25 Eylül 2018 Salı

Neden Bilinmez Karamsarım


Nedendir bilmem bugün karamsarım.
 
Belki biraz ekonomik darboğazdan belki artık topluma yabancılaşmaktan… Bilmiyorum. Bugün eski bir arkadaşım aradı. Sözde ona bir şeyler önerirken kendimi alacakaranlıkta buldum.

Ben kimlerin içinde yaşıyorum, hiç bilmiyorum. Dillerini bilmediğim insanların arasında yabancılığımı sürekli fark ederek en azından bir treselli bulabilirdim.

Bugün benim düşünce biçimimi ve hatta düşünme eyleminin kendisini bir oylarıyla yok edebileceklerini bilerek çıldıran insanların ülkeyi getirdiği kuburda,  benim dilimi konuşup da bana  herkesten yabancı koskoca bir kalabalığın içinde kalmaktan bunaldım.

"Vatan- millet düşünmeyelim de ekmeğimize bakalım". İyi de bizim ekmeğimizi elimizden almak için  kendisini  açlıktan öldürmekten  çekinmeyecek kitleleri ne yapacağız? Sorun, o…


22 Eylül 2018 Cumartesi

Ahlâk Yoksunu Dindarlık

Biraz okumuş, yaşamı hakkında düşünen ve bilhassa içinde Türklük sevgisi taşıyan pek az insan, ülkenin ve Türk toplumunun nereye gittiğini endişe ile izliyor.

Türkiye’de, trafikteki genel davranış biçimimiz. “sorumluluğu arkadan gelene yükleyerek önde seyretmek” olarak özetlenebilir.

Bu davranışın ise genel karakteri empati yoksunluğu. Bu yoksunluğun temellendirdiniği ruh durumu ise psikopati. Psikopatlar hiç bir şekilde başkalarının acılarına ilgi duymazlar.


Bu ruh durumunun yarattığı  örfsel sonuç ise ahlâksızlık. 

Şimdi bazıları: “ Ama... Kadın-erkek ayrı oturuyor, kadınlarımızı örttürüyor, en ufak namus ihlali belirtisini cinayetle önlemiyor muyuz? Dinin dediklerine göre rejimimi bile resmî olarak şetiatla değiştirmek üzereyiz. Bizim kadar dindar bir millet nasıl ahlâksız olabilir?” diyebilir.


Ahlâkla ilgili bir fikrimiz olmadığı için zebanilerin kamçılarının hayalinden kaçabilirsek ahlâklı olacağımızı sanıyoruz ve zebanilerin de meselâ trafikle ilgilenmeyeceğini düşünüyoruz.

Oysa ahlâk, kadınla erkek arasındaki nihayetsiz bir paranoya değildir. Ahlâk, yalnız ve ancak bir zarar vermemek iradesidir.

Ahlâkın cinsel ayrımcılık olmadığını anlayamadığımız için hareketlerimizin muhtemel zararlarını düşünmüyoruz. Bundan dolayıdır ki teşekkür etmeğe, özür dilemeye hemen hemen hiç gerek görmüyoruz.

Kısacası dindar ve fakat belirleyici çoğunluğuyla ahlâksız bir toplum olarak yaşıyoruz.

Dünyadan neden her geçen gün daha fazla yalıtıldığımızı merak edenler, insanında genel bir shlâk yoksunluğu gözlenen bir ulusun , bütün kurumlarının bu çarpık temel üzerinde yükselerek dünyada ancak çarpık bir gecekondu görüntüsü yarattığını, bilmeli.

15 Eylül 2018 Cumartesi

Türk Olmayı Seçmemek Veya insan Olmayı Seçmemek

Bir Kürtçü, “Kürt olmayı ben seçmedim, beni yaratana hesap sorun!” demiş. Kürtçüler bu sözü çok seviyorlar. Fakat neden hayvan olarak da yaratılmadıkları halde Kürtlüğü bir terör yöntemiyle savunacak kadar önemsediklerini açıklayamıyorlar.

İnsan toplumlarını sürülerden ayıran şey mensubiyet bilincidir. Bu bilinç bize üyesi olduğumuz toplumsal birimle kazandırılır.

Sorun bu toplumsal birimin kendi kimliğine biçtiği değer ve biçimdir. 

Söz konusu Kürtçü, “Kürt yaratılmaktan” bahsederken aslında kendi toplumunun kimliklenme bilincinin derecesini açıklıyordu. Onun anladığı biçimde “Kürt olmak” herhangi bir Kürt’ün kanından gelmekten ibaretti ki bu zaten insanlığın, ilk zamanlarında geliştirdiği , hayvansal sürü zihniyetinden henüz kurtulmuşken icat ettiği mensubiyet bilinciydi.

Bu bilinçteki bir insana, değer ve norm taşıyıcısı, inşaa edilmiş ve öğrenilerek aktarılan daha gelişmiş bir mensubiyet bilincinin var olduğunu anlatmak çok zordur. 

Ona Kürt olmak için en az bir Kürt ebeveyne sahip olmak yeterlidir. Oysa uygar insan, yani artık siyasal ve hukuksal  bir özne olan şimdilik en gelişmiş primat, kendilerine tarihiyle öğrenimiyle gelenek ve görenekleriyle bir kimlik yaratmış, tarihsel, hukuksal ve siyasal etkileme gücüne ve sorumluluğuna sahip olan , anlamlandırılmış ve değer sahibi toplumların yani ulusların mensubudur.

Dolayısıyla ulusa mensup olmak kan bağı ve sürü/ kabile onayından apayrı bir kişisel/ bireysel bilinçlenme işidir.

Dolayısıyla yaratıldığı gibi kaldıklarına inananlarla yaratıldıkları şeklin ötesinde değerlerle kimliklendiklerine inananlar için insanlık, hukuk vs aynı şeyleri ifade etmez. Ülkenin içinde bulunduğu sorun bu yüzden Kürtçü amimalizmin Türk uygarlığına, kendi ilkelliğini dayatması sorunudur.

Seçmediğimizi Sevmiyor Muyuz?



Annemi Ben Mi Seçtim Birader?

Herhangi birinize annenizi sevip sevmediğinizi sorsam muhtemelen bunun saçma sapan bir soru  olduğunu söyler, gülersiniz.

Annenizi seçip seçmediğinizi sorsam,  muhtemelen bunun da saçma sapan bir soru olduğunu söylersiniz.

Annenizin sizin için en iyi anne olup olmadığını sorsam, bundan hiç şüpheniz olmadığını söyleriniz gene muhtemelen. Oysa sizinkinden çok daha aydın veya çok daha zengin anneler vardır.

Aynı şeyleri babanız için de düşünürsünüz, değil mi?

O halde bir adım daha ileri gidelim. Babanızın cinayetten, dolandırıcılıktan ya da hırsızlıktan hapse girdiğini düşünün. “Bunları yaptığına göre artık benim babam değilsin!” mi dersiniz? Yoksa cezası  müddetince ona destek mi olursunuz?

Peki bütün bunları neden yaparsınız? Ne dünyaya gelmeyi ne de birilerinin evinde onlara muhtaç bir çocukluk   geçirmeyi seçmişken… Bir takım yabancıların sizi dünyaya getirerek bir sürü mücadelenin içine sokmasına  neden razı olursunuz?

Montesqiue, “ İnsanoğlu yaptığı kanunlar kadar yapmadığı kanunlara da uyar.” demiş.

İnsanoğlu doğanın elinde bir oyuncak değildir. Yaratılışının kaçınamadığı yönlerine uyar. Fakat bunu yaparken doğasının bu yönlerine bir anlam  ve değer de verir.

İşte bu anlam ve değer vermek insanın mensubiyet duygusunun ve bilincinin temelidir. İnsan ailesini yalnızca kokusuyla tanımaz. Bir insan ailesini hayvanlarla paylaştığı sevgiyle sever fakat ona aynı zamanda bir tarih ve süreklilik de yükler. Söz gelimi hepimiz dedelerimizin başarılarıyla da öğünür ve böylece ailemizin diğer ailelerden farkını ortaya koymağa çalışırız.

İnsanlar beraberliklerini yalnızca aileleriyle sınırlamaz. Ailelerin birbirleriyle benzer olanları gitgide genişleyen bir çerçevede daha büyük beraberlikler geliştirir. Bunun temeli belki hayvansal ihtiyaçlar belki de insanın kendine özgü hayatta  hayatta kalma şeklidir. İnsan  bu beraberlikleri de  kendi seçimi ile yapmaz.  Çünkü ailelerin doğal benzerliği ile ailelerin beraberliği adeta hayvansal bir uyumla  kendiliğinden gerçekleşir.

Fakat az sayıdaki insan beraberliği bu aşamanın ötesine geçer. Kabileler, aşiretler veya kavimler genellikle “doğal benzerliklerden” kaynaklanan, “zorunlu” beraberliklerdir. Bu toplulukların hiç birinin üyeleri, bu topluluklara üye olmayı kendileri seçmedikleri halde gene  onların birer üyesi olmaktan mutluluk ve gurur duyarlar. Herhangi bir topluluktan olmanın gurur ve mutluluk yaratması yalnız insana özgü bir durumdur, çünkü bu duyguları bize öğretilen mensubiyet şuurundan alırız.

Az sayıdaki topluluklar ise hayvansal koku-doku benzerliğinin ötesine geçer ve artık  doğal benzerliğin ötesinde “değer benzerliği” ile ilgilenmeğe başlar. Bu şekilde insanların bir kısmı, artık doğanın bizi  kendiliğinden ittiği beraberliklerimizin ötesinde iradi ve kurala dayanan beraberlikler “icat eder”. Bu icat edilmiş beraberlikler,  savaşla ya da başka sebeplerle meydana getirilen siyasi birliklerin uzun süre devam ettirilmesiyle  bu kez başka bir “kendiliğindenlikle”  hayvansal koku-doku benzerliğinin ötesinde bir değer paylaşımı gerçekleştirilmesi sonucunu doğurur.

Hiç kimse kendi ailesini, aşiretini, kabilesini, kavmini ve ulusunu seçerek doğmaz ama ya beraberliğini hayvansal/doğal benzerliğe dayandıran toplulukların   veya  değer paylaşımına dayalı icat edilmiş beraberliklerle oluşturulmuş ulusların içine doğar.

Böylece her birimiz aslında mensup olmayı seçmediğimiz ama bir kez  üyesi olunca  bu üyeliğin taşıdığı değerleri bize aşılayan toplulukları sever ve bu toplulukların daha farklı, daha üstün olduğunu düşünmeğe başlarız. Dünya medeniyetine hemen hiçbir katkısı olmayan en küçük etnik toplulukların bile kendilerine hayali imparatorluklar kurmaları bu yüzdendir.

Bu durumda mensubiyet bilincinin bizim için kaçınılmaz ve doğal olması neden kötü olmalıdır? Milliyetçiliğin, insanın  seçmediği bir millete duyduğu sapkın ve aşırı bir bağlılık olduğunu söyleyenler yanılmakta mıdır? Ya da meselâ Kürt, Çerkes, Laz, Ermeni mensubiyet şuurları, bunların bireyleri için  seçilmemiş topluluklara üye olmaktan duyulan sevgiyle açıklanabilirken  Türk Ulusu’na mensup olmanın Türk’lerde yarattığı sevinç ve gurur insanlık dışı mı sayılmalıdır?

Seçmediğimiz beraberliklere duyduğumuz sevginin doğallığını anlasak da bunlardan hangilerinin insanın varoluşuna daha uygun olduğunu başka bir yazıda düşünmeliyiz.

14 Eylül 2018 Cuma

Bir Süreklilik Bilinci Olarak Milliyetçilik



Az önce radyoda Türk Sanat Müziği dinliyordum.

Artık yeni besteler yapılmadığı aklıma geldi. Herhalde en son yirmi yıl önce bir iki beste yapılmış olsa gerek.

“Kültürel soğuma” ayrı bir tartışma konusu ama bana başka bir şeyi düşündürdü ki o da “milletin sürekliliğiydi”.

Türkiye’yi yeni baştan ve “ daha doğru bir şekilde inşa etmek” iddiaları bana bunu düşündürdü.

Biz Kurtuluş Savaşı ile kazanılmış bir vatanı ve “tamamen Türk olan” , her şeyiyle bağımsız bir devleti dedelerimizden miras aldığımızda, bütün bunların öylece sürüp gideceğini sandık.

Daha sonra “ Acaba Türk var mı?” “Yahu Kürt’ler de yok muydu?” “ Neden sadece Türk’ler olsun ki?”, “ Müslümanlar neden kendi hukuklarıyla yaşamıyor?”gibi saçmalıkların, “tartışma” diye ortaya atılmasına şahit olduk. Sanki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Kürt diye bir topluluğu hiç görmemişler, hiç namaz kılmamışlar gibi bir algıya bönce ve cahilce teslim olduk.

Daha sonra devletin aslında yanlış yapılandığını düşünüp ona etnik ve mezhepsel bir  şekil vermeğe kalktık, baktık ki  doğu ve güneydoğu ciddi ciddi elimizden çıkmak üzere; derhal müdahale edip kanamayı yavaşlattık.

Anlamamız gereken şey şu: Türkiye Cumhuriyeti, biz canımız istediği gibi ona bir şekil verelim, canımızın istediği her etnik kabile bir egemenlik alanı bir  mezra devleti bağışlayabilelim diye kurulmuş bir devlet değil. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti’nin kurduğu ve tek egemen olarak yönettiği bağımsız bir devlettir.

Devletlerin özelliği, “süreklilikleridir”. Bu süreklilik de  devletin kuruluş biçiminin, mantığının ve kurucu ulusun egemenliğinin dokunulmazlığı, ertelenemezliği ve vazgeçilemezliğinin ara vermeksizin korunması demektir.

Bu sürekliliğin sağlanması için de ulus, çocuklarına, devletin kuruluş sürecini öğretir ve her kuşağa bunu “milli eğitim” ile aktarır. İşte bu sürekliliğin gözetilmesi için duyulan duyarlılığa “milliyetçilik” denir. Milliyetçilik bu yüzdendir ki bir aşırılık veya ırkçılık falan değildir. O bir süreklilik bilinci ve duyarlılığıdır.

12 Eylül 2018 Çarşamba

Onların Prensesi Ve İşporta Prensesimiz



Japonya 2. Dünya Savaşı’nda darmadağın  edildi. Bir Amerikalı komutan imparatora “ Artık şu Tanrılık iddiasından vazgeçseniz nasıl olur?” dedikten sonra imparator bir judo hasırı kadar sade bir insana dönüşüverdi.

Bir müddet ordu kuramadılar. Anayasalarındaki ilkeler büyük ölçüde Amerikalılarca belirlendi. İmparatorları ilâhî bir varlıktan sembolik bir yöneticiye dönüştüğünde, kimse onu suçlamadı, imparatorları da onlara küsmedi.

Dünyanın ilk beş ekonomisinden biri oldukları halde imparatorluk ailesinin yaşantısı, milletlerine yaraşır bir sadelikte devam etti.

Ve bu asil ailenin bir prensesi, geçenlerde Türkiye’ye geldi. Büyük atamızın huzurunda geleneklerinin en savaşçı asaletiyle selâm verdi. Öz disiplini şaşırtıcı derecede güçlü ve hareketleri bir o kadar içtendi.
 Ve birkaç yıl önce kendisine “sultan” denmesini isteyen, Türkçe konuşan  bir hanedan eskisi, yalnız Atatürk’e hakaret etmekle kalmadı, bir de “dedesinin sözde mal varlığını/mirasını  geri almak” istedi.

Japon prensesi Mikasa, sadeliğiyle derin bir sükûnet ve saygı hissi uyandırırken Osmanlı eskisi sözde “prensesimiz”, ancak işporta satıcılarına yakışır bir hırçınlıkla medyatik oluvermişti.

Peki bu iki insandan biz ne gibi bir ders çıkaracağız? Çıkaracağımız ders şu:

Mikasa, hayatı alt üst olup da bütün değerlerini yeni baştan inşa eden Japon’ların asaletini temsil ediyordu.

Sözde “prensesimiz” ise yozlaştırılmış bir demokrasiyle  bir düğmeye basarak istediğini yapabileceğini sanan ve yabancılaştığını uzun zaman fark edemediğimiz, üstelik de artık Türk olmakla ilgilenmeyen koskoca bir kitlenin cehaletine ve hırçınlığına dayanarak şımardıkça  şımardı.
Japon prensesi, damarlarındaki asil kanın ona ne tür bir kudret bahşettiğini bize gösterip vatanımızı onurlandırırken Türklüğü kanından silinmiş bir asalet asalağı, yabancılaşmış ve yozlaşmış bir kitlenin sözde gücüyle vatanımızı kirletti.

Not: Bu yazıyı, sözde prenseslerin görüntüleriyle kirletmek istemediğimiz için yalnızca Mikasa'nın görselini ekledik.

11 Eylül 2018 Salı

Biz Ve Onlar



Kim Kimden Acaba?

Türk toplumunda, “aslında Türk diye bir ırkın veya ulusun  var olmadığına” dair yapılan sayısız hayasız ve cahilce propaganda sonrası ciddi bir parçalanma  eğilimi gözlüyoruz.

 Artık toplumumuz, Türklük çerçevesinde bütünleşmiyor.

Asına eskiden Türk toplumu denen büyük yapı, şimdilerde, birbirlerini kokularından ve dokularından tanıyan etnikçilerin, inanca göre ayrışmış tarikatların-mezheplerin ve menfaatlerine göre birbirlerini kayıran menfaat odaklarının eğreti koalisyonu haline gelmiş durumda.

Bu yapı için andımızın,  Türk vatanı uğrunda şehit düşmenin, Türk dilini korumanın, bir kural koymak ve  değer korumak yetkisi olarak Türk egemenliğini korumanın herhangi bir anlamı yok.

Bu yüzden de herhangi biri “biz” dediğinde kimden bahsettiğini anlamak zorlaşıyor. Çünkü meselâ yaygın siyasi tercihlerine ve onları güdüleyen  hâkim söylemlere bakıldığında, Kürtler için Türkler “yabancı”, “işgalci”, “sömürücü” insanlar.

Keza artık  meselâ Müslümanlık, sıradan insanların Türk anlayışı ve gelenekleri çerçevesinde yaşanan yaygın bir ahlâkî kabul olmak dışında doğrudan doğruya Arap gibi yaşamanın adı olmuş durumda.

Buraya kadar gözlemlerimizi ortaya koyduk. Bu gözlemleri zaten  azıcık bile Türklük bilinci taşıyan herkes, her gün yapabiliyor.

Düşünmemiz gereken, toplumun yarısını oluşturan bu kabileler koalisyonunun nasıl meydana geldiğidir.

Elbette bugüne bir anda gelinmedi.  

Önce enternasyonalist sol vardı. Enternasyonalist sol, proleter ahlâkının ve emeğin savunulması için ulus gibi “geride kalmış”, burjuva üst yapılarının terk edilerek  gerekirse silahlı isyan yoluyla bir işçi diktatörlüğü kurulması için çabalıyordu. Sorun şuydu ki zaten içerik olarak hiçbir tutarlılık ve açıklama taşımayan enternasyonalist sol,  hedef kitlesince  anlaşılamadığı gibi sevilmedi de. Hatta hedeflediği etnik Kürt kitlesi bile  onu yeterince sahiplenmedi.

Popülist sağın DP tecrübesi bile toplumu bugünkü kadar kabilelere bölmemiş olabilir.

Oysa ANAP ile yeniden iktidara gelen  sağ popülizm ile  devletin bütünlüğünü korumağa yönelik bütün hukuki normlar ortadan kaldırıldı.

Toplumumuz uluslaşmayı yeterince içselleştirebilmiş olsaydı muhtemelen yapılan hiçbir kötülük onda bir cevap bulamayacaktı.

Böylece meselâ Kürt’lerin,  ulaşımı yakın zamana kadar ciddi şekilde zor olan yörelerde asırlardır yaşadıkları yalıtılmadan kaynaklanan kapalı toplum  psikolojilerinin alabildiğine istismar edilebilmesinin önü açıldı. Böylece bu topraklarda Kürt olmanın ikinci sınıf sayılmak anlamına geldiği söylemi insanlara kolayca kabul ettirildi.  Kürt köyleri, ulaşımlarındaki iletişim sorunlarını uydu  çanaklarıyla çözmeğe çalışırken  bu kez de kendilerine aslında pek de benzemeyen ama şivelerini çat pat anladıkları Irak Kürt’lerinin ve PKK terörünün Avrupa lüksü içinde yaşayan kollarının  siyasal propagandasına maruz kaldı.

Kürtçü etnikçiliğini ve terörünün sebeplerini açıklamak bu açıdan nispeten daha kolaydır.

Asıl büyük sorun, Atatürk devrimlerine  dayanan ve  devrimlerin hedeflediği “Türk medeniyetini”  aşılayan bir  eğitimden geçen  büyük çoğunlukta yaşanan yabancılaşmaydı.

Peki ama bahsedilen çoğunluğun yaşantısı günlük gülistanlık mıydı? Akranlarımın babaları döneminde de Anadolu’da ulaşımın ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra 90’lara kadar kayda değer bir şehirleşmeden bahsedilemeyeceğini ve aslında bu  şehirleşmenin de göç eden kitleleri dönüştürmeğe ve uygarlaştırmağa yetmediğini  söylemek mümkün.

Bu geç şehirleşme şu anda Doğu Anadolu’da hâlâ yaşanmakta ve terör korkusuyla şehirlerini terk eden yerli Türk çoğunluğun yerini bir Kürt köylü dalgasının doldurması olgusu hâlâ devam etmektedir. Hatta meselâ son yerel seçimlere kadar PKK varoşları dolduran bu Kürt köylü kitlesine Türk’lerden ev almamalarını, onların evlerinin nasıl olsa ele geçirileceğini söylemişti.

Şehirleşemeyen, kozmopolitleşemeyen, şehrin çetrefilli kurumlarından ürken ve bütün bu kurumları özellikle kendi dini değerlerine karşı bir tehlike addeden geniş kitleler uluslaşmanın getirdiği ve hedeflediği hukuk devleti, usul hukuku, nezaket, zararsızlığa dayalı ahlâk normlarından ısrarlı bir şekilde uzak kaldılar.

Kürt köylerinin doğuda ve güneydoğuda yaşadığı  kendine özgü coğrafi izolasyonu, şehirlere göçen Türk köylü kitleleri gönüllü bir biçimde yaşamağa başladı.  60’lardan itibaren sinemamızda “toplumsal” duyarlılıkla çekilen filmlerde kutsanan şey, hep şehri benimseyemeyen ve ona uyamayan köylü kitlelerinin “dramıdır”.

Buraya kadarki tespitler beylik sözler sayılabilir çünkü bunlara benzer sayısız analiz yapılmıştır. Sorun şudur ki bu zorunlu ve gönüllü yalıtılmışlıkların, yalnızca fiziki bir geçici ayrılmanın ötesinde sonuçlar doğurması olmuştur.

Şehri kendisine düşman sayan Müslüman Türk ile başına gelen her şeyi Türk’ün düşmanlığı sayan Kürt köylüsü, kendisini toplumun yaygın değerlerinden ve normlarından ayırabilmeyi başlıca amacı saydı ve bu ayrılmayı sürdürmek görevini de kendisinden sonraki nesle devretti.

Peki ama bu kitlelerin şikâyetleri gerçekçi miydi? Hiç kimse bunu sorgulamadı. Siyaseti, oy paketlerini elde etmekten ibaret gören Türk politik sığlığı, solda Kürt ve Alevi hoşnutsuzluğunu, sağda ise uyumsuz köylü kitlelerinin şehir korkusuyla beslenen öfkeli dindarlığını hedefledi.  Politik esnaflık için uluslaşmanın politik endişeleri ve hedeflerinin yerine kabile asabiyelerine dalkavukluk etmeyi daha kolay kabul etti. En nihayetinde devletin temellerini kendisine düşman bilerek  sağdığı  hoşnutsuzluk oylarıyla rejimi kökten değiştirecek kadar güçlendi.

Bugün uğradığımız rejim değişikliğini sağın üstüne yıkan sol siyaset hâlâ Kürtlüğü Türk’e alternatif bir egemenlik kimliği olarak kışkırtmağa çalıştığını, her türlü ulusaltı yapının hoşnutsuzluğundan yararlandığını ne yazık ki fark edemiyor. “Kürt’lerin memnuniyetini”, bölünmüş bir Türkiyeden Kürdistan yaratarak sağlayabileceğini hâlâ düşünen sol siyaset esnafının, bugün gelinen noktada sağ kadar büyük bir suçu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şartların yarattığı izolasyonların sağcı ve solcu politika esnafının istismarıyla sorun geçici bir siyasi körlük olarak kalmadı, kalıcı bir rejim sorununa dönüştü. Bu ayrışma bugün toplumda bazen terör tehdidi bazen sandık istismarıyla korku yaratan, Türklükten nefreti başlıca kimliklenme aracı yapan, neredeyse kalıcı yaklaşık %60lık bir seçmen kitlesinin doğmasına sebep oldu.

Bu kitlelerin şikâyetleri gerçekçi miydi? Hayır. Bu kitleler kendi toplumsal yapılarının değişiminden duydukları korkuyu asimilasyon, inkâr, etnik eritme mazeretleriyle dile getirdiler.

Yüz binlerce turistin neredeyse çırılçıplak denize girip alabildiğine içtiği sahillerde amelelikten müteahhitliğe veya emlâk zenginine dönüşen Kürt köylüleri, sahilleri dolduran turistlerin güvendiği şeyin veya onların mülkiyetlerini sermayeye dönüştürmelerini sağlayan şeyin, Türk’ün uluslaşmasıyla ortaya  çıkmış uygarlık ortamı olduğunu idrak etmekten kaçınarak dedelerinden devraldıkları feodal değişim korkusu ve etnik öfkeyi, sözde düşman ve işgalci Türk toplumu içinde yaşatmaya devam etti.

Keza Kurtuluş Savaşı’nı idare eden   kahraman heyetin Osmanlı’nın son dönemindeki modernleşmenin varisleri olması da  kırsaldaki izole Müslüman Türk köylüsünde, hazmetmekten korktukları bir yabancılaşma izlenimi yarattı. Bu heyetin “gâvur ittihatçılar” olarak itham edilmesinin sebebi sanırım ki budur.

Dolayısıyla Türkiye’de çok ciddi bir “biz ve onlar” sorunu ortaya çıktı. Burada asıl sorun şudur ki ülkenin bütünlüğünden yana olan milliyetçi ve vatansever insanlar, hâlâ ülkeyi elinde bulunduran, Türklüğ’ü faşizm, hayalcilik, ırkçılık sayan, Atatürk’e düşmanlıkta birleşen %60lık dinci/ Kürtçü koalisyonunun tabanını “bize” dahil saymakta ısrar ediyorlar. Bu elbette vatanı ve milleti sevmenin bir gereği…

Gözden kaçırılan nokta şu ki bahsi geçen %60lık kitlenin ülkenin geri kalanıyla hemen hemen hiçbir ortak değer yargısı ve normu bulunmuyor ve bu koalisyonu oluşturanlar da kendilerinden başka hiç kimseye ki kendi aralarında da ortak bir Türk düşmanlığı dışında bir müşterek kabul etmeyerek “biz” demiyor. Sol kendi hayalci enternasyonalizmi içinde bir bebek katilinin avukatını Atatürk’ün kurduğu partinin en yaşamsal yerinde koruyup kolluyor, sağ, ülkenin Türk düşmanı bir Arap ülkesi haline gelmesini dini bir vecibe sayıyor ve bu karmaşa içinde çocuklarımıza Türklük bilinciyle bir “biz” kimliği edindiremeyerek  ulusumuzun ölmesini seyrediyoruz.

Bu basit ve geçici bir sosyal çatlak mıdır yoksa ülkeyi kalıcı olarak değiştirecek ciddi bir siyasal yarılmanın belirtisi midir? İşte üstünde düşünülmesi gereken sorular bunlardır.

Bazen iyi bir şarkı pek serinletir insanı...

10 Eylül 2018 Pazartesi

İstisnacılığın Yarattığı Karmaşa



Bugünlerde, ne zaman herhangi  bir toplumsal kanaate veya hükme varmağa çalışsam iyi niyetli  dostların bir tür kurtarıcı istisnacılığıyla karşılaşıyorum: “ Ama iyisi de var.”

Toptancılık veya sığ genellemecilik, yırtıcı önyargıların en sevdiği yollar olabilir. Buna rağmen acaba toplumsal olaylarla veya toplumsal yapılarla ilgili genellemelere veya hükümlere varmamız gerçekten mümkün değil midir?

Eskiden beri bildiğimiz ama unutmağa çalıştığımız bir sözü veya ilkeyi hatırlamakta fayda var: “İstisnalar kaideyi bozmaz.” Bu ilke matematiğin saf ve kristalize tanımlar dünyasında anlamsızdır. Matematik kendiliğinden doğrulamaların  genellenmesi demektir.

Oysa gerçek hayatta da genellemelere ihtiyacımız vardır çünkü: Gerçek hayatta hayatımızı belli mecralara sürükleyen eğilimlerin karakterini anlayabilmek açısından genelleme yapmak zaruridir.

Toplumsal kötülüklerin yayılması esnasında gösterilen istisnacılık, kendiliğinden kötülüğün yaygınlığını, istisnai iyiliklere dayanarak meşrulaştırmak veya kabul etmek sonucunu doğurur.

Bu istisnacılığın en önemli yanlış dayanağı, sosyal bilimlerde  genellemecilik yapılamayacağı, nedenselciliğin geçerli olmayacağı kanaatidir.

Gerçekten böyle midir?

Söz gelimi Türkiye’nin en yakıcı sorunu olan Kürt etnik bölücülüğü ve teröründe Kürt toplumsal yapısının, bu ihanet içindeki yerini veya rolünü araştırmak basit bir genellemecilik veya kaba bir önyargı mı olur?

Ya da İran’daki yaygın toplumsal tepkilere rağmen Türkiye’de  kadınların başörtüsünü, şeriat arzusunu, Atatürk’ten, Türk tarihinden nefretin ve bunlardan alınacak bir intikamın bayrağı gibi gördüğünü düşünmek kötü niyetli bir genellemecilik mi olur?

Ya da İkinci Dünya Savaşı’nı yaratan NAZİ rejiminin egemen olmasında Alman toplumsal ön yargılarının, karakterinin ve eğilimlerinin rolünü düşünmek fazla mı basit genellemecilik mi olurdu?
Ya da toplumlar her zaman “doğru” tercihler yapar da yapılması gereken bu tercihlere kayıtsız şartsız uymak mıdır?

İstisnacılığın  bilimsel açmazı,  toplumsal eylemlerin sonuçlarının sebepleriyle ilişkilerini görmemeğe çalışmasıdır. Söz gelimi Nazi Almanyası’nda hükümetin  günden güne artan totaliter eğilimine karşı gösterilen toplumsal rıza ve hatta belki de arzu görmezden gelindiğinde, NAZİ’lerin uzaydan gelmiş tuhaf bir canlı türü olduklarını düşünmemiz gerekir. Oysa NAZİ’ler  Alman toplumsal yapısındaki nefret ve kompleks birikiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla her ne kadar birkaç yüz NAZİ yargılanmış olsa da onlara  gösterilen yaygın toplumsal rıza ve onay bütün savaşın ve katliamların asıl sorumlusudur.

Keza ülkemizde tehditle veya rızayla  ortaya konan Kürt ayrılıkçı siyasetinin ve terörünün toplumsal bir tabanı olmadığını düşünmek de aynı hataya düşmektir. Elbette  “İçlerinde iyilerinin de olduğu” bir Kürt toplumsal yapısından bahsetmek mümkündür. Sorun şudur ki bir kanaat ve onay beyanı olarak bebek katilinin tasarladığı bölücü siyasete oy vermek  doğrudan doğruya toplumsal bir genellemeye varılmasını sağlayabilecek ölçüde geçerli bir örneklem ortaya koymaktır.

Veya şeriat rejimlerindeki yaygın  zorbalığın ve ilkelliğin kanıtları her an sanal ağ ile evlerimize kadar gelebilirken ülkede “lâiklerden”,  Türk’lerden nefret eden büyük ve neredeyse istisnası bile  tespit edilemeyecek bir büyük kitle   katı ve tepkisel bir homojenlik arz etmektedir.

İstisnacılığın mantıki açmazı, istisnalar üzerinden bir arap/ negatif  genelleme yapmaktır. Bu negatif ya da satır arası genelleme “ Çoğunluğu kötü olsa da…” ön kabulüne dayanır. Buna göre örneğin  “İçlerinde iyileri de var” istisnacılığı iyilerin, aslında bahsedilen kitle içinde pek az olduğu, geri kalanının ezici çoğunluk olarak kötü olduğu anlamına gelir.

Toplum şüphesiz matematik bir kesinlik, fiziksel bir kristalite taşımaz ve fakat istatistik bu heterojen yapıda “genel karakteri neyin belirlediğine” dair   güvenilir sayma teknikleri sunar. Matematikte “genelden” bahsedilmez çünkü “en az bir” ya da “ her eleman” niceleyicileri ile mutlak istisnasız bir evren kurulur. Fakat sosyal bilimlerde, “örneklemi nitelememizi sağlayan en kapsamlı niteliği”, “genel”  kabul ederiz.

O halde heterojenite içeren  toplumsal birimlerde dahi  eylemlerdeki “genel eğilimlerin” tespit edilebilmesi mümkündür ki bu konuda toplumsal düzeni doğrudan etkileyen siyasal seçimler en belirleyici ve belirgin örneklerdir.

Bu açıdan istisnacılık, bir “iyi niyet”, “hüsn-ü zan” veya hoşgörü eylemi değildir. İstisnacılık, bütün niyet iyiliklerine rağmen yalnız ve ancak kötülüğün, ihanetin ve düşmanlığın  sonuna kadar istismar ettiği akıl dışı bir iyilik tasavvurudur.

İstisnacılığa karşı  akılcı cevap “istisnai iyilerin” ki sayıları pek az olmasından ötürü tespit edilmeleri kolaydır, tespit edilip korunarak ayrılmaları ve genel kötülüğün, kötülüğü nispetince kısıtlanması ve dışlanmasıdır. Kötülüğü dışlamağa cesareti olmayan toplumlar kötülüğün toptancılığından nasiplerini alacaklardır. Unutulmamalıdır ki kötülüğün iktidarı içinde, hiçbir istisnai hoş görü, hüsn-ü zan veya iyi niyet bulunmayacaktır.

4 Eylül 2018 Salı

Hayvansal Topluluklar Ve İcat Edilmiş Toplumlar



Uluslaşmayı anlayamamış, uluslaşamamış toplulukların en büyük sorunu, insan toplumlaşmasının “doğal” ve “hayvansal” olduğunu sanmalarıdır.

Bunun sebebi, toplumsallaşma aşamalarının gitgide soyutlaşması ve daha kurgusal bir hal almasıdır. 

Toplumlaşma  bir anda ve doğanın bir emri olarak meydana gelmez. Toplumlaşmanın ilk aşamaları hayvan sürülerindekine benzer bir “yardımlaşma” ve beraber avlanma çekirdeği etrafında oluşabilir. Fakat buna karşılık insanlar, beraberliklerine, diğer her şeye olduğu gibi bir anlam yüklemeğe ihtiyaç duyarlar. Böylece beraberliklerinin bir “anlamı” olduğunu diğer insanlara da duyururlar.

İnsan dünyayı “anlamlandırmaksızın” hayatta kalamaz. Bu sadece basit bir isimlendirmeden ibaret değildir. İnsanın dünyayı anlamlandırması, onun içindeki unsurları kategorize etmesi ve kendisine göre “değerlendirmesi” anlamına gelir.

Buna göre de bazı şeylerin, “diğerlerine göre daha fazla arzu edilir olduğuna” dair ortak kabuller geliştirerek toplumsallaşmanın anlamsal  yapısını, çatısını oluşturur.

Dolayısıyla neomarksist  düşünürlerin ve ulus kavramına saldıran bir kısım  liberallerin  sürekli yanlışlamak veya yok saymak için uğraştığı “icat” kavramı ortaya çıkar. Bahsedilen kamplar insanlığın, ahlâkî ve “demokratik” normlarının, ancak insanı saldırganlaştıran kimliklenmelerden  uzak durularak hayata geçirilebileceğini ve egemen kılınabileceğini düşünürler.

Böylece meselâ “ulus” kavramının aslında “doğal” olmadığını, bunun siyasal bir icat veya kurmaca olduğunu  söylerler.

 Burada atlanan veya görmezden gelinen husus şudur: Ulus karşıtlarının gerçekleştirmek istediklerini söyledikleri adalet, hukuk, insan hakları vs. kategoriler de aslında birer “icattırlar”. İnsan,  doğada meydana geldiği şekliyle “insan” değildir. İnsanı, değer ve norm sahibi bir canlı olarak  ortaya çıkaran doğa değildir; ona bu değerleri ve normları kazandıran toplumsallaşmadır. “Tarzan”, bu açıdan son derece çarpıcı bir örnek anlatımdır veya hayatını basit kabileler ve yağma yaparak kazanan toplulukların hayvana , modern insandan daha  yakın olması düşündürücü bir örnektir.

 Toplulukların kalabalıklaşması ve  iş bölümümün artması ile iki ihtiyaç ortaya çıkar:

Öncelikle toplulukta artık salt hayvansal ihtiyaçların karşılanması aşamasının ötesine geçildiği için  artan çeşitlilikteki ihtiyaçları karşılayan insanların da korunması gerekmeğe başlar.

Daha sonra başka toplulukların saldırılarına karşı yeni kurulan toplumun korunması ihtiyacı artık daha karmaşık bir  gereklilik halini alır.

Bu iki gereklilik, meydana gelen toplumun sürekliliğinin sağlanması için “ edinilmesi ve  korunması gereken varlıklar” yani “ değerler” olarak kabul edilir ve bu kabul de kuşaktan kuşağa aktarılır.

Toplumdaki herkesin,  toplumdaki güçlülere karşı dahi korunması gerekliliği hukuğu; toplumun yabancı toplumlara veya topluluklara karşı korunması gerekliliği de  diplomasiyi ve savunma örgütlenmesini doğurur.

İşte bu noktada “yaşanagelen” düzenlerin “ifade edilmesi”, “anlamlandırılması” ve “aktarılması” gerekir ki bu üçü,  ulus karşıtı sosyalistlerin, liberallerin ve etnikçi  tüm örgütlenmelerin “icat” diyerek karalamağa çalıştıkları eylemin kollarıdır.

 Belli bir noktadan sonra insan topluluğunun kendisine bir isim vermesi yetmez. Bu topluluk kalabalıklaşamıyor, çeşitlenemiyor ve daha ayrıntılı örgütlü yapılar meydana getiremiyorsa hayvansal sürüleşmeye yakın bir durumda donmağa başlar. Bu donma hali ancak uluslaşmağa varan karmaşık ve kurumsallaşmış yapıların ileri gitmesiyle fark edilebilir. Bu durumda, kendince bir dile sahip olarak kendilerini diğer topluluklardan ayırt etmesinin yeterli olacağını düşünen topluluklar, aslan sürüsünün sırtlan sürüsünden ayırt edilmesi gibi  hayvansal aşamaya yakın bir yerde kalakalır. Bu tür bir toplumsal yapılanmadan “insan” denen canlının eserleri beklenemez.

Hattı zatında “insan” denen canlı bile bir “icattır”. Doğada “insan” sadece maymunsuların alet yapabilen en zayıf cinsinden başka bir şey değildir. İki ayaklı bu primat, eğer türdeşlerinin korunması konusunda iradî bir çaba göstermiyorsa, kendi varlığının bir “anlam” taşıdığına dair anlayış geliştiremiyor ise belki biyolojik olarak insan sayılabilir ama modern insanın değerler dağarcığında kendisine bir yer bulamaz.

İnsan her aşamada “icatlarla” ilerleyerek bugünkü durumuna gelmiştir. Gözden ırak tutulan veya görmezden gelinen şey insanın yalnızca ateş, tekerlek veya kundurayı icat etmediği ama asıl büyük icatlarının toplumsallaşmayla ilgili olan anlamlandırmaları ve değer yaratma işleriyle ilgili olduğudur ki bu çabalarının toplumsal nihai aşaması uluslaşma olmuştur.

İcat  şüphesiz “doğal” bir şey değildir. Fakat uygarlığın meydana getirilmesi de doğal süreçlerin sonucu değildir. Bu açıdan ulusun “icat” edilmiş ve dolayısıyla doğal olmayan bir “yanlışlık” veya “kötülük” olduğunu düşünenler, aslında insanın “doğasına” karşı çıkan immoralist vahşilerden başka bir şey değildir.

2 Eylül 2018 Pazar

Objektif Ahlâk Ve Dünya



Dediğimi Yap Kendi İşine Bak

Genellikle bir kınama ifadesiyle kullanılan ve anlamını yitirmiş bir ata sözümüz var: “ İmamın dediğini yap, yaptığını yapma..”

Sözle ilgili yaygın yanlış kanaat, imamdan ideal ahlâkın örneği olması gerektiğidir.  İmam bir ahlâk sembolü olabilir mi?

Öncelikle “ideal ahlâk”  tespit edilebilir  mi ya da “emredilebilir mi”?

Ahlâkın imamdan beklenmesinin sebebi, imamın, ahlâkı doğrudan doğruya Tanrı’dan ve kâmilen öğrendiğinin sanılmasıdır. 

Ama bu, başka bir konudur.

Bir insanın bütün ahlâkı biliyor olması zaten mümkün değildir. Ama daha önemlisi  bütün ahlâkî kodları  ezbere bilen bir insanın bu kodları kendiliğinden uygulayıp uygulayamayacağıdır.

Arapça bilerek Kur’an’ı ezberleyen bir hafız kendiliğinden bir zahit haline gelebilir mi? Kaldı ki züht  bütün topluma  benimsetilmesi gereken bir eylem midir, yoksa bireysel gelişme için  tavsiye edilebilecek  istisnaî bir tutum mudur?

O halde sorularımızı en baştan cevaplamağa çalışmalıyız.

Ahlâk tespit edilebilir bir  idea mıdır? Ahlâkın tespit edilebilir bir şey olduğu düşüncesi dinlerle başlamıştır. Dinlerin amacı, ahlâkı  bireylerin aklına ve vicdanına bırakmak yerine  onlara , hepsini benzeştirecek, aynılaştıracak bir kodlar bütünü olarak dayatmak/empoze etmektir.  Din bu amacı ile özünde  bir siyasal rejimdi. Çünkü dayattığı sözde ahlâkî kodlarla  bireyleri birbirine benzetmeğe, onları tartışmaktan korkacakları bir emirler dizgesine uymaları için zorlamağa çalışır ki bu da bir toplumsal düzen oluşturmak işinin ta kendisidir.

Bundan dolayıdır ki “din adamının”/ ruhbanın dediklerinin doğrudan doğruya ilâhî bir kutsiyet taşıdığına dair kanaat, bütün akılcı muhakemelerden uzak tutularak mutlak iktidarın kaynağı haline getirilir.
Ahlâkın, iradeden, akılcı muhakemeden ayrı bir “kurtuluş reçetesi” veya “mutluluk paketi” olarak kabul edilmesi kolaydır ve kitleler genellikle akılcı muhakemenin yorucu çabalarındansa akıllarını bir otoriteye ipotek ederek bir tür “mutluluk faizi” kazanmayı daha kolay bulurlar.

Ahlâk Tanrı tarafından bütün kodları eksiksiz biçimde va’z edilmiş bir emirler dizgesi değildir. Bunun sebeplerinden biri toplumsal ahlâk kodlarının her devirde değişiklik arz etmesidir. Özellikle İslâm’daki yaygın kabul gören kanaate göre bir altın devirdeki sakındırıcı dayatmaları dondurarak bunların, her devirde insanlara adalet ve mutluluk getireceği umulur.

Böyle bir altın devir ne var olmuştur ne de böyle bir devrin “değişmez” ölçüleri var olabilir. Ahlâkın bu emredici/buyrukçu/kurucu yorumu, insanlar arasında gerçeklere ya da duygudaşlığa dayalı ilişkiler kurulmasını engeller.  Bu ahlâk yorumu, insanlarda ahlâk emredici otoriteye yaranmanın her şeyin üstünde olduğunu öğretir. Bu yüzdendir ki meselâ sakalsız erkeğin tecavüze açık bir kadına benzediğini söyleyecek kadar sapkın bir ruhbanın safsata mantığına uyanlar cennete gidebileceklerini umabilirler.

Peki  ahlâkın doğasına dair yorumlarımızın imamın dedikleriyle ve yaptıklarıyla ne ilgisi vardır?

Eğer imam ahlâka bir bütün olarak hâkim değilse nasıl olur da onun dediğini yapabiliriz?

Sözdeki “imam”,ahlâkla en çok uğraştığı düşünülen  profesyoneldir. Bu yüzdendir ki onun ahlâk hakkında  en çok şey bilen insan olduğu düşünülür.

Bir zamanlar ,  din profesyonellerinin kurumsal bir  öğrenimden geçebilen  şanslı insanlar olduğunu düşününce neden  “imamın dediğini  yapmamız gerektiğini” anlayabiliyoruz. İmam bir  zamanlar güvenilir bilginin sahibi sayılıyordu.

İmamın bu bilgi dağarcığı, onu  diğer insanlar açısından daha güvenilir kılsa da imamın bir insan olarak zaaftan  masun olup olmadığı kimsenin aklına gelmez.  Zamanında sıradan insanların ulaşamayacağı bilgilerle dağarcığını zenginleştirmiş imamın sözleri şüphesiz çok önemliydi.

Bilgi zamanın içinden süzülüp gelmiş bir değerdi. O, zamanın aşındırıcılığı ile inceltilmiş  ve sayısız tecrübenin ince eleğinden geçerek  bize ulaşmıştı. Dolayısıyla  gerçeğe yakın bilginin değeri insanlar üstüydü.
Oysa imamın varlığı geçiciydi. İmam zayıflıklarla doluydu.  Ahlâkın bilgisi belki göklerden paketlenmiş halde gelmiyordu ama doğru eylemin bilinmesi için gereken sayısız tecrübeyle anlaşılabiliyordu. Dolayısıyla imamın dediğini yapmak gerçekten önemliydi.

Oysa imamın hayatı kendine özeldi. Öyle de olmak zorundaydı. Çünkü sanılanın aksine  bir ahlâkî koda ne kadar güçlü kaymaklardan gelirse gelsin veya ne kadar güçlü bir otorite tarafından emredilirse emredilsin, insanların akıllarına uymuyor veya tecrübeleriyle uyuşmuyorsa  hemen hemen hiçbir etki yaratmayacaktır.

Bundan dolayıdır ki bir sevgi ve kardeşlik dini olduğu söylenen İslam dininin vaz ettiği “ahlâkın” uygulanabilmesi için şiddet ve korku şarttır. Şeriat rejimiyle yönetilen ülkelerdeki ölçüsüz devlet şiddetinin kendisini Allah ile aklaması bunun kanıtıdır.   Bunun gerçek İslâmla ilgisi olmadığını söyleyen geleneksel savunuculara, bu dünyada lâiklikle sınırlandırılabilse dahi dinin, kendine göre ahlâksızlar için korkunç cehennem azapları, işkenceleri vaat ettiğini hatırlatabiliriz. Bu sadece İslâm’ın sorunu da değildir. Kurumsallaşarak “din” haline gelmiş bütün inançlar aynı araçları kullanır.

“İmamın dediğini yap, yaptığını yapma!” sözü, imamın dediğinin objektif doğruluğunu takdir edip  onu ahlâkî sorumlulukta özgür bırakır.

İnsanlara  eylemlerinin ahlâki doğruluğunu anlamaları için   ortak ve objektif bilgilerin olduğunu  ve ancak bunların “ölçü” sayılabileceğini anlatır.

Dolayısıyla bir imam ne kadar günahkâr  olursa olsun, önemli olan, onun bahsettiği ahlâkî ölçülere uyup uymaması değildir; önemli olan, imamın  kendilerine uysa da uymasa da bir takım geçerli ve objektif ahlâkî normların var  olduğunu bize söylemesi ve gerektiğinde, kendi eylemlerini dahi bu ölçülerle yargılayabilecek olmasıdır.

Biz, göklerden gelen  ve evimize götürdüğümüzde, kendisine uymamızın bile gerekmediği bir iyilik ve ahlâk paketine falan sahip değiliz. Biz yılların içinde incelmiş bilgeliklerin aklımıza seslenişlerini dinleyerek karar vermek zorundayız. Bütün olan biten bu.