Nihilizm, idelerin varlığını inkâr etmek değildir. Nihilizm, idelerin anlam ilişkisini reddetmektir. Buna mukabil, diyalektik, anlam ilişkileri sebebiyle idelerin kimliklerinin reddedilmesidir.
Çünkü hiçlik, idelerin reddedilmesi olarak açıkça anlamsızdır. Bir nihilistin, kendince anlamlı bir şey söylemesinin tek yolu, şeylerin yok olduğunu söylemesi değildir. Ki bu zaten temelinde şeylere ihtiyaç duymasıyla ontolojik bir çelişki anlamına getirir. Bir nihilist için “hiçlik” idelerin varoluşlarının anlamlandırılamaması durumudur.
Bir diyalektikçi için ise anlam ilişkilerinin “bütünlüğü”, idelerin birbirlerinden farklı anlamlara sahip olamaması durumudur ki bu durumda da aslında idelerin birbirinden farklı olmasından bahsedilemez.
Bu iki akımın da düşman olduğu idealizme göre de birbirlerinden farklı ve birbiriyle ilişkisiz ideler vardır. İdealistler, idelerin birbirleriyle anlam ilişkileri üzerinde düşünmekten kaçınırlar, çünkü bunun, varlık ve kimlik aksiyomlarını zedeleyebileceğini düşünürler.
Esasında, aksiyomatik düşünmenin tek yolu idealizmdir. Çünkü ancak varlıkları tartışılamayacak öncüllerimiz olursa düşünceyi inşa edebiliriz.
Batı idealizminin eksikliği belki de bu açıdan düşüncelerimizi inşa edebilmemizi sağlayan şeyin, idelerin kafamızda oluşturulmuş anlam bütünlüğü olduğunu görememesidir?
Bu bütünlük idelerin ayrılığını ortadan kaldırmaz. Ki önce onları ayrı ayrı algılayarak anlamlandırmamız, sonra aralarındaki ilişkiyi idrak etmemiz gerekir.
Aksi takdirde, onların aralarındaki anlam bütünlüğünü idrak edemez ve Tanrı’nın varlığı “inancına” da ulaşamazdık.( Tanrı, anlamların nihai bütünlüğün kendisidir ki anlamların bu küllî bütünlüğünün “verili” olduğuna dair ulaştığımızı nihai kanaat, Tanrı’nın aşkınlığının delilidir.)
Eğer her şey zıttı ile kaimse şeylerin ayrılığından bahsetmemiz anlamlı mıdır? Diyalektiğin “Herşeyin zıtttıyla kaim olduğu” cümlesine dayanması aslen bunun anlamlı olduğunun ispatıdır. Çünkü “her şey zıttıyla kaimdir” cümlesi bizatihi, bir öncüle dayanmaksızın doğruluğu, diyalektikçilerce kabul edilen bir aksiyomdur. Yani kabul edilmiş bir “idedir”, ontolojik bir ide değildir. Dolayısıyla fikirlerimize temel teşkil eden, varoluşunun benzersizliğini peşinen kabul ettiğimiz, buna mukabil var oluşu aslında yalnızca biz onu öyle kabul ettiğimiz için benzersiz olan, kabule dayanan bir idedir. (Şunu hemen belirtmemiz gerekir ki bütün aksiyomlar, doğrulukları peşinen kabul edilen ve dolayısıyla tartışılmaları imkânsız birer ontolojik anlamdır, bundan dolayıdır ki onları “ide” olarak kabul edebiliriz.)
Bunun sebebi nedir? Veya Neden “Her şey zıttıyla kaimdir..” cümlesine “kabul edilmiş bir ide” denebilir? Bunun sebebi şudur: Öncelikle bu cümlede geçen “her şey” ifadesi, şeylerin birer ayrılık ve farklılık olarak varlıklarının idrak edilmesini gerektirir. Çünkü “her” niceleyicisi ancak varlığı kabul edilen şeyler için kullanılabilir. Bu, bu kabulün, olgusal olması zaruretine dayanmaz. Bu niceleme, her “şeyin”, anlam dağarcığımıza, diğer anlamlarla ilişkisini kurmak üzere kabul edilmesi anlamına gelir. Bu öyle bir durumdur ki bir idenin anlamının olmadığını söylemek, onun varoluşunu ortadan kaldıramaz, sadece bizim onu “anlamlandıramadığımız” anlamına gelir.
İnsanın, varoluşunda hem iyiyi hem de kötüyü barındırdığı iddiası aslen sadece “yargılama” kabiliyetimize bir saldırı olarak öne sürülmüştür. Böylece, varlığında hem iyiyi hem kötüyü barındıran bir varlığın “kategorize” edilemeyeceği söylenmektedir. Diyalektiğin “kullanım alanı” esasen ahlâktır. Diyalektik, ahlâkî mutlaklara bir saldırı olarak kullanılmak dışında, bize akıl yürütmede hiçbir şey kazandırmaz.
Diyalektik, “anlamdırma” işinin, doğrudan insana ait bir kabiliyet veya meleke olduğunu düşünemeden, varlıkların insandan önce anlamları olduğu kanaatini/ kabulünü içinde barındırır. Bunun anlamı şudur: “Her şey biz onu anlamlandırmadan önce zaten zıttıyla beraber vardır. Bizim anlamlandırmamız, onun var olan anlamının ancak bir yönüne karşılık gelir. Her şey birbiriyle ilişkide olduğuna göre bu ilişkiyi bütünüyle anlamdan bir yargıya varmamız imkânsızdır.” Diyalektikçiler “zıtlık” kavramının, insanın anlamlandırmasına muhtaç olduğunu göremedikleri içindir ki anlamları, insan önce var olan şeyler sanmışlardır. Oysa “Her şey zıttıyla kaimdir.” Cümlesini kurabilmemiz için birbiriyle “zıt anlamların”, yan, anlamlar arasındaki ilişkilendirmenin kafamızda oluşturulması gerekir. Bu da birbirine “zıt” sayılacak farklı varlıkları kabul etmemizi gerektitir.
Çağrışım denen olay, idelerin anlam ilişkileri yoluyla yeniden idrak edilmesi demektir. Bir varlığı idrak ettiğimiz ve onu isimlendirdiğimizde, onu algılamış ve anlamlandırmış oluruz. Daha sonra da onun, onunla benzer anlama sahip, yani varlığının algılanmasını kafamızda benzer şekilde tercüme ettiğimiz diğer idelerle ilişkisi kurarız. Bu ilişkiyi kurmak işi de düşünmenin ta kendisidir.
Öyleyse mesele şudur: İdeler biz onları idrak etmeden önce zaten vardırlar. Onların “ide” olabilmeleri onlara yönelik algılamamızın, insana özgü şekilde tercüme edilmesi yani anlamlandırılması ile mümkündür. Hayvanların da algıları vardır. Ama hayvanların algılamaları ancak ve yalnız yaratılışlarındaki basit varoluşsal “yem olmak veya yemek” ölçülerine göre “anlamlıdır”. Bir aslan için bir ağacın algılanması, fizikî dünyanın bir parçası olmasından öteye gitmez.
Oysa insan her bir varlığı, idrak ettikçe her birini “isimlendirerek” algılayabilir. Eğer böyle olmasaydı, çocuklar konuşmayı öğrenmeye ihtiyaç duymazdı, böyle olmasaydı insanların asla birer dilleri olmazdı. Dikkat edilirse afazik insanlar ancak hayatlarını idame ettirmelerine yetecek kadarını yapabilirler. Varoluşun en temel ihtiyaçları dışında yapabilecekleri hiçbir şey yoktur ki bir afazik için “yemek yemenin farkında” olmak durumu söz konusu değildir.
Burada, ideleri doğrudan olgular anlamında kullandığımız ve dolayısıyla “kavramları” nereye koymamız gerektiği düşünülebilir. Kavramlar, olgular veya olaylar arasında kurulan anlam ilişkilerinden çıkarsadığımız idelerdir.
Meselâ? İnsan varlığını sürdürebilmesinin, ancak ve yalnız kendisinin iradesiyle kullanabileceği şeyler ile mümkün olabileceğini gördüğünde, hemcinslerinin hepsi için aynı ihtiyacın var olduğunu da idrak etmiştir. Eğer bir avcı mızrağının, yalnızca kendi kullanımına ait olması gerektiğini diğerlerine kabul ettiremeseydi, mızrağını bıraktığı yerde bulamaz ve avlanmakta çok zorlanırdı. Veya tekrar yapılması çok zor nesnelerin ancak onu kullanan insanların elinde kalması söz konusu olmasaydı, o insanlar bu tip nesneleri yapmaya uğraşmak için geçirdikleri zamanda, başka hiçbir işe bakamazlardı.
Bu durumda, her bir insanın yiyip içebilmesi, hayatta kalabilmesi için yalnızca onun kullanımına mahsus olan araçlara ihtiyacı vardır. Öyle ki bu durumda zaten o araçların kullanımında kendiliğinden bir iş bölümü gerçekleşmektedir. Bu durumun keşfedilmesi ile birlikte “mülkiyet” kurumu kendiliğinden doğmuştur. İnsanlar henüz onu “isimlendirmemiş” dahi olsa, araç gerecin, kıyafetlerin, yiyeceklerin mutlak şekilde her bir insanın var oluşunun sürdürülebilmesi için dokunulmaz kılınması durumu varlık sahasından bizim anlam dağarcığımıza çıkmıştır. Bu durumun mülkiyet olarak isimlendirilmesi daha sonra olmuştur. Mesele şudur ki “mülkiyet” kavramı, her bir insanın ayrı ayrı kullanması gereken şeylerin varoluşunun, anlam ilişkilerini ifade eder. ( Mülkiyet kavramı, günlük hayatta her bir insanın kendi ceketini giymesinin, onun soğuktan korunmasının tek yolu olduğunun da herkesin ceketinin korunması olduğunun bilinmesi ve bundan dolayı, herkesin ceketinin sahipliğine saygı duyulması gerektiği olgusunun var oluşumuzla, ilişkilendirilmesi sonucu ortaya çıkarılmış bir idedir.)
Bundan dolayıdır ki henüz algılayamadığımız şey bizim için “yoktur”. Ama “yokluk” kavramının var olabilmesi dahi, öncelikle varlığın idrak edilebilmesini gerektirir. Bundan dolayıdır ki “varlık” aşkın ve mutlaktır. Bundan dolayıdır ki mevcudiyet vardır. Bundan dolayıdır ki nihilizmin anlam ilişkilerinin yokluğuna dair karamsarlığı, varlığı ortadan kaldıramaz.
Varlıkların “ide” olmalarını sağlayan anlamlandırma işi de onların ayrı ayrı birer kimlik olmaları hakikatine dayanır. Bir “kimlik”, “aynı anda” bir ve yalnız bir anlama sahip olabilmek anlamına gelir. Aynı anda var olabilen “paralel evrenlerin” varlığından bahsetmek dahi aynı anda var olan “ayrı” kimlikli varlıklardan bahsetmek anlamına gelir. İnsan idesinin tekliği, aynı anda var olan sayısız insanın varlığı ile çelişmez. Ama her insan aynı anda, ayrı ayrı yalnızca bir ve yalnız bir yerde ve bir şekilde var olabilir.
Buradan şu noktaya varabiliriz ki “varlık” kavramı yalnızca insana özgüdür. Varlık, ancak varoluşu ve kimliği idrak edebilen insanla vardır. Eğer insan neslini bir anda ortadan kaldırsak “ağaç”, “toprak”, “ruh”, “kalemtraş”, “ekmek”, “aşk”, vs de ortadan kalkacak demektir. Bu kelimelerin ortadan kalkması, o kelimeleri ilişkilendirdiğimiz varlıkları da ortadan kaldırmaz. Çünkü varoluşu “kendine tercüme edebilen” tek canlı insanoğludur. Bu durumda şu söylenebilir mi? “Dünya ve hayat sadece biz öyle sandığımız için var! Aslında hiçbir şey yok! Her şey anlamsız!”
Varlığın anlamı, idrake duyulan ihtiyacın delilidir. Ama varlığın varlığı idrakten bağımsızdır. Dünyada insansız geçen milyonlarca yıl olduğunu biliyoruz. Şayet biz o yılların delillerini toplamasaydık ve anlamlandırmasaydık dahi, dinozor fosilleri var olmaya devam edecekti.
Anlam, bizim var oluşumuzun özel ve eşsiz halidir. Bizim varoluşumuzun özel halidir ki nihilizmin ve diyalektiğin, insanı diğer varlıklarla aynı kefeye koyan varoluş kabullerini geçersiz kılar.
İdelerin varlığının idraki, “anlamsızlığın” geçersiz olduğunu göstererek “hiçlik” fikrini geçersiz kılarken anlamlar arasındaki ilişkilendirmeyi oluşturmamızı sağlayan, farklılıkların mutlaklığını kabul etmemiz zarureti de “zıtlarla kaim olmak” fikrinin, kimliksizlik sonucunu geçersiz kılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder