30 Mayıs 2011 Pazartesi

Marksist Vatansızlığın Temsilcisi Soner Yalçın Kafası Çözüm Olabilir mi?



Yer yer cidden millî hassasiyetler taşıdığı intibaına kapıldığımız, ilkeli bir yazardı, Soner Yalçın.  Kendisi dışındaki herkesi “her taşın altında komünist aramakla” suçlayıp ondan sonra da her taşın altında  mutlaka bir “Türk İslam sentezi” komplosu arayan nispeten pişmiş bir marksistti. Nispeten pişmiş olması yazdıklarını okumamı sağlıyordu ta ki 30/05/2011 tarihli Oda TV yazısını görene kadar.

Bu yazıda “özerklik” kelimesinin çeştli açılardan taşıdığı veya taşıyabileceği anlamlara  bildiğimiz tarihsici  Marksist bakışla bakmış, sonra  şu cümleleri sarf etmiş: “Demem o ki…
Diyalog için empati şart. Türk Kürt’ü, Kürt Türk’ü anlamaya çalışacak; barışın ilk adımı “ötekileştirmeden” atılabilir.”

Mide bulandıracak kadar ham uzlaşmacı, yaranmacı cümleler. Kaldı ki bu cümleler zaten Türk milletleşmesini inkâr eden enternasyonalist, vatansız Marksistler, liberaller ve siyasal dincilerin tipik mantığını sırtlanmış. Soner Bey’in bu cümlelerine göre  Türk Milleti’nin olduğu  Türkiye’de ona denk ve “ulus” kimliği taşıyan “Kürt” adlı bir başka toplum var ve biz o toplumla diyalog kurmak zorundayız! Soner Yalçın’ın kafasında bizim anladığımız  anlamda bir “Millet” kavramının olmadığını zaten peşinen söyleyebilirdik, çünkü o bir Marksist. Dolayısıyla bizim kutsadığımız, ve üzerine devletimizi inşa ettiğimiz değerlerin hiç birinin onun için bir anlamı yok! Onun anlam dağarcığında “vatan” diye bir kelime de  yok! O, nüfusu üç yüz milyonu bulan ve içinde sayısız ırksal bağlantıyı,  kültürel çeşitliliği barındırarak bütün bunları tek bir ad altında birleştiren Türk gerçekliğinin ne olduğunu anlayabilecek dağarcığa da sahip değil!

Dolasıyla “diyalog için” derken sanki birbirine denk ve uzlaşmaz farklılıkların konuşmasından bahsettiğini sanıyor. “Üstün Marksist tahlil yeteneğiyle” de üst perdeden bunu herkese dayatabiliyor.

İkincisi “Türk Kürt’ü, Kürt Türk’ü anlamaya çalışacak”... Kürt olmanın Türk olmaktan apayrı, anlaşılmaz ve uzlaşmaz bir bilince karşılık geldiğini söylüyor. Ve bütün Kürt’lerin Türk’lerden  ayrı ve homojen bir bilince sahip olduğunu söylüyor. Peki “Kürt olmanın bilinci”  ne anlama geliyor o halde? Sözde hümanizmi ve değer yoksunluğu ile bilmediği şeyler konusunda cesur yorumuyla devam ediyor: “barışın ilk adımı “ötekileştirmeden” atılabilir.”  

Pardon? “Barış” derken? Barıştan kasıt, iki tarafın da ( ki bu iki taraf söylemiyle Soner Yalçın bütün Kürtleri PKKlılaştırıyor,düşmanlaştırıyor…) uzlaştığı bir şiddetsizlik ortamı ise öncelikle uzlaşma sağlamanın iki yolu olduğunu  bilmeliyiz. Ya iki taraf da değerlerinden bazılarını feda etmek hususunda denk düştüklerini kabul ederler… Ya da değerlerinden kesinlikle taviz vermemek için tam bir  savaşa girer ve tartışmayı  kesin şekilde bitirirler. Kürtçülük’ün seçtiği yol ikincisidir. Kaldı ki  bu yolu seçmese dahi, bizim değerlerimizden taviz  vermemizi isteyen herkes, fiilen bize karşı savaş açmış demektir. Dolayısıyla şu saatten sonra “barışın” yolu önce kendimize denk ve meşru bir  düşman yaratıp sonra onunla pazarlık etmekten geçmiyor. Soner Bey, milletleşmenin gereğinin,  farklılıkların “hukuk biriliği” altında, “tek bir markaya/kimliğe/ada”  bağlılığı olduğunu bilemiyor. Bilmesi de mümkün değil, çünkü kendi kafasında o bir Türk değil. Ona göre zaten “Türk” kelimesi anlamsız. Anasının, babasının temsil ettiği değerler, gelenekler ve tarih diye bir şey yok onun için.. Onun için insan, bütün değerlerinden, tarihinden, geleneğinden sıyrılmış, soyutlanmış salt bir hayvansal protein yığını.

Kaldı ki etnik ırkçı  terörün duygusal kaynağının, etnik kompleks ve  Türk düşmanlığı olduğunu, yani “ötekileştirmenin” asıl öznesinin etnik  ırkçılar olduğunu dahi anlayamayacak kadar  değer yoksunu. O bu değer yoksunluğunu “objektiflik” ve tarafsızlık sanıyor.  Ötekileştirmenin var olması halinde Türk toplumunun sosyal kaynaşmayı bu dereceye getirip getirmeyeceği, ortak ailelerin kurulmasına bu kadar rahat bakıp bakmayacağı gibi  gerçekleri görmezden gelerek  Türk Milleti'ni ötekileştirmeyle itham etmek için insanın  ciddi şekilde akıldan, izandan ve  adalet duygusundan yoksun olması gerekir. “Ötekileştirme” Türk’ün sorunu değildir. Ötekileştirme, Türk adının soyutluğunu ve aşkınlığını hazmedemeyen  etnik ırkçılaırn komplekslerinin ortaya çıkış biçimidir.

Dolayısıyla  etnik ırkçı terörle uzlaşamamak için herhangi bir sebep göremiyor.  Bizim taşıdığımız değerleri “burjuva” , feodal vs diye küçümsediği için ortak aileler kurduğumuz ve “Türk” ortak  adının altında görerek kendileriyle bütünleştiğimiz Kürtleri, PKK gibi alçak, namussuz ve değersiz bir katiller sürüsünün toplumsal tabanı olarak kabul etmekte beis görmüyor.

Görünen o ki Soner  Bey,  Türk düşmanlığının ortak cephesiyle uzlaşmanın yolunu bulmuş. Kendisi her ne kadar yazısının başlığında, “PENSİLVANYA KAFASIYLA ÇÖZÜM OLMASI ZOR diyorsa da yaptığı  tam anlamıyla Pensilvanya kafasının  vatansızlık, milliyetsizlik ve değersizlik değirmenine su taşımak. CHP’nin  PKKlılaşma eğilimi ile solun,  kendi tabiatına dönüşü, anlaşılan  solun diğer bütün kesimlerinin  alınlarındaki vatansızlık lekesini iyice ortaya çıkardı. Sol bir kere daha milletin düşmanlarına yanaşmakta…

 Soner  Yalçın’ın mevcut ve telâffuz edilmemiş bir iç savaşı zımnen ifade ettiği yazısı ve bakış açısı gösteriyor ki Türk Milleti’nin varoluş mücadelesinde sola güvenilemez.  Türk milliyetçileri solun ihanet ve vatansızlık potansiyelini göz önünde bulundurmalı ve sırtlarını asla sol kampa  dönmemelidir. Soner Yalçın kafasıyla getirilecek tek barış, ülkemizin bir kısmının  Kerkük yağmacısı Peşmergelere peşkeş çekilmesiyle olabilir. O zaman Soner Bey belki İstanbul’da oturduğu yerden Türkiye’nin bir kısmının kaderi hakkında  rahatça ahkâm kesmeye devam edebileceğini sanıyor ama, maazallah ülkemiz onun kafasıyla bölünecek olursa sanmasın ki etnik ırkçılar onu sosyetik Marksist mekânlarında rahat bırakacaklardır. Kendi milletine ihanet eden, onu yok sayan hiç kimse, düşman gözünde muteber sayılmaz. Türk solunun Sovyet ve Çin  uşaklığının temel yanılgısı bunu anlayamamasıydı. Kullanıldılar ve atıldılar. Şimdi de etnik ırkçılığa alet oluyorlar ama etnik ırkçılık onları yıkamayacak,  temizlemeyecek. Üzerlerindeki ihanet kiri ve pasıyla fırlatıp atacak.

29 Mayıs 2011 Pazar

İlkesiz Ve Milliyetsiz Bir Siyaset Cehenneminde Yalnız Bir Savaşçı: MHP

Bundan birkaç yıl evvel sorulsaydı, cevabım çok farklı olurdu.

Bunun sebebi, millî bütünlüğümüz hususunda, PKK yandaşları dışında herkesin tartışılmaz şekilde mutabık olduğuna inanmamdı.

‘90ların ikinci yarısından itibaren telaffuz edilen “ Milliyetçiliğin MHP’nin tekelinde olamayacağı”  düşüncesi  yüreğime su serpiyordu. Bu ifade ile bütün partiler,  millî meselelerimizin  her hükûmet için aynı değere ve öneme sahip olacağı  güvencesini veriyorlardı. Dolayısıyla 2007’e kadar benim için MHP artık görevini tamamlamış ve kendini feshetmesi gereken, marjinalleşmeye aday bir ideolojik misyon partisiydi. Eğer memleketimizde, farklı ideolojilerine rağmen bütün partiler milletimizi, onun bütünlüğünü ve dünya üzerindeki soydaşlarımızın problemlerini birinci öncelikle ele alacak idiyse MHP açıkça işlevsiz hale gelmiş demekti.

Bana bu rahatlığı veren bir ölçüde  Merhum Ecevit’in ‘90ların başında telaffuz ettiği “Dış Türkler bakanlığı kurulmalıdır!” cümlesi idi. Demek ki artık enternasyonalist, köksüz ve bundan dolayı uluslar arası  KGB operasyonlarının taşeronları arasında  yer almış sol kampta bile Türk adının önemi anlaşılmıştı… Artık geçmişe bir sünger çekilerek millî  sorunlarımız üzerinde  ciddiyetle bir araya gelebilirdik.

Millî hassasiyetin, Türk siyasetinin asgari müştereki olması, siyasetin, toplumu izlediği, onun ihtiyaçlarını ve hassasiyetlerini öncelediği anlamına geliyordu. Bu durumda, en mantıklı tercih, milletin  çoğunluğunun teveccüh gösterdiği kitle partilerinin temsil ettiği mutabakat hükûmetlerinin başa gelmesiydi.

2007 bu açıdan tam bir kırılma noktası oldu. O vakte kadar bu inancımızı, iyimserliğimizi besleyen bir gelişme var gibi görünmesine rağmen işler o noktadan itibaren tam tersine döndü. AKP,  millî hassasiyetleri izleyen  parti imajının, topluma  verdiği güvenini, “toplumu tasarlamak” için kullanmaya başladı.

İdeolojiler üstü bir millî duyarlılık ve millî mutabakat hissinin temsilcisi  ve hizmetkârı olmak zımnî iddiasını, “ne pahasına olursa olsun edinilmiş oy çokluğunun mutlak iktidarı” olmak iddiasına dönüştürdü. Demokrasiyi sosyolojik ve dolayısıyla hukuksal bağlamından kopararak mutlak  iktidarların, denetlenemez ve sorgulanamaz güç odağının, çoğunluk oyuna dayalı onay  mekanizması haline getirdi.

Halk kendi çoğunluğunun, iktidarı değiştirebildiğini görüyor ve bundan bir zafer sarhoşluğu duyuyordu. Geri kalan, sadece çoğunluk oyunu almış iktidarın, canı ne isterse onu yapabilmesiydi. Halkın çoğunluğunun, mutlak şekilde iktidar olduğunu görmesi,  bu çoğunlukta bir tür Tanrı kompleksi yaratıyordu. AKP hükûmetlerinin keyfî, yer yer fütursuz beyanlarının ve işlerinin arkasında, halkta yaratılan bu Tanrı kompleksi vardı.

AKP kurucularının belediyelerde edindikleri sempatiyle iktidara taşıdıkları,  “gecekondu muhafazakârlığında” (Erdal ERTÜRK) mündemiç, şehir yaşantısından dışlanmak kompleksi, bir tür siyasî mağduriyet duygusu şeklinde halka arz ediliyordu, yansıtılıyordu.  Bu  öyle başarılı bir yansıtma operasyonu  olmuştu ki asılları “millî görüş” geleneğine dayalı, Türk kimliğine yabancı ve hatta düşman, Arap hayranı,  Emevici siyasal dinci bir kadro, bir  anda milletin yeni Demokrat  Partisi haline geliyordu.

Millet, bu kadronun “gömlek değiştirmek” beyanından, onun millî meseleler konusunda  kesin duyarlılığını ve bu meseleleri herhangi bir ideolojinin önünde tuttuğu intibaını ediniyordu. Ve ayrıca artık yıllarca mağdur edilmenin, küçük görülmenin intikamını alabileceği duygusunu taşıyordu.

Bu operasyonun millet  bilincinde yarattığı imaj artık şuydu: “ Biz çoğunlukların mutlak gücünü temsil ediyoruz. Biz  seçkinci baskıcı kadrolara karşı koyabilmenin, onların haddini bildirmenin tek yoluyuz!  Bizim çoğunluğumuza üye ol ve istediğimiz her şeyi yapabildiğimiz bir kudret imparatorluğundan sen de faydalan!” Bu bilinç altı mesaj o kadar etkili oldu ki türbanla ilgili  hiçbir mesele hallolmamasına rağmen türban,  inanılmaz güçlü bir mensubiyet göstergesi olarak toplumda hiç olmadığı kadar hızlı yayıldı. Küçük memurlardan, yüksek bürokratlara kadar herkes bu kadir-i mutlak çoğunluk  iktidarına mensup olduğunu göstermek için yarışmaya, karılarının başını örtmeye, sözde Müslümanca bıyık bırakmaya başladı.

Artık  “kitle partisinin” millî bir mutabakata, “millî bir duyarlılığa” dayanması gerekmiyordu. Kitle partisi, ideolojisizliğin yanında kimliksizliğin partisi anlamına geliyordu. Kitle partisi artık kitlenin mutlak iktidarının, diktatörlüğünün partisi anlamına geliyordu. Öte yandan bu kitle partisi millet sosyolojik gerçeğini aşamıyordu. Sürekli , adı konulmamış, ne idüğü belirsiz bir “millet” lafzını geveleyip duruyordu.  Kendine göre  tanımladığı bir  “ güç odağına mensubiyete” dayandırdığı “milleti” ile yeni kitlesel siyasal İslamcılık, “menfaatleriyle kimliklerini eritmiş” insanlardan oluşan yeknesak bir kitle yaratabileceğini sanıyordu. Böylece aynı menfaat sağlayıcı kadir-i mutlak güç odağına mensup olan herkes “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, kim olursa olsun…”, istediği her şeyi yapabilen, sorgulanamaz büyük bir “milletin” parçası olacaktı. İnsanları menfatlerini kolayca elde edebilecekleri bir büyük organizasyonun parçası haline getirebileceklerini gördüklerinde, yen siyasal İslamcılar, artık   bütün sosyolojiyi tepeden tırnağa  dizayn edebileceklerini düşünmeye başladılar.

Bu kanaat, gecekondu muhafazakârlığının ve sığ dinci tonlu milliyetçiliğin  köylü/ kapalı toplum zihniyetinin  sığ “ABD toplumsal düzeni algısından” kaynaklanıyordu.

Köylü milliyetçilerimize ve  kenar mahalle dindarlarımıza göre Amerikan toplumu, sadece menfaatlerin bir arada tuttuğu bir toplumdu. Herkesin, zengin ve dağıtıcı bir devletten yana olan menfaati, o devleti ayakta tutmayı sağlıyordu. Demokrat  Parti memleketi ne kadar Amerikanlaştırmıştı, bilinmez ama tatminsiz kenar mahalle  bilincinin komplekslerinde “  tedarik edici kadir-i mutlak hükümete  taabiyet” sözde Amerikan  formülü  ciddi bir yankı bulmuştu.

Böylece  partilerin  ideolojileri, anlamsız, hatta aşırı ve tehlikeli  görülmeye başlandı. “CHP, MHP ve PKK ruh üçüzüdür!” gibi talihsiz beyanların arkasındaki ana fikir, “ Herhangi, bir fikri savunmak, aşırılıktır! Fikrinizin olması gerekmiyor! Bizden, mutlak güçten yana olmanız, fikir sahibi olmanızdan daha önemlidir!” bilinç altı mesajı, toplumu, hiçbir darbe yönetiminin yapamadığı  kadar depolitize ediyordu.

Böylece  “hiçbir fikrî omurgası olmayan,  sadece iktidar olmak için iktidar olan”  hükûmet fikri, halkı hem düşünmek  zorluğundan ve mesuliyetinden kurtarıyor hem de  mensubiyeti belli etmekle kavuşulacak büyük menfaatler ile rahatlatıyordu.

Menfaat ve güce dayalı ayrımsızlık”   fikri o kadar sınır tanımazdı ki Habur’dan ellerini kollarını sallayarak giren bebek katillerinin ve onların yandaşlarının bile bu fikir içinde eriyebileceği sanıldı. “Menfaat ve güce dayalı mensubiyet” fikri, sadece menfaat dağıtımı ile toplumu kimliksizleştirmedi. O,aynı zamanda “gücünü keyfî kullanabileceğini” en sert şekilde göstererek de mensuplarındaki  Tanrı kompleksini güçlendirdi.

Yeni siyasal İslamcılığın bu çarpık kitle partisi anlayışı,  milletin, kendiliğinden meydana gelmiş bütün  dayanaklarında ciddi çatlaklara yol açtı. Adı “Türkiye Cumhuriyeti” olan bir ülkede “Türk” adını marjinalize edip etnik hırçınlıklar ve komplekslerin de menfaat dağıtımıyla tatmin edilmesi için bu adı silmeye yönelik ölçüsüz bir hırçınlık sergilendi.  Türk adı, memleketin işgalcisi herhangi bir etnik azınlık seviyesine indirgendi. Milletin millî gururunu yok ederek kimliğini anlamsızlaştırmak için şehit cenazelerine haber yasağı getirilmesinden, etnik ırkçılığın açık suçlarının korunmasına kadar  her yol denendi.  Denizli’de, İzmir’de,  memleketin her yerinde,  bebek katili Apo’nun posterlerinin taşınmasına, terör örgütüne açıkça taraftar olunmasına varan suçlara  karşı hiçbir kovuşturmanın yapılmaması, tevili imkânsız vakalardır.

İşte ilkesizliğin, ideolojisizliğin, kimliksizliğin ve Türk düşmanlığının başlıca cari değerler haline getirildiği mevcut siyaset ortamımızda MHP bütün entelektüel boşluğuna rağmen devletin sahibi, vatanın egemeni büyük Türk Milleti’nin varoluş mücadelesinin yegâne temsilcisi olarak kaldı. Son yıllarda aynı toplumsal bilinç ve duyarlılığı taşıyan HEPAR’ın varlığı da bize menfaatlerin, derin tarihi köklere sahip bir  uluslaşma sürecini akamete uğratmaya yetmeyeceğini gösteriyor. Kömürle makarnayla oyunu satın aldıktan sonra  seçmenin size emanet ettiği iktidar hakkını, seçmeninize yeni bir kimlik  tasarlamak için kullanamayacağınızı gösteren tek meclis partisi MHP idi.

Bu açıdan MHP, Türk siyasetinde, siyasi gücü kötüye kullanarak millet aleyhine tasarruflara imza atanların karşısında bir uyarıcı olarak hep var olacak gibi görünüyor. MHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin, iktidar gücünün istismarı ile  Türksüzleştirilmesinin önündeki en büyük engeldir.

MHP, millet nezdindeki itibarını arttırmak için millet kavramına  yöneltilen sapkın kolektivist, siyasal dinci eleştirileri cevaplayacak bir fikrî alt yapıya artık kavuşturulmalıdır. Millî egemenliğin temel haklar ve demokrasi için nasıl bir  gereklilik olduğunu millete anlatabilecek donanıma kavuşmalıdır.

Milletleşmenin etnik/ırksal bağlılıkları aşan nasıl bir hukukî ve sosyolojik süreç olduğunun canlı örneği olmalıdır. En önemlisi, MHP artık siyasetin, mensupların kayıtsız şartsız  nemalandığı bir çoğunluk elde etme savaşı olmadığını, gene mensupların muhaliflere  ölçüsüz ve sorgulanamaz  bir şiddet uygulayabileceği bir çoğunluk diktası olmadığını göstermelidir.

Bu yüzden MHP artık siyasetini, taşra yöneticilerinin tayin ve kayırmalarından öte, milletin tamamına yönelik makro bir fikir üretimi haline getirmelidir.  Siyasetin, hükûmet eliyle insanların beslendiği bir sadaka  dağıtımı işi olmadığını, insanların kendi rızklarını temin ederken devlet dahil hiçbir zor kullanıcıdan korkmadan dürüstçe çalışabilecekleri bir ortam sağlamak işi olduğunu idrak etmeli ve böylece  siyasal dinciliğin kömür/makarna  sadakası rejimini tarihe gömmelidir. MHP’nin “iktidar eliyle devlet imkânlarının dağıtılması” anlayışını terk etmesi şu açıdan gereklidir: Bu çarpık siyaset, Türkiye’de,   oy satın almayı kendine profesyonel iş edinmiş “kitle partilerinin”, MHP’den çok daha iyi yaptığı bir iştir. MHP “millet için” siyasetinin milletin nezdinde artık “midesini menfaati peşinde koşan ahlâk umursamazı seçmenler”  kovalamak olmadığını, millet iradesinin kömür ve makarnadan çok daha yüksek bir anlamı olduğunu, millete göstermelidir.

Bu açıdan MHP yeni dönemde çok önemli bir fırsatla ve mesuliyetle karşı karşıyadır. MHP etnik ırkçılığın ve  siyasal İslamcılığın Türk düşmanlığı ve  menfaat şartlamasıyla yürüttükleri  politikalarına karşı birinci büyük engeldir. El verir ki bu dönemde HEPAR da onunla birlikte mecliste, milletsizleştirmeye, bölmeye, iktidarsızlaştırmaya karşı milletin yanında yer alabilsin.

Türk milliyetçilerine düşen görev, bir yandan MHP’nin yasama organındaki yerini almasını sağlamak diğer yandan,  bunun kendi başına yetmediğini bilerek artık ciddi bir felsefî gayretle MHP’nin  cevap vermek kabiliyetini güçlendirmektir.

27 Mayıs 2011 Cuma

Türk Milliyetçiliğinde Felsefe Yoksunluğu Ve Sivil Bilgi Problemi

Türk  milliyetçiliği her milliyetçilik gibi, millet fertlerinin mensubiyet hislerinin genel adıdır. Milletleşmiş her toplumda yaşanan en doğal mensubiyet hissi, milliyetçiliktir.

Türk milliyetçiliğinin  fikrî bir bütünlük içinde ifade edilmesi ise millet varlığının tartışılır hale geldiği bir kriz zamanı olarak yirminci yüzyılın başına denk gelir. Bu dönemde özellikle edebiyat çevresi ile Türk tarihinin ve  sosyolojisinin değeri üzerine şiirler ve hikâyeler yazıldığını görürüz. Ömer Seyfettin bu açıdan Türk Milliyetçiliğinin öncü kalemidir.

Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında,  Türklük bilinicinin kaynağını ve  toplumsal gerçekliğini ifade eder. Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türküm!” diye başlayan şiirinde,  Türk kimliğine yönelmiş her türlü etnik ve emperyal saldırıya karşı varoluşsal bir mukavemet geliştirir.

Dönemin Türk milliyetçileri, o dönem için sahip  oldukları felsefelerle milletin birlik ve beraberliği üzerinde kafa yoran entelektüellerdir. Çoğunun temel felsefesi kolektivizmdir.

Yani Türk  milliyetçiliği fikriyatının temeli ne siyasî örgütlenme ne de akademik hiyerarşidir. Türk milliyetçiliği fikri,  devrin Türk entelektüellerinin medeniyetçilik eksenindeki  ferdî gayretlerinin üzerinde inşa edilmiştir.  Bundan dolayıdır ki bugün Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura arasındaki farklardan bahsetmemiz mümkündür. Bugün için ise birbirlerinin dünya görüşleri, felsefeleri arasında mukayese yapabileceğimiz iki  tane Türk milliyetçisi entelektüelden bahsetmek imkânsızdır.

Daha önceki bir başka yazıda belirttiğimiz gibi bunun belli başlı iki sebebi vardır:

Birincisi Türk milliyetçiliğinin siyasi bir hareketin tekeline ve komutasına tabi kılınması…

İkincisi, “bilgi” olarak yalnızca akademik bilginin kabul edilmesi. Bunun sonucunda  Türk milliyetçiliğinde felsefi faaliyet durmuş, bütün mesele milliyetçi etiketli akademik kadroların yetiştirilmesi haline getirilmiştir.

Bugün herhangi bir milliyetçi siyasetçiye veya akademisyene, kolektivist mi bireyci mi olduğu sorulsa kuvvetle muhtemeldir ki size şu cevabı verecektir: “Milletim için hangisi iyiyse o. Tek bir doğru yoktur!”

Bugün için Türk milliyetçiliğinin fikri  hedefi, okuyup, okuduğunu tartan, değerlendiren ve  bunlara göre kendi doğrularını edinerek milliyetçilik yapan entelektüeller yetiştirmek değildir. Onun içindir ki  milliyetçi camiada ne kolektivizmin ne liberalizmin güçlü müdafaasını yapabilen insanlar vardır. Türk milliyetçileri, doğru bildiğini kendisi oluşturan ve o konuda  sebatkâr davranan entelektüel tipini maalesef benimsememiştir, kendi içinde  böyle davranan örnek insanların olmasına rağmen. Hal böyle olunca da “bilgi”,  akademiyanın ürettiği malumat paketleri olarak kalmıştır.

Bilginin hayatın içinde, onunla ilgili bir farkındalık ürünü olduğuna dair bir anlayış maalesef milliyetçi camiaya çok uzaktır. Bundan muhtemelen, kapalı toplum kökenli olmanın, geç dönemde şehirleşmekten dolayı, bilginin “kalemiye” sınıfına münhasır olduğuna dair  algının hâlâ değiştirilememiş olmasının etkisi vardır. Kalemiye, devlet otoritesinin himmetiyle oluşturulmuş ve öğrenme imtiyazına sahip bir sınıf olması hasebiyle Türk toplumu için zaten bilginin sivil bir yönünün olduğunun düşünülememesi doğaldır. Türkiye’de bilginin akademik tekeli anlayışı, gene muhtemelen, akademisyenlerin çoğunun da kendini hâlâ kalemiye sınıfının imtiyazlı üyesi sanmasındandır.

Oysa bilgi yaygınlaşmış ve ferdin kendi felsefi dünyasını oluşturmasının önü açılmıştır. Dolayısıyla hayatın içindeki unsurların keşfi ve anlamlandırılması anlamında bilgi oluşturmak işi artık  yalnız akademiyaya mal edilemeyecek kadar önemli bir iştir.  Batı’nın gelişmesi, erken dönemde, bilginin ulaşılabilir kılınmasında ve üretiminde herkesin katkısının sağlanabilmesindedir. Bu da fikir ürünlerinin “korunması gereken varlıklar” sayılması yani mülkiyet olarak bir değer ifade etmesiyle sağlanabilmiştir.

Türkiye’de milliyetçi camia maalesef bu anlayışa hâlâ çok uzaktır.

Milliyetçi camia içinde bulunduğu fikri kısırlık ve cevapsızlığı aşmak istiyorsa, akademik kadrolaşma  kolaycılığına sığınmaktan vazgeçip Peyami SAFA’nın, Galip ERDEM’in entelektüel merakını ve cehdini kendine örnek alan insanlar yetiştirmeye çalışmalı, bu yola başını koyanlara da saygı ile yaklaşmalıdır.

Türk Milliyetçiliğinin İhyası Üzerine


Türk milliyetçiliği mevcut şartların yıpratıcı rüzgârları karşısında milletin son ümidi ve dayanak noktası olmuştur. Ama bu Türk milliyetçilerinin fikrî zenginliğinden, entelektüel zekâlarından ve çözüm üretebilmek kabiliyetlerinden kaynaklanmamaktadır. Türk milliyetçileri sadece yabancılaşmaya ve bölünmeye karşı korunma refleksinin son temsilcileri olarak vardırlar.





Türk milliyetçiliğin seyri 1969’dan sonra tamamen  tepkiseldir. Bu da “olayları anlamlandıran” değil, olayların arkasından giden insanlar olmak anlamına geliyordu. Hali hazırda da Türk milliyetçilerinin  fikrî kısırlığı bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bir kere tepkiselliği kendinize hareket noktası seçtiğinizde, ilk olarak düşünmekten vazgeçmeyi, ikinci olarak da lidere tapınmayı kendinize  şiar edinmişsiniz demektir. Türk milliyetçiliğinin inanılmaz derecede organize, vahşi  ve ahlaksız komünist saldırılara karşı göğsünü siper etmesi  eşsiz bir tarihi örnektir. Ne yazık ki Türk milliyetçileri, bu kahramanlığı, kendi siyasal yapıları içindeki hataları eleştirmekte gösterememiş, milliyetçiliğin siyasetin oyuncağı olamayacağını anlatamamıştır, anlamak da istememiştir.

Türk milliyetçiliği MHP’nin tekeline ve komutasına teslim edilmiş,  milliyetçilerin bütün fikrî yapılanması MHP yöneticilerinin eline bırakılmıştır. Kimse kusura bakmamalıdır ama, MHP’nin ne ’80 öncesi ne de bugün kimsenin entelektüel yapılanmasını sağlayacak bir birikimi olmuştur.

Bir camianın fikri/ entelektüel yapılanması, işi tepki vermek, slogan üretmek olan  bir partiye, bir oy mekanizmasına emanet edilemez. Türk milliyetçilerinin vicdanları “teşkilatın bölünmemesi”, “çatlak ses çıkmaması”  için sürekli susturulmuş, bu baskı ile milliyetçilerin ferdi akıllarını kullanmalarının, doğru bildiklerinin yapmalarının önüne geçilmiştir. Bu tavır sadece MHP içinde değil, Türk Ocağı’nda da aynen sürdürülmüştür. Daha geçen sene, beş kişiden ibaret bir grubun, ocak yönetimine talip olmasının, mevcut yönetimde meydana getirdiği korku, telaş ve  paniğin ve bu beş kişilik gruba karşı gösterilen inanılmaz çirkin  hırçınlığın  sebebi de budur.

Türk milliyetçiliğinin, siyasal alanın kayıtsız şartsız egemenliğine bırakılması, siyasetin ilkesiz  bir güç mücadelesi olarak sürdürüldüğü memleketimizde, camiaya önce  Türk İslam Sentezi denen Emevici eyyamcılığın daha sonra da “İktidarı yıpratmamak” adına yürütülen orta yolcu söylemlerin egemen olmasına yol açmıştır. Meselâ Türk Ocakları başkanı gibi etkili ve yetkili bir zat, MHP’ye yönelik şantaj ahlâksızlığını, nihayet cesaret  edip de eleştirebildiği yazısında “Türkiye siyasetinden” bahsetmektedir. Milliyetçiliğin  sembol kurumunun başındaki zat da artık siyasal dinciliğin “Türk dışı”  kimliklendirme baskısına uyarak  söz de akl-ı selim sergilemeye çalışmaktadır. Türk Ocakları başkanı “Türk siyaseti” demeye açıkça korkmaktadır. Yani açıkça eyyamcılık etmekte, “Ne şiş yansın ne kebap” köylü kurnazlığıyla hem iktidarı kendisine karşı küstürmemeye hem de sözde  MHP’yi vicdanen savunmaya çalışmaktadır.

MHP son kaset skandallarıyla sarsılmıştır. Bunun sebebi, bu kaset ahlâksızlığını yapanlara istediğini  vermesi, kendi değerlerinin istismar edilmesine razı gelmesidir. Çünkü MHP’nin bir ahlâk felsefesi yoktur! Çünkü bütün fikri faaliyeti slogan üretmekten ibaret olan bir partiye emanet edilmiş Türk milliyetçilerinin herhangi bir konuda  tutarlı bir fikir geliştirecek herhangi bir felsefesi yoktur! Churchill kendisine eşcinsel olup olmadığı sorulduğunda “Ülkeyi popomla yönetmiyorum!” diyerek bu terbiyesizliğin önüne geçmiş.  Türk milliyetçileri felsefeyi küçümseyip ancak olayların arakasından  tepki geliştirebilmenin peşine düştükleri içindir ki bu tip ucuzlukların kendilerini yıpratabilmesine imkân vermektedirler.

Çünkü Türk milliyetçileri, kişilerin kendi tercihleri, kendi felsefeleri, kendi inançları olması diye bir şeyin bu gün bile  farkında değildirler. Onlara göre  lider, doktrin ve teşkilat, bir insanı alır, onu “Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti” doğrultusunda eğitir ve böylece o insan, “adam olur”! Meselâ şu anda  hiçbir MHPli eşcinsel bir milliyetçinin var olabileceğini düşünemez.  hemen hiçbir MHPli, eşi başı açık olan birinin ahlâkına güvenmez. Hiçbir MHPLi eşiyle beraber siyasal faaliyetlere katılan kadınları anlayamaz. Bu gün Türk Ocağı gibi, Türkiye’de ilk kaıdnlı erkekli toplantıyı düzenlemiş, yönetiminde kadınların yer aldığı bir kurumda dahi kadınları pasta börek imalatçısı ikinci sınıf yaratıklar  olarak görmek anlayışı, “Hanımlar İcra Heyeti” denen  Arap özentisi  utanılası ilkellikle sürdürülmektedir.

Türk milliyetçiliğindeki siyasî sığlık egemenliği,  onun fikri yaratıcılığa sahip olamamasının ilk sebebidir.

Milliyetçi camiadaki çözüm kısırlığının ikinci sebebi, “fikrî hiyerarşidir.” Milliyetçiler  için önemli olan şey  fikirler değil, “konuşanın  hiyerarşisisidr.” Bu açıdan meselâ felsefi açıdan hiçbir birikiminin olmadığı her beyanından belli Türk Ocağı  başkanı, sanki sadece böyle bir makamı işgal etmekten dolayı  hikmet sahibi imiş gibi değerlendirilmekte, o konuşmadıkça Ocak çevresinden herhangi bir fikir  üretimi gerçekleştirilmemektedir. Veya Türk Yurdu gibi bir dergi, Türkiye’nin en birikimli bilim adamlarından  ve üstelik hars heyeti üyesi bir ocaklının yazısının “düzeltilmesini” isteyecek kadar küstahlaşabilmektedir.

 Bu arada şunu da belirtmemiz lâzımdır ki Türk milliyetçileri, fikirleri değerlendirecek  beyin yetkinliğinden uzak oldukları için  kendi zekâ düzeylerince en kolay kavranacak şey olan akademik unvanlara  sığınırlar. Kim ki  bir akademik unvana sahiptir, onun en doğrusunu söylemesi gerekir.  Hayatları Weber okumakla geçmesi gereken  pek çok milliyetçi akademisyenin, solcuların, mülkiyetin kolektifleştirilmesi fikrine karşı en ufak bir eleştiri getirememesi, toplumsal düzenin “kendiliğinden  meydana gelen evrimi” hakkında en ufak fikrinin olmaması,   ülkemizde “millet “kavramı Hobsbavmcı kolektivist saplantılarla sürekli yıpratılırken Sadri Maksudi’den bile habersiz şekilde Türk Yurdu’nu akademik atlama tahtası olarak kullanmak dışında  hiçbir iş yapmaması gibi basitlikler, milliyetçi camianın ne tür ahlâkî ve entelektüel yoksunluk içinde kıvrandığının örneklerindendir. Öte yandan mesela sırf doktorası var ve bu yüzden gazetelerde köşe sahibi olduğu için  Türk milliyetçiliğin  varlık sebebi entelektüelleri, “cemaatlerinin kabulüyle adam olmuş” sayan  bir yarı okumuş, “metodolojik bireycilikten” habersiz , ahlâkın bireyin özgürlüğü ile ilgisinin farkında bile olmadan ahkâm kesebilmektedir.

Türk milliyetçileri, Emevici siyasal dinciliği “İslâm ahlak ve fazileti” diye benimseyerek ferdi dışladığı, kötülediği için…

Fikrî faaliyeti, slogan üretmekten ibaret zannedip mensuplarının entelektüel vicdanlarını “Lider, doktrin, teşkilat” zırvalığıyla baskıladığı için…

Fikir üretiminin partilerce yapılabildiğini sanarak ferdin fikrî emeğini yok sayıp, fikri faaliyeti ucuzlaştırdığı için…

Akademisyenliğin malumat derlemeciliği zanaatini, yegâne fikri faaliyet sayarak mensuplarının merak ve  yaratıcılığını umursamayan  köylülüğünün farkına varamadığı için…

Milliyetçiliği,  “hakikati arama cehdinden” ayırıp  “Sen ben bizim oğlancı” kayırmacılığın aracı haline getirdiği için…

Türk milliyetçiliği bu gün tarih, sosyoloji, iktisat, edebiyat, ilahiyat, felsefe gibi alanlarda yoktur! Yakın bir gelecekte olmasını beklemek de  ancak bönlük olabilir. Bütün yaptığı günlük politik çekişmelerde ahkâm kesmek olan bir camianın, yarına bırakacağı hiçbir edebî, sanatsal eseri yoktur. Bugün Türk Ocağı gibi entelektüel bir sorumluluğu olan  en tarihi kurumunda bile yöneticilerinin ne bir edebi eseri, ne resmi, ne bestesi vardır. Sinema eleştirilerinden bihaber, akımların hiç birini bilmeyen, herhangi bir resim akımı ile ilgili  özel bir beğenisi olmayan, hayatında çok satan bir romanın zevkini tatmamış, doğru dürüst türkü bilmeyen, çocuklarına tek türkü öğretmemiş, hiç resim sergisi gezmemiş, sadece “milliyetçi olmakla” çocuklarının milliyetçi olacağını sanan insanlar “milli kültürden” dem vurmakta, “İslam ahlak ve faziletinden” bahsetmekte, “Türklük gurur ve şuurunu “vaaz etmekte hiç beis görmemektedirler.

Türk milliyetçiliği gerek siyasi açıdan gerek Türk Ocağı camiasındaki  fikrî yüzeysellik/ entelektüel sığlık,  felsefesiz yaşantı yüzünden, bu gün milletin problemlerine çözüm üretmenin çok uzağındadır, bu konuda açıkça acizdir!

Türk milliyetçileri, olayların peşinden koşmak mazoşist zevkinden kurutulamadıkları içindir ki felsefe geliştirmeyi, edebiyat yapmayı, resim yapmayı  vs. “lüks” addetmektedir. Bundan dolayı da toplumda ciddiye alınmamaktadırlar.  Onlar meselâ etnik ırkçılıkla mücadeleyi “ öncelikli” sayar ama  etnik ırkçılığın felsefi eleştirini akıllarına bile getirmezler. Etnik ırkçılğın felsefî eleştirisini nasıl olsa bir akademisyenin yapacağını  sanırlar ama o sırada akademisyenlerinin çoğunun derdinin  makamlarını korumak, kendi elit cemaatlerini teşkil etmek, Türk Yurdu üzerinden kariyer yapmak olduğunu bilmezler.  Etnik ırkçılığın felsefi eleştirisini ulemalarının dışında yapanları okumak zahmetine katlanmaz, gazetelerdeki magazinel kavgalarla, hamasi polemiklerle gün geçirirler.
 
Türk milliyetçileri,  entelektüel açıdan fikir babalarından inanılmaz derecede geridirler. Fikir babalarının medeni ufkunu kavramaktan uzak, Arap dinciliğinin etkisinde,  “davranmak” yerine tepki gösteren,  entellektüel faaliyetin de ahlâkın da fersah fersah uzağında, açıkça ilkel bir toplulukturlar.

Bugün MHP’ye duyulan ihtiyaç, fikirlerinden, çözüm önerilerinden dolayı değildir. Sadece Türk adının farkında olan tek parti olarak görüldüğü içindir. Türk milliyetçileri, fikir babalarının ve 80 öncesi mücadelesinin mirasını har vurup harman savurmuş bir topluluktur.  Türk milliyetçiliğinin şartlara bağlı yükselişine bel bağlamanın günü geçmiştir. Bugün vicdan sahibi milliyetçiler, fikirlerini,  herhangi bir örgütlenmeye dahil olmadan, özgürce geliştirerek fikrî mücadele sahasına kendi başlarına çıkmalıdırlar.  Milliyetçiliğin entelektüel itibarı ancak kendi başına var olabilen, üretken milliyetçilerce yeniden  ayağa kaldırılabilir. 

22 Mayıs 2011 Pazar

Siyasal İslamcılığın Ruhu Ve Protestan Ahlâkı

Birkaç sene önce, Cüneyt ÜLSEVER, Anadolu girişimciliğinin muhafazakâr yönüyle Protestan ahlâkı arasında, “iş ahlâkı” ve tevekkül  yönünden bir benzerlik kurduğunda kıyamet kopmuştu. O bunu, ülkede liberal demokrat bir rejimin yerleşmesi için bir fırsat olarak görüyordu. İş dünyasının, İstanbul  tekelinden kurtulacağından ve refahın, ülkenin her yerinde birden üretileceği ümidini taşıyordu.

Ortalama tahsili üç buçukuncu sınıf olan halkımızın, dördüncü sınıftan terk gazetecileri, akademi esnafı vs. üzerinde cidden, uzun uzun düşünülüp söylenmiş, özet düşüncelerden, kıt akıllarınca kavrayabildikleri bir iki kelimeyi, sözlük anlamlarına göre alarak “dünya basiti” yorumlar yaptılar, konu da öylece kaldı.

Aslında ÜLSEVER   bir gerçeğin ucunu yakalamıştı ama  o da her Türk çocuğu gibi sui zannı ayıp bellediğinden olsa gerek; ucundan yakaladığı  gerçeği güzel görmeye çalışmıştı.

O gerçek, Türkiye’de siyasal dinciliğin ahlâkî kabulleri, itikadî ve amelî özellikleriyle neredeyse tamamen Protestan Hıristiyan bir özellik taşıdığıydı.

Protestanlar insanın bir günahla doğduğuna inanır. “ Masumiyet” insan ömrünün sonuna kadar  elde edilmesi gereken, neredeyse imkânsız bir erdemdir. Bu erdeme ulaşabilmek için her şeyden önce hayata, “kabul edilmiş” bir cemaatin ve ruhbanın onayıyla başlamak gerekir. Hıristiyanlık bütün mezhepleriyle bir cemaat dinidir. Cemaat ibadetin mütemmim cüzüdür. Ruhban da cemaatin… Bir Hıristiyan’ın dine mensubiyeti, onun ferdî iradesine değil, cemaatin ve ruhbanın kabulüne bağlıdır.  Dağ başında tek başınıza Tanrı’dan affınızı dileyemezsiniz.

Hıristiyanlık’ta günah ve sevap doğrudan imanla ilgilidir. Protestanlara göre cennet, tam bir masumiyetle   bile kazanılamaz.  O ancak Tanrı’nın belirsiz bir lütfuyla kazanılabilir. Cennete giriş neredeyse imkânsız olmakla beraber, bu dünyada zevke en az yer verecek şekilde en sıkı şekilde çalışmak ve ibadet etmek, en azından Tanrı’nın lütfunu kazanmak ihtimalini arttırabilir. Bu yüzden Protestan ahlâkının temelinde, bu dünyaya ait ne varsa, hepsi şeytanî ve kötüdür. Protestanlar için zevk günahın ta kendisidir. Bunun yanı sıra, kendi içlerinde yorum farklarına dahi son derece hoşgörüsüzdürler. En doğru ve hakiki yoruma iman etseniz dahi, günah işliyorsanız imanınız zedelenir ve dininizi kaybedebilirsiniz.

Protestanlık hükümdarı kendiliğinden kutsal ve eleştirilmez kabul eder. 8. Henry’nin İngiltere’nin dinini değiştirmesindeki en büyük sebep belki de budur.

Buraya kadar naklettiğimiz acizane  bilgimizin içinde, Hıristiyan, Hıristiyanlık, Protestanlık kelimelerinin yerine “İslâm” ve “Müslüman” kelimelerini koyduğunuzda, şaşırtıcı bir şekilde hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz. Bunu görüvermenizin sebebi,  İslâm’ın, siyasal İslamcılarca günlük hayatta rastladığımız yaşanma ve anlaşılma şeklinin, bununla neredeyse birebir aynı olmasındandır.

İslâm, kendine kadar olan bütün dinlerden apayrı şekilde, ferdin vicdanına ve aklına teslim edilmiş tek dindir! O zamana kadar ruhbanların koruyuculuğunda olduğu sanılan dinin koruyucusunun yalnızca Allah olduğunu beyanla, şirkin  önüne yıkılmaz bir set çeken tek dindir! İbadette ve tövbede Allah’a aracı koşulmasını doğrudan şirk sayan tek dindir!  “Amel imandan bir cüz değildir!” diyerek imanı,  yalnızca Allah’ın yargısına bırakan ve böylece iman üzerinden bezirgânlık edilmesini de şirk sayan tek dindir! Uçakta seyahat ederken, gemide denizi seyrederken, otobüste kitap okurken, sabah kalktığınızda, gece yattığınızda,   yalnızca kalpten bir tasdik ve samimi bir ikrarla içine giriverdiğiniz tek dindir! Sizi ne ruhbana ne cemaate muhtaç eder.

Allah sizin kalplerinize bakar!” diyerek “Müslüman” etiketinizin değil, mümin bir kalbin samimiyetinin değerine dikkat çeker.  Müslümanların hepsinin mümin sayılmasını şart koşar. Bir Müslüman’ın diğerinin imanı hakkında bühtan etmesini hele de hüküm vermesini yasaklar.

 Sizi, sabah akşam boş ibadetle Cennet’i kazanamayacağınıza dair uyarır. Merhamet etmediğiniz, yalan söylediğiniz, kibir gösterdiğiniz, sui zanda bulunduğunuz, gıybet ettiğiniz, kul hakkı yediğiniz, riyaya saplandığınız müddetçe,  ibadetlerinizin ve sözde hayırlarınızın bir değeri olmayacağını ve daha kötüsü iman etmiş sayılmayacağınızı söyler.  Kendi nefsiniz için işlediğiniz günahları, başkalarının takdiri için ettiğiniz ibadete üstün tutar.

Müslümanlık “güzel ahlâk” için gelmiştir ve “güzel ahlâk sahibi” de  “Elinden ve dilinden, herkesin emin olduğu kişidir!” yani İslâm ahlâkının temeli, şekli, dış görünüşü düzeltmek değil, “Zarar vermemek iradesi göstermektir.”

Şimdi… Hıristiyanlık ve İslâm’ın, aklımızın erdiğince farklarını dile getirdikten sonra, memleketimizdeki siyasal İslamcı’ların yaşayışlarının, bu ikisinden hangisine daha fazla benzediğine bakabiliriz.

Ülkemizde siyasal İslâmcı’lar  “Müslüman” olarak yalnızca kendi mensuplarını kabul ederler.  Sıkça işittiğiniz “Bu ülkede Müslümanlara çok eziyet edilmiştir!” gibi cümlelerin anlamı budur. Bir Müslüman, kendisiyle asgari   benzer özellikleri gördüğü herkesi din kardeşi sayar.  Kaldı ki kendisini Müslüman olarak ilân eden hiç kimseyi kendinden ayırt edemez! Oysa bir Hıristiyan için bırakınız aynı dinin mezhepleri arasındaki farkı, aynı mezhep içindeki farklı yorumlar dahi birbirini dışlamakta tereddüt etmez!
Bir Müslüman,  yalnız Allah’a karşı, yalnız ve ancak kendi aklı ve kalbi ile sorumlu olduğunu bilir.  İbadetini yalnız yapabilir, tövbesini kesinlikle tek başına ve  aracısız Allah’a arz eder.

Bir Hıristiyan için ise cemaatle yapılmamış bir ibadet geçersizdir. Ruhbana itiraf edilmeyen günahların affedilmesi düşünülemez. Bu gün siyasal İslamcı’lar istisnasız şekilde cemaatler/tarikatler halinde yaşarlar. Cemaat/tarikat  mensubu, imamından/şeyhinden izin almadan adım atamaz. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır..”  sözü, memleketimizdeki siyasal İslamcıların en temel düsturudur. Siyasal İslamcılar, cemaatleri güdülecek sürü, mürşitlerini de çoban addeder. Bu aynen Hz. İsa’yı ve sonra onun kilisesini çoban, Hıristiyanları da  İsa’nın koyunu olarak gören Hıristiyan anlayışına benzer.

Siyasal İslamcılar “Dinde zorlama yoktur!” ayetini neshedilmiş sayar, din kardeşlerine her türlü zor kullanmayı, “onlardan sorumlu olmak” diye savunurlar. Oysa Allah, peygamberi dahi hiç kimsenin imanından mesul kılmamıştır. Diğer yandan, Hıristiyanlıkta kişinin dini, doğrudan doğruya mensup olduğu cemaate ve onun ruhbanına bağlıdır.  Kilise geçmişte din adına korkunç katliamlar yapmıştır ve aforoz hâlâ kilisenin, Hıristiyanlar için kullanabileceği bir tehdittir.

Bir siyasal İslâmcı için hayatın her anı, “dinle” ilgili olmalıdır. Buradan murat, hayatın her anında Allah  ile beraber olmak, günah işlerken bile onun bizi gözettiğini bilmek ve nedameti ona arz etmek değildir. Siyasal İslâmcı için hayatın her anının dinle geçmesi demek,  toplumsal hayatın ürünlerinden, içinde doğrudan dinden bahsedilmeyen her şeyden uzaklaşmak demektir.  Ona göre dünya bütünüyle kirlidir. O yüzden bu dünyada konuşulmaya değen, daha doğrusu konuşulması  “helal” tek mevzu dindir. Bu arada, meselâ sıradan bir Müslüman olarak din ile ilgili fikirlerinizi konuşmanızdan bahsetmediğimi hatırlatmalıyım. Onlara göre bir “sohbet”, “daha fazla Müslüman” birinin diğerlerine nasihat etmesinden ibarettir. Bundan dolayıdır ki herhangi bir siyasal İslâmcı radyoda, meselâ müzikal olarak oyun havası kıvraklığında olup içindeki Allah, Muhammet vs kelimelerinden dolayı “ilâhi” diye anılan pek çok garabetle karşılaşmanız mümkündür. Oysa bizzat  Hazreti Peygamber, dünya nimetlerinden zevk aldığını ifade etmiş, sevginin, aşkın, cinselliğin, merhametin, tevazuun, sohbetin her yönünü bizzat yaşamış, en somut örnek olarak karşımızdadır. Bugün, onun hayatını anlatan  kitaplarda, yatak odasında eşleriyle nasıl konuştuğuna, onlarla ilgili hissettiği arzuları nasıl ifade ettiğine dair bir sürü örnek bulabilirsiniz. Peygamberi “insan” olan bir dinin mensupları bu gün, insanın topraktan yaratılmış  bedeninin her yönünden tiksinmekte, o bedeni de maddi dünya ile beraber bir tür necaset olarak kabul edebilmektedir.  Kadınlara yönelik örtünme aşırılığının, çirkinleştirme arzusunun temelinde, dünyaya bu sapkın bakış vardır. Bu açıdan siyasal İslâmcıların din kabulü ve dinî yaşantısının “sünnetle” uzaktan yakından ilgisi yoktur.  Onlar, ulaşılması imkânsız bir günahsızlık ideali ve maddî dünyaya duydukları sınırsız nefretle peygamber ahlâkından ziyade püriten Protestan ahlâkına yakındırlar.
İslâm  açık şekilde “Amel imandan bir cüz değildir!” derken siyasal İslâmcılar sürekli,  günahsızlığı bir ideal olarak dayatıp bunu da “imanı kurtarmak”  bahanesiyle yapmaktadırlar. Hıristiyanlıkta, bilhassa Protestanlıkta amelin imanla doğrudan ilişkisi kurulmuştur. Dolayısıyla “daha az veya daha çok Hıristiyan” diye derecelendirmeler yapılabilir. Oysa İslâm’da “daha az, daha çok Müslüman” diye bir derecelendirme yoktur!  İslâm’da takva, Müslümanlar arasında bir üstünlük ölçüsü sayılmamışken bu gün siyasal İslamcı kitle “uzman Müslümanlarla” doludur. İslâm takvayı, insanlar arasında bir üstünlük ölçüsü saymayıp dinde ruhbanlık kurumunun oluşmasını engellemişken siyasal dinciler, takva kavramını, diğer Müslümanlar üzerinde zihni tasarrufa yetkili makamlar oluşturmak için kullanmışlardır. Hali hazırda Müslüman ülkelerin tamamında mutlaka, “herkesten üstün ve eleştirilemez” bir din profesyonelleri sınıfı bulunmaktadır. Bizde bu sınıfın oluşumu, cemaatlerin ve tarikatlerin bünyesinde, uzun zamandır sürmektedir.

Bunun yanında değerli ilâhiyatçı  Prof. Dr. Yaşar  Nuri ÖZTÜRK’ün son dönem eserlerinde üzerinde sıklıkla durulan ve örneklendirilen Kur’an üzerinde tahrifat gayretleri, dinler arası diyalog çalışmaları  gibi oluşumlar, siyasal İslâmcılığın Yudeo-Hıristiyan örgütlenmelerle ilişkisini ortaya çıkarmıştır. Bu ilişkiler sadece  ilahiyat sahasında kalmamakta, dünyanın, yeni Yudeo-Hıristiyan tasarımının parçası olmaya kadar varmaktadır. Burada dinin siyasal bir  araç olarak kullanılmasıyla meydana getirilen çarpıklık ve boşluk,  kültürel olarak siyasal İslamcılara göre epey üstün bir durumda bulunan Hıristiyan dünyası tarafından doldurulmaktadır.

Diyalog adına, Türk örfünün, Türk dinî yaşantısının, Türk kültürünün “resmi tarih”  aşağılamasıyla yok sayılması ve adeta hiç kimsenin bilmediği sanılan yepyeni yapay tarih  yorumlarının oluşturulması, siyasal İslam’ın kimler tarafından güdülendiğinin çok önemli işaretleridir. Siyasal İslâm, şiddet eğilimi, tekfir etme, bağnazlık, güce tapınma ve riya gibi özelliklerinin, kendisini daha 18. yyda cadı avlarında onlarca kadını yakıp daha sonra kendi “üstün dinin gereği” gittiği her yeri yangın yerine çeviren Protestan/püriten yobazlığına nasıl yaklaştırdığını keşfetmiştir, daha doğrusu bu, kendisine keşfettirilmiştir.

Evet Cüneyt ÜLSEVER, birbirlerini kıyafetlerinden, bıyık kesimlerinden tanıyan,  amaca varmak için her yolu “Düşmanın silahıyla silahlandığını” düşünerek mazur gören, parasının varlığını, en lüks çantalar, baş örtüleri, arabalarla gösteren, “modern” bir dindar girişimci grubunu teşhis ediyordu… Ama onun, hepimizin değerlerine ne kadar yabancılaştığını, artık “biz” derken bambaşka birilerini kast ettiğini, belki de görmek istemiyordu.

Ne yazık ki bir farkı teşhis etmekte hepimiz geç kalmıştık. Protestan müteşebbisler, bütün taassuplarına rağmen,   ebedî mutluluğun yalnız ve ancak Tanrı’nın lütfu olduğunu düşünerek onun hükmüne ipotek koymaktan kaçınıyordu. Oysa ülkemizde siyasal İslâm, giyiminden, okuma listesine   ve cemaatlerce oluşturulan aile çevresine kadar “tamamlanmış”  dindarlığının Cennet’in garantisi olduğu fikrine körce bağlanmıştı. İşin daha acı yanı, Protestanlar, dinlerini, iş ahlâklarının temeli saydıkları için refahın kendilerine gelmesini ümit ediyordu. Oysa ülkemizde siyasal dinciler, dini, “servet edinme cemaatleri” oluşturmak için kullanıyorlardı.  Şüphesiz bu tespitler bazılarına “din kardeşlerine karşı  sui zan” gibi görünecektir. Buna rağmen, politikada şantajı araç olarak kullanan dinci medyaya ve onların maddî destekçilerine –ki kimlerin kredi kartlarının nasıl kullanıldığı bile ortaya çıkmışken- baktığımızda, olayın, ÜLSEVER’in terbiyeli iyimserliğini ezip geçen bir zorbalık hikâyesi olduğunu ister istemez görüyoruz.

Türk Milleti, kendi geleceğine, hangi siyasî kadroların tesir edeceğine, bir an önce karar vermelidir. Karısının başını örterek,  badem bıyık bırakarak, yarı Arapça konuşarak ikbal edineceğini, siyasal  İslamcılığın şantaj kültüründen korunacağını sananlar çok yanılmaktadırlar, Eğer vicdanlarını cemaatlere teslim ederek  cennetten ipotekli bir köşke yatırım yaptığını, hâlâ düşünen varsa, umalım ki o çok beğenilen Kuzey Irak’ta evlerini, “haremlerini” din kardeşleriyle paylaşan  işgalci askerler, kendi kapılarını  çalıp da yatak odalarını kullandığında, aynı iyimserliği gösterebilirler? Neden mi böyle karamsarım? Çünkü siyasal İslâmcılar her şeye rağmen, onları yabancı askerlerin tecavüzünden koruyabilecek tek orduyu da yok etmeden, korkarım öfkelerini dindiremeyecekler…

20 Mayıs 2011 Cuma

Siyasal İslamcılığın Mağdur İktidar Kompleksi

Böyle bir kompleks tanımlanmış mıdır, bilmiyorum ama mevcut iktidar partisinin tavırlarına bakıldığında, sergilediği psikolojiye başka bir ad da veremiyorum.

Ülkemizde siyasal dinciliğin iki büyük kozu vardır: Din üzerinden değer ipoteği ve mağduriyet sahipliği…

Din üzerinden değer ipoteğinde siyasal dincilik,  önce köylülüğe sonra kenar mahalleye dayanan kapalı toplum psikolojisini, “Kim daha dindar?” rekabetiyle eline geçirmiştir. Bunu yaparken her türlü günlük ameli, birer iman konusu yapıp, ilmihal üzerinden köylünün ve kenar mahallelinin vicdanını rehin almıştır.  Milletin günlük hayatta  kendine göre  sürdürdüğü dini yaşantıyı, günahla  yer yer küfürle bir tutarak halkın dini yaşantısını alabildiğine Arapçı bid’atlerle doldurmuştur. “Amel imandan bir cüz değildir!” ilkesini  hiçbir  ahlâkî endişe duymadan alenen çiğnemiştir. Bunu yaparken sürekli “tehlikede olan imanları kurtarmaktan” bahseder. Zaten bir cemaat önderi de bir vaazında,“Zaten pamuk ipliğiyle bağlıyız  Müslümanlığa..” mealinde bir cümle sarf etmiştir.

Siyasal dincilik önce günlük hayatı, sıradan Müslüman’ın anlayamayacağı kadar karmaşık bir iman mevzuu haline getirir, sonra da bu mevzuu çözecek otoritelerin emirlerini kendi mensuplarına ve kendini Müslüman bilenlere dayatır. Siyasal dincilik için rakı içip haftada bir cumaya giden veya hiç namaz kılmadığı halde sofrada besmele çekenler, yok hükmündedir. Bunlar yok sayılmalıdır, çünkü aksi takdirde siyasal dinciliğin herhangi bir cazibesi kalmayacaktır. Bunun için aynen Ortaçağ papazlarının tercüme karşıtlığı gibi Arapça bildikleri için  “daha Müslüman olanların”  Türk’ten gayri milletlerin Müslümanlığı “orijinal”, “saf” Müslümanlık diye ortaya sürülür. Böylece, kapalı bir toplumun, bilmediği şeylere karşı duyduğu ilkel korkulu saygısının üzerinden, insnların değerlerini kendi ipoteği altına alır. Bir  zaman sonra siyasal dincilik sağladığı bu ipoteği oya tahvil eder ve kendisine verilen oyların dahi imanın gereği olduğu kanaatiyle seçmen kitlesini kemikleştirir.

Diğer koz  da mağduriyet sahipliğidir. Siyasal dincilik sürekli, özellikle cumhuriyet döneminde, dinin dışlandığı reddedildiği ucuz propagandasını yapar. Böylece, yaygın yanlış ve zulme karşı örgütlenmiş bir avuç “asr-ı saadet savaşçısı” imişçesine insanlarda bir adanmışlık duygusu yaratmayı hedefler. Siyasal dinciliğin ilk bakışta haklı görünen bu mağduriyet söyleminin özünde, büyük bir zalime  karşı hakkı savunmak falan yoktur. Siyasal dinciliğin mağduriyet sahipliği, aşırılık, şiddete düşkünlük ve Emevi Arapçılığına duyulan marazi hayranlık gibi unsurları bünyesinde taşır. Bu özelliklerinden dolayı da aslında  halkın ekseriyeti tarafından sezgisel olarak dışlanır. Siyasal dinciler, halkın binlerce yıllık örfünün ışığında sezdiği bu hastalıklı yönden ciddi şekilde sıkıntı duyarlar.  Onların mağduriyet hissi, bütün üstünlük iddialarına rağmen halkın nazarında ve vicdanında esaslı bir yer edinememeleri, sahteliklerinin ve iki yüzlülüklerinin halk tarafından anlaşılmasındandır. Onlar,  Türk Milleti’nin büyük ve kavrayıcı kültürünün yanında sözlerinin basit Arap taklitçiliği olduğunu öyle iyi bilirler ki duydukları aşağılık kompleksini, sürekli ardına sığındıkları mağduriyet ile aklileştirmeye çalışırlar. Son dönemde etnik ırkçılıkla omuz omuza duruşları da bu maymuncuk “mağduriyet” sahipliğine dayanmaktadır.

Ülkenin istedikleri yerinde mülk edinip okuyabilen, yerleşen, işe girip sağlık, adalet hizmeti alabilen  bu iki grup da içlerindeki aşağılık kompleksini, bir mağduriyet olarak sunarak fazladan haklar/imtiyazlar elde etmeye çalışırlar. Onlara,   Türk Milleti hakkındaki ithamlarının geçersiz olduğunu, haksız olduğunu, ahlâksız olduğunu  anlatmaya çalışmanız manasızdır. Onlar iddialarının geçerliliği ile ilgilenmemektedirler. Körce hissettikleri bir aşağılık kompleksini bir daha hissetmemek için iddialarının sadece iddia olmasının bile  her türlü taleplerinin yerine getirilmesi için yeterli sebep olduğunu savunurlar. Sadece isteyebildikleri için istedikleri her şeyin yerine getirilmesi gerektiğini düşünürler.

Bundan dolayı da siyasal İslamcı’lar ,seçim sisteminin eseri  olan çoğunluklarına, ellerindeki yetkileri alabildiğine keyfî ve sorgulanamaz şekilde kullanabilmelerine rağmen, kendilerini hâlâ mağdur hissetmektedirler. Bunun en belirgin tezahürü de iktidar partisinin toplantılarına karşı vatandaşın tepkilerini hep birer saldırı, taciz gibi algılamaları ve yargı mekanizmasını,  bu tip zararsız demokratik tepkilere karşı olur olmaz ve olabildiğince şiddetli kullanmak gibi bir alışkanlık geliştirmeleridir. Tekel İşçilerinin, öğrencilerin,  dövülmesi, bireysel her türlü eleştirinin doğrudan suç olarak ihbar edilmesi de  toplumsal dokuya uyum gösterememenin getirdiği dışlanmışlık ve aşağılık kompleksinin, hayali otoritelere yansıtılarak  elede edilen akla kör mağduriyet sahipliğinin eseridir.

Dikkat edilirse ülkemizde etnik ırkçılar, işçilerin veya öğrencilerin gördüğü doğrudan şiddetle karşılaşmaksızın rahatlıkla  zarar vermekte, ifade hürriyetini açıkça ihlal edebilmekte,   milletimizi ve onun egemenlik organlarını her gün alenen tehdit edebilmekte ve bize kendi ilkel kabile devleti anlayışlarını kabul ettirmeye kalkabilmektedirler.

Siyasal İslâm, işçilerin ve öğrencilerin şahsında,   kendi Emevi/Arap kabileciliğinin çok üstünde kurumlara sahip Türk örfünü,  Türk uluslaşmasını ve Türk irfanını görmektedir. “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesinden, etnik ırkçılarla beraber nefret etmesinin sebebi de budur. Etnik ırkçılığın aleni şiddetine, nefret suçlarına karşı suskunluğu da gene paylaşılan aşağılık kompleksinden ve mağduriyet sahipliğindendir. Nitekim son zamanlarda özünde Marksist ve ateist olan etnik ırkçı örgütlerin sözde liberal soslu “sivil ibadet” çağrıları da bu komplekslerin paylaşıldığının göstergesidir.

Mağdur iktidar kompleksi, bölünmüş bir bilincin tezahürüdür. Bu, içinde yaşanılan dünyaya dair tutarlı bir algılama geliştirememe durumundan kaynaklanır. Bu algı bozukluğunun sebebi de insanın aslında olmadığı biri gibi davranmaya kendini zorlamasıdır. Dedeleri neleri türkü yakmış, davulla zurnayla düğün etmiş insanlar,  bir takım  siyasal dinci Arap davranışını “gerçek din” diye kabul ettiğinde içine düştüğü açmazdan, kendi yurdunu “dar-ül harp” ilan ederek kurtulmaya çalışmıştır. Böylece  bölünmüş bilincinin  bir kısmını kesip atarak kendince tutarlı hale gelmeye çalışmaktadır. Ona  kendi toplumunun, kendi örfleriyle şekillenmiş dini yaşantısından, sosyolojinin gerçeklerinden bahsetmenizin hiçbir yararı olmayacaktır. Bu konuda etnik ırkçılarla siyasal dincilerin her ikisinin de aynı şekilde tepki vermeleri, ikisinin de farklı sebeplerden de olsa bölünmüş bilinçlere sahip olmalarındandır.

Bölünmüş bilincin, “yerli yarısı”  tahrip edilmesine rağmen siyasal dincinin mağdur ve iktidar olmak çelişkisi giderilememiştir. Çünkü siyasal dinci, dünyadan beklentilerini mağduriyete, dünyaya tesirini de  bu giderilmesi neredeyse imkânsız aşağılık kompleksinin tam aksi istikametindeki bir iktidar  tutkusuyla ancak ifade edebilmektedir.

Bu yüzden mesela, bir yandan ülke etnik ırkçılıkla her gün tahrip edilirken  kendisiyle aynı şekilde bölünmüş bilinçli etnik ırkçılara karşı bir tepki geliştirememekte, aksine  etnik ırkçılık sahasını  sürekli kendi iktidarının içinde addetmektedir. Böylece millet etnik ırkçılığın etnik terörün tehdidini her gün yaşarken siyasal İslamcılık hiçbir vicdani sıkıntı duymamaktadır. Nitekim etnik ırkçılığın tehdidinin en çok hissedildiği illerde var olabildiğini, diğer partilerin, o illere giremediğini söylerken duyduğu gurur bundandır. Bu noktada o, etnik ırkçılık tehdidinin, kendi iktidarına rakip olduğunu bile görememektedir. Siyasal İslamcılar için iktidar, vatan sathının etnik ırkçılık ve etnik terör gibi gayri meşru faaliyetlerden emin hale getirilebilmesi demek değildir. Siyasal İslamcılar için iktidar, kendi “doğru İslam” anlayışlarının, her ne şekilde olursa olsun egemen kılınmasıdır. Siyasal İslamcılar için milletleşme vakası,  açıkça anlamsız olduğundan, milletin egemenlik alametlerine hakaret edilmesi de onların iktidar algıları açısından anlamsızdır.

Onların iktidar algıları, kendi bölünmüş bilinçlerinin, her türlü sorgulamadan, eleştiriden her ne pahasına olursa olsun masun kılınmasından ibarettir. Çünkü bilinçlerindeki yabancılaşma ve bölünmenin onlara hatırlatılması, kültürel zayıflıklarını, köksüzlüklerini sadece onlara değil, herkese göstermek demektir. Öyleyse bu daha en baştan engellenmelidir.

Buna mukabil iktidardaki yetmezliklerini kabul etmek de onları, kendileriyle çelişkiye  düşürür. Buradan buldukları çıkış, güçlerinin yetmediği her olumsuzluğu, kendilerini geçmişte mağdur etmiş ve hatta hâlâ etmekte olan hayalî kötülere yüklemektir. Bu arada bölünmüş bilinçleri için en can yakıcı soru,  onları mağdur edebilecek kadar güçlü insanlardan bahsettiklerinde, kendilerinin nasıl olup da iktidar iddiasında bulunabildikleridir.

Meselâ  milletimizin meşru mahkemelerince hakları elinden alınan bebek katilinin nasıl olup da bir iktidar ortağı gibi yürütmeye yol haritası çizebildiğini onlara soramazsınız. Bebek katilini zapt eden infaz kurumlarının ve kanunlarının tek yürütücü yetkilisi olarak, hakları mahkemelerimizce kısıtlanmış birinin, herhangi bir Türk vatandaşı gibi yaşamasının neden kendilerince engellenmediğini de onlara soramazsınız. Veya haklarında kesinleşmiş bir hüküm bulunmayan insanlar hakkındaki masumiyet karinesinin her gün basın tarafından  alenen çiğnenmesine neden engel olamadıklarını da soramazsınız. Gene veya… Artık siyasetin araç gereci haline getirilen  kaset şantajcılığının, elinde emniyet ve asayiş güçlerini bulunduran bir iktidarın mevcudiyetinde nasıl olup da hâla var olabildiğini de soramazsınız. Veya…  İktidarın bütün gücüyle dış dünyadan kopardığı bir takım tutukluların, nasıl olup da ülkenin kaderini etkileyecek büyüklükte eylemleri,  iktidara rağmen gerçekleştirebildiklerini de soramazsınız.

Siyasal İslamcılığın mağdur iktidar kompleksinin alt dili, geniş kitlelere, kendisiyle  özdeşleşildiğinde,  halkı(kendisini) mağdur eden herkese karşı, sınırsız bir güç kullanabilmek imkânı vat etmektedir. Böylece, “mağdur edildiğine” inandırılan her toplum kesimi için “iktidar”, kuraldan ve kayıttan âzâde  mutlak bir zor kullanıcı anlamına gelmektedir. “Ülkeyi biraz da  Müslümanlar yönetsin!” tarzı cümleler, hep diğerlerinin  sahte, kendisinin gerçek olduğuna  inanan,  Arap olmak için uğraşan ve bundan dolayı yabancılaşmış ve bölünmüş bir bilincin eseridir.

Bu bölünmüş bilinç, mağdur ve iktidar bölümlerine göre çatallanan bir ahlâk üretir. Bundan dolayı meselâ bir bakanın e postası hakkında ortaya atılan iddialar peşinen iftira sayılırken, kişilikleri şüpheli eski suçluların ne idüğü belirsiz ifadeleri, ciddiye alınarak insanlar, yıllarca haklarından mahrum edilebilmektedir.

Bu bölünmüş ahlâk, ahlâksızlık araçlarını kullanarak insanların ahlâkını sorgulamayı, memleketimizde normalleştirmiştir.  Siyasal İslamcılar için tehditler millete değil, kendilerine dönüktür. Onlar kendilerini dünyanın merkezi sanmaktadırlar.

Türk Milleti, bu çelişkili, hastalıklı siyasal bilincin artık farkına varmalıdır.  Mağdur iktidar kompleksi, doğruyu yanlıştan ayırmamıza dair bütün imkânları tahrip etmektedir. Mağdur iktidar kompleksi, hakkın, sadece mağduriyet hissinden kaynaklandığını zımnen ifade etmektedir. Böylece kendini mağdur “hisseden” ama objektif olarak bunu ispatlaması imkânsız herkesin, sırf öyle hissettiği için istediği her şeyi alabileceği algısını topluma aşılamıştır. Bundan dolayıdır ki “Türk” olarak ne herhangi birimizden daha imtiyazlı ne de bir diğerimizden daha aşağı görülen Kürt kardeşlerimize yönelik açık ırkçı ve ahlâksız kışkırtmaları engelleyememektedir.

Türk seçmeni artık siyasetin bir  meddah temaşası olmadığını, eğlencelik olmadığını, memleketi hakkında kararlar  verecek insanların söylemlerinde, hal ve hareketlerinde belli akli ve ahlâkî tutarlılıklar göstermeleri gerektiğini idrak etmelidir. Kendini mağdur hissedenlerin, ellerinde intikam araçlarını bulundurmaları  kendileri için  iç gıcıklayıcı olabilir. Ama siyaset bir kompleks tatmin etme sahası değildir. Çünkü işin gösteri kısmı, havaî fişek ve Molotof şaşaası altında yürütülürken, vatan ellerimizin arasından kayıp gitmektedir.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Türkiye'de Rıza Kavramının İstismarı

Bir toplumun düzeni, yani fertlerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin oluşturduğu bütün, kabaca iki türlü olabilir: Otoriteye dayalı veya rızaya dayalı…

Otorite ve rızanın, toplumsal düzenle değil de daha ziyade devlet  idaresiyle ilgili olduğunu düşünebiliriz. Bunun da sebebi, monarşilerin ve demokrasilerin, ayrı birer devlet şekli olmasıdır.

Otorite ve rıza her ne kadar akla ilk olarak devlet şekillerini getirseler de demokrasinin günümüzde karşılaştığı problemler, asıl meselenin toplumsal düzenle ilgili olduğunu göstermektedir.

Günümüzde, klasik monarşi, geri kalmış ülkeler dışında neredeyse  tamamen ortadan kalkmıştır. Monarşinin hâlâ varlığını sürdürdüğü ülkeler, çoğunlukla, demokrasi içinde kraliyetlerin, artık yalnızca millî bütünlüğü temsil eden birer sembol olarak kaldıkları ülkelerdir.

Buna mukabil, “demokrasiler” çok çeşitli görünümler arz etmektedir. Genellikle “ Yönetimi, halkın belirlediği rejim” olarak bilinen demokrasi, rıza, temel haklar, millî egemenlik, çoğulculuk, katılımcılık gibi pek çok unsurun değişik ölçülerde ve biçimlerde etkilediği, tartışıldığı, bunun da sınırlarını belirsizleştirdiği bir rejim haline gelmiştir.

Demokratik rejimlerde, sorunlar, iki şeyden kaynaklanmaktadır:
Demokrasinin ideolojik yorumundan…

Demokrasinin uygulandığı ülkedeki toplumsa düzenin baskın unsurlarından…

Demokrasinin ana konusu, en sınırlı ve dar anlamda, bir ülkede, kamu(bürokrasi) yürütücü aygıtını, kimin çalıştırdığıdır.

Sorun da bu dar anlamın, ideolojik kabullere veya toplumsal bir takım kaprislere göre genişletilmeye çalışmasıdır.

1948’de BM Güvenlik Konseyi’ndeki yoğun SSCB baskısıyla, kapsamı  neredeyse anlamsız hale gelecek kadar genişletilen İnsan Hakları Beyannamesi, bu genişlemenin, belirsizleşmenin ilk örneği sayılabilir.
Demokrasi dendiğinde akla gelen ilk tanımın içindeki “çoğunluk hâkimiyeti”, başlangıç için yeterli ama uygulamada, bireylerin temel haklarına riayet kaydıyla sınırlanmadıkça ciddi sıkıntılara sebebiyet verebilecek bir unsur.

Yani çoğunluğun, bir ferdin, hayat, mülkiyet ve  ifade hürriyeti  haklarına, bu haklar kötüye kullanılmadıkça müdahale etmemesi gereği,   model kabul edilebilecek liberal demokrasilerin en belirgin özelliğidir.

 “Sosyal demokrasi” denen demokrasilerde ise, daha önce devrimle başa getirilen  kerameti kendinden menkul bir sınıfın yerini, demokrasinin belirleyicisi olan sayısız çoğunluk almıştır. Yani totaliter sosyalizmlerin temel hakları ezmek keyfiliği, sınıfın yerine çoğunluğa verilmiş ve böylece demokrasinin “rızaya dayanması”, şartının sağlandığı sanılmıştır.

Bu yazının konusu olan  “rıza” kavramının, çarpıtılmasının en büyük sebebi, demokrasideki çoğunluk hâkimiyetinin, iki önceki paragrafta  bahsedilen, temel haklara müdahalesizlik  kaydının dışına çıkarılmasıdır.

Sosyal demokrasi kavramının,  çoğunluk oyunun, temel haklara müdahale edebilmesine imkân vermesi ile demokrasi, elde edilen sayısal çoğunlukla, arzulanan her şeyin yapılabileceği düşünülen bir tür iktidar rekabetine dönüşmüştür.  Bu durumda ferdin tek başına devlet aygıtına, iktidara vs karşı temel haklarını savunması, fiilen imkânsız  hale gelmiş,  fikri olarak da sosyal demokrasinin dayandığı kolektivist felsefece aşağılanmıştır.

Demokrasinin sosyalist yorumu olan sosyal demokraside demokrasinin aktörleri bireyler değil, menfaat gruplarıdır. Ona göre demokrasi bu gruplar arasındaki bir “pay kapma” yarışıdır. Sosyal demokrasinin sosyalizme dayandığını söylememizin sebebi, sosyal demokratların da aynen totaliter sosyalistler gibi “ bir şekilde ve birilerince nasıl olsa üretilen refahın” çoğunluk emriyle paylaştırılabileceğini sanmasındandır.

Demokrasinin ferde dayalı “liberal” tanımının unutulup popüler  dağıtımcı bir sosyalist yorumuna  itibar edilmesi, demokrasinin temelindeki “rıza” kavramının da  çürümesine sebep olmuştur.

Liberal bir demokraside rıza, hem ferdin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyetinin,  çoğunluğun ve devletin keyfi müdahalesinden korunmasına dair toplumdaki genel mutabakatı ve kabulü hem de ferdin, temel haklarının teminat altına alınması şartıyla çoğunluk iradesine uyması anlamlarına gelir.  Liberal bir demokraside, ferdin temel haklarına riayet edilmesi, onun herhangi bir menfaat grubuna girmeden, kendi zekâsı, bilgisi ile kendi hayatını sürdürmesine imkân verir. Çünkü başa gelen iktidar kim olursa olsun, liberal bir demokraside temel haklar her bir ferdin, iktidar karşısında gerçek ve etkili bir varlık olmasını sağlar.

Oysa karma ekonomilerin Siyam ikizi sosyal demokraside, ferdin kendi zekâsıyla meşru olarak ne elde ettiğinin, elde ettiğini ne yamak istediğinin hiçbir önemi yoktur. Sosyal demokrasi, ferdin elde ettiği her şeyi, toplum adına ondan alıp topluma dağıtmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmez.

Bu durumda ferdin iktidar karşısında hiçbir anlamı kalmaz. O artık muhayyel  bir varlıktır. Ondan bahsetmek ancak “kendi çıkarları için topluma kazık atmak isteyen bencillerin işidir”, sosyal demokratlara göre…  Ferde  sürekli telkin edilen şey “Berabersek güçlüyüz!” fikridir. Birileriyle beraber olmayan ferde  her türlü zorbalığın yapılabileceğini düşünmek tam da demokrasiyi bir sayısal çoğunluk diktatörlüğü olarak gören sosyal demokratların işidir. Onlara göre “güç” ancak Marx’ın çarpık algısıyla kabullendiği, keyîi kaba kuvvet uygulayabilmek potansiyelidir. Ve onlar için elle tutulmayan, gözle görülmeyen sözlerden ibaret olan hukuk tamamiyle anlamsızdır.ferdin kendini hukuk yoluyla koruması diye bir şey onlara göre mümkün değildir. O yüzden “örgütlenme”, sosyalistlerde, sosyal demokratlarda adeta bir fetiştir.

Sosyal demokrasinin, gerek fert yerine grupları esas alarak, toplumu bir cemaatler yekûnu olarak görmesi gerekse sayısal rekabetten güçlü çıkanın mutlak hâkimiyetini kabul etmesinden dolayıdır ki “rıza” kavramı anlamını kaybetmiştir. Çünkü önce rızanın, “temel haklara saygıyla sınırlandırılmış bir çoğunluk”  üzerindeki yaygın mutabakat bağlamındaki anlamı ortadan kaldırılmıştır. Bunun yerine, çoğunluğun iradesinin ayrıca bir meşruiyet testi gerektirmeyen mutlak bir hükmedici olduğu fikri yerleştirilmiştir.

Daha sonra demokrasi, oya bağlı bir cemaatler arası iktidar savaşı haline getirilerek ferdin, iktidardan razı olup olmamak imkânı elinden alınmıştır. Bugün Türkiye’deki yaygın korkunun ve ümitsizliğin temelinde, herkesin kendisine bir an önce sığınacak bir “cemaat” bulmak endişesi vardır. (“Cemaat” burada sadece dinî cemaatleri anlatmamaktadır. Genel olarak sosyolojideki “topluluk” karşılığı olarak kullanılmıştır. Yazının bazı yerlerinde topluluk kelimesi de kullanılabilir.).

Peki ama bu neden önemli olmalıdır?

Birincisi, ferdin kendi başına var olamadığı hiçbir toplumsal düzende, hukuk devleti var olamaz.
İkincisi, çoğunluğun kayıtsız şartsız kaba  kuvvet kullanabilmek imkânını kabul ettiğimizde, rızayı fertten kaynaklanan değil, ferde dayatılan bir şey haline getirmiş oluruz.

Hal böyle olunca çoğunluğun mutlak  iktidarı, bir realite olarak mevcut olsa bile meşruiyeti tartışmalı olduğu için yürütülen kolektivist düzende her cemaat, kendi kaba kuvvet uygulama alanını kurmak ve bu alanda çoğunluk iradesinden  bağımsız  olmak ister.

 Temel haklara uygunlukla sınırlandırılmamış bir çoğunluk yönetimi, kendiliğinden bir çoğunluk diktasıdır.  “Yeniden dağıtım” amacıyla ürünleri ve gelirleri, mülkiyet hakkını ihlal ederek sahiplerinden alarak dağıtmaya kalkan her türlü yönetim de bu anlamda bir diktadır.

Türkiye’de mevcut karma ekonomi modeline dayanan siyasal sistemimiz, fiiliyatta açıkça kolektivisttir. Mevcut siyaset anlayışımız, partilerimizin etiketlerindeki bütün farklılıklara rağmen, “Devletin, adaletli bir yeniden dağılım sağlaması” kolektivist fikrine dayanmaktadır. Bu açıdan zaten Türkiye’de hiçbir partinin liberal demokrasiye yaklaştığını söylemek mümkün değildir. Bütün partilerimiz, istisnasız, demokrasiyi,   mutlak sayısal çoğunluk hâkimiyeti olarak kabul etmektedir. Bütün partilerimiz, ürünleri ve gelirleri, yerden bitip yağmalanan ve bu yüzden devletçe yeniden dağıtılması gereken varlıklar olarak görmektedir.

Peki bunun pratikteki sonucu ne olmaktadır?  Bunun pratikteki sonucu  milletin ve millî egemenliğin sadece sayısal bir çoğunluk meselesi haline getirilmesi olmaktadır. Böylece milli egemenlik ferdin rızasından ayrılmakta ve bir dayatma aracı  ve hatta amacı  gibi gösterilmektedir.

Rızanın kurala dayalılığı zedelendiğinde de ortada, zor kullanabilen herkesin, zor kullanabildiği herkesi kendine itaat ettirmesi fiilî hali kalmaktadır.  Yani bir gücü gücü yetene hali, bir seçim seramonisine bağlandığı için sanki doğal ve hukuki imiş gibi addedilmektedir. Böyle bir durumda her    topluluk,  Türk Milleti’nin meşru millî egemenliğini, kendine düşman bilip bundan ayrılabilmek için elinden geleni yapmaktadır.

Onlara kültür birliğinden, tarih birliğinden, milletleşmenin dayandığı kadim rızanın aklî dayanaklarından, bunların devletleşmeyle ilişkisinden vs bahsetmek artık anlamsız hale gelmiştir. Dikkat edilirse siyasal dinciler, eski köye yeni adet getirmekte, sanki Türk diye bir varlık hiç olmamış gibi bir  hava yaratarak  en temel hukuk metnimizden adımızı silmek istemektedirler. Etnik ırkçı teröristler ve siyasal taşeronları, dünyada nüfusu  üç yüz milyonu bulan ve   kndilerininki gibi  pek çok kabileyi, kavmi barındıran  bir  millet yapısıyla kendilerini denk görmektedir.

Rızanın çarpıtılmasına yol açan,  demokrasinin güç mücadelesi algısı yüzünden artık ikna bir metot değildir. Siyasal dincilere de  etnik ırkçılara da saatlerce milletleşmenin sosyolojisini anlatsanız, bu onlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü onlar için “demokrasi” , “yalnızca arzu etmenin yettiği” bir güç savaşıdır. Özellikle etnik ırkçıların,  bebek katillerinin taleplerinin hemen hemen tamamının yerine getirilmiş olmasına rağmen hâlâ milletimizi kışkırtmaları, bir iç savaş  çıkarmak için uğraşmalarının temelinde, güç mücadelesi haline getirilmiş bir demokraside, hükmün sözlerle, kurallarla değil, kaba kuvvetle verileceği kanaati  yatmaktadır.

Nitekim polisimize “Parfüm bile sıkamıyorsun!” diye saldıran hainlerin demokrasiden anladıkları tek şey,  millî egemenliği kullanma aracımız olan çoğunluğumuzdan tamamen ayrılmaktır.

Çarpıtılmış bir rıza anlayışı ile ellerinde kaba kuvvet bulunduranların herhangi bir şeyden razı olmaları ancak ve yalnız kendi kaba kuvvetlerine mutlak itaatle mümkündür. Bugün Türk Milleti etnik terör tehdidiyle barış ve demokrasi kelimelerinin çarpıtılmış anlamlarını kabule zorlanmaktadır. Kürtçe TV açılması, Kürtçe propaganda yapılması vs bu yüzden etnik ırkçıları asla tatmin etmemektedir. Onlar, bizim rıza sistemimizi kabul etmemektedirler bir kere.   Onlar gerek toplumsal yapılarındaki zor kullanıcılık eğiliminden, gerekse ideolojilerinden dolayı, bir şeyin “yalnızca onlar istediği için olması gerektiğini” düşünmektedirler. Bu kabul ile demokrasi, temel haklara uygunlukla sınırlı çoğunluk iradesi anlayışı, bir arada bulunamaz.

Onlar ancak kendi zorbalıklarına,  kayıtsız şartsız itaat ettiğimiz takdirde, rıza gösterdiğimiz takdirde, kendi rızaların sunacaklarını bildirerek Türk millî egemenliğini hiçe saymaktadırlar.

Demokrasinin çok sesliliğini anlamlı kılan sınır, çoğunluğun temel haklara saygısı sınırında, grupların ifade hürriyetinin durdurulmasıdır. Hiçbir ifade hürriyeti, rızaya dayanan, temel haklara saygılı bir demokrasiyi yıkmak için kullanılamaz. Meşru   ve tadil edilebilir bir hukuk devleti, rızaya dayanarak tartışmaya açılamaz. Hiç kimse, bir memlekete adını verip orada, kendi sosyolojik kimliğinin bütünlüğünü meşru mücadeleler sonucu egemen kıldıktan sonra herhangi bir ulusun egemenliği konusunda rıza beyan edemez. O egemenliğin kuruluşu, o rızanın zımnen sağlandığı anlamına gelir.  En nihai şekilde,  İstiklal Harbi ile egemenliği hakkındaki tartışmaları bitirmiş   Türk Milleti’nin meşru  devleti için rıza testi yapılamaz. Hiç kimse canı öyle istediği için bizim devletimizi, kendi razı olacağı biçime getirmeye kalkamaz.   Varlıklarını Türk Milletinin hukuk biriliğine, egemenliğine ve koruyuculuğuna borçlu olan hiçbir topluluk, kendi keyfi kaprisi için  demokratik rızayı zorlayamaz. Zorlamaya kalktığı takdirde, rızanın  ifadesi olan mutabakata ihanet etmiş olur ve ancak düşman olarak kabul edilebilir ki düşman, varlığımıza  karşı husumetiyle, rızasına dikkat edilmeksizin yok edilmesi gereken kişi demektir.

Etnik ırkçılar, varlıklarının sebebi olan şeyin Türk Milleti’nin milletleşmeye onlarıı da zamanında dahil etmek rızası olduğunu idrak edemezlerse,  sonlarının Türk Milleti’nin tarihî  kahrediciliğinden geleceğini göreceklerdir.