ama bir kere yazmaya başlayınca... Yeter ki o eşiği aşabileyim... O zaman bir tuhaf umursamazlık sarıyor beni...  Yola düşüyorum ve kendimce buluyorum yolumu.

Gece çok geç bu vakit. Gece alabildiğine soğuk. Televizyon açık ve eski bir filmi var Robert De Niro'nun... Bütün bunlar bir tesadüf olamaz. Hem... Olsa bile ne gam?

Vitrinde gülümseyen bir manken, çiçek demetleri, Dire Straits'ten nefis bir şarkı: "You And Your Friend"...  Ben bugün dayak yemiş bir keşi yazmak istiyorum, ne yapmalıyım? Bilmiyorum... Ama bu yazıyı bloga  yerleştirince biraz rahatlayacağım... Biliyorum.

17 Ocak 2013 Perşembe

Uzaya Nasıl Uçulur?


"NASA Uzay Sergisi" varmış. Televizyonda  ikide bir reklâm ediyorlar; "Hazırlan Türkiye, uzaya gidiyoruz!" diye bar bar bağırıyorlar...

Uzayda iki kiloluk uyduyu kaybedip, yan sanayi üretimle ikincisini "Türk malı" diye ancak fırlatan "millî irade"   içi pek rahat  sallıyor.

Elin oğlu on iki defa aya gitmiş, bakmış artık  ilginç bir tarafı yok, gözünü Mars'a dikmiş. Biz de onun aydan getirdiği iki kaya, üç taş parçasına bakıp ay havası almak için sıraya giriyoruz. Ayda hava yok da bu bizim havayı almamıza mani değil yani... Yok aslında biz havayı alalı da çok oluyor da artık o kadar uyuyoruz ki onun da farkında değiliz.

NASA masa, irademin millisi de bizim böylece gazımızı alıyor. Omzuna yatırıyor "E bebeğime eee!" diyerek uyutup geğirtiyor...

Bademoğulları millî iradesi, Nurcu eğitim felsefesinden bahsediyor, içine Apo denen bilmemnenin evlâdını da sokuşturuyor... Sonra da "Bir elinde Kur'an, bir elinde bilgisayarlı dindar nesil" palavrası sıkıyor.  Gözünüzü seveyim elinize o iki şeyi de almayın, ikisini de berbat edeceksiniz.

Kur'an sizin idrakinize sığmayan bir kutlu kitap, bilgisayar da sizin sahip olmadığınız iş ahlâkına ve  varoluş bilincine sahip zekâların yarattığı, yarayışlı bir âlet.

Sizin bunlarla işiniz olmasın, oturun oturduğunuz yerde,  oturunca  daha az yellenirmiş insan...

Siz zaten  ecinni hikâyeleriyle  uçmuşsunuz milli irademin bademleri... Milleti gaza getirip de  kaçak tüp gibi havaya uçurmayın bari...

12 Ocak 2013 Cumartesi

Türk Kahvesi İle Erken Kış Akşamı


Bugün "Harem'in" 7. bölümünü seyrettik mutfakta. Niye mutfakta? Yemek yerken seyretmek hoşumuza gidiyor. Ayrıca orada öyle sıkış tepiş oturmak bizi eski günlere götürüyor.

Elektriğin voltajı hâlâ düşük. tasarruf l ampulümüz göz kırpa kırpa yanıyor.

"Harem'in" ince ve yer yer oldukça kalın, oturaklı dokundurmalarını, dehşetle karışık bir  neşeyle seyredip yemek yedik. Üstün bir de Türk kahvesi içtik.

Bugün ayrıca güneş de açtı. Neredeyse bir haftadır ikinci defa...  Kar bulutları yoruldu galiba...  Yollar yavaş yavaş açılıyor.  Bütün bunlar ne ifade ediyor? 

Fikrimin ilgileri ile ne  ilginiz var?

Kim, son bilgisayara teknolojileri veya moda eğilimleri veya yemek  alışkanlıkları dururken düşünmekle ilgilenir ki değil mi?

Mesele şu ki aslında herhangi bir beğeninizi ifade ettiğinizde, neyi, niçin ve nasıl beğendiğinize dair bir beyanda bulunmuş olursunuz.  Bu da neye göre düşündüğünüzü gösterir. Ama siz hâlâ " Ben ocu da değilim bucu da değilim!" gibi bir tarafsızlık tutumunun sahte sağlığına özenirsiniz.

Böyle bir tutum sağlıklı mıdır?  Birini beğenip diğerini beğenmemek...  Bir kitabı okuyup diğerini okumamayı seçmek...

Gene Fatih ERDEMCİ dinliyorum. Öbür yandan Paul AUSTER okuyorum: "Leviathan". Biraz da o teşvik ediyor beni yazmaya... "Bir yazardan öğrenilecek şey nedir?" diye düşündüğümde görüyorum ki kimse ondan nasıl yazılacağını öğrenemez. Eğer bir yazarsanız, edindiğiniz şey sadece yazmanın yemek içmek gibi bir ihtiyaç olduğudur. Yazmak, edinilmiş bir açlıktır.

Yazmak gönüllü bir kayboluştur. Yazmak kaybolduktan sonra kendi yollarını yaratmaktır.

Sahi ne ilginiz var benim ilgilerimle, değil mi? Ve hangi deli bir blog yazarak dünyada bir fark yaratmaya kalkar ki?

11 Ocak 2013 Cuma

Taşrada Bir Kahve Keyfi


Bugün evimizde  ilk defa filtre kahve yapıyoruz.

Eşim çok ucuz   bir kahve makinesi almış,üstelik  marka bir şey.

Evde, rafların birinde duran kahveyi nihayet açıp makineyi çalıştırdık. Elbette her Türk ailesi gibi biz de makinenin kullanım kılavuzunu kaybetmiştik. El yordamı ile makinenin neresine ne koymamız gerektiğini keşfettik.

Bu arada... Elektriğimiz düşük voltajlı geldiğinden sadece televizyonu çalıştırabiliyorduk. Baktık "Yalan Dünya" yayın akışında yok! Yalan olmuş desek yeridir yani.

Ama yani şimdi düşününce... Yani yaptığımıza şöyle bir bakınca; aslında memleket meseleleriyle ne kadar örtüştüğümüzü anlayabiliyorum.

Koskoca memleket bir tür kahve makinesi gibi ama hiç kimsede kullanım kılavuzu yok.  Kahve makinesinden çırpıcı yapmak istiyoruz, bunu isteyebilmeye de özgürlük falan diyoruz. Sonra da  "Bunu kahve makinesi olarak yaparken bana mı sordun dingil?" diyerekten elini yüzünü çarpıtıp  demokrasi icat ediyoruz kendi kıçımızdan.

Memlekette voltaj düşükken bu elektrikten neon cennetleri yaratmaya çalışıyoruz; adına sosyal devlet diyoruz.

Gene nereden geldim değil mi memlekete meselelerine değil mi? her şey memleketten mi iabret değil mi?

Bak hemşerim... Bu memlekette yolları günlerce kardan kapalı köyler var. Gitmeden görmeden yellendiğimiz şeyler değil bunlar, bilesin... Karın bir metreye  yaklaştığı pencerelerden bakıyoruz hayata... Kuşların tek bir ekmek kırıntısını bile bırakmadığı denizliklerde üşüyüp de yazıyoruz sana bunları...

Ampullerin tam güç yanmasının ne büyük bir nimet olduğunu görerek işemeye gittiğimizde , demir gibi bir soğuk açık yerlerimizi ısırdığında, halsizliğinden kıpkırmızı yanan ampulün  ışığı gözlerimizi biber gibi yakarken yazıyoruz bunları...

Onun için... Şimdi Fatih Erdemci'den " Ben Ölmeden Önce'yi " beşinci defadır dinlerken kimse bana şehirli bunalım pizzası yapmasın e mi hemşerim?

Sahi şimdi nerdedir Fatih Erdemci? Ve bu gece "Yalan Dünya" yalan mı oldu gerçekten?

Profesyonel Yazarlık


Blogda reklâm işi bambaşka noktalara gidiyor galiba ama öbür yandan...

Profesyonel yazarlık nasıl bir şey? Profesyonelliğin kendisi ahlâk dışı mı? Yani bizim toplumumuzda bir şeyleri para karşılığında yapmak zaten aşağılık bir işmiş gibi düşünülmüyor mu?
Cevaplardan ziyade bazen sorular daha önemliymiş gibi geliyor bana.

Profesyonel yazarlık bana en az demir döküm işçiliği kadar ilginç, ağır ve makbul geliyor.
 Her şeyi düşünmek, hayata  daha cesur bakmak, bir nevi inkârcılık mı?

Profesyonellik bir tarafa ama galiba yazarlık bizim toplumumuzda asla makbul bir iş olmayacak. Bir müddet sonra konuya gene dönmeli ve daha ayrıntılı...

5 Ocak 2013 Cumartesi

Boşluk


Ne yazmak gerekir diye düşünmekten blog yazmaya vakit kalmıyor. Sanki bazı şeyleri yazmaya değmezmiş gibi geliyor.

Bu sabah kar yağıyordu. Hava kapalıydı. Aslında havanın kapalı olması canımı sıkmaz ama bugün canım sıkkındı işte.

Blog bir günlük mü gerçekten? Yoksa bir tür belgesel mi?  gezi yazıları, film incelemeleri, kitap tanıtımları yeri mi?

Blog ne kadar kişisel?  Kişisellik insanları ilgilendirmiyor.  Belki de ilgilendiriyor ama bambaşka bir biçimde. Mahremiyet sınırında mı ilgiliyiz başkalarıyla? Veya meselâ bir  turistik gezinin notları okuru niye ilgilendirir?

Buna karşılık "önemli" konular okuru neden sıkar? Okuru mu düşünmeliyiz yazarken? Ama zaten blogun özelliği kişisel olması, değil mi?

Bu belirsizlikler bazen iyice çapraşık bir hale geliyor ve bir tür dikenli tel gibi düşüncelere takılıp insanın içini karartıyor. Sebepsiz bir tıkanma, yoğunlaşamama ve karamsarlık beyninize üşüşüyor.

Blog gerçekten deli işi bir şey. Eşiniz dostunuz bile bakmıyor, baksa bile yorumlamıyor.  Veya bir tür çevre işi çevrenin alışkanlıklarından besleniyor...

Boş...

4 Ocak 2013 Cuma

Gelin Dostlar Yazalım!


Bir fikir blogunda neler yazmak gerekir?

Blogculuğu gerçekten ciddiye alan bir kaç kişi var  ve gerçekten çok çok iyi bloglar yazıyorlar.

Ben ne yazmam gerektiğini bazen biliyor, bazen bilemiyorum.

Meselâ bugün kardeşimle bir yerde oturduk, güzel bir yemek yedik, bira içtik. şahsen ben biranın amele içkisi olduğunu düşünürken öyle olmadığını anladım. Yahu amma çeşidi varmış  bu meredin.

Bunun yanısıra neden yazmamız gerektiğine dair uzun uzun konuştuk. Medeniyetin birikiminin yazı olduğunu anladık.

Yazı bilinçleri birbirine bağlıyor. Yazı insanlara değerli olduklarını hatırlatıyor. Bu değer duygusu nesilden nesle aktarılıyor ve bir şeyler yapmanın önemi  bir kollektif bilinçaltı oluşturuyor.
O yüzden... Blog yazmak bu kadar mühim.

Blog ucuz bir anlatım da olabilir ama daha çok... Aslında  iki yüzlülüklerimizle ve sahte ahlâk anlayışımızla kopan ilişkilerimizi ifade etmek için bir ilâç gibi...

Ben blog yazmayı seviyorum.

Bunun da yanında, herkesin yanında bir defter ve kalem taşıyarak her ölü zamanda  bir şeyler karalamasını hararetle öneriyorum. Belki insanımız bir şeyleri ifade edebilmenin hazzını ve ince sızısını hissedebilseydi, ailesine daha az şiddet uygular,  kabadayılığa daha az özenir, etnik şiddeti kahramanlık sanmaktan vazgeçerdi.

Yani ben böyle düşünüyorum. Ve diyorum ki : "Haydi Türkiye yazmağa!"