26 Nisan 2010 Pazartesi

Etnik Irkçılık Ve Cinsel Suçlar


Son birkaç gündür Türkiye akıl almaz cinsel suçlarla çalkalanıyor.
Türkiye’de fiilî livata vakalarına en çok rastlanan bölgeden gelen bu iki haber aslında buzdağının zirvesi gibi görünüyor.

Peki ama bu suçların belli bir yörede yoğunlaşmasının sebebi ne olabilir?
Aslında bu suçlar belli bir yöreye değil, belirli bir toplumsal yapıya daha fazla ait gibi görünüyor.

Bu suçları anlamakta ülkemizin Güneydoğu’sunun Türksüz bir bölge olduğunu, Türk varlığının burada işgalci olduğunu, bölgeyi boşaltarak, geride “saf” bir etnik grup kalmasını isteyenlerin temellendikleri toplumsal yapı ve toplum kabullerine bir göz atmakta sanırım büyük fayda var.

Etnikçi siyasetin en önemli argümanı, farklılığın, çoğunluktan yalıtılarak korunması gerektiğidir. Bunun için “ana dilde eğitim”den tutun da her türlü iletişimde, mümkün mertebe resmî dilden ve egemen milletten ayrışmak ve en nihayetinde tamamen kopmak etnik siyasetin yegâne siyaset aracı ve hedefidir.

Etnik siyasetin hedefinin ulaşabileceği yegâne netice de tecrit ve otoriterizmdir.
Etnik siyaset her ne kadar sürekli bir self determinasyon vurgusu yapsa da asıl istediği, siyasetçi seçkinlerinin, kanun hakimiyeti olmayan bir coğrafyada tamamen keyfi bir egemenlik kurabilmesidir.

Etnikçi siyasetin bir tür meşru gerekçe olarak öne sürdüğü “asimilasyon korkusu” aslında, herkes için ve her zaman geçerli kurallar altında, kendi siyaset seçkinlerinin otoritelerini kaybetmesi, etnik grubun, kanun hakimiyeti altında, daha soyut kurallarla, çoğunlukla benzeşmesidir.

Televizyon dizilerinde bir tür kahramanlık alâmeti, bir tür yöresel düzen gibi sunulan feodal toplum yapısı, daha en başından aslında, herkesi bağlayan bir emniyet ve adalet sağlayıcı tekeline karşı çıkmıştır.
Türkiye’de etnik ırkçı siyasetçilerin hemen tamamının şeyh, ağa yakını olması, aşiretlerinin blok oylarıyla meclise taşınması tesadüf olmasa gerektir.
Bu yapı, kapalı bir toplum örneğidir.

Yani kuralları az sayıda, ve sadece aşiretin, kabilenin maddi ihtiyaçlarına yönelik, korunma güdülü kurallardır.
Bu yapının bütün ilişkileri içe dönüktür. Dolayısıyla “yabancıların” kurallarıyla muhatap olmak böyle bir kapalı toplumda en istenmeyen şeydir.


Bu yapı için en tehlikeli bir başka davranış, bireyleşmektir. Bireyleşmenin önü şimdilerde kasıtlı olarak kötü kullanılan “töre” ile engellenmeye çalışılır. Töre, aşiretin, kabilenin düzeni için kullanılır gibi görünmesine rağmen amaç üyelerin, kapalı toplumun yargısına teslim olmasını sağlamaktır.


Bu açıdan kapalı toplumlar “paylaşım” görüntüsü altında kolektivist bir davranış sergilerler. Bu, aşiret veya kabilenin otoritesinin emriyle maddî unsurların olduğu kadar, sorumlulukların/“suçların” da paylaşımını içerir.


Nitekim bugün haberlere yansıyan suçun bir yıldır hasır altı edilebilmiş olması, sanıkların hemen hemen hiçbir adlî takibe uğramaksızın sanki, trafik kazası geçirmiş insanlar gibi korunması/ kayırılması inanılmaz durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kapalı toplumsal yapılarda “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı ile bütün sorunların grup içinde çözümüne yönelinmektedir.

Bu yönelim, iletişimin yetersiz olduğu devirlerde belki gerekli ve yeterli iken herkesin rahatlıkla seyahat edip iş peşinden koşabildiği, tahsil görebildiği şu devirde grup üyelerinin boynuna takılan bir pranga işlevi görmekte, onları boğmakta ve isyana sevk etmektedir.
Aynı kapalı toplumlarda kadına yönelik şiddete de had safhada rastlamamız bu sebeplerdendir.


Kapalı toplumda kuralların, kabilenin veya aşiretin otoritelerinin iradesinde uygulanması, kadın taciz ve tecavüzünün hasıraltı edilebilmesinin en büyük sebebidir. Çünkü “töre” böyle gruplarda, toplumlaşmış gruplardaki, “hukuk kaynağı olan” örften çok farklı şekilde uygulanan keyfî kurallar anlamına gelmektedir. İnsanın fert olarak algılanamadığı gruplarda bu tip keyfilikler kaçınılmazdır.


İşte etnik ırkçıların, bir yandan Türk adından bağımsız kalabilmek için kadınlarını ve çocuklarını çatışmalara iterken diğer yandan onlara yönelik taciz ve tecavüze yol açan çarpık düzeni bu sebepten aynı anda savunduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu çarpıklıkla, etnik ırkçı kadın hareketleri, kendilerine ve çocuklarına yönelik kendi grup içi sapkınlıklarını eleştirmek yerine “düzene” karşı çıkarak sözüm ona demokratik tepki göstermektedirler. Oysa kendilerinin ve çocuklarının canına ve ırzına yönelik kendi grupları dışından bir saldırı yoktur.


Türkiye’de etnik ırkçı siyaset, kendi grubunun gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Bu siyasetin izolasyonist, ırkçı ve kolektivist tavrı terk edilmedikçe, sözüm ona demokratik hakları için mücadele ettiği grubun medenileşmesi, dünyayla bütünleşmesi mümkün olamayacaktır.

25 Nisan 2010 Pazar

Ortak Acı İkiyüzlülüğü



Kelimeleri öyle usturuplu kullanabilirsiniz ki karşınızdakine hiçbir felsefi hareket alanı kalmaz.
İşte “ortak” kelimesi de bunlardan biri… Bu kelimeyi kendi tekelinize alırsanız, karşınızda kimsenin durmaya mecali kalmaz. Hümanizmin, insan sevgisinin yetkili mercii haline geliverirsiniz.
24 nisan münasebetiyle acılardan bahsedip de yalnızca Ermeni sözcülüğüne soyunanların da yaptıkları aynen bu.
“Ortak acı” dendiğinde hepimizi “acı” temelinde birleştireceklerini düşünüyorlar. Meseleye iyimser ve masumiyet karinesi açısından baktığımızda takdir edilesi bir teşebbüs bu…
Ama meseleye bu açılardan bakmak bile, savunulan felsefeni geçersizliğini ortadan kaldıramıyor.
Çünkü kelimeye kendinize göre bir anlam yüklemeniz, kelimenin gerçek anlamını, içeriğini, bağlamını değiştiremiyor.
“Ortak” kelimesi “iki kişiyi” ilgilendiren, bağlayan bir istikamet ve amaç beraberliğine işaret eder.
Bu tahlilde o iki kişinin “aynı tarafta” olması gerektiğini anlarız. Aksi takdirde “ortak” değil, “rakip” veya “ hasım” vs olurlar…
Dolayısıyla “ortak acı” söyleminin geçerliliği araştırılırken, ortada bir “ortaklığın”, “tarafdaşlığın”, amaç ve istikamet beraberliğinin olup olmadığına bakmak gerekir.

Hümanizm kayıtsız ve şartsız bir insanlık sevgisi değildir. İnsanlığı, onu yok etmek isteyenlere karşı kayıtsız ve şartsız savunmaktır.
Bu durum bir muhakemeyi gerektirir; muhakeme de taraf olmayı.
İnsanın kendisine yönelik eylemlerde tarafsız olması mümkün değildir. İnsan her şeyden evvel “kendi” tarafındadır, çünkü bu, var olmasının yegâne şartıdır. Var olmaya çalışarak fert, kendinden yana olduğunu sürekli ikrar eder. Diğer insanlarla ilişkilerini de bu kıstasa göre değerlendirir. Eğer kendi varlığına saygı gösteren insanlar bulursa onlarla beraber olmaya çalışır, onlarla “ortaklık” kurmak ister.
İnsanların ortak emniyet ve adalet sağlayıcı ihtiyacının temelinde de bu duygu vardır.
Dolayısıyla varoluşlarımıza duyduğumuz saygı nispetinde toplumlaşırız.
Buradan, biraz da uzak görünebilecek bir noktaya atlarsak, etnik grupların, millet altı toplumların kendi devletlerini kurmak psikolojisinin altında, “varoluşu saflaştırma”, “varoluşu farklılıktan arındırma” duygusunun yattığını rahatlıkla görebiliriz.
Nitekim bu gün Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye’den çok farklı bir biçimde içinde tek Türk yaşamayan bir memlekettir.
Ferdin, başkalarıyla kurduğu ortaklığın seviyesi, medeniyetinin ölçüsüdür. Medeniyet, insan varoluşuna saygının bir göstergesidir. Kurulan ortaklık yalnızca kan bağına ve dile dayanıyorsa başka, daha soyut değerlere kadar uzanan bir beraberlik iradesine dayanıyorsa daha başka neticeler doğuracaktır.
Nitekim Ermeni’lerin “ortaklık” algısında Türk’ün herhangi bir yeri yoktur.
Bazıları Türk toplumu içindeki münferit düşmanlıklardan veya ilkelliklerden bahsedebilir şüphesiz ve edecektir de lâkin unutulmamalıdır ki Türkiye’de farklı etnik grupları bir arada tutan şey Türk’ün adalet ve devlet iradesidir. Eğer Türkiye’de milletleşememiş gruplar, mülk edinebilmiş, tahsil görebilmiş, devlette istihdam edilmiş ise bu, Türk’ün “ortaklık” anlayışının olgunluğundandır.
Durmadan tekrarlanan 194-15 tarihleri bir yana, Türk Ermenileri ile Türk’ler arasındaki kader ve amaç ayrılığı 19. yy’ın ortalarından itibaren başlamıştır.
Rusya’nın Kafkaslara inmesiyle beraber Ermeni’ler içinde bir Rus taraftarlığının başladığını sanırım söyleyebiliriz.
Nitekim bu taraftarlığın daha sonraki örnekleri 20 Ocak 1990 ve sonrasında Karabağ soykırımıdır.
90’ların başında PKK’ya Ermenistan’ın barınma temin ettiği, etnik terör örgütünde çok sayıda Ermeni’nin bulunduğu da ayrı bir dikkat noktasıdır.
Dün gelişen olayların gösterdiği hakikat şudur ki Ermeni’ler kendilerini bizimle aynı acıyı paylaşan insanlar olarak görmemektedir.
Eğer Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus birliklerine karşı beraber çarpışsaydık, o zaman “ortak” bir acıdan bahsetmemiz mümkün olabilirdi.
Oysa durum böyle olmamış Ermeni’ler düşmanımızla işbirliği etmişler ve böylece düşman saflarına katılmışlardır.
Her şeyden önce “acı” temelinde ortaklık geliştirmek isteyenlerin “acının” müsebbibinden hesap sormaları gerekir. O müsebbip de Ermeni’lerin ta kendisidir.
Dünyada hiç kimse 2. Dünya Savaşı’nın müsebbibi uluslardan özür dilemek gereğini duymamıştır.
Daha dün kendi topraklarında Türk varlığının sembollerine karşı nefret kusanlarla ortak acıyı hissetmekten bahsetmek için insanın ya akıldan ve izandan mahrum olması veya doğrudan soysuz ve hain olması gerekir.




12 Nisan 2010 Pazartesi

Nedir Türk Ocakları?



Hakikaten nedir?.
Tarihi bir asrı bulan, Türkiye Cumhuriyet kurulduğunda bile çoktan var olan, Türkiye’nin en eski sivil toplum örgütlerinden biri… Kelimenin tam anlamıyla sivil bir şekilde kurulmuş ve kadınlı erkekli ilk karışık toplantıyı düzenleyerek Türk modernleşmesinde ciddi bir adım atmış bir dernek…

Kurucularının ailelerinin mal varlığını, eşlerinin ziynetlerini hibe ederek her bir taşını yerine koydukları, temelinden çatısına kadar helal bir emeğin ürünü mukaddes bir teşekkül…
İnsanlar ancak sonuna kadar haklı olduklarına yürekten inandıklarında gösterebilecekleri bir fedakârlıkla sürdürülmüş bir gelenek…

Ankara’nın eski fotoğraflarına bakanlar bilirler. Türk Ocağı ve çağdaşı binalar yapıldığında Ankara tam bir bozkır görünümünde… Yani İstanbul’un dağdağasından, şöhretinden, cümbüşünden eser taşımayan yoksul bir kasabanın orta yerine o güzelim bina bahsettiğimiz fedakârlıklarla dikiliyor…
Bu, ciddi bir entelektüel birikimin ve en önemlisi çok sağlam bir ahlâkî duruşun tecessüm edişidir.

Zaten o yüzden cumhuriyetin kuruluşunda ciddi bir ağırlık merkezi olabilmiştir. Onu yurt genelinde yüz yirmi altı şubeye ulaştıran da budur. Daha sonra mal varlığı Halk Evleri’ne devredilmiş ve fakat Halk Evleri onlun yürüttüğü misyonu sürdürememiş, onun cazibesine de ulaşamamıştır.

Bunun en büyük sebebi halkın, Türk Ocakları’nın kuruluşundaki ahlâkî temelleri kendisine yakın bulması, onun tavrının, kendi ruh halinin bir aksi sedası olduğunu hissetmesidir. Oysa Halk Evleri tamamen emir ile kurulan ve kendisine devam emredilmiş bürokratik, kuru ve geleneğe yabancı bir oluşum olarak kuruyup gitmiştir. Halkın öz sesini yansıtması Türk Ocakları’nın siyasi bir tehdit gibi algılanmasına yol açmış ve bu korku daha sonra da bilhassa sağ hükûmetlerce ocağa sayısız baskıların yapılmasına yol açmıştır.

Çünkü siyaset, Türk Ocakları’nın sahip olduğu idealizmle baş edemeyeceğini anlamıştır: Ocağın genel entelektüel duruşu, hak bildiğini telaffuz etmesi geleneği iktidarlarca asla hoş karşılanmamıştır.

Bu gelenek ne yazık ki son on beş yıldır bozulmuştur.
Ocak, entelektüeli yaratan malumat birikimi geleneğinden koptuğu gibi onun asıl ruhunu oluşturan hakka doğru yürümek geleneğinden de kopmuştur.
Ama bu bir sonuçtur. Bu sonuca nasıl gelinmiştir? Önemli olan budur.
Bunun kanaatimce en büyük sebebi köylülük veya taşralılıktır.
Türk Ocaklarını kuranların tamamı, geleneği bilen, önemseyen, gelenek içinde modernleşmeyi hedef edinmiş, milliyetçi, şehirli insanlardı.

Dolayısıyla bilgiye ulaşmak, kendini yetiştirmek, kendini yetiştirdikten sonra geriden gelenleri olgunlaştırmak için ne yapılacağını bilen insanlardı.

Daha önceki bir yazımda bahsettiğim siyasi genişleme , yayılma çabası, milliyetçi camiadaki bu sabır isteyen ameliyenin bozulmasına, kesilmesine ve işlerin tamamen sloganlarla yürütülmesine yol açmıştır.

Geleneğin bozulması asıl büyük zararı ahlâkî kanaatlerin çarpıtılması ile kendisini göstermiştir.
Çünkü bir zarar vermemek iradesi olarak ahlâk rehberliğinde, güce ve iktidara karşı hakkı savunmak tutumu maalesef son on beş yıldır Türk Ocakları’nda artık ortadan kalkmıştır.
Taşralılıktan sıyrılamayan, kurulmuş her şeyin yoktan var olduğunu sanan ve bundaki emeğin, fikrî cehdin gayet uzağında kalmış insanların sayısının gitgide artması devralınan mirasın hızla erimesine yol açmıştır.

Taşralılığın veya köylülüğün en büyük zaafı, hayatı asgari ihtiyaçları gidermek dışında bir amaç taşımamış bir köylünün, mimarî, edebiyat, plastik sanatlar, elektronik vs gibi işlerdeki emeği idrak edememesidir.

Hayatını sürdürmeye yetecek kadar tarhanası, yumurtası, sütü olan, başını sokacağı bir dam altı dışında bir arzusu ve ideali bulunmayan bir insanın önüne koyduğunuz hiçbir edebî eser, onun için hemen hemen hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Zaten sosyalist kampın en büyük istismar kapısı da bu idrak eksikliğidir. Onlar bu eksikliği ideal ve arzulanır bir şey gibi göstererek bütün fikrî faaliyetleri, soyut değerleri yok etmek vahşetini böylece meşrulaştırmak isterler…
Ne yazık ki bu idrak eksikliği, ironik şekilde, Türk siyasi milliyetçiliğinin de pek idealize ettiği bir durum olarak süregelmiştir.

Dolayısıyla şehirli ve cidden modern kurucu babalarından sonra Türk Ocakları’nı devralan nesillerin en büyük eksikliği de neyi devraldıklarına dair daha sonraları yok olmak ölçüsüne gelen genel malumat,entelektüel tutum ve medeni tavırdır…

Bu konuda Merhum Galip Erdem Türk Ocakları’nın, etki sahibi son büyük temsilcisidir. Ondan sonraki iyi niyetli çabaların hiç biri, bu taşralılığı ve onun sığ iktidar kaygılarını aşacak bir netice verememiştir.

Nitekim 1995 ve sonrasında, siyasetin dümen suyunda yürütülen faaliyetler ve değişen zihniyetle Türk Ocakları ciddi hükûmet yardımları almış ve artık eskiden olduğu gibi tehdit veya rakip olarak algılanmamaya başlanmıştır.
Son on beş yıldır Türk Ocakları hoyrat bir mirasyediliğin elinde kıvranmaktadır ve maalesef o miras biteli çok olmuştur.

O miras, emaneti, bayrağı, kendinden sonrakilere gönül huzuru ile devredebilenlerin, kendinden sonrakilerin bir kelime fazla bildiğinden emin olmanın gururu ile istirahate çekilenlerin, aslolanın iktidar değil, mirası arttırmak olduğunu bilenlerin birikimiydi.

Oysa son on beş yıldır gerek Türkiye’de gerekse Türk Dünyası’ndaki gelişmelerle ilgili Türk Ocakları’nın hiçbir dikkat çekici, ses getirici beyanının ve daha kötüsü ahlâkî bir duruşunun olmadığını görmek, bilhassa ömrünün yirmi yılında Ocaklı olmuş bir nesil için dehşet vericidir.
Türk Ocakları, geçmişin mirasının entelektüel/ ahlâkî yönünü takdir etmekten aciz, bu mirasın ilelebet tüketilebileceğini ve bütün meselenin iktidar olmak odluğunu sanan bir kesimin sultasına girmiştir.

Bu mirasyedi tutum, bu iktidar düşkünlüğü, hakkın telaffuz edilmesi geleneğinin önüne geçmiştir. Hayatı asgari/zaruri ihtiyaçların giderilmesi dışında bir gaye içermeyen bir zihniyetin ahlâk geliştirememesindeki en büyük etken “korkudur”. Türk Ocakları’nda son on beş yıldır asıl iktidarda olan da bu korkudur.

Bu, taşralılığın ilk aşamalarında hayati araçları kaybetmek korkusuyken şehirleşme ile beraber, işi, ikbali ve sonrasında iktidarı kaybetmek korkusuna dönüşmüştür.
Nitekim kendi kongresini, kendi genel merkezinde değil de bir başka derneğin salonunda sığıntı şeklinde yapmanın da altında bu korku yatmaktadır.
Keza kongrenin ciddi ve geniş bir polis baskısı altında adeta bir parti kongresi havasında yapılması da Ocağın kuruluş mantığı ve ahlâkıyla bağdaşmayan bir tutum olarak insanları irkiltmiştir.

Salona alınacak delegeler ve katılımcıların, ocak yönetiminin izniyle belirlenmesi sözde kuralına rağmen, üye olup olmadıkları bile belli olmayan yüzlerce gencin salona doldurulmuş olması da insana siyasî parti kongrelerindeki entrikaları hatırlatmıştır.
Bu örnekler, ocağın genel zihniyet değişiminin ne noktalara vardığını göstermek için verilmiştir.
Çünkü taşralılığın veya köylülüğü, kapalı toplum yapısından kaynaklanan “farklı olandan korkmak” tepkisi, anlaşıldığı kadarıyla kongreye damgasını vurmuştur.


Ellerindeki bütün varlıkları fikirleri olan bir avuç insana, yönetimin, hükûmet destekli olduğu anlaşılan bir güçle karşı çıkması bu korku psikolojisinin bir tezahürüdür.
Son Türk Ocakları Kongresi’nde karşılaştığımız şey ne alternatif listelerle yürütülen bir iktidar kavgası ne ihanet ne de nankörlüktür. Bu, şehirli mirasın, entelektüel tutumuyla, ahlâki kaygılarıyla ve bilgi birikimiyle, taşralılığın karşısına dikilmesidir.Bu, ahlâkın, korkuya galebe çalmasıdır!


Nitekim yönetimin fevkalâde baskılarına ve ayartma teşebbüslerine rağmen, alternatif listenin delege oylarının yüzde yirmi beşine ulaşması, yani genel merkezin elindeki maddi imkânların hiçbirine sahip olmayan beş kahraman idealistin bu teveccühe mazhar olması Türk Ocakları’ndaki taşralı eyyamcılığının ne kadar eğreti olduğunun bir delilidir.

Bir derneği, iktidarlara hoş gelecek şekilde, ılımlı ve belirsiz beyanlarla idare etmekle o derneğin entelektüel/ahlâkî misyonunu ve geleneğini sürdürmek aynı anda yapılabilecek işler değildir.
Balgat’taki muhteşem bina görenleri hayrete düşürmektedir. Gelin görün ki içinde ne o ihtişamı dolduracak, geleneğin getirdiği hakkı telaffuz eden konferanslar yankılanmakta, ne resim sergileri açılmakta ve ne konserler düzenlenmektedir. Ne de ecdadının şeref ve cesaret hikâyeleriyle mağrur gençlerin sesleri duyulmaktadır.


Bugün yapmamız gereken şey, binalar dikmek, gösterişli beyanlar vermek, kadınları ikinci sınıf organizasyonlarda zapt etmek değil, doğrunun yanlıştan ayrılabileceğini, güç sahiplerine karşı telaffuz edebilmektir. Türk Ocakları’nın asıl mirası budur! Türk Ocakları budur!







9 Nisan 2010 Cuma

Bu Topraklar Kimindir?



Birkaç yıldır, sürekli kullanılan bir “Bu topraklar” nitelemesi konuşmaları işgal eder oldu.

Bu nitelemenin çok sevilmesinin sebebi herhalde had safhada belirsiz, silik ve nötr oluşu.
Dünyada bir milli varlığa ait olmayan pek az toprak var. Millî devletlerin kuruluşu, milletlerin kendilerine ait, kurallarını, bürokratik işleyişini, hayat tarzını kendilerinin belirledikleri meşru sınırlı coğrafî aidiyet bölgeleri oluşturmak amacını güdüyordu. Bundan dolayı milletin hükmettiği toprak parçası onun adıyla anılıyordu.

Milletleşememiş toplumların kurdukları “devlet”lerde, bu toprak parçası üzerinde “safsızlıkların” barınamadığı, izole otarşik kampların yerleşim yeri olarak kaldı.


Meselâ bu gün ülkemizde yüz bin vatandaşının kaçak olarak yaşadığı Ermenistan, böyle bir toprak parçasıdır. Çünkü orası artık “kendinden olmayanların yaşayamadığı”, “safsızlıklardan arındırılmış”, bir etnik ayrımcılık bölgesidir. (Biz dış politikada böyle bir ülkeyle “normal ilişkiler” kurmak istiyoruz…)


Dolayısıyla salt bir toprak parçasından bahsetmek o toprak parçasının gerçek sahibinin niteliklerinden bahsetmeksizin hiçbir anlam ifade etmez.
Dolayısıyla Türkiye’den “Bu topraklar” diye bahsetmek hiçbir hükme varmayan, hiçbir anlam içermeyen, içi boş bir vatanseverliktir.


Çünkü bu topraklar nitelemesi “vatan” kelimesinin taşıdığı değerleri taşımamaktadır. Zaten nevzuhur liberaller ve onların desteklediği etnik ırkçılarla, bir kısım enternasyonalist solcu da “vatan” kelimesinin değersizleştirilmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Bugün “vatan” kelimesi “Vatan millet Sakarya” laubaliliğinin bir parçası olarak algılanmaya başlamış, bu kelime artık doğrudan faşizm ve ırkçılıkla ilişkilendirilir hale getirilmiştir.


Bu “değersizleştirme” taktiği Marksistlerden tevarüs edilmiştir. Önce bir kelimeyle dalga geçer, onun içerdiği değerlerin aslında bambaşka şeyler olduğunu söyler ve böylece onunla ilgili bütün çağrışımları da “devirir” sonra “devrim” yaparsınız.


Bu gün nevzuhur liberaller, vatan kelimesinin, demokrasi karşıtlarının kullandığı bir terim olduğunda boşuna ısrar etmemektedirler. Çünkü Marksistlerden miras olarak aldıkları enternasyonalist düşüncede bu kelimeye yer yoktur. Bu tavırları da doğrudan etnik ırkçı/ayrılıkçılarca kullanılmaktadır.

O halde “bu topraklar” nitelemesi ne anlama gelmektedir? Somut olarak hiçbir anlama gelmemektedir! Hiçbir egemenlik ve millî varlığa karşılık gelmemektedir.


Bu nitelemeyi kullananların zaten “Türk” kelimesinden nefret edenler olması tesadüf değildir.
Sanırım bu nitelemenin ( Niteleme dememizin sebebi şudur: Buradaki “Bu” kelimesi , toprakları işaret eden bir işaret sıfatıdır, yani toprakları nitelemektedir), kullanılma sebebi etnik terörün yarattığı yılgınlık, etnik terör destekçilerinin ve onların işbirlikçisi nevzuhur liberaller ve bazı sol kampın Türk kelimesini artık hafızalardan silmek onu doğrudan ırkçılıkla ilişkilendirmek için yürüttüğü yoğun propaganda, hukuk ve demokrasi kavramlarının içinin boşaltılması ve bunlar hakkındaki yaygın cehalet.


Ki bu son durumdan liberaller çok büyük oranda sorumludur. Demokrasi ve hukukun, hukuk devletinin tanımlarının etnik ırkçıların istismarına karşı savunulması sorumluluğu en fazla onlara düşmekteyken, temel hakların kullanımının milli egemenliğin reddine varmasına ses çıkarmayarak gelecekteki muhtemel bir etnik iç savaşın ve bölünmenin zeminin hazırlanmasında etnik ırkçılardan daha fazla vebal altına girmişlerdir. Bunu telaffuz eden ben değilim. Daha üç gün evvel, BDP genel başkanı hepimizi iç savaşla tehdit ettiğinde liberallerin seslerinin çıktığını işitmedik, o bakımdan…


Dolayısıyla… Toprak ancak belli soyut değerlere göre şekillenmiş bir toplumsal oluşuma mesken oluyorsa bir anlam ifade eder. Aksi takdirde güç ilişkilerinin üzerinde cirit attığı bir arenadan gayrisi olamaz.
O halde… Bu topraklar kimindir?

Bu topraklar neden “değerlidir”?
Bu “değerlilik” durumu hem kıymetlilik anlamında hem de “değerlere” ev sahipliği yapmak anlamında önemlidir.


Bu topraklar jeostratejik olarak fevkalâde değerlidir/kıymetlidir. Çünkü Asya’yı dünyaya bağlayan en kısa ve düzgün yoldur. Çünkü bu yol asırlarca Türk Milleti tarafından emniyet altına alınmıştır.

Bu topraklar, tarihin en eski millî oluşumlarından Türk’lere mesken olmuş, onların taşıdığı değerlerin ( değer, sahip olduğumuz ve korumak istediğimiz varlıkların hepsidir), üzerinde tecessüm ettiği ve bu yüzden bir anlam içeren, yani “vatan” olan topraklardır!
Bu iki sebepten bu topraklar, bir milletin adını taşıyan, “Türkiye” olarak anılan topraklardır!
Çünkü bu topraklar Türk’ün, üzerinde yaşayan yüzlerce küçük topluluğu asırlarca barış içinde koruduğu, Bizans’ın yıkım ve zorbalığından kurtardığı ve kendisine “vatan” ettiği topraklardır!
Yani bu topraklar sahiplidir!


Bu topraklara sahipleri olan Türk’lerin tapu sicilleri Hakkâri’nin dağlarındaki kaya yazılarından, Ahlat’taki, Gevaş’taki mezar taşlarından Selimiye’ye kadar, taşın işlendiği her yere kazınmıştır, işlenmiştir.


“Vatan” ve “Türk” kelimelerinden iğrenenlerin, bu toprakların asırlarca bu millî damgayı nasıl taşıdığını, bu millî kişilikle nasıl bütünleştiğini anlayamamaları, bizi ,vatanımızın adından utanmaya itemez!
O halde bilmeyenler için söyleyelim:

“Bu topraklar” Türk vatanıdır!

8 Nisan 2010 Perşembe

Neden Milletleşme ve Milliyetçilik?


Her şeyden evvel şunu belirtmem gerekiyor:

Milliyetçilik dünyevi problemlere cevap veren, bütüncül ve doktriner bir ideoloji değildir.

Türkiye’de siyasî kanadın onu bu hale getirmeye çalışması, başarısız olmuştur, çünkü bu gayret işin tabiatına aykırı idi.


Milliyetçiliğe itirazların bir kısmı da onun böyle bir ideoloji olduğu yanılgısını taşımaktadır.
Bir noktayı daha ne kadar hatırlatsak azdır:
“Milliyetçilik” milletleşmiş toplumlara aittir. Yani milletleşememiş toplumların sahip olduğu “mensubiyet şuurunun” milliyetçilik olarak adlandırılması yanlıştır. Çünkü eninde sonunda herkes içinde büyüdüğü toplumun değerlerine bir bağlılık gösterecektir. Ama bu bağlılığın, o toplumun sosyolojik karakterine, özel kültürel kodlarına şekillenen sonuçları ortaya çıkacaktır.
Ferdin dünyaya, diğer insanlara bakışında ilk etki, içinde doğduğu toplumdan gelir. Aile bu etkinin ilk aktarıcısıdır.


Milletleşmiş toplumlarının fertlerinin “mensubiyet şuuru” ile millet altı grupların ( kavim, kabile, aşiret vs.) fertlerinin mensubiyet şuurunun farklılaşmasının sebebi budur.
Bir millet, tarihin bir döneminde bir hukuk çatısı altında birleşerek benzeşmiş kavimler cem’idir.
Bu benzeşmede, birleşmeyi siyasi olarak sağlamış kavmin siyasi gücü, kültürel olarak gelişmiş olanın ağırlığı gibi çekim etkileri söz konusudur. Önemli olan şey o kavimlerin hukuk ihtiyacı için birleşmiş olmalarıdır. Milletin bu tanımında, örften, yazılı hukuka geçişin başlangıcını da görürüz.
Milletleşme, tanıdık, akrabalık ilişkileri açıklanabilen ,insanların oluşturduğu kapalı toplumdan, kan bağının artık belirleyici olmadığı, çok daha büyük sayıda insanı bağlayacak genel kurallara ihtiyaç duyulan büyük ve Popper’ın deyimiyle “açık” topluma doğru gidişin doğal bir sonucudur.
İşte demokrasiyi “farklılıkların” beraberliği olarak empoze edenlerin en büyük eksikliği o farklılıkların “değişmeksizin” bir arada bulunmadığı, bu bir arada bulunma sonucu, bir kültürel çekim merkezi etrafında, bir ortak değerler şemsiyesi altında mutlaka birbirine benzeşmeye doğru gittikleridir.

Amerikan uluslaşması bunun güncel örneğidir. ABD, farklı kavimlerin ve hatta ırkların bir arada bulunduğu, liberal değerler ve Anglosakson kültürü etrafında benzeştiği bir ülkedir. Amerikalı’lar bu durumla iftihar etmekte ve Amerikalılığın sadece bir vatandaşlık meselesi değil, doğrudan doğruya bir değerler manzumesi olduğunu sürekli ifade etmektedirler. Bundan dolayı ABD’de hükümetin, paylaşılan değerlere aykırı politikalarını eleştirmek Amerikalı olmanın bir icabı sayılmaktadır. Herhalde ABD’de olduğu kadar pek az ülkede hükûmetler sivil muhalefetle bu kadar sık karşılaşmaktadır.

O halde milletleşmemiş toplumların mensubiyet “bilinçlerini” nasıl değerlendirmek icap eder?
İnsan kendisini daima bir topluluğa mensup hisseder. Zaten soy bağlılığı, aynı kanı taşıdıklarımıza duyduğumuz muhabbet de bunun en güzel delilidir.
Milletleşememiş toplumlarda, bu mensubiyet bilinci, daha ziyade bir “his” mesabesindedir. Günümüzde yapılan “etnik milliyetçilik” diye adlandırılan şey de bu hissin, bilinç haline getirilme çabasıdır. Ve bundan dolayı da akamete uğramaktadır.
Çünkü milletleşmiş bir toplumda mensubiyet bilincinin kaynağı ne kan bağı ve ırktır, ne dildir ne de siyasî yalıtılmışlık.

Milletleşmiş bir toplumda bunların hepsi, milletleşmenin içinde eriyip ortak soyut değerler takımına dahil edilmiş unsurlardır. Milletleşmiş bir toplumda hakkın korunması ihtiyacının karşılanması için oluşturulmuş büyük bir mutabakatın yarattığı beraberliğin başarısı sayesinde fertler, kendilerini büyük ve soyut bir varlığın mensubu olarak hissederler. Bu yüzden Türk, İngiliz, Rus, Alman, Amerikalı, Fransız vs dendiğinde ifade edilen şeylerle Kürt, Ermeni, Rum, Sırp, vs gibi toplumsal adların ifade ettikleri şeyler aynı değildir.

Birinciler bahsettiğimiz soyut değerler takımına bağlılıkla olgunlaşmış, ırken ve kültürel olarak heterojen beraberliklerken ikinciler kan bağı ve dilden gayrı bir müşterek değer taşımamaktadır.

Bundan dolayı ikincilerin bir devlet kurarak milletleşeceğini sananlar, devletin, çok sayıda ve bir ölçüde farklı kavimlerin hukuk ihtiyacı için kurulmuş yapısını bilmedikleri veya görmezden geldikleri için devletleşmenin neden birinciler için milletleşmeyi sağlayıp da ikincileri milletleştirmekte başarısız kalacağını anlayamamaktadırlar.

Bir kavme , kabileye, aşirete ait bir devlet, ancak bu kavmin, kabilenin veya aşiretin dünyadan yalıtılmasını sağlar. Yoksa ona milletleşmenin temeli olan “hukuk” bilinicini kazandıramaz. Çünkü hukuk en nihayetinde “başkasıyla” kurulan ilişkilerde “adil davranışın gözetilmesi” ideali ile yürütülür. Beraberlikleri bu ihtiyaca binaen oluşturulmuş millî toplumlarla, kan bağına ve dile göre oluşmuş toplumların devletleşmelerinin farkı buradan kaynaklanır.
Bir de şunu belirtmekte fayda vardır:


Milletin devletleşme vasıtasıyla oluşması, onu “devletin yarattığı veya icat ettiği” anlamına gelmez. Çünkü bu düşünce özünde devleti “icat edici bir tür üstün varlık” olarak kabul ederek en başta hatalıdır. Bunun yanı sıra devleti meydana getiren şeyin en nihayetinde fertlerin iradeleri olduğu unutulmamalıdır.


İşte bu sebepten devlet kuran kavim, kabile veya aşiretlerin kendiliğinden millet sayılması, millet haline gelmesi imkânsızdır. Çünkü kurduğumuz hiçbir devlet bize millet olmanın gerektirdiği soyut değerler takımını kendiliğinden ve dışarıdan vermez, veremez.


Bu farkları belirtmemin sebebi de şudur:
Ancak milletleşmiş toplumlarda mensubiyet bilinci milliyetçilik olarak ifade edilebilir.
Milletleşememiş toplumların mensubiyet şuurları ise “tanınanı, bilineni”, akrabayı korumaya yönelik bir basit ve maddî kıskançlık ve hırçınlıktan öteye gitmeyen, kavmiyetçilik, kabilecilik mesabesinde kalır.


Buraya kadar bahsettiğim milliyetçilikte başka toplumlara düşmanlıkla ilgili hiçbir gereklilikten bahsetmediğimi özellikle hatırlatmalıyım.
Bunu belirtmemin sebebi “kendini bir topluma mensup hissetmenin” başka toplumlara düşmanlığı gerektirmediğini anlatmaktır.


Bu konuda tarihe bakmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü tarih belirleyici ve âmir bir otomatizm değildir.


Çünkü toplumların adları her devirde onlar için aynı değerleri, aynı seviyede bir mensubiyet bilincini ifade etmemiştir.
Çünkü milletleşmeler farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. Meselâ Rus milletleşmesinde Petro’nun, mensubiyetin etrafında mayalanacağı soyut değerler takımı için Avrupa’ya müracaatı etkili olmuşken bundan asırlar önce Hun Hakanı Mete “Eli yay tutan bütün kavimleri Hun yaptım!” demiştir.


Bir diğer sebep milletleşmede ilerlendikçe, milletin kendi içindeki heterojenliğin yarattığı farklılık farkındalığının, diğer toplumlar için de bir model teşkil edebilmesi ihtimalidir.
Oysa bütün beraberlikleri kan bağına ve dile dayanan milletleşememiş toplumlarda, topluluk için farksızlık esas olduğundan, bu tip toplumların veya toplulukların kurdukları bürokratik otarşilerde, topluluk içi mikro farklılıkların dahi derhal yasaklanarak güçlü kabilenin veya aşiretin kültürünün dayatıldığını ve bu toplulukların da diğerleriyle ilişkilerinde temel güdünün “var olmak için savaşmak” olduğunu görürüz. En düşündürücü üç örnek: Kuzey Irak Kürt örgütlenmesi, Sırbistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimidir. Ve hatta Ermenistan ve İsrail’i de buna dahil etmek sanırım hiç yanlış olmaz.


Milliyetçilik bu açılardan, insani davranışlarımızın toplumsal yönü için bize ışık tutan, mensubiyetimizin soyut yanı ile bir fayda önceliği endeksi yaratmamızı sağlayan bir bilinçtir.
Bu açıdan o, ferde, faydayı kendisinden sonra ilkönce kimin için isteyeceğini belirlemekte ve aynı zamanda hayatta kalabilmek için öncelikle kime ait olan zararsızlık ilkesine bağlı kalacağı konusunda yol gösteren bir mensubiyet bilincidir
.


Bu bilinç ancak, beraberliğinin temeli soyut değerler ve hukuk olduğu milletlerde bu şekilde gelişebilir. Çünkü beraberlikleri somut unsurlara dayalı toplumların en temelinde, somut unsurların paylaşımına dair ciddi çatışma ve kavga potansiyeline tesadüf ederiz. Kan davaları, kanlı arazi kavgaları gibi çatışmalara milletleşememiş toplumlarda rastlanması bu açıdan tesadüf değildir.
Milliyetçiliğin içerdiği “zararsızlık ilkesi”, milletleşmede ilerlendikçe, başka toplumlara da uygulanır ve bu, farklı milletlerin bir arada yaşayabilmesinin somut şartlarını da ortaya çıkarabilir.


Bu açıdan, hiçbir millî varlığa dayanmaksızın bir hümanist politika oluşturmanın ahlâk gereği olduğunu sanmak, ahlâkın içinde doğduğu toplumsal yapıların somut varlıklarını inkâr etmektir ki bu ancak “hamakat” olarak adlandırılabilir.
Bundan dolayı bir milletin kurduğu devletin bütün organları, faaliyetlerinde, önceliği kendilerini kuran milletin faydasını gözetmelidirler ve zaten dünyada da ilişkiler bu minvalde yürütülmektedir.


Millet içindeki zararsızlık ilkesinin uluslar arası ilişkilerde sürdürülmemesi milliyetçiliğin tabiatı gereği değildir. Bunun sebebi toplumsal değerlerin ve zararsızlık ilkesinin devlet örgütlenmesinin doğasındaki bürokratik sulta eğilimince çarpıtılmasındandır.


Milliyetçilik olmaksızın diğer toplumlarla ilişkilerinize neye göre yön vermeniz gerektiğini bilemezsiniz. Çünkü en nihayetinde her birimiz farklı şekillerde var olacağızdır ve bu farklılıkların var olabilmesi de ancak birbirimize saygı ile mümkündür. Milliyetçilik, başka milletlerin bizim varoluşumuza saygılı davranmaları gerektiğini hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Eğer bunun insanlığa aykırı olduğunu düşünüyorsanız ailenizin, dilinizin, tarihinizin, örfünüzün de hiçbir anlamı olmadığını söylüyorsunuzdur ki bunu taşıyan somut insanların bunlar olmaksızın yok olacağını anlayamıyorsunuz demektir. Acaba böyle bir düşünce insanlık için insanı yok etmek isteyen ideolojilerden ne kadar farklı olabilir?

Yabacılaşmış Bir Siyaset Arzcısı Olarak LDP


Genel başkanı Cem TOKER’in Ermenistan gezisi intibalarını ilgiyle okudum. Pek de dost ve kardeş olmadığımız bir ülkeye giden tek Türk politikacısı olması takdire şayan.

Yalnız görünen o ki Cem Bey “kimin için” ve kime göre” siyaset yaptığından habersiz. Ezberlediği “bireyin”, somut olarak nerede yaşadığını, hangi anlam ve değerleri sahiplendiğini görmeden, “insanlık için” insanı ezmekte mahzur görmeyen Marksistler gibi davranabiliyor.

Dünyanın her yerinde siyasetiyle toplumsal düzene etki edebilecek bir dünya vatandaşı sanıyor kendini büyük ihtimalle.
Ermenistan ile aramızdaki husumetin de bir tür kör inat olduğunu düşünüyor olmalı.
Ermenistan ziyaretinin iki büyük açmazı var:
Birincisi Ermeni ihanetinin toplumumuzda açtığı yarayı hiç bilmemesi ve anlamaya da çalışmaması…


İkincisi Ermeni'lerle ilişkilerimizde Azerbaycan’ı nazar-ı dikkate hiç almaması.

Bu iki tutum, Türkiye’de liberalizmin zaten Marksistlerce ele geçirilmiş olan basın yayın ve akademiya kanadından sonra siyaset kanadında da kendi ülkesine yabancılaştırıldığını ortaya koyuyor.


Ermenistan ziyaretinde Türk düşmanlığının toplumun temel motivasyonu olduğunu görmesine rağmen, bu tutumun sorumluluğunun olduğunu anlayamaması cidden düşündürücü. Birileri bize düşman olacak, topraklarımızı isteyecek, bize sürekli katil diyecek ve “yakınlaşmak” bizim mesuliyetimiz, mükellefiyetimiz olacak! Cem Bey’in yabancılaşmış zihninin çarpık hümanizmi bu çelişkiye izin vermekte.

Birinci dünya savaşında komşularına ihanet edip de Rus birliklerine yol gösterenler hiçbir sorumluluk taşımayacak, bu ihanetlerine daha fazla engel olmak isteyenler katil damgası yiyecek? Şunu kimse unutmamalıdır bir davada iki taraf vardır ve taraflardan biri eninde sonunda haksızdır. Çünkü ahde vefa asla husumet doğurmaz!

Birinci Dünya Savaşı ihanetini bir tarafa koysak dahi diplomatlarımıza yönelik cinayetler, Hocalı ve Karabağ soykırımları bir Türk siyasetçisi için ciddi kerterizler olmalıydı. Ermenistan’a beş defa gitmekle övünen Sayın TOKER’in Azerbaycan’a hiç gitmemesi ne kadar ilginç ve manidardır?

Yoksa kişisel insanlık skalasında Azerbaycan’ın yeri yok mudur? İdeolojisi hukuk, barış ve hürriyet üzerine kurulu bir partinin genel başkanının Ermenistan gibi doğrudan doğruya mütecaviz ve katil bir devletin, Azerbaycan ile ilgili vebalini hiç anmaması pek üzücüdür.

Ayrıca adeta sosyalist enternasyonale benzer bir enternasyonalist liberal örgüte üye olmak konusundaki heyecanı da insana, çocukça bir Marksizm özentisi gibi geliyor. “Madem onların enternasyonali var neden bizim de olmasın?” tarzı bir anlayışla muhtemeldir ki milletleri aşan hatta yok sayabilen bir çözüm platformunun işleyebileceğine inanabiliyor.

Ülkemizdeki liberal siyasetin radikal bürokrasi muhalefeti, esnaf faydacılığı düzeyinde bir piyasacılık ve içeriği belirsiz bir siyasi özgürlük tasavvuru dışında özünde millete dair hiçbir şey taşımadığına üzülerek şahit olduk. Ülkemizde ciddi şeylere imza atabilecek bir partinin müşterisinin kim olduğunu hâlâ anlamadan bir takım çözümleri tepeden bakarak sunması belki yöneticilerinin egosunu tatmin eder ama bundan başka da hiçbir işe yaramaz.


7 Nisan 2010 Çarşamba

Türk Dış Politikasında Normalleşme Takıntısı




“Normalleşme” bir “norma” yaklaşmak demektir.
Norm bir ortak kabulü ifade eder. Dolayısıyla bir norm birden fazla kişinin üzerinde uzlaşmaya vardığı bir ölçüyü/standardı anlamına gelir.

Norm, tarafların ortak önem endekslerini de gerektirir.
Bu açıdan Türkiye’nin dış ilişkilerinde normalleşmeden bahsedildiğinde bu noktaları göz önüne almazsak gerçekçi politikalar tasarlayamadığımız gibi “ahlâkî” tavırlar da geliştiremeyiz.
Neden böyledir?
Uluslar arası ilişkiler sadece diplomatik ilişkilerden ve ticaretten ibaret değildir.
Uluslar arası ilişkilerde ulusların birbirlerinin değerlerine ve normlarına saygı temelinde ancak yükselebilir.

Uluslar arası ilişkiler özünde bireyler arası ilişkilerden çok da farklı değildir.
Varoluşsal bir saygı içermeyen hiçbir ilişki, yapıcı da olamaz, ahlâkî de olamaz.
Dolayısıyla Türkiye’nin dış ilişkilerine bu veçheden baktığımızda, ülkemizin dünya üzerindeki etkisizliğini daha rahat anlayabiliyoruz.

Türkiye maalesef ilişkilerinde “etkili” olmak, ilişkide var olmak gibi bir şeyi müdrik değil.
Bunun biri içe diğer, dışa dönük iki sebebi var:
Birinci sebep Türkiye’de devlet politikalarında millî tarih ve kültür birikimi, mirası göz önüne alınmamaktadır. Türk adından duyulan utanç, Türk varlığının, tarihinin bu günü etkileyen özelliklerine karşı gözlerimizi körleştirmektedir.

İkincisi, önceleri bürokraside egemen Marksist enternasyonalist şimdilerde teokratik enternasyonalist bakışın köksüzlüğü yüzünden kaybedilen bir ufkun yarattığı aşağılık duygusu Türkiye’yi uluslar arası ilişkilerde edilgen bir konuma itmektedir.
Milliyetçiliği bir anomali sayan sözde hümanist yaklaşım, “neye göre” veya “kime göre” sorularına cevap geliştirememiştir. Çünkü hiç kimse kendi evinde komşusuna göre yaşamaz. Evimizin kokusu, sıcaklığı, yerleşimi hep bizim fizyolojimizle, bedenimizle, metabolizmamızla kendiliğinden şekillenir.

Dolayısıyla evimizi ancak en başta kendi değerlerimize, zevklerimize, normlarımıza ve ihtiyaçlarımıza göre inşa ederiz, şekillendiririz, dekore ederiz, onarırız.
Bu komşularımızın varlığına ve değerlerine saygısızlık etmemizi gerektirmez.
Milliyetçiliği bir anomali olarak kabul eden bir liberal, mileltin hayatını” başkasına” göre şekillendirmeyi arzulayan bir altruistten/ diğerkâmdan başka bir şey olamaz. Çünkü en nihayetinde her tarz mutlaka ve mutlaka birilerine aittir.
Herkese ait olan herkesi belirleyen standart bir yaşama biçimi yoktur. Belki yaşam biçimlerinin içerdiği ortak değerler ve normlar vardır ki bu bir apartmanda yaşayan her aile için de geçerlidir.

Ama herkes kendi evinde ve kendisine göre yaşayabilmek konusundaki mutabakatla bir arada bulunmak ister.

Uluslar arası ilişkilerde de gözetilmesi gereken yegâne normal budur.
Yani bir komşunuz sürekli evinizin duvarını yıkmaya çalışırken, tesisatınızı delerken veya anteninizi kırarken önce onun bu davranışlarını düzeltip bir arada yaşamak mutabakatının normaline dönmesini istersiniz ve ona bu sorumluluğu yüklersiniz.
Yoksa sizden kendine göre sebeplerle rahatsız olan herkesin rahatsızlığını gidererek “normalleşmeye” çalışmazsınız.
Eğer karşı taraf norma uymuyorsa ilişkinin düzelmesi için önce onun norma yaklaşmasını talep edersiniz.

Bu açıdan bakıldığında Türk dış politikası tam bir cehalet ve şaşılıkla malûldür.
Cehaleti, tarihi bilmemesinden, şaşılığı da anomalinin kaynağında kendisini görmesindendir.
Bir ilişkide taraflardan biri “zararsızlık” ilkesine uyuyorsa ondan, daha başka bir mükellefiyet beklenemez.

Şayet karşılıklı taahhütlere girişilmişse beklenti, ahde vefaya yükselir.
Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerinde taciz edilen, hırpalanan, tehdit edilen hep Türkiye olmuştur.

Suriye, vizenin kaldırılmasıyla övündüğümüz bir devirde hâlâ toprak bütünlüğümüze karşı saygısızdır. Keza Ermenistan, toprak taleplerinden vazgeçmemekte ve bundan utanmamaktadır. Yunanistan bizi Ege’ye çıkamaz hale getirmeye çalışmakta, Türk adının bütün etkileriyle Kıbrıs’tan silinmesine hâlâ uğraşmaktadır.

Irak’ın kuzeyindeki yarı eşkıya oluşumu, etnik terör yoluyla Türkiye’yi tehdit etmektedir. Bunlar içinde sadece İran, gerek savaş sonrası muazzam fakirlik ve bunun yanı sıra bünyesindeki Türk ağırlığının onu soktuğu kaçınılmaz rotadan dolayı Türkiye ile şimdilik barışçı ilişkiler içindedir ve buna belki Bulgaristan’ı ilâve edebiliriz.
Peki Türkiye’nin bütün bu zaman zarfında tavrı ne olmuştur? Bu konuda Türkiye’nin genel tavrı: “Kimsenin bir karış toprağında gözümüzün olmaması” ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi iki cümleyle ifade edilebilecek bir barış taraftarlığıdır.

O halde meselâ Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi bizim mi yoksa daha çok Ermenistan’ın mı sorumluluğudur.

Durmadan sorun çıkaran bir komşunun suyuna giderek ilişkisini normalleştireceğini sanan insan nasıl bir kişilik bölünmesi yaşıyorsa Türkiye’nin şu anki tutumu da dehşetli bir yabancılaşmaya işaret etmektedir.
Bu durum, aslında iktidar partisinin ideolojisi/ dünya görüşü göz önüne alındığında anlaşılır bir hal alıyor ama bu, durumun kabul edilebilir olduğu anlamına gelmiyor.


Dünyanın hukuk biriliğiyle milletleşmiş toplumlarının birbiriyle ilişki kurduğu ortamına millete dair ne varsa düşman veya yabancı olarak daldığınızda, kendi evlerine göre dünyaya tesir edenler sizi kendiliğinden kişiliksiz, etkiye açık ve zayıf olarak telâkki edecektir. Uluslara arsı mahkemelerin tamamında aklandığımız, tarihçilerin tartışması gereken bir konuda ulusal meclisleri bir avuç etnikçi kindarın yönlendirdiği bir esnada aciz kalmamızın sebebi de budur.
Çünkü Türk adını etnik bir kimliğe indirgeyip de kendi ülkesindeki egemenliğini tartışmaya açarsanız, bu toprakları vatan eden insanların bütün değer ve normlarını çöpe atıyorsunuz demektir. O vakit de uluslar arası ilişkilerde kendinize ait bir bakış açısını çöpe atıyorsunuz demektir.

Aynı şeyi Kıbrıs için de söyleyebiliriz. Kıbrıs’ta Türk varlığı gayet tabii şekilde Türkiye Cumhuriyetinin ilgi sahasındadır. Zaten bu yüzden Kıbrıs üzerinde garantör devlet konumundadır. Yani barışın idamesinden sorumlu bir devlettir Türkiye…

O halde nasıl olur da bu doğal ilgisi ve konumu konusunda tartışmaları “normal” kabul edebilir? Normal olan Türkiye’nin Kıbrıs Türk varlığıyla, Kıbrıs’ın kendisi için olan stratejik konumuyla ilgilenmemesi midir? Kıbrıs’ta türk varlığından rahatsız olanların, durmadan çıkardıkları gürültüyü gidermek Türkiye’nin sorumluluğu değildir. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu bizim için aslında yoktur! Kıbrıs’ta Türk tarafının tek sorunu, soydaşlarının emniyet ve refah içinde yaşamasıdır!

Kuzey Irak çeteleşmesinin, bir devlet olarak Türkiye ile münasebetlerinin haddi konusunda sorumluluk da gene aynı çeteleşmeye düşmektedir. Türkiye kendi toprakları üzerindeki egemenlik iddialarını bir tartışma konusu olarak masaya yatıramaz. Bunları yok farz eder, ve bu iddialarla ilgili fizikî bir müdahale olursa da müdahaleyi ortadan kaldırır. Bu Türkiye’ye has bir şey de değildir. Bu, uluslar arası ilişkilerin normal halidir!

Sözde normalleşme yanlıları , anomalinin müsebbiplerini dürüstçe ortaya koymaksızın Türkiye’yi uluslar arası arenanın elleri bağlı kölesi haline getirmeye çalışıyorlar. Kendi milletinin adından bu kadar tedirgin olanların, kimlerin adından huzur bulacakları, normali kime göre belirleyecekleri de kaygı verici sorulardır.





6 Nisan 2010 Salı

Hükümsüzlük Saplantısı



Günümüz tartışma yönteminin en yıkıcı yanı, hükümleri küçümsemesi.
Halbuki her eylem bir fikrî sonuçtur.
Çünkü bir akıl yürütmenin sonunda ulaşılan tercihlere göre gerçekleştirilir.
Çünkü insan aynı anda iki farklı yerde olamaz.


Bu durumda, ilk olarak “en fazlayı” getiren tercihler arasında bir seçim yaptıktan sonra, bu tercihler arasında da kendi değer ve normlar takımına göre ikinci bir eleme yapar ve o an için bu iki aşamada kendine en uygun görüneni hayata geçirir. Yani dünyaya, bu iki aşamayı geçmiş fikir takımının etki etmesini arzuladığını göstermiş olur.
Bu yüzdendir ki sonuç olan eylemleri yargılarken, bu sonucun bir taksir mi yoksa bir tercih mi olduğunu anlamaya çalışırız.


Yanlış bir akıl yürütmeyle ulaşılan yanlış sonuç, umulanla bulunanın birbirini karşılamadığı bir sonuçtur ki bu sonuç başkalarına zarar verdiğinde ona taksir deriz.
Kasıtta ise fayda- değer/norm elemelerinden en az biri, istenerek çarpıtılmıştır.
Kurallara uyulma beklentisiyle trafiğe çıkan ve kurallara uyan bir sürücünün kazasına bu yüzden “suç” diyemeyiz.


Halbuki alkollü olarak trafiğe çıkan bir sürücü ilk olarak kendi fayda elemesine kasıtlı olarak karşı gelmiş, sinir sisteminin zayıflayacağını ve bunun zarar ihtimalini arttıracağını açıkça bilerek trafiğe çıkmıştır ki zaten bundan dolayı alkollü araç kullanmak bir taksir değil, bir suçtur.
Davranışları yargılamamız bu yüzden aynı zamanda onları yöneten fikrî süreçler üzerinde de kafa yormamız anlamına gelir.


İnsanın akıl yürüterek eyleme geçmesi her zaman doğru olanı yapacağı anlamına gelmez. Çünkü akıl yürütme “en doğruya yöneltilmiş bir otomatik pilot” olmadığı gibi aynı anda herkes için geçerli bir tek “ en fazla fayda” durumu yoktur. “ Doğrunun birden fazla olduğu, tek bir doğrunun olmadığı” yanlış kanaati da bu durumdan ortaya çıkmaktadır.
Burada “yanlışa mecbur edilmek” veya “kasıtlı şekilde yanlış davranma” seçeneklerini bir tarafa bırakarak akıl yürütmeme devam edeceğim.


Oysa ilk olarak kişinin “içinde bulunduğu duruma göre” belirlediği “en fazla fayda” tercihi, o anın eşsizliğinden dolayı başka şartlar ve tercihlerle mukayese edilemez.


Bir de bunun yanında insan, bir âna dair bütün bilgileri idrak etmek kabiliyetine sahip değildir.
Bundan dolayı, başkalarına etki eden fiillerimizde, “zarar vermemek iradesi” ile ( ahlâkla) kayıtlı olmak şartı gözetildiğinde, zararın ortaya çıkması hali, suç değil de “taksir” olarak nitelenir.
Eylemlerin yargılanabilir olması bundan dolayı fikirlerin de tartışılabilir, yani doğrulukları, geçerlilikleri veya meşruiyetleri hakkında nihai bir hükme varılabilir olduğu anlamına gelir.
Dolu bir silâhı bir insana doğrultan insan, silâhın öldürme potansiyelini biliyorsa, ya aklî muhakemesinin kökten bozuk olduğuna veya adam öldürmeye teşebbüs ettiğine karar veririz. Bunu canını korumak için yaptığında ise hiçkimse, yaptığı işin yanlış olduğuna hükmetmeyecektir. Çünkü hayatta kalmak, tartışılabilir, doğruluğu belirsiz bir eylem değildir. Hayatta kalmak, başkaların hayatta kalmasına saygı göstermek kaydıyla herkesin tartışmasız bir menfaatidir(hak).


Görüldüğü gibi duruma dair yeterli miktardaki bilgiye sahip akıl yürütebilen bir insanın akıl yürütmeden bağımsız bir eylem tercihi söz konusu olamaz.
O halde felsefî tartışmalar bütünüyle anlamsız olabilir mi?
İnsan aslında düşünmediğini yapan, akıl etmediğini seçen bir canlıysa fikrî inşa olarak felsefe gereksiz bir iş midir?


İnsan otomatik davranışlar göstermeyen bir canlı olduğundan dolayıdır ki en başta verdiğimiz , kendisi için fayda ve başkaları için zararsızlık ilkeleri üzerinde meydana gelmiş genel bir mutabakat ile toplumlaşabilir.
Bundan dolayı bir fikri tartışırken onun bu iki ilkenin de geçerlilik testinden geçip geçmediğine daima bakarız.


Çünkü o fikrin hayata geçirilmesi tercih edildiğinde bunun bir takım kaçınılmaz muhtemel sonuçları olacağını mutlaka biliriz.
Mülkiyetin kolektifleştirilmesi ( özel bir mülkiyet türünün kolektifleştirilmesi ila özde arasında bir fark yoktur) fikri ortaya atıldığında meselâ söylenen şey şudur:
“ Mülkiyet fert için bir fayda olabilir ama başkalarına zarar vermemek kaydına uymadığından zararlıdır ve paylaştırılmalıdır, ortaklaştırılmalıdır. Dolayısıyla bireye özgü mülkiyet, zararından dolayı yok edilmelidir.”
Bu genel kanaati “ Mülkiyetin bireyin kendisine de zararlı olduğu” fikri ile de değiştirebiliriz, sonuç değişmeyecektir.


Bu sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünde dahi yapılan şey, bunun sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünü düşünmektir. Çünkü bu aynı zamanda “hayata geçirilmesi gereken”, “ tercihe dilmesi gereken bir eylem” olarak ileri sürülmektedir.
Bu fikri ileri süren kişi yerine getirebilmek iktidarına ulaştığında, bireylerin mülkiyetini ortadan kaldırarak “doğru olduğunu” düşündüğü şeyi hayata geçireceğini beyan etmektedir.
(Zaten sosyal demokrasi denen siyaset de bunun gerçekleştirilmesi için halk oyunun kullanılmasını istemekten başka bir şey değildir.)


O halde bu fikrin hem fayda hem de zararsızlık ilkelerine göre testinin yapılması, bu testlerden geçemiyorsa, uygulanmasına izin verilmemesi işin tabiatı icabıdır.
Öncelikle mülkiyetin ferdin faydasına olduğu konusunda mutabık kalınmıştır. Sorun bu faydanın, başkalarının zararına olup olmadığının sınanmasıdır.
Mülkiyetle ilgili kolektivist düşüncenin çarpıklığı, "her bir fert” gözüne alınarak keşfedilmiş fayda fikrinin gene herkes için keşfedilmiş bir zarar vermemek iradesi kaydı ile sınırlandığı için ferdin yararına olduğu gerçeğini tam kavrayamamasıdır. Eğer bir durum her bir fert için ayrımsız ve daima geçerli bir menfaat ise o, herkes için bir “haktır”.


Eğer bunun tersinin de doğru olabileceği düşünülüyor ve dolayısıyla doğrunun objektif olarak tespitinin mümkün olmadığı savunuluyorsa, gene meselâ mülkiyetin fert için yararsız ve toplum için de zararlı olduğunu gösterebilmemiz gerekir.
Bu durumda iki çatışan yarar durumundan bahsediyoruz demektir: Ferdin yararı ve toplumun yararı. Bir çelişme var olduğuna göre, bu durumlardan birinin var olmaması gerekir ki çelişki ortadan kalksın.


Şu söylenebilir: “Ferdin kendisi için yararlı bulduğu şey, toplum için zararlı olabilir. Bu durumda toplumun faydasının düşünülmesi herkes için geçerli ve adil bir uygulama olacaktır.”
Bu durumda fert için faydanın kayıt ve şart sınırlamalarının ne olması gerektiğine dair hiçbir şey söylenmediği, zulada kalmış bir kaçak soru olarak gözden yitirilir.
Ferdin faydası ile toplumun faydasının ne zaman çatışmaya başlayacağı sorusu bu kayıt ve şart ortaya konulmaksızın cevaplanamaz.
Mülkiyetin herkes için bir gereklilik olması tam da kolektivistlerin ortak yaşama müdafaasından beslenen bir durumdur.

Çünkü “ortaklık” kurabilmek için öncelikle “fayda” konusunda bir uyuma ve sonra ortak değerlere ve normlara kısacası ortak bir anlam dünyasına sahip olunmalıdır. Eğer böyle olmasaydı insanlar bir araya gelerek yaşayamazdı.

Aslında şu anda bu akıl yürütmeyi hepimizin anladığı kelimelerle yapıyor olmak bile ortak bir anlam dünyasına eğilimli olduğumuzun bir delilidir. İşte “doğrunun olmadığını” iddia edenler kelimelerin anlamlarını çarpıtarak bu anlam beraberliğini, müşterekini bozmaya çalışırlar.
Bir kere insanların “ortak anlam dağarcığını” yıkarsanız belki onun yerine istediğinizi koyabileceğinizi sanırsınız ama bunun için neden güç kullanmak gerektiğini bir türlü kavrayamazsınız.

Sizin “anlamsız”, “sadece kelimelerden ibaret kabul ettiğiniz her kural, arkasında ferdin fayda kabulü ve zararsızlık iradesi olmaksızın hiç kimseyi harekete geçiremeyen talimatlar, emirler haline gelir. Tam da bu noktada belirtmeliyim ki pozitif hukukun zaafı, yasama yoluyla yaratılan kuralların, insanların kendi kullandıkları kurallardan daha teşvik edici veya caydırıcı olacağı yanılgısıdır.

Kollektivist okul, kayıt ve şart bağlamı asla belirlenmemiş bir “dayanışma” söylemi altında kütleleri kendine çekmek ister.

Nitekim burada “Doğrunun aslında olmadığını” söyleyen ve her şeyi her yerden görecelikle değerlendirip hüküm noktasından kaçmaya çalışan kolektivist okulun kendisinin de bir “iyilik hükmüne” vardığını görmeden edemiyoruz. Nitekim kolektivizm dahi kendini haklılaştırmaya, meşruiyet yargısına ihtiyaç duyar!

Bundan dolayı o da tartışılmaktan ve yargılanmaktan kaçamaz.
Eğer “yargılamak” gereksiz ise o halde dünyada iyilikte, kötülükten, haklılıktan, haksızlıktan bahsetmeye hiç gerek yoktur. Çünkü zaten bunların hiç biri var olmamalıdır ki yaptığımız iş gereksiz olsun. Eğer öyle bir dünyada yaşamamız mümkün kılacak şeyleri hayal etmeye çalışırsak çılgınlığın ateşinin dünyayı nasıl yakacağını da herhalde hayal edebiliriz.
Fikir üzerine
fikirler üzerine
fikirler...

İnsan bazen azıcık bunalıyor
Tefekkür etmekten...

Sağır ve dilsiz bekleyişlere
Hitap etmekten...