27 Kasım 2018 Salı

Sosyolojik inkârla Geliştirilen Saptırılmış Eşitlik İdeali Üzerine






Ne zaman Türk  Ulusu’nun  özgürlüğünün ve bağımsızlığının korunmasından bahsedilse Kürtçüler, şeriatçılar ve onların aklayıcısı hümnaist  liberaller ve  hümanist solcular derhal “insanların eşitliği” idealini ortaya sürerek  aslında Türk adının, haksızlığın, eşitsizliğin ve zorbalığın sembolü olduğunu kanıtlamağa çalışıyor.

Buradaki eşitlik “idealizmi”, toplumsal  doğal ve siyasal kimliklenme süreçlerini “sübjektif” ve zararlı  şeyler olarak kabul ediyor.

Buna karşılık enternasyonalist hümanistler söz gelimi Kürt kimliği gibi ajite ve tahripkâr bir yapılanmayı kendi şefkat ve merhamet hislerinin çemberinde “daha eşit” ve “dokunulmaz” kılmak için uğraşıyorlar.

Hiç sorulmayan ya da düşünülmeyen şeyler ise “eşitliğin” gerçekte ne anlama geldiği ve buna bağlı olarak sınırlarının neler olduğu.

Eşitlik terimi son derece savrukça ve keyfi olarak kullanılıyor. İnsanların doğuşta aynı biyolojik özelliklere sahip olmalarından dolayı yaradılışlarından gelen ortak ve aynı haklara sahip  oldukları düşüncesi modern liberal demokratik devletlerin temel kabulü. Sosyalizmin eşitlik ideali biyolojik ihtiyaçlarımızın temelinde, hayvansal  olarak eşit olduğumuz esasına dayanır.

Peki ama doğal olarak bu denli eşitsek nasıl oluyor da farklı toplumsal düzenler geliştirip farklı devletler oluşturabiliyorduk? Eğer “doğal olarak eşitsek” bu doğal durumu bozan her şey, yok edilmesi gereken bir tür çelişki olmalıydı.

Sanırım buradaki temel karmaşa “eşitlik” kelimesinin bağlamından kaynaklanmakta.

“Eşitlik”, ihtiyaçlar, ahlâk ve hukuk bağlamları açısından farklı anlamlar veya farklı sonuçlar içeren bir terim.

İhtiyaçlar bağlamındaki  eşitlik sosyalizmle ilgilidir. Sosyalizm “eşitlik” derken herkesin ihtiyaçlarına  yönelik  eşitlikçi bir kamu  ilgisini kast eder.
Ahlâki bakış, insanların birbirlerine zararsızlığı gözetmekte ayrımsız davranmaları gereği üzerinde durur.

Hukuksal eşitlik ise aynı kanunlara tabi olan insanlar arasında kesin ve mutlak bir ayrımsızlık halini anlatır.

Görüldüğü gibi “eşitlik” teriminin bu farklı kullanımları çok farklı içeriklerden kaynaklanır.

Eşitliğin, ihtiyaçlar temelinde sağlanamayacağı sosyalizmin en şiddetli uygulamalarından sosyal demokrasi denen en sulandırılmış haline kadar cephelerinde ortaya çıkmıştır.

Ahlâkî eşitlik ise “ahlâkın” hangi toplumsal yapıda geliştiğine göre değişir. Hakikatte eşitliğin ahlâkî yordamı da  toplumsal yapıların gelişmişliğine göre değişir.

Söz gelimi Marx’ın bize örnek olması gerektiğini söylediği ilkel kabilelerde, modern toplumlarda ayıp sayılan pek çok şey  “ayıp” sayılmaz. Peki ama bu durum “ideal”  olabilir mi? Nüfusu çok sınırlı, iş bölümü yok denecek kadar az küçük bir topluluktan, nüfusu büyük, iş bölümü akıl almaz derecede çeşitli, menfaat algıları sonsuz sayıda kocaman bir toplumun bütünlüğünü sağlayabilecek değerlerin çıkmasını bekleyebilir miyiz? Elbette  böyle bir beklenti gülünç ve mantıksız olurdu.

İlkel bir toplulukta avcılık ve toplayıcılığın sınırlı  hayatı içinde  ahlâkî normlar maddi hayat unsurlarının korunması ve  kabile inancına sadakat dışında çok da ayrıntılı ve  gelişkin-evrimci değildir. Bir kabilenin  sürekliliği onun sınırlı nüfusuyla ve kaynaklarıyla az sayıda ve muhtemelen ancak maddi unsurları korumağa yönelik bir takım kurallarının tek amacı “değişimi” engellemektir. Kabilelerin sınırlı nüfuslarıyla  ve az sayıdaki ahlâki kodlarıyla  sağladıkları eşitlik bu açıdan son derece basittir.

İnsan beraberlikleri büyüdükçe toplumsal iş bölümünün, kültürün, beklentilerin çeşitlenmesi durumları ortaya çıkar.  Bu durumların aynılaştırılması mümkün değildir.Fakat beraberliklerin belli ölçüde  benzeşmelere dayanması da elzemdir.

Kabilelerde ya da toplumlaşma aşamasına ulaşamamış,  nüfusu sınırlı, ırksal ve kültürel homojenitesi fazla beraberliklerde benzeşme ölçüleri somut ve az sayıda ve dahası irade dışı olarak bulunur ki bu durum da özellikle kolektivist/sosyalist otoriter yönetimler  için biçilmiş kaftandır. Bu tür beraberliklerde aile/kan bağı, bilgisi, tecrübesi, görgüsü az olan topluluk üyeleri için takip edilebilir bir soy ağacı, fiziksel yakınlık,   hızla saldırganlaşma imkânı  veren bir sürüleşme güdüsü  ile hissedilen “aynılık” bu tür toplumsal yapılarda  hiyerarşik bir yapı gelişmekle beraber buna  gösterilen gönüllü uyum eşitlik endişelerinin ve arzusunun önüne geçer.

Oysa toplumlaşmış ve bunun sonucunda uluslaşmış beraberliklerde karşılaşılan çeşitlilik daha farklı bir  aynılaşmaya/benzeşmeye gerek duyulur. Tabiri caizse bu tür toplumlarda “kim kime tum tumadır”.

Uluslaşma aşamsını tamamlamış toplumlarda artık takip edilebilir bir kan bağı ve sürüleşmeye dayalı bir güdülenme  bulmak imkânsızdır. Uluslaşmanın meydana gelmesini sağlayan zorunlu siyasî birlik  bu birliğin sürdürülmesini sağlayacak iki kurumu güçlendirir: Emniyet ve adalet kurumları.

Ulusal devletlerde tarihin eski devirlerinde başlayan siyasi beraberlik bireylerde bir arada bulunmak ve aynı değerleri paylaşmak arzusu yaratırken bu arzu milletin üyelerinin her birinin ayrı ayrı korunmağa değer olduğunu gösteren emniyet  ve adalet kurumlarıyla güçlendirilir.

Uluslaşma bir kez gerçekleştirildi mi artık üyelerinin animal bağlılık ölçülerine dönmeleri imkânsız olur. Bu aşamada toplum, uluslaşmış yani  artık bir paylaşılan değerler  beraberliği haline gelmiştir. Ve bu noktada da emniyet ve yargı, siyasi ve sosyolojik olarak meydana getirilmiş bir müddet sonra  artık rızaya dayalı gelişen bu değer paylaşımını  herkes için ve her zaman korumak üzere tekelleşir.

İşte bu noktada insanlar kokuları ve dokuları benzeyen iki ayaklı primatların  kendi aralarında  büyük ölçüde doğanın emrine göre kurdukları sürüsel beraberliklerden kendi rızalarıyla kurdukları değere dayalı beraberliklere geçerken artık onların benzeşmesi de i  nsan evriminin soyut basamağına ulaşmış olur. Böylece  uluslaşmış toplumlarda  soyut bir insan idesi meydana gelir. İlkel topluluklarda “insan” ancak doğaya aitken ve onun emrettiği kadar “değerliyken” uluslaşmış toplumlarda korunan bütün değerlerin merkezinde yer almağa başlar.

İlkel ve ulusaltı toplumlar  insanı soyut bir değer olarak görmez. Onlar için “insan” doğanın  ya da Tanrı’nın rahtlıkla yok edebileceği, kaderi kendi dışındaki güçlere tabi olan edilgen bir varlıktır.

Yalnızca uluslar,  bireylerinin kaderini, doğaya ya da Tanrı’ya teslim etmeksizin onları gerek doğanın gerekse diğer insanların yok ediciliklerinden, tek tek korumağa çalışırlar.

Sanıyorum ilkel ülkelerden  ulusal ülkelere  son zamanlarda  yönelen yoğun göçün bir sebebi de bu.
Peki bütün bunlar ne anlama geliyor?
Öncelikle toplumlar doğaları gereği birbirlerine “eşit” değiller.Burada nüfus, coğrafî şartlar vs gibi etkenler insan toplumlarını doğal olarak birbirlerinden ayırıyor.

İkincisi insan toplumlarının tarihleri birbirinden farklı.

Üçüncüsü sahip oldukları ve geliştirdikleri kültürel çeşitlilik ve kültürel güç farklı.

Dördüncüsü bütün bunların bir sonucu olarak bu insan beraberliklerind eyerleşmiş hayata ve topluma bakış farklı.

Beşincisi gene bütün bunların sonucu olarak insan beraberliklerindeki ahlâk anlayışları yani davranış sınırlayıcı kodlar farklı.

Altıncısı insan beraberliklerinde devlet veya örgütlü yapıya yön veren yaygın/genel irade kullanımı farklı..

Hümanizmin yaygın ve en zararlı kanısı, bütün bunların ahlâk dışı farklılıklar olması sebebiyle yok sayılmalarının gerektiği.

İnsanlar, birer primat olarak dünyaya gelmelerine rağmen onların varoluşuna verilen anlamın toplumdan topluma değişmesini yok sayarak salt sözde ahlâkî gerekçelerle  bütün insanları “eşit” saymak, eşitlik düşüncesini yaratan uygarlık oluşturucuların kaderlerini, insanî soyutlamadan yoksun olan ulusaltı  toplulukların eline bırakmak anlamına gelir. Nitekim bugün Türkiye’de sınırların ulusaltı Suriyeli topluluklara koşulsuz açılması sonucunda  kurumsal hayata Ortadoğu’daki bütüm toplumlardan daha fazla uyum sağlamış olan Türk Ulusu’nun kaderi ne yazık  ki bir demografik işgale Suriyeli Arap ve Kürt sürülerinin keyfine  terk edilmiş görünüyor.

Eşitliğin, insan için uygulanabilir tek şekli “hukuk önünde “eşitliktir ki o da ancak “aynı hukuka tabi olmayı seçen “ insanlar arasında sağlanabilir. Bu da siyasi anlamda “vatandaşlık”, sosyolojik  anlamda  “ulus” olmak demektir.

Hukuk önünde eşitliği  “herkese” , bütün insanlara  uygulayabilmenin tek bir şartı vardır o da: Herhangi bir ulusun bütün dünyada egemen olarak bütün insanlığı kendi belirlediği kanunları uygulamağa mecbur kılması ya da bütün insanlığın onun  hukuk oluşturuculuğuna razı olmasıdır.

Unutulmamalıdır ki gerçekleştirilecek bir “tek dünya devleti”  dilsiz, kimliksiz  bir insan egemenliği olmayacaktır. Öyle bir devlette, o anda hangi ulus güçlüyse onun dilini konuşulacak ve hukuk  o ulusun oluşturuculuğuna yani egemenliğine boyun eğilecektir.

Saptırılmış eşitlik uygar toplumların nüfus ve kurumsal hayat düzenini alt üst eden göçlerin en büyük aklayıcısı.

Bu yüzden insanlar arasında mutlak bir eşitliğin olmadığı kabul edilmelidir. Çünkü “eşitlik” ancak uygar dünya içinde anlamlıyken geri kalmış toplumların bireyleri uygar dünyaya bir şekilde sızdıklarında dahi bu anlayışı içselleştiremeden, kendi ilkelliklerini kabileleşme halinde bu toplumların içinde sürdürmekte ise “mutlak eşitlik”  eşitliği bir kavram olarak oluşturamamış ulusaltı toplulukların  tehdidi altında demektir.











23 Kasım 2018 Cuma

Küresel Terörizmin Şafağında Yeni Bir Uluslararası İlişkiler Anlayışı Önerisi






Şimdiye kadarki uluslar mücadelesi birkaç enstrümanla yürütüldü.

Bunların en eskisi, sömürgecilik döneminden kalma “ toplumsal yarılma enstrümanı” diyebileceğimiz “böl ve yönet”  stratejisiydi.

Bu strateji uzun zaman kullanışlı olarak kaldı. Çünkü öncelikle iletişim araçları bugünkü kadar hızlı değildi. Ayrıca ulaşım sektörü de bugünkü kadar gelişmiş değildi. Dolayısıyla yönetilecek nüfusun yerli yerinde kalacağına dair  sömürgecilerin güçlü teminatları vardı.

Oysa bugün iletişim hemen hemen hiçbir hükümetin güç yetiremeyeceği kadar yaygınlaşmış durumda. Dolayısıyla istihbarat sektörü de bu iletişim yoğunluğunda bir bataklığa dönmüş durumda.

İletişimin ve ulaşımın küreselleşmesi terör denen siyasi olayı da başka bir çerçeveye taşıyor.

Terör özellikle 70’ler  ve 80’ler sinemasında , ancak çok fanatik ve sınırlı katılımlı intihara eğilimli  küçük grupların  düzenledikleri istisnai  şiddet eylemleri olarak geçiyordu.

Sömürgeci ülkeler ya kendilerine bağlı yerel hükümetler yaratarak ya da gütmek istedikleri ülkeleri bu paralı askerler aracılığıyla istikrarsızlaştırarak dünyada kendi nüfus alanlarını korumağa çalışırlardı ki bu açıdan PKK tam da böylesi bir taşeron cinayet şebekesidir.

Özellikle Amerikan evanjelistlerinin hayalcilikleri yüzünden parçalanan Ortadoğu ülkelerinin içinden fışkıran ve sonradan dizginlenemeyen etnikçilik ve köktencilik terörizmin bildiğimiz sınırlı ve istisnai yapısını bir anda değiştiriverdi. Daha önce  yerleşik nüfus yapısına göre oluşturulmuş bölgenin  toplumsal yapısının doğal uzantısı gibi görünen “modernist” diktatörlükler yerlerini, kabilelerin ve mezheplerin kaotik cehennemine bıraktı.

Böylece, eskiden sınırlı bir eylem olarak görülen terör, gerek büyük nüfusların devlet otoritesinden uzak kalmalarıyla gerekse etkin devletlerin yozlaştırıcı tesirleriyle bozulan demokrasilerle bir anda “kendi başına hareket eden bir devlet” gibi görünmeğe başladı.

Suriye iç savaşında bunu yaşadık. Irak’ta ABD zorlamasıyla oluşturulan yapı da aynen böyle ve işin kötüsü aynı yapı bize kabul ettirilmeğe çalışılıyor.

Terör artık bir grup entelektüel manyağın ideolojik korku salma  eylemi olmaktan çıkmıştı. O artık başı bozuk her kabilenin, elindeki silahla yaşadığı sürü bölgesinde, kendince bir egemenlik kurmak  aracıydı.  Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yürütülen BOP’un haritası, artık modern ulsal devletlere ait değildi. Bu harita eline silahlı güç geçirmiş sayısız kabilenin ve mezhebin cirit attığı bir kaos haritasıydı.

Bu arada meydana gelen kontrolü güç büyük göç dalgaları aynı istikrarsızlığın eski sömürgecilerin ülkelerine sıçraması ihtimalini gündeme getiriyordu. Artık uluslar arası ilişkilerde ulusların mülkiyetinde çalışır gibi görünen terör örgütleri yoktu. Terör artık istisna olmaktan çıkıp bölge  ülkelerinin gayrı resmi rejimi haline gelmişti.

Bu durum artık hiçbir terör eyleminin uygar dünyadan o kadarda uzak olmadığını gösteriyordu. Nitekim “Cizre Bodrum’a o kadar da uzak değil!” diyerek Türk Ulusu'nu tehdit eden Kürtçü sözde  bir siyasetçi, bu gerçeği dile getiriyordu.

Ülkelerindeki durumdan kaçarak uygar dünyaya sığınan Müslüman göçmenler sığındıkları ülkede , kaçtıkları ülkelerinin rejimlerinin propagandasını yapmaya başlamışlardı.

Bu durumda etkin ülkelerin birbirleri aleyhine kullanabilecekleri düzensiz ve silinebilir küçük  ölçekli , finanse edilebilir terör dönemi kapanmıştı. Çünkü Pandora’nın kutusunu açtıklarında, terörün artık dünyanın bir kısmını fiilen yönetmesine de yol açmışlardı.
 O halde Onur Öymen’in silahsız savaş dediği diplomasi için  artık ne gibi bir argüman değişikliğine gidilmeliydi?

Bugün karşımızda birbirleriyle fiilen veya dolaylı olarak savaşan ulusal devletler yok. Bugün karşımızda ilân etmedikleri savaşları, tektipleştirmedikleri kıyafetlerle ve alabildiğine istismar ettikleri vatandaşlıklarıyla yürüten bölgesel terör baronlukları var.

Dolayısıyla artık  mesela bölgedeki özellikle silahlı illegal Kürt hareketleri, bir yandan normal savaş kuralları dahilinde kesin  ve sorgusuz bir şekilde yok edilmeleri gerekirken reddettikleri vatandaşlıkların hukuksal lükslerini kullanmaya hâlâ devam ederek kendilerine bir meşruiyet alanı yaratmak istiyorlar.

Eskiden yalnızca sahiplerinin kaplarına koyduğuyla yetinen “teröristler” artık kaçak yakıt, uyuşturucu, silah ve insan ticaretiyle kendi finans ağını oluşturmuş bulunuyor.

Almanya’da PKKlılar ve  onları sempatizanları artık ciddi şekilde izleniyor.

İngiltere’de Türk vatandaşı Kürt kökenli yerleşimcilerin sosyal hayatları mercek altına alınıyor.

O halde ne yapılması gerekiyor?

Yapılması gereken şeyler  şunlar olabilir:
1-      Ulusal devletler, etnik ve dinsel terörü, birbirlerine karşı kullanmaktan vazgeçmelidir.

2-      Ulusal devletler  kontrolsüz göç dalgalarının ülkelerinde yaratabileceği çarpık demografik problemleri engellemek için  göçmen alımı durdurulmalı ya da nitelikli ve bilinçli  göçmen adaylarının talepleri göz önüne alınarak ülkelere üretici iş gücünün girmesi dışında bir izin  verilmemeli.


3-      Ulusal devletler bölgelerindeki her türlü etnik ve dinsel terör konusunda işbirliği  yaparak iç hukuklarında bu tür örgütlerin gerek militanlarının gerekse sempatizanların artık hiçbir ulusal ülkede vatandaşlık hukukundan yararlanamayacağını kabul etmelidirler.

4-      Bu iş birliği çerçevesinde, resmi bir üniforması olmayan, uluslar arası tanınmaya sahip bir savaş ilanı belgeleyemeyen,  resmi  ve kayıtlı bir mühimmat kullanmayan bütün silahlı kişi ve örgütler bulundukları yerde derhal imha edilmelidir. Bu insanların herhangi bir   usul hukukundan yararlanmaları, sahip oldukları vatandaşlıkları zımnen reddetmeleri ile ortadan kalkmış durumdadır.


5-      Teröristlerin aile üyeleri, yakınları ile ilgili bilgiler, ulusal ülkelerin emniyet teşkilâtlarınca ortak bir veri tabanında toplanmalı ve bu insanların uluslararası dolaşımları sıkı şekilde denetlenmeli ve göçmenlik talepleri engellenmelidir.

6-      Bu sistemin en dar kapsamda çalıştırılması muhtemel insan hakları ihlallerinin önüne geçecektir. Bu yüzden
a-      Bölgede etnik bir Kürt devleti kurmak için dört ülkeden toprak talep eden her türlü silâhlı Kürtçü örgütün gerek silahlı gerek silahsız kanatlarının ve muhtemel siyasal destekçilerinin ülkelerinde vatandaşlıktan çıkarılmaları ve yakınlarına kalıcı temel  mülkiyet ve ifade hürriyeti kısıtlaması getirilmeli. Terör örgütlerine doğrudan destek ve onay verenlerin aile üyeleri kalıcı olarak devlet hizmetine girmekten men edilmesl.
b-      Bölgede faaliyet gösteren şeriatçı terör örgütlerinin hepsi ortak operasyonlarla ortadan kaldırılmalı ve bu örgütlerin üyelerinin yakınları da bulundukları ülkelerde sürekli denetim altında tutulmalıdır.
Not: Bu mutabakat öncelikli olarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yla sınırlı tutulmalıdır. Çünkü örneğin Doğu Türkistan’daki Çin varlığı gayrı meşru bir biçimde devam etmektedir. Dolayısıyla  gayrı meşru bir biçimde toprak işgal eden ülkelerin “terörizm” tanımlamalarının da mutabakata dahil edilmesi, mutabakatın gerçekçi ve uygulanabilir olmasını engelleyecektir.

Bu konularda sağlanabilecek bir mutabakat, dünyanın üretim lokomotifliğini yapan az sayıdaki ulusal devletin iç ve dış barışlarının sağlanmasına önemli oranda yardım edecektir. Böyle bir mutabakat, ulusal devletler arasında kalıcı barışı ve bu barışın sağladığı istikrarlı ticaret ortamının zenginleştirici etkisini de ortaya çıkaracaktır.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki etnik projeler artık ters tepmiş ve uygar dünyayı tehdit eder hale gelmiştir. Bu gerçek ışığında, ulusal devletlerin  birbirlerinin kültürüne ve egemenliğine saygı duyarak yeni bir uygarlık zemininde, birbirlerinin ulusal kültürlerinden  en yüksek düzeyde yararlanmalarına imkân  verecek işbirliklerine gitmeleri mümkün olabilecektir. Bütün bunları yapabilmek için gereken finansman da bölgedeki terör odakları uluslar arası bir işbirliğiyle yok edildiğinde zaten kendiliğinden tasarruf edilebilecektir.

Küresel terörizmin egemenliğine karşı dünyanın bütün uluslaşmış toplumları artık önyargısız  ve hesapsız bir şekilde birleşmelidir.