30 Mart 2016 Çarşamba

POLİTİK ZEKA

  
                 20. yüzyıl başı, savaşlara neden olan ya da savaş sonucunda ortaya çıkan liderler gördü. Savaş sonrası liderleri, uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak zorunda kaldı. Günümüzde işbirliği gereksinimi varlığını koruyor, politik, ekonomik ve demografik değişimler giderek artıyor. Anında iletişim ( Sosyal paylaşım ağları, internet medyası..) daha önce bilinmeyen bir verimlilikle insanların organize olması ve fikirlerini paylaşmalarını mümkün hale getirmiştir.Toplum, kendisi için önemli olanın nasıl elde edilebileceği konusunda iş dünyasını ve hükümetleri zorlayıcı güce sahiptir( Gezi olayları, Cerattepe  olayları..).
                    

                  The End of Power ( Gücün Sonu , 2013) kitabında Mosies Naim, tüm liderlerin (Politika, iş dünyası  ve  ordu) daha büyük ve karmaşık sorunları olduğunu belirtiyor ve aşağıdaki gibi özetliyor:
                 *Daha çok insan ve daha çok şey var; bu da denetim araçlarının çapını aşıyor;
                 *İnsanlar ve fikirler daha hareketli halde;
                 *Farklı arzu, beklenti ve değerler yaratan yeni bir zihniyet var.
                

                   PQ (Politik Zeka), küresel  ekonomide devlet, iş dünyası ve geniş toplum kesimlerinin geleceğini şekillendirmek için gücü paylaştıkları bir dünyada, stratejik etkileşimde bulunmayı sağlayan liderlik kapasitesidir. PQ, daha büyük bir sistemin içinde çalıştıklarını kabullenecek kadar sezgi ,vizyon ve tevazu sahibi olan liderler içindir(Gerry Reffo, Valerie Wark).
                 

                    Politik, Yunanca “Politikos” sözcüğünden gelmektedir ve yurttaşlıkla bağlantılı, sivil anlamı taşır. PQ’nun kökeninde yurttaşlar, devlet ve iş dünyası arasındaki ilişkiler yatar. Günümüz dünyasında liderlik iddiasında iseniz ( Politika, iş dünyası ya da STK);
                

                  * Uzun vadeli bir vizyona;
                  *Topluma açık diyalog- iki yönlü iletişime;
                  *Etik- hem elde edilen sonuca hem de nasıl ulaşıldığına önem vermeye;
                  * Hem elde edilen faydaya(Kazanç, iktidar) hem de uzun vadeli toplumsal kazanımlara;
                  * İnovasyona;
                  * Kültürel, uluslararası ve sektörel bölünmelere karşın başkaları ile kolaylıkla çalışabilme yeteneğine; sahip olmalısınız.
                  

                  Tüm dünyada benzer niteliklere sahip liderler ve ekipler iş başına gelmekte, dev şirketler ve STK ‘lar bu niteliklere sahip profesyonellerce yönetilmektedir. Altı doldurulmamış sloganlar,  "En kolay inanılan yalan, en büyük yalandır." sözünden hareket ile kısa vadeli umut avcılığı yapmaya ilişkin tavrın, gelişmiş demokrasiler ve ekonomiler de kabul gören liderlik anlayışında yazık ki yeri yoktur.
         
  
                 


28 Mart 2016 Pazartesi

Kutsal Neden Kitaplaşır?


Yazı sanırım insanlığın en büyük  ve ebedi icadı.
İnsanların artık göremedikleri hemcinslerine ulaşmalarını sağlayan, onları zaman içinde gezdiren büyük bir icat…

Öyle ki belki kayıtlar artık kâğıt üstüne yapılmasa bile mutlaka yazı yoluyla saklanacak.  Bundan yüzyıl sonra belki “zihin kayıtları” ile artık bilgi başka bir şekle bürünebilir, kim bilir? Gene de yazı, bir şeyleri ebedileştirmenin hâlâ en geçerli ve tek yolu.

Şu bir gerçek ki yazı matbaa yoluyla yaygınlaştırılana kadar pek çokları için sihrin  ta kendisiydi.  Yazı uzun bir süre o kadar az kişi  tarafından bilindi ki bu kadar uzun süre içinde onun ancak seçilmiş insanlara ait olduğuna dair öğrenilmiş bir hayranlık ve korku uzun zaman beyinleri işgal etti.

Yazıyı  sihirli kılan neydi? Öncelikle her şeyi zamandan korumasıydı şüphesiz. Dahası az sayıda işaretle  pek çok şeyi ifade edebilmesiydi. Bir yandan tekrarlanan karakterlerle eşsiz ifadelerin ortaya çıkarılmasını sağlamasıydı belki de…

Ve matbaanın icadıyla yazı bir anda herkesi bir biçimde ve oranda “eşitledi”. Ama daha önemlisi bütün iktidar mevkilerini “dünyevileştirdi”. Artık yazı sayesinde, yalnızca iktidarın bildiği veya insanları muktedir yapan bir sınırlı bilgi yoktu.

İnsanlar anlayabildikleri şeylerin, doğruların var olduğunu keşfettiler.

Gene de yazının sihirli bir şey olduğuna dair, öğrenilmiş ilkel zaman algısı herkesin kafasında duruyordu.

İlkel zamanların sihrini taşıyan yazı, iktidar kurumunun en dokunulmaz ve tartışılmaz dayanağı  olan Tanrı’nın bir ifadesi olarak kutsal kitaplarda belirdi.
Hangi uygarlık seviyesinde olursa olsunlar insanlar daima yaratıcı bir kudrete inanıyordu.  Kadere hükmeden bir tanrı fikri her zaman olmuştu. Çünkü insan, algısının sınırlılığının daima farkındaydı.
Tanrı ile ilgili sorun yazı icat olduktan sonra başladı.

Çünkü yazıya kadar Tanrı vardı ama o kadar. Onu ifade etmek, onu tekrar  tekrar tanıtmak, gücünü vurgulamak ve onun kudretinden bir pay almak pek de mümkün değildi.

Oysa yazı her şeyi değiştirdi. Yazının matbaanın icadına kadar iktidarın bir parçası olmuş din adamlarının tekelinde olması acaba tesadüf müydü?
Elbette hayır

İnsanların kafalarında oluşan Tanrı fikri ancak yazı ile beraber, yazıyı tekeline almış olan sınıfın tasvirleriyle şekillenmeye, çeşitlenmeye başladı.

Mısır hiyerogliflerindeki Tanrı tasvirleri acaba sıradan  Mısırlıların  hayal güçlerine veya tasavvurlarına açık mıydı? Ya da Tanrıların neden çakal, şahin vs biçimli olmaları gerektiğin dair herhangi bir akıl sahibi Mısırlının konuşması mümkün müydü?

Peki ama “Sizi kendime benzer bir surette yarattım!” diyen Tanrı’nın gerçekten böyle deyip demediğini kime sorabilirdik? Yazı yazan ve “Kutsal Kitapları” çoğaltanlar, gerçeğin böyle olduğunu söylediklerinde, onlarda olup da bizde olmayan bu üstün bilgiden dolayı onlara itaat etmemiz gerekmiyor muydu?

Yazıyla beraber Tanrı, siyasi bir  “muktedir” haline geldi. Artık o hayatımıza doğrudan müdahale eden, hayatımızı biçimlendiren bir  hükümdardı. Hiç kimse neden böyle olması gerektiğini sorgulayamadı çünkü Tanrı adına konuşan yazı tekeli , aynı zamanda zor kullanma tekelini de elinde bulunduruyordu.

Böylelikle zamanın en gelişmiş  ve ulaşılmaz iletişim aracı yazı, “kitaplaşarak” dokunulmaz, tartışılmaz bir hale geldi. Kitap tekrar tekrar okunabiliyordu. Sıradan insanları bu denli hacimli bir yazı tomarı yaratması pek mümkün değildi. Matbaanın icadı belki sıradan insanları   “okur” yaptı ama  yazmak hâlâ sınırlı bir elitin elindeydi. Üstelik matbaa teknolojisi de kendi sınırlı elitini yaratmıştı.

Hiç kimse  kutsal kitapların nasıl indirildiğini sorgulayamadı. Dahası indirilen bu denli hacimli metinlerin, peygamberlerce doğru anlaşılıp anlaşılmadığı bile düşünülmedi. Doğru anlaşıldığı varsayılsa bile doğru yazılıp yazılmadığı sorgulanmadı. Çünkü yazının sihri,  kavranması ve meydana getirilmesi en zor iletişim aracı olan kitap halinde somutlaşıyordu.

Öyle ki Hz. Musa’ya inen topu topu on emir, ondan sonra  hacmi gitgide büyüyen “Talmud” denen kitaba dönerken elinde hiçbir yazılı metin bulunmayan İsa’nın inancı, içinde Tevrat’ı ( EskiAhit) da barındıran dört  kitap haline geliveriyordu. Hz. Muhammed’in   müminlere aktardığı ayetler kaydedilmişti ama bunların bir kitap haline getirilmesi apayrı bir işti. Nitekim Kur’an kitaplaştırılırken ayetlerin indirilmesine sırasına riayet edilmediği biliniyor. Dahası bazı ayetlerin  siyasi iktidarca “neshedilmiş” ( hükümsüz) sayıldığı da biliniyor.

Teknolojinin gelişimi ile birlikte basılı kitap ortadan kalkacak mı? Eğer basılı kitaplar  oldukları gibi elektronik ortamlara aktarılıp da  bu ortamlarda varlıklarını sürdürürlerse eski sihirlerine ve iktidarlarına sahip olacaklar mı?

Kim bilir?




19 Mart 2016 Cumartesi

Fayda Dağının Kör Pusulası


Fayda, ideolojinin nihaî amacıdır.
Kendimizle barışmak  dünya barışının yolunu yapmaktır.
İçsel sükûnete ulaşmak, insanlık için yapabileceğiniz en büyük iştir.

Sorun burada başlıyor.  “Fayda kimin içindir?”
Bu soruya cevap vermek nispeten kolaydır. Faydanın genellikle toplum için olduğu kanaati oldukça yaygındır.

Aslında konumuz fayda değil ama fayda hakkında düşünmek, düşünmekle ilgili en  belirgin örneği ele almaktır. Çünkü bütün düşüncelerimizin tek bir hedefi vardır: Fayda!
Peki ama fayda nedir? Ya da neye fayda diyebiliriz?
Fayda, elde edilmesi “iyi” kabul edilmiş her şeydir.

Burada bir sorunla karşılaşırız. İçki içmenin “iyi” kabul edilmesi onu  bir “fayda” haline getirir mi? İçkinin vücuda “iyi” gelmediği tıbben ispat edilmiştir. O halde içki bir “fayda” olamaz.
Peki ama  o halde insanlar neden içki içmek ister? Çünkü bütün objektif zararlarına rağmen insanlar içkiyi elde etmenin “iyi” olduğuna inanır.
O halde fayda bir paradokstan mı ibarettir?

Elbette hayır.
Fayda hakkında karşılaştığımız bu ikilem, onun doğal ve iradî anlamlarıyla ilgilidir. Faydayla ilgili verdiğimiz tanım, onun iradî yönüyle ilgilidir ki bütün iktisat bu tanımın üstünde yükselir.
Faydanın  doğal  tanımı ise ki bu tanım aynı zamanda ahlâkı doğrudan doğruya ilgilendirir, onun “  bozmayan, aksatmayan, kötüleştirmeyen her şey” olduğudur. Ahlâk faydanın “doğal tanımıyla” ilgilidir ki onu objektif bir şey yapan da budur. Çünkü ancak “zararsızlığın” sınırlarını belirleyebilirsek  iyi ve kötü eylemler arasında bir hükme varmak mümkündür.

Faydanın “ Elde edilmesi iyi kabul edilen bir şey” olması tanımı ise ahlâkî bir yol gösterici olamaz. Çünkü bu ancak, herhangi bir emir makamı, iyiyi, doğrudan (direkt) olarak  emrettiği takdirde  bir anlam ifade eder ki o zaman da  ahlâkın bireyin iradesi ile bir ilgisi kalmaz.
Peki ama buraya kadarki  yorumlarımız ne işe yarayacaktır?

Buraya kadarki yorumlarımız özellikle toplumsal düzeni biçimlendiren eylemlerin hangi fayda kabulüyle nereye varacağını ve neden böyle olacağını anlamamız açısından önemlidir.

Faydanın birinci tanımını yani onun, “ Elde edilmesi iyi kabul edilen her şey” olduğunu kabul edenler,  elde edilmesi iyi olabilecek şeyleri saptamaya çalışır. Bundan başka yolları da yoktur. Din denen kurumun yaptığı, daima bu olmuştur. Bir din adamına her gün, hayatın her anıyla ilgili soru sorulmasının sebebi budur. Çünkü dinin amacı insanların hayatının her anını Tanrı adına  yönetmektir.
Buna karşılık bu tanım, bireylerin  iktisadi fayda anlayışlarının da ta kendisidir. Çünkü insanlar bir şeyi elde etmek istediklerinde, onu elde etmenin “iyi olacağı” düşüncesiyle hareket ederler. İşte “iyilikle” “faydanın” karıştırıldığı yer de burasıdır. İnsanlar bir şeyleri, onların mutlak iyiliğinden ya da faydasından dolayı istemezler. İnsanların hamburgeri, brokoliye tercih etmelerinin sebebi hamburgerin,  brokoliden daha yararlı olması değildir.
Brokolinin hamburgerden kesinlikle daha faydalı olduğu açıkça biliniyorsa neden hükümetlr hamburgeri yasaklayıp brokoliyi emretmezler?

Bunu yapamazlar çünkü yaygınlaşması halinde  toplumun bütünlüğüne kesin ve açık bir zarar vereceği açık olarak bilinmeyen hiçbir eylemin, bireyin seçiminden uzak tutulması mümkün değildir.

Faydanın  emir  halinin  fikri dayanağı, faydanın her halinin akıl yoluyla bulunabileceğidir. Ya da… Şartları değiştirebilen muktedirin  doğru olduğuna inandığı emirlerin doğrudan doğruya faydalı olacağı inancıdır.

Peki ama  böyle mi olmaktadır? Hiç de öyle olmamaktadır. Komünist Çin’in  kurucusu Mao’nun  fayda emirleri ile giriştiği beş devrimde milyonlarca kişinin ölmesi bu inancın yanlışlığının en çarpıcı örneklerindendir. Aynı şey Sovyet tecrübesi için de geçerlidir.
O halde faydaya ulaşmayı istemekle ona ulaşmak farklı şeylerdir.

Neden böyledir?

Öncelikle fayda ancak bir irade ile var olabilir. İradesiz bireyler için fayda yoktur. Brokoli yemeye mecbur edilmiş insanlar, objektif olarak faydalı bir iş yapmış olurlar ve onlara bunu emretmek de “faydalı” görünebilir ama  bu, onların aklında hamburger yemenin bir “fayda” olduğu fikrini silemeyecektir.

İktidarların “toplum için” belirledikleri faydanın “toplumdaki bireylere göre” fayda sayılıp sayılmayacağı asla bilinemez  ve bu  iki fayda telâkkisinin genellikle hiç de örtüşmediği de bir gerçektir.

Çünkü “emredilen fayda”, “”gözetilen faydaların” etkileşimleri arasında genellikle erir gider. Bu yüzden açıkça bireylerin birbirleriyle barış içinde yaşamalarına yaramayan hiçbir emir ve yasak toplum yaşantısında kendine bir yer edinemez. Diktatörlükleri eninde sonunda yıkan da budur.

“Kamu yararı”  argümanını bir safsata haline getiren de bu çatışmadır. Çünkü hangi durumun  bir “kamu yararı “olduğunu ayrı ayrı tespit edebilmek mümkün değildir. İş, eninde sonunda bu yararı tespit edecek bir yetkili kurum bulmaya varır ve bundan öte de  hiçbir şey olmaz.

Toplumun geneli için tek  ve geçerli bir fayda tespit etmek objektif olarak mümkün değildir. Bunu yapmaya her çalıştığınızda  faydaya yönelik olarak verdiğiniz her emir, bireysel faydaların bir kısmını akamete uğratacak ve hoşnutsuzluk yaratacaktır ki bunu ne kadar sık yaparsanız hoşnutsuzluk o denli yaygın olacaktır. Bu yüzendir ki  yasama enflasyonu bir suçlular ordusu yaratır. Ne kadar çok kanunuz var a o kadar çok suçlu yaratırsınız.

Bu bizi nereye götürür?

Aklın, bir sürecin bütün güzergâhını apaçık ve toptan kavrayabilmesi mümkün değildir. Dünyada bunu yapabilecek Tanrısal bir akıl yoktur.
Bu yüzden de hedefin belli olması, yolun bilinmesi anlamına gelmez. Uzaktaki dağı görüyor olmanız, onunla aranızdaki bataklıkları, nehirleri veya uçurumları görebildiğiniz veya rahatlıkla aşabileceğiniz anlamına gelmez.

Dağla aranızdaki her nehir kendine göre akar, her bataklık, kendi kurbağasını besler, her uçurum kendi kayasınca yalçındır. Ve her ağaç oralarda kendi toprağında biter.
İnsanın işi  veya sorumluluğu bütün yolu apaçık belirlemek değildir. İnsanın bütün işi,  görebildiği kadarıyla yetinip zarar vermemeye çalışarak yaşamaktır.
Zarar vermemek diğer insanların hayatını aksatmamaktır.
 İnsanların birbirlerinin hayatlarını aksatmamaya çalışarak ufuktaki dağa doğru yürümeleri dışında da bir “fayda” yoktur.

Çözüm basittir: Kendi faydamızı/menfaatimizi aklımızla belirlerken başkalarının faydalarını/menfaatlerini zararsızlık irademizle yani ahlâkla  korumak.
Ancak bu, bütün faydaları tek tek tespit etmek budalalığından bizi koruyabilir ve ancak bu bütün bir toplumu, fayda belirleyici diktatörlerin zulmünden koruyabilir.



18 Mart 2016 Cuma

Bireyci Bir Milliyetçiliğin Gerekliliği

"Her ne zaman kendinizi çoğunluğun yanında bulursanız ,
durup düşünmenin zamanı gelmiş demektir." Mark Twain

Bireyci, bir milliyetçilik bir tür  çelişki gibi görünüyor, kabul ediyorum.
Çünkü milliyetçilik, milletin kollektif/ortak değerlerini savunmak demek. Ama öte yandan ve belki de daha geniş bir çerçevede “Her hal ve şartta milletin menfaatini gözetmek” demek.
Milletin kollektif değerlerini savunmak yönüyle milliyetçilik, “kültürel bir milliyetçilik” olarak ortaya çıkar.

“Her hal ve şartta milletin menfaatlerini gözetmek” anlamında ise siyasal milliyetçilik şeklinde ortaya çıkar.
Milliyetçilik hakkında yapılan yorumların en büyük hatası, milliyetçiliğin bu iki beliriminin farkını ortaya koymaksızın konuşmak.

Çünkü kültürel milliyetçilik, hayata cevap veriş tarzımız  hakkında düşünmeyi gerektirirken; siyasal milliyetçilik, doğrudan doğruya ,toplumsal düzen ve dış ilişkilerimiz konusunda kafa yormayı gerektirir.

Soruna böyle yaklaşınca “bireyci bir milliyetçiliğin” , milliyetçiliğin bu iki veçhesinden hangisine daha yakın durduğuna veya hangi milliyetçiliğin sorunsalıyla daha ilgili olduğuna bakmak gerekir.
Bireyci milliyetçilik, sorunun siyasal boyutuyla ilgilidir. Çünkü bu siyasal çerçeve, devlet –toplum ilişkisinin biçimlendirildiği yerdir. Bu da  yasamanın, yürütmenin ve yargının biçimlendirildiği sahadır.

İdeolojik tartışmalarda sorun genellikle “Niçin?” sorusunda düğümlenir.
Yasama , yürütme ve yargı niçin veya “kimin için” çalışmalıdır?
Kolektivist okul buna  doğrudan “toplum için” diye cevap verir ve bu da  en doğal şeymiş gibi kabul edilir. Bir şeyin “en doğal şeymiş gibi” kabul edilmesi, onun “en açık bir gerçek” olduğunu  göstermez, sadece o şeyin büyük ihtimalle yaygın bir önyargı olduğunu gösterir, o kadar.
“Toplu için” düşüncesinin temelinde “ toplumun faydasını gözetmek ve öncelemek” düşüncesi yatar.
Bu durumda yasama ve yürütme ve yargı, toplumun faydasını düşünerek çalıştıkları müddetçe her şey yolunda gidecektir.

Acaba gerçekten öyle mi olmaktadır? Maalesef  işler böyle yürümemekte ve her seferinde ya toplumun yozlaşması ya da kanunların içindeki büyük boşluklar bahane edilerek toplumsal düzen tekrar tekrar tahrip edilmektedir. Bu,  basit bir  kaporta  hasarını tamir etmek için arabanın geri kalanını da çekiçleyerek yamultmak gibidir. Ya da halk irfanının deyimiyle “Un fazla geldi su, su fazla geldi, un.”  durumuna benzer.

Toplumcu düşüncenin “toplum için” fayda kabulü, bireysel faydaların kaçınılmaz varlığına çarpar ve darmadağınık olur

Birilerinin topluma faydalı olmak niyetiyle bir şeyler yapması çoğu zaman topluma hiçbir fayda getirmez. Neden böyledir?
Çünkü  toplum yeknesak bir toz  kütlesi değildir. Önemsenmeyen her birey, aslında kendi başına değerler ve faydalar dizisine sahiptir.

Dolayısıyla her bireyin, sahip olmak ve korumak istediği şeylerin listesi farklıdır.
Kolektif değerlerin varlığı dahi bu gerçeği değiştiremez ve hatta bu gerçekle çelişmez. Oysa bize  öğretilen yaygın hurafe, kendi menfaatinin düşünenlerin milletlerinin menfaatini düşünmediğidir. Bu şu ön kabule dayanır: “Bireyin kendi başına düşünerek kendi  değerlerini ve faydalarını belirlemesi ahlâksızlıktır!  Çünkü birey kendini düşündüğünde, artık başkasını düşünmez olur!”

Acaba öyle midir? Bu durumda meselâ üniversite yemekhanesinde  yemek yiyecek öğrenci, önce başkası için yemek almalı, kendinden daha muhtaç olana verdikten sonra mı kendi yemeğini almalıdır? Ya da babalarımız eve geldikleri her seferinde, “ Ailemi düşünerek bencillik edemedim, bugün aldığım ekmeği komşuya verdim, ahlâk bunu gerektirirdi.” deseydi, acaba hayatta kalabilir miydik? Elbette bunun sürekli olması durumunda hayatta kalamazdık. “ Sürekli başkasını düşünen insanların var olduğu bir toplum” yaratmak mümkün müdür? Bu iki sebepten mümkün değildir. Birincisi  böylesi sızıntısız bir toplum yaratılamaz ve kendini düşünen ilk kişi böyle bir toplumun çökmesine yol açar. İkincisi, “başkasını düşünmenin” objektif bir sınır tespit edilemez ve dolayısıyla  “Hep başkasını düşünen insan” türü yaratılsa bile  insanlar  arasındaki zekâ ve güç farkı birilerini mutlaka “mutlak alıcı” ve daha güçlü olanları da “mutlak” verici haline getirir. Bu durumda da insan enerjisi bir tür lâğım kanalına akıtılmış olurdu.   Sosyalizmin  öldürücülüğünün ve imkânsızlığının sebebi bunlardır.

İnsanlara ulusal kollektif değerlerin aşılanmasının amacı, kendi varlıklarını, milletlerinin karşısında bir tür günah veya ayıp olarak görmelerini sağlamak değildir. Kolektif değerlerin aşılanmasının amacı, ailede edinilen toplumlaşma tecrübesinin çok daha geniş bir tecrübe olduğunu ve dolayısıyla yapılan her işin toplumda bir sonuca yol açtığını öğretmek; daha sonra da bu sonuçların en iyi olanlarına ulaşmak için zarar vermeksizin yaşamayı öğretmektir.
İnsanlara, “zarar vermeden yaşamayı” öğrettiğimizde onlar da  kendiliğinden yaşadıkları ülkede sorumluluk bilinciyle çalışırlar. Bir kere zarar vermemek konusunda eğittiğinizde birey artık kendi faydasını/menfaatinin temin etmenin toplumsal bir bedele yol açmaması için gereken hassasiyeti edinmiş olacaktır.

Toplumsal ilişkilerde tespit edilebilir tek fayda bireyin kendi varlığına ait olan ve kendisinin belirlediği  faydadır. Bunun dışında, tartışmasız şekilde yaygın olabilecek tek “ortak” fayda, bütün bireylerin, işlerinde zararsızlık ilkesini gözetmelerini sağlamaktır ki bu da zaten eğitimin/terbiyenin amacı/hedefi olan ahlâktır.

Ahlâk, milletin mücadele ile elde ettiği değerlerin neden birer “değer” olduğunu anlatmakla verilir. Milletin ferdine, bağımsızlığın, özgürlüğün,  bayrağın, dilin, hukukun hangi bedel ile kazanıldığı ve neden korunması gerektiğini bir kere öğrettiğimizde, artık onun, bireysel fayda listesiyle  toplumsal fayda arasında bir çelişki meydana gelmeyecektir. Çünkü o zaman milletin ferdi, kendi menfaatini kollayabilmesini sağlayan emniyet ve adalet ortamının ancak  hep berber korunması gereken kurumlar ve değerlerce  sağlanabileceğini anlar.

İşte bu sebepten milliyetçilerin bireyciliği bir ahlâksızlık olarak görmeleri yanlıştır.  Milliyetçilik millete topyekün bir politik fayda dayatmasıyla ilgilenmez, ilgilenmemelidir. O ancak milletin her bir bireyinin milli değrlerin neden korunması gerektiği hakkında bilinçlendirilmesi ile ilgilenmelidir.