26 Kasım 2017 Pazar

Öldürücü Türban Ve Modernizm Çelişkisi

“Modern muhafazakârlığın” bir sembolü olarak ortaya çıktı. Çağdaş yaşamın dindarca bir yorumu gibiydi .

Önceleri  geleneksel  İslâm’a karşı çıkan “modern” gençlerin bir bayrağı olarak  tasvir edildi.( Göle: Modern Mahrem)

Sorun şuydu ki gerek  zaman gerekse içerik bağlamında türbanın modernlikle herhangi bir ilgisinin  olmadığı  yaşanan tecrübelerle anlaşıldı.

Öncelikle modernizmin içindeki akılcılıkla, ilerleme arzusuyla ve bireysellikle ilgisizdi türban.

Türban kendi başına bir değer ya da anlam ifade etmiyordu. Onun modernizm içinde yer alabileceğini düşünen iyimserlerin temel yanlgısı, onun kendi  başına bir değer taşıyabileceği  kabulüydü. Oysa türban ve diğer  dinsel nesnelere “akıl ötesi” bir dokunulmazlık veren yalnızca bizim kabullerimizdi.

Ama bu işin yalnızca başlangıcıydı. Zamanla görüldü ki türbanlı kadınların arzuları modernizmin değerlerne bağlı kalarak yaşamak değildi. Onlar modernizmin akılcılık, lâiklik, bireysellik değerlerini din adına reddediyorlardı.

Çünkü din Allah’ın emirlerini bir bütün halinde yerine getirmek demekti. Yani herhangi bir Müslüman kadının kocasının doğrudan iznine taabi olmaksızın erkeklere dokunarak, erkeklerle bir arada vs. çalışması  gibi modern hayat gerekliliklerine kökten karşı çıkıyorlardı.

“Allah’ın emirlerinin bir bütün halinde” hayata geçirilmesi, modernizmin akılcılık, lâiklik  ve bireysellik değerlerinin   hepsinin din dışı, haram sayılması anlamına geliyordu. Ama öte yandan Müslüman kadınlar  modernizmin getirdiği konforun da tadını sevmişlerdi. Neydi bu tat?

Piyasanın sunduğu  çeşitliliği tüketebilmek bunların başında  geliyordu. Türban takanlar Allah’ın emirlerine bağlılıklarını bir tür bayrakla birbirlerine göstererek Müslümanların diğerlerinden ayırt edilebilmesini sağlıyorlardı ki aslında  içe dönük, “negatif” bir ırkçılık ve ayrımcılık yaptıklarının farkında değillerdi. Modernizm, kabile eğilimlerinin bireyi ezmesini engelleyecek, dolayısıyla hukukun  herkes için geçerli olmasını sağlayacak bir ortalama yaşam tarzı meydana getirmişti. Atatürk,  modern   yaşam tarzının Türk bireyinin hayatta kalması ve gelişebilmesi için en denli gerekli olduğunu görmüş ve devrimleri gerçekleştirmişti.
Oysa türban bu devrimlerin dinin yaşanmasına engel olduğunu düşünenlerin  bir sembolüydü. Müslümanlar kendilerini türbanla görünür kılıyor ve kendilerine benzemeyen insanları “negatif bir ırkçılıkla”  dışlıyorlardı.

Herkesin kafasındaki soru: “Türbanla modern olunamaz mı?” idi. Yani  mesela türban takan bir kadın hakim laik hukuku savunamaz mıydı? Bu  sorunun cevabı önceden verilemedi.  Bu sorunun cevabını türbanlı kadınlar verdi. O cevap  ne yazık ki olumlu değildi.

Çünkü zaman içinde türbanlı kadınlar hayatlarıyla ilgili referansın, lâik- beşeri hukuk, bilim, bireysellik kısaca modernizm olmadığını, sadece şeriat olduğunu defalarca dile getirdiler. Buna karşılık modernizmin nimetlerinden, estetik verilerinden alabildiğine yararlanmakta beis görmediler. Modernizmin kadın cazibesi ile ilgili  verilerinin şeriatla bağdaşmadığını görmezden geldiler.

Sıfır beden Slav mankenlerin üstlerine geçirdikleri pardösüler ve türbanlarla vaat ettikleri güzelliğin şeriatla bağdaşmadığını ne yazık ki hiçbir görmek istemedi. Bir yandan topluma, “su geçirmez, istisnasız” şeriat ahlâkını dayatıp diğer yandan  türbanla,  örtünmeye yarayan dinin araçlarıyla bir  kâfir gibi güzel görünmekte beis görmediler.

Türban bir siyasi sembol. Türban laiklikle uzlaşılamayacağını düşünen Müslümanların  bir tür isyan bayrağı.

İşin garip tarafı türban “eylemleri”, ifade hürriyeti hakkının  kutsandığı lâik bir demokrasiye dayanarak yapıldı.  Türbanın bir “hak” olduğu söyleminin dinde bir yeri yoktu. Türban laikliğe, beşeri hukuka ve liberal haklar kuramına göre savunulurken  bu eylemelerin  Müslümanca mı yoksa  kafirce ve lâikçe mi olduğunu hiç kimse tartışmadı. Türbanlı kadınlar  gerek estetik gerekse politik olarak  din dışılığı alabildiğine kullandılar ve  din dışı dünyanın menfaatlerinden alabildiğine yararlandılar.  Sürekli “din dışı” bir düşünce yöntemini kullanıp düşünce dışı ve düşünce düşmanı  bir şeriat rejimini kendi taraftarlarını iki yüzlü ahlaki dayatmaları ve şantaj rejimleriyle  yerleştirmekte beis görmediler.

Sorun şu ki türban gerek “sembol” olmasıyla gerekse estetik kaygıları taşımasıyla  modernizmden beslenen buna karşılık içinde yeşerdiği ortamı alabildiğine sömüren bir çağdışı parazit. O bir yandan modernliğin özgürlüğünden ve estetiğinden alabildiğine yararlanıyor diğer yandan  din adına onu öldürmeğe  çalışıyor. İşte bu onu konakçısından, onun ölümü pahasına yararlanmağa çalışan bir parazit haline getiriyor. Parazit nasıl yaşamın bir çelişkisi olarak konakçıyı, hayat kaynağını yok  etmeğe yöneliyorsa  türbanın çelişkisi de  aynı şekilde Türk Ulusu’nu yok etmeğe yöneliyor.



6 Kasım 2017 Pazartesi

İyi Market İyi Yoğurt İyi Parti Ve Bize Neler Oluyor?


Bir Akşener yazısı yazmak farz oldu.

Blogun okunurluğu zaten yerlerde olduğu için popüler bir şeyler yazsam da zaten kimseyi ırgalamayacak.

Malum bu günlerde moda bu. Akşener’i ne kadar karalarsanız, o kadar iyi ülkücü, antiemperyalist, ulusalcı falan oluyorsunuz.

Partiye ucuzcu perakendeci markası gibi isim koyarak hangi  siyaset müşterisini nasıl cezbetmek istediklerini şahsen anlayamadım. Ucuzluk sembolizmi kaldırmaz. Dolayısıyla “İYİ/ Kayı tamgası”   benzerliği çok da ikna edici değil.


Meral Akşener, tanıyabildiğim kadarıyla bir şekilde ülkücülükle MHP tabanıyla ilgisi olan bir muhafazakâr politikacı.

Kariyerinden dolayı lâikliğe sıcak bakan bir insan.

“Türk” demekten daha önce pek imtina etmeyip de bir kitle partisi kurunca  “ İpleri fazla germeyelim…”  gibisinden Türklüğü silik telâffuz eden bir  politikacı.

Bana soracak olursanız benim İyi Parti ile ilgili tek geçerli referansım Ümit Özdağ. Eğer Türklük şuurundan emin olduğum  bir siyasetçi İyi Parti’de yer alıyorsa mutlaka  partinin tonunu etkileyecektir. Şahsen MHP  kökenli   Akşenercilere sıcak baktığımı söyleyemeyeceğim. Çünkü bana göre MHP, Türklüğü’nü yitirmiş, hayata ve dünyaya Türk gözüyle bakmaktan aciz ve bihaber, yabancılaşmış, eyyamcı bir ümmetçi/ şeriatçı  partidir.

Akşener’den hele ki Türkçü   ve dirayetli bir lâik  bir politika ummak bence safdillik olur.

Akşener sanırım AKP’nin bir kısım tabanını ve kayıp DYP tabanını hedefleyerek siyasete girdi. Hesapları doğru mudur? Peşinciler için en baştan yanlıştır.
Şahsen ben Akşener’in yüzde kaç oy alacağıyla ilgilenmiyorum. Kimse kızmasın ama daha en baştan yüzdde kaç oy alacağına bakarak bir partiyi destekleyip desteklememeğ karar vermek bana biraz köpeklik gibi geliyor. Kaldı ki köpekler inanılmaz sadık ve vefalı canlılardır.

Osman Pamukoğlu bir seçim gezisinde halka oy verip vermeyeceklerini sorduğunda “Güçlü olursanız veririz!” cevabını alınca “Oy verirseniz güçlü oluruz!” diyerek cevabı cevaplamış.

Türkiye’de seçmen denen kitlenin taptığı tek bir ilah vardır o da maalesef Allah falan değildir. O ilah, “menfaattir”.

Dolayısıyla hele ki Allah’ı ancak menfaati ölçüsünce hatırlayan  merkez sağ seçmenden Türk duyarlılığı falan beklemek da safdilliktir. Gene de Ümit Hoca gibi insanlar, uygarlığın, refahın ve bağımsızlığın ancak Türk kalmakla sağlanabileceğini seçmen denen  omurgasızlar yığınına gösterecektir.

Hal böyleyken…

Sağ seçmen  büyük ölçüde omurgasız, omurgalı olan sol seçmen de Kürtçülüğü sırtlanmaktan eğri omurgalı iken…

Ve dahi “ E kime verelim?” ciler için ciddi bir seçenek olarak ortaya çıkmışken İyi Parti’ye canhıraş ve vatanperverane  bir şekilde hakaretler edip iftiralar atmanın benim kitabımda yeri yok.

Madem öğrenilmiş çaresizlik içindesiniz o zaman  çaresizliğinize karşı bir seçenek sunuluyor işte!  “Armudun sapı üzümün çöpü…” demek lüksünüz yok! Türkiye açıkça etnik ver inançsal olarak bölünüyor!

Şu aşamada, terörü hortlatan partiden hesap sormak varken aynı partiyi şimdi terörle mücadelede desteklediğini söyleyen, Türk’ü ancak Kur’an’da, hadiste bulabilirse seven siyasal milliyetçiliğin, fırsatçı eyyamcılığından kurtulmak için de  ciddi bir fırsatımız var.

Yıllardır Türkçülerin  kanını  öğrenilmiş çaresizlik sömürüsüyle  emen taşralı dindarların ümmetçiliğinden Türklük  süzebilmek için uğraşıp da şimdi daha kurulalı bir hafta olmuş bir partiyi en baştan karalamak, ona hakaretler yağdırmak   bana pek de dürüst bir iş gibi gelmiyor.

MHP’nin düzelmesini bekleyerek kaybedecek vaktimiz artık kalmamıştır.

Yoğurttur, ısıl işlem görmüş  sucuktur, süttür vs falan da  İyİ Parti de en az MHP kadar  bir Türk partisidir. Bana kalırsa etnikçilerin ve şeriatçıların işine yarayacak dedikoduculuktan hizipçilikten vazgeçelim. “Yiyici” abilere karşı  şu “iyici” abiler ne yapacak bir görelim, olmaz mı?







5 Kasım 2017 Pazar

Ulusalcılığın Türkofobik İki Kolu


Ülkemizde vatansever sol, Türkçü olmayı kendisine bir türlü yakıştıramadığından, “ulusalcı” denen bir sıfat icat etti.

Ulusalcılığın belirgin özelliği “millî” olması değil, “lâik” olması.

Ulusalcı “pratiğin” belli başlı bazı kalıpları var.

Bu  kalıpların başında Kemalizm ve Atatürkçülük  geliyor.

Ulusalcılar Kemalizm’den ve Atatürkçülük’ten ne anlıyorlar?

Kemalizm, Atatürkçülük’ten farklı bir şey.  Bu fikir “Antiemperyalist bir tam bağımsızlıkçılık” olarak özetlenebilecek bir fikir. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti “emperyalizme” karşı savaşmış bir ulusun devletidir. Bu devlet, emperyalizme karşı kurulmuş olduğu gibi emperyalizmin her türlü ürününden uzak durarak bağımsız kalacaktır. Bu arada emperyalizmin sadece kapitalizmle ilgili bir  yayılmacılık olduğu, sosyalist/komünist blokun dünyanın adalet ve barış cenneti olduğu fikri Kemalist’lerde hâlâ etkisini sürdürüyor. (Buna göre  “insan olmanın tek şekli olan sosyalizm”, dünyayı kapitalistlerden korumak için Kore’ye, Tibet’e, Doğu Türkistan’a , Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’ya girmiştir. Yani aslında ne SSCB ne Çin  emperyalisttir.)

Atatürkçülük  ise siyasetin ve ideolojinin her türlüsüne uzak kalmak isteyen askeri yetkililer tarafından oluşturulmuş.

Kemalizm’de,  kökenini Marksizm’den alan  “antiemperytalizm” ve “tam bağımsızlıkçılık” söylemleri ağır basıyor. Kemalizm, Marksist  temeline değinmekten kaçınsa da Atatürk’ün fikir ve eylemlerini  özünde bir üçüncü dünya kurtuluş manifestosu olarak görüyor.

Atatürkçüler, askerin Atatürk’e bakışıyla biçimlenen “her şeyin, her fikrin üstünde bir Atatürk” fikrine dayanıyorlar.

Kemalizmde temeli Marksist ölçülere dayanan kolektivist bir adalet anlayışı hâkim. Bu yüzden Kemalist olmak demek, öncelikle sol kampın 68-80 dönemindeki bütün militanlarının birer ulusal kahraman olduğuna iman etmek demek. Çünkü onlar Kemalistler için yabancı devletler ve istihbarat örgütleriyle ilişkileri, şiddet eylemleri ne olursa olsun, Marksist kökenli “tam bağımsızlık” ve “antiemperyalizm” söyleminin uygulayıcıları.

Atatürkçü’ler ise söz konusu sol militanlara en azından şüpheyle bakar. Çünkü Atatürkçülük fikrini ortaya atan askerler için o militanlar da en az “aşırı sağcılar” kadar tehlikelidir.
Atatürkçülerin  ekonomipolitikleri Kemalistler kadar belirgin değildir. Kemalistler sosyalizme varan bir kolektivizme iman ederlerken Atatürkçüler  basit bir karma ekonomi dışında bir seçenek sunmazlar.

Kemalizm ve Atatürkçülük birbirlerinden kabaca böyle ayrılmakla birlikte Türklük ve Türkçülük karşısındaki tavırları kökenleri farklı olmakla beraber hemen hemen benzerdir.

Kemalistler genellikle Marksist kökenli olduklarından ulusu kendi başına var olan, etkin, bağımsız, kültür ve tarih oluşturucu   bir özne olarak görmezler. Bundan dolayıdır ki onlara tam bağımsızlığı kimin için arzuladıklarını sorduğunuzda belli bir cevap alamazsınız. Muhtemelen size “Türküyle Kürdüyle… Bu topraklardaki herkesin…” diye başlayan cevaplar vereceklerdir.

Atatürkçülere aynı soruyu sormanız halinde şu ön açıklamayla derhal kendilerini “siyasi olabilecek” her pozisyondan uzaklaştırmağa çalışacaklardır: “Biz Atatürk milliyetçisiyiz, ırkçı değiliz.”


Kemalistler Marksist yapılanmalarından kaynaklanan enternasyonalizmleriyle  “Herhangi bir ulustan yana olmamağı” insanlığın ve ahlâkın gereği sayarlar. Böylece hiçbir ulusa dayanmayan, hiçbir ulusun “belirleyici baskısını” (egemenliğini) içermeyen bir insanlık ülkesinde Mustafa Kemal’in kolektivist yorumuyla adaleti, refahı ve bağımsızlığı yaşatmağı hayal ederler.

Atatürkçüler ise Atatürk ilkeleri ışığında ve mümkün olan en az şekilde “Türk” diyerek  hiç kimsenin işine karışmadan, “ Türküyle Kürdüyle herkesi…” “bir şekilde”    yaşatmayı hayal eder.

Her iki kampın da ısrarla telaffuz etmekten kaçındığı tek bir kelime vardır ki o da “Türk”tür.

Peki ama her iki kampın da Türk ismine duyduğu bu soğukluk nereden geliyor?

Kemalist’lerin Türk dışılığı Marksizmlerinden geliyor. Marksist şablona göre ulus, sınıf gerçeğine dayanmayan, kapitalistlerin dayattığı bir burjuva üst kurumu.

Atatürkçü’lerin Türk dışılığı ise sanırız ki 1944 davalarına, İnönü’ye ve “ortanın soluna” dayandığını söyleyerek yüzünü enternasyonalizme çeviren İnönü CHPliliğine dayanıyor. “Madem komutanlarımız kötü biliyorlardı öyleyse Türkçülük kötüdür!” mantığı askerlerin ürettiği Atatürkçülüğün mayasını teşkil ediyor.

Bunu  nasıl bu kadar kesin söyleyebiliyoruz? İki sebepten dolayı:

Birincisi, iki kamp da  Türkiye’nin tartışmasız ve tek kurucusunun Türk Ulusu olduğunu söylemekte ciddi tedirginlik duyuyor. Her iki kamp tarafından da kullanılan “Bu topraklar…” söylemi, içinde Türk geçmemesine özen gösterilen bir söylem. Bundan ziyade “Türküyle Kürdüyle…” söylemiyle Türk’ü Kürt, Laz, Çerkez gibi etnik  topluluklar seviyesine indirgeyerek onlarla eşitlemek ve böylece toplumsal gerilimleri engellemek, iki kampın da paylaştığı temel mantık veya hayal…

İkincisi, Türkiye dışındaki Türk topluluklarının aslında var olmadıkları, varsalar bile artık yabancılaşmış topluluklar oldukları söylemi, sosyal medyada Kürt etnik terörü sorununda sizinle karşı karşıya gelen hemen hemen her ulusalcının ortak kabulü. Buna göre Türkiye dışında Türk yoktur. Varsa bile onlar bizim sorunumuz değildir. Türkiye dışındaki Türk topluluklarından bahsetmek Kemalistlere göre ırkçılık, faşizm ve emperyalist uşağı olmaktır. Atatürkçüler için ise Türk Dünyası’ndan bahsetmek “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine aykırı bir “Pantürkist” aşırılıktır.

Bu iki akımın birleştiği temel siyasi mecra CHPdir. Çünkü CHP “ortanın solu” olmak tercihini yaptıktan sonra zaten enternasyonalist ve kolektivist bir çizgiyi benimsediğini ifade etmiştir. Enternasyonalist bir kampın ise Türk’le ve Türklükle öncelikli olarak ilgilenmesi mümkün değildir.

Kemalist’ler  de Atatürkçü’ler de “ Türk’ü, dünyanın merkezine koymak” olarak ifade edebileceğimiz Türkçülük fikrine soğuk bakıyor. Bu soğukluklarını da, içinde PKK yanlısı veya şeriatçı olduğu kendilerince ifade edilmiş siyasetçileri barındıran CHP’nin Marksist eyyamcılığını destekleyerek gösteriyorlar.

Buraya kadar yazdıklarımız eminiz ki pek çok Kemalist’i ve Atatürkçü’yü üzecektir. Ama şurası bir gerçektir ki bu iki kampın da  düşünsel hâkim tonunu, Türk dışı ve Türkofobik kitleler belirliyor.

Bu iki kampın da  Kürt etnik terörüne veya şeriatçı teröre karşı Türk Ulusu’nu savunabilecek fikri temelleri yok. Her iki kamp da bu iki düşman kampın yöneldiği Türk düşmanlığını görmezden gelerek toplumsal bir barış sağlayabileceklerini, aşırılığa kaçmadan herkesi kucaklayabileceklerini düşünüyor. Her iki kamp da Türkiye’ye yönelik tehditlerin aslında doğrudan Türk’ün varlığına yönelik olduğunu söylememeyi, “uzlaşmacılık” ve “ulusal bütünlükçülük” olarak görüyor.

Türk’ü merkeze alamadıkları için de savundukları  her şey de havada kalıyor.  Öznesi olmayan siyasetlerin,  sahibi olmayan yurtların ve egemenliklerin bu dünyada bir yeri olmadığını da Türkçü olamadıkları yani Türk’ü merkez kabul etmedikleri için bir türlü anlayamıyorlar.

Her iki kamp da ulusalcılık ediyor ama hangi ulusun ulusalcılığından bahsettiklerini kimse bilmiyor.

Türk Ulusu, etnik  iç savaşın ve bölünmenin ve ayrıca gene etnik ilkelliğe dayalı şeriat tehlikesinin eşiğinde, Türk dememek için çırpınan iki kampın kısır muhalefeti ve etnik komplekslerle uzlaşma tutkularıyla zaman ve enerji kaybediyor.

Ulusalcılar uluslarının Türk olduğunu bir an önce keşfetmezlerse ne arzu ettikleri tam bağımsızlığı sağlayabilecek ne de ellerinde  herkesi kucaklayan bir devletleri kalacak.

Türk ülkesinde Türk’ün tartışmasız ve  bölünmez egemenliğini, ayrıca Türklüğün dünyaya yayılmış büyük ve onurlu bir aile olduğunu kabul etmemekte ne kadar ısrar ederlerse Türk kimliğine yönelik etnik  ve şeriatçı vahşeti o kadar desteklemiş olacaklar. Keşke bunu fark edebilseler.











2 Kasım 2017 Perşembe

Ortadoğu’da Silahlandırılmış Kürt Tehdidi Ve Bulanık Savaş Konsepti


Bugüne kadar Ortadoğu sorunu hep  bir İsrail-Filistin sorunu olarak ele alındı.

Olayın tarihçesi içinde, gerek popüler Amerikan sinemacılığında gerekse Amerikan diplomasisinde sorun, temel olarak “terörist Arap” olarak karikatürleştirildi.

Camp David toplantısıyla bu imge eskidi ve ciddi anlamda yıprandı.  Artık Ortadoğu eskisi kadar içine kapanık bir yer değildi. Teknoloji gelişmiş, ülkeler daha tanınır hale gelmiş ve daha da önemlisi yeni petrol yataklarının denetimi konusundaki ihtiyaç daha da büyümüştü.

Sorun ABD’nin arzuladığı petrol yataklarının SSCB güdümündeki Arap diktatörlüklerinin elinde olmasıydı.

İşte bu noktada Kürtler “duvardaki çatlak” olarak yeniden keşfedildiler. Ortadoğu’da Amerika’nın kontrolü dışındaki yönetimleri “adam edecek” silahlı güç Kürtlerdi.

Ortadoğu’daki en büyük sorun Türkiye idi. Çünkü bürokrasinin içine doğrudan yerleştirilmiş ajanlarına rağmen ABD,  Atatürk’ün mirasını bir türlü aşamıyordu. Ve fakat ülke  içinde, bir rivayete göre Çin eliyle bölerek kontrol ettiği işbirlikçi sol militanlarını ve  solun tarihi enternasyonalizm sapkınlığını kullanarak ülkede aslı esası olmayan bir Kürt efsanesi yarattı.

Kürtlerin kullanışlı hırçınlar olduğunu, SSCB de düşünüyordu. Nitekim Barzani ailesi açık bir Rus piyonu olmayı, Molla Mustafa Barzani’nin Moskova’da misafir edilmesinden sonra kabul etmiş görünüyordu.

Nitekim ‘70’lerin başında  Mesut Barzani’nin İsrailli istihbarat yetkilileriyle çekilmiş bir fotoğrafı, bu kullanışlı hırçınların sadece ABD’nin ve SSCB’nin ilgisini çekmediğini de gösteriyordu.

Türkiye’de Kürtçülüğün solcu olmanın gereği sayıldığı bilinen bir gerçek. Kürt etnik terörünün tırmandığı son  on beş yılda ise solda, Türk olmanın  yaşamsal önemine dair bir basiret gelişmeğe başladı.

Bu gelişimde “devrim” kelimesi artık “eline silah alan her köy ahalisinin adam öldürerek kendi kaderini tayin edebilmesi” veya “Eline silah alan herkesin kendi komününü kurabilmesi” hayalinden yavaş yavaş Atatürk inkılaplarının akılcı dönüşümcülüğüne doğru evrildi.  Ama bu ayrı bir tartışma konusu.

Bizi ilgilendiren nokta Kürt silahlanmasının Ortadoğu’daki yaygın vatana ihanetinde izlenen temel  yöntem.

Türkiye’de Kürt etnik bölücülüğü yıllardır bir “kirli” savaş söylemi kullanır. Bu söylem, Türk Ordusu’nun, bölücü Kürt ihanetine karşı sözüm ona  “gayrı nizami” bir savaş yöntemi benimsediğine işaret eder. Kürt etnik bölücülüğüne göre Türkiye’de bir iç savaş yaşanmaktadır ve Türk Ordusu bu iç savaşta “centilmenlik” göstermemektedir.

Suriye’nin, Türkiye’nin şeriatrçı politikalarının da işbirliğiyle zaafa uğramasının ardından bölücü Kürt silahlanması, anında Suriye’de de , saha önce zayıflatılmış Irak’ta olduğu gibi palazlandırıldı. İran Kürt  bölücülüğüne karşı nispeten sert davranmasından dolayı belki orada bu güçlenme yaşanmadı.

Ve fakat  silâhlandırılmış Kürt etnik ihaneti, başta Türkiye olmak üzere  Ortadoğu’da derhal algı sapmasına yol açan   bir çatışma stratejisi benimsedi ki buna “Bulanık Savaş Konsepti” diyebiliriz.

Bulanık Savaş Konsepti iki öğeye dayanıyordu. Bunlar “bulanık özne” ve “bulanık hukuk” idi.
Bunlardan birincisi olan “bulanık özne”,  karşınızda resmen muhatap alarak savaşacağınız bir özne olmaması durumuydu. Eğer karşınızda “resmi bir düşman” olduğunu kabul ederseniz, kendi ülkenizde bir iç savaş olduğunu da resmen kabullenmeniz gerekiyordu. Böylece kendi elinizle “haklılığı ulular arası ilişkilerde araştırılabilecek” bir resmi düşman edinmiş oluyordunuz.

“Bulanık hukuk” ise “bulanık öznenin” hukuki durumundaki belirsizliğin sömürülmesi anlamına geliyordu. Silâhlı Kürt hainleri ve onların silâhsız  işbirlikçileri, taabi oldukları vatandaşlıkların hukuksal bağlamını alabildiğine istismar ediyorlardı. Eline silâh alıp asker, öğretmen, çocuk öldüren hainler, “vatandaşlık” bağı sayesinde usul hukukuyla korunmaları gerektiğini iddia edebiliyorlardı. Öte yandan Türk hukukunun yargı  kararlarına “düşman  ülke  söylemiyle karşı çıkıyorlardı. Bulanık hukuk, vatandaşlık “hakkı”  ile yargısal sorumluluk arasındaki bağın koparılmasına dayanıyordu. Buna “ silah kullanmayı bir siyaset biçimi olarak” kabul eden bir kısım sol hukukçular da doğrudan ve dolaylı olarak destek verdiler.

Bulanık savaş konsepti veya stratejisi , Kürt etnik silahlanmasına ve ihanetine, gerektiğinde başka bayraklar altında çatışabilmek imkânı da sağladı. Bu hile , büyük bir  ülkenin resmi  düşman sayılmasının tehlikesinden dolayı  herkesi caydırırken  Kürtlerde de büyük devletlerin, su ve petrol coğrafyasındaki, kayırılan küçük kardeşleri oldukları izlenimini uyandırdı.

Bulanık savaş konsepti, yurt içinde hukuksal belirsizlik ve yurt dışında da diplomatik açmazlar yaratarak egemen ulusların egemenliklerinin yıpratılmasını hedefliyor. Bu sayede Kürtler ucuz bir “ulusal bağımsızlık” savaşı verebileceklerini düşünüyorlar.

Bugün artık Ortadoğu’nun temel problemi Kürt silâhlanması ve onun bulanık savaş konseptidir. Bu konsepte karşı bölge ülkeleri, derhal  bir güvenlik işbirliği anlaşmasına giderek Kürt silâhlanmasını, “ulusal güvenlik” konseptiyle derhal ortadan kaldırmalıdır. Sonrasında Kürt kökenli yurttaşların bölücü siyaset yapmalarının ve her türlü silahlanmasının önüne kalıcı biçimde geçilmelidir.

Ulusal egemenliklerin bulanık savaşla yıpratılmasına derhal son verilmezse Ortadoğu’da patlamağa hazır bir Kürdistan her an ortaya çıkabilir.