26 Mayıs 2017 Cuma

Neo Liberalizm Ölüyor Mu?


 Sol  Neoplazik Pseudo Entelektüel Kitlede Kafa Karışıklığı

Soner Yalçın’a Kısa Bir Cevap

İktisadın ilginç görevi, insanlara,
 tasarlayabilecekleri şeyin hayali hakkında 
ne kadar az şey bildiklerini göstermektir.
Soner Yalçın “ Hayek’in neoliberalizmi ölüyor!” demiş. Hiçbir liberal de çıkıp “Aga sen neo liberalizm nedir, Hayek kimdir, bilir misin?” diye sormamış.

Bilmeyenler için azıcık açalım: Hayek bir neo liberal değildir. Hayek, hukuk, iktisat, sosyoloji gibi sosyal bilimlerin tamamının birbiriyle ilgisini savunarak bunların  bir tür sosyal  bilimler disiplini düşüncesi altında  beraberce  incelenmeleri gerektiğini söylemiş, Nobel Ödüllü bir iktisatçıdır.

Soner Yalçın,  har zamanki solcu savrukluğu ve sorumsuzluğuyla  muhtemelen hayatında tek bir kitabını bile okumadığı  bir iktisatçının “neoliberalizminden” dem vurabiliyor. Öncelikle onun bu sol ego şişkinliğine değinmekte fayda var. Bu , solun, sağlıksız büyüyüp gelişen “entellektüelimsi” ya da yalancı( pesudo) entelektüel  bilincinin bir arazıdır, belirtisidir.   Hemen hemen bütün solcularda olduğu gibi Sayın Yalçın’da da “ Marx her şeyi keşfetmişti. Dünyayı salt maddeye ve akla dayanarak açıklayabiliyoruz! Nihai çözüm  bulundu!” inancı,  bir “kendiliğinden entelektüel” olmak  yanılgısını yaratıyor, görebildiğimiz kadarıyla. Sözde materyalist ve akılcı olduğunu düşünülen bir düşünürün sözleri, ayetleştirilip bunlara iman edildiğinde, “entellektüeller gibi okuyup yobazlar gibi inanan bir  yalancı (pseudo) entellektüel büyümüş kitle” meydana geliyor ki. Bu kitle gerçek düşünceye ve entelektüel ahlaka yabancı olduğu için  adeta bir “neoplazi” haline geliyor.

Bu neoplazik yalancı(pseudo) entelektüel kitlenin Marx’tan ve onun "sahabesinden" ve "halifelerinden" başka hiçbir şeyi okumağa ihtiyaçları da kalmıyor. Hayatıi imanlarını doğrulayan örnekler olarak okuyup sürekli iman tazeliyorlar. Ama dünyada her şeye ilgi duyarak da entelektüel olduklarına kendilerini kandırmayı da seviyorlar.

Sayın Yalçın’a ve hayran kitlesine   Hayekle ilgili öğretmemiz gereken  ikinci ve daha özel bilgiler şunlar:

Hayek toplumsal bilimler disiplininde “ Kendiliğinden doğan toplumsal düzen” fikrini en ayrıntılı ve anlaşılabilir şekilde yerleştiren insandır.  Marx’ın sözde “akılcı” materyalizminin mantığını “kurucu rasyonalizm” olarak niteleyerek toplumsal düzenlerin nasıl bir evrimsel rasyonalizmle kendiliğinden meydana geldiğini Marx ve sonrası halife düşünürlerin hiç birinin aklının alamayacağı kadar vazıh bir biçimde ortaya koymuştur.

 Toplumsal felsefeleri, “ Evrimsel rasyonalist” ve “ Kurucu rasyonalist” diye sınıflandırarak, toplumsal düzenlerimizi etkileyen siyasetleri, nasıl tahlil etmemiz gerektiğine dair çok önemli bir  fikirsel  araç kutusu temin etmiştir. Peki meselâ Soner Yalçın ağzına geldiği gibi “neoliberal” diyerek hakaret ettiği Hayek hakkında bunları biliyor mu? Hiç sanmıyoruz.

Meselâ  Hayek’in 1995’te çevrilmiş “ Kanun, Yasama Faaliyeti Ve Özgürlük”(1. Cilt, İş Bankası Yayınları) adlı kitabının daha girişinde anayasacılığı nasıl incelediği  ve anayasal düzenleri muhtemel zaafları ile ilgili  yazdıkları hakkında, Soner Yalçın’ın veya herhangi bir solcu okumuşun bir fikri var mıdır? Hiç sanmıyoruz. Çünkü eğer bu kitabı okumuş olsalar bu gün yaşadığımız anayasa krizi hakkında Marx ve halifelerinin aklına bile gelmeyecek bir ferasetin ve derinliğin nasıl sergilendiğini görebilirlerdi.

Bir röportajda muhafazakâr olup olmadığı sorusuna,  kendisini bir Whig olarak tanımlayabileceğini söyleyerek cevap veren  Hayek’i, “neoliberal” diye nitelemek cehalet ötesi bir taassuba işaret ediyor. Whigler kısaca  İngiltere’de  19.YY’da meşrutiyetin güçlenmesini isteyen gruptur.

Sınırsız bir demokrasidense, hukuk devleti olan bir monarşiyi tercih ederim.”* sözünün altına, sahibini bilmese imza atacağını düşündüğüm Soner Yalçın’ın  Hayek’i neoliberal diye nitelemesi gerçekten çok ucuz kahramanlık gibi  görünüyor.

Bugün Türkiye’de  başımıza gelenlerin “sınırsız demokrasi” felaketi olduğunu idrak edebilecek tek bir Marksist düşünür bile yokken  Hayek’e neoliberal demek utanılası bir bilgisizliktir.

O halde neoliebralizmi de  Sayın Yalçın’a  ayrıca izah etmemiz icap ediyor. Neo liberalizm, Smitgil  serbest piyasa iktisadının fırında ısıtılması değildir. Neoliberalizm, liberalizmin, “üretim ve paylaşımla” ilgilenen daha kolektivist  koludur ki Soner Yalçın ve benzerlerinin içine dahil edilebileceği  “sosyal demokrasinin” neredeyse yapışık ikizidir. Neo liberaller  “ gerektiği hallerde” mülkiyete devlet müdahalesini mazur gören, gelirlerin daha adil paylaştırılması gerektiğini savunan ve özde liberal falan da olmayan bir sözde  liberal koldur.

Neoplasitk   yalancı entelektüel sol kitle, “piyasa”, “arz-talep”, “marjinal değer”, “ mukayeseli üstünlük”, “sübjektivite”, “ fayda”, “menfaat”, “ temel haklar”  gibi kavramları hiç bilmediği için toplumsal düzen denen şeyle hukukun ve iktisadın ilişkisini de anlayamıyor. Dolayısıyla Marx’tan mülhem  “ Devlet eline bir rende alıp bütün pürüzleri ortadan kaldırsa adalet yerini bulur…” tarzı bir hayalcilikle önlerine gelene, ağızlarına geleni savurmakta sakınca görmüyorlar.
Devletin daha fazla  planlar yapması,
 bireylerin planlamalarında daha çok zorlanmalarına yol açar.

Ama Sayın Yalçın’ı kırmayalım, kısa bir başka cevap verelim: Neoliberalizm ölmüyor! Aksine kollektivist  hümanist sömürünün elinde, günden güne temel haklara ( Bilmeyeceğini düşünerek onları da sayalım: Hayat, mülkiyet ve hürriyet) daha güçlü saldıracak bir şekilde semirtiliyor.

Sayın Yalçın’ın kemikleşmiş egosunu değiştirmemiz mümkün değil ama hayranı olan genç arkadaşlara Hayek’i, teleolojik(kasıtçı, erekçi, amaççı, amaç/faydacı) “devrimci” magazin  yazarlarının dedikodularıyla değil de kendi eserleriyle  tanımalarını salık veririz.









*Yanılmıyorsam “ Hukuk, Yasama Ve Özgürlük” 3. Cilt)






15 Mayıs 2017 Pazartesi

SESSİZ KALMA HAKKIMI KULLANIYORUM

İnancın kişisel bir kavram olduğunu düşünüyorum. Neye ve niçin inandığınız diğer insanları ilgilendirmezken nasıl inandığınız yani inanca ilişkin ritüeller ve davranışlarınıza yansıyan etkileri sizin dışınızdaki insanları hatta canlıları etkiler. İnanç söz konusu olduğunda din bazlı düşünülür ki bu çoğu kez doğru bir algıdır. Özellikle din konusuna radikal bir biçimde bağlı olan insanlar bir süre sonra yaşama ilişkin tüm kavram ve olguları din penceresinden görmeye başlar.



Bana göre toplumların ve devletlerin ortak inançları din kökenli olmamalıdır. Elbette insanların ortak idealler ve ortak bir geçmiş etrafında bir araya gelmesi ile toplumlar şekillenir ki belki dini inançlarda bu noktada belirleyici olabilir; ancak çağdaş dünya da yaşam tarzlarının korunması ve kişisel özgürlükler dini inanç kavramını da kapsayıcı bir kavramlar olarak ortaya çıkmıştır.




Yazık ki dini inançları adına terörist eylemlerin sıklıkla yapıldığı, insanların yaşama haklarının ellerinden alındığı ve din temelli toplumsal baskının fazlası ile hissedildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu bölge tarih boyunca din ve mezhep savaşlarına sahne olmuş ve olmaya devam ediyor. Yapılan canilikleri inanca (Söz konusu hem dini inançlar ve bu bağlamda idealler) bağladıklarında toplumlar önünde haklılık paylarının artacağını düşünüyor olmalılar.


Başta ifade ettiğim gibi inanç kişisel olmalıdır ve artık inançla birlikte ahlak kavramı da sorgulanmalıdır. Evet, toplumların ya da toplulukların dini yoktur ancak ortak geliştirmek zorunda oldukları bir davranış biçimi vardır. Bu karşılıklı zararsızlık ve saygı hatta empati ile temellendirilmiş olmalıdır. Uygar toplumlarda yasalarla korunan kişisel özgürlükler ve kazanımlar, sözü edilen toplumsal değerler ile de korunmaktadır.



Orta Doğu coğrafyasında toplumsal davranış ve yaşayış biçimleri bile din bağlamında şekillenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, laik devlet anlayışını temel edinerek on yıllar boyu fark yarattı. Öyle ki insanların, dışarıdan bakıldığında inançları hakkında ön bilgi edinmek mümkün değildi. Bu gün, bu anlaşılır hale gelmiştir. Tabii, diğer taraftan kişisel özgürlükler adına kişilerin istedikleri gibi giyinme, örtünme ve inanma hakları vardır. Bu noktada kişilerin haklarını koruyan devlet mekanizmasının laik olması önemlidir. İnanç, inançsızlık ya da laiklik, bu kavramların koruyucusu yasalar olmalıdır. Ve bu yasaların uygulanışı, adalet, toplum baskısı ile değil, çağdaş dünyaya ait normlar ile gerçekleştirilmelidir.


Başkent Ankara, son yıllara kadar, din kökenli terörist saldırılara ve anti laik görüntülere hiç bu kadar maruz kalmamıştı. Çağdaş Türkiye’nin insanlarının varlığının göstergesi idi;  terörist saldırılar ve din kökenli mahalle baskı nedeniyle laik yaşam tarzına bir tehdit oluşabileceği hatta oluştuğu fikrinden dolayı kendimi huzursuz hissediyorum.   O yüzdendir ki artık, dini inançlarım sorulduğunda sessiz kalma hakkımı kullanıyorum. Dini adına işlenen cinayetler ve kısıtlamalar sona ermedikçe, sorgulamaya ve de bu şekilde davranmaya devam edeceğim.


12 Mayıs 2017 Cuma

Alışkanlıklarımız Tercihlerimizdir

Batıkent Carrefour'un kapanmasına ilişkin Sayın Çelik'in tespitlerine katılmamak ne mümkün..Söz konusu mağaza hipermarket formatında karma müşteri profiline hizmet vermek üzere üzere dizany edilmiştir. Hizmete girdiği dönemde ilgili lokasyonda teknik deyimi ile yerel market zincirlerinden, toptancı marketlerinden ve discount market zincirlerinden hemen hiç biri yoktu. Dolayısı ile rakibi yoktu. O lokasyon da bu nedenle tercih edilmişti.

Ülkemiz son çeyrek asırda üretim kalemlerini hızlıca tüketirken aynı hızda tüketim temelli bir ekonomik düzene geçti. Tüketim alışkanlığı o kadar ilginçtir ki sadece mal ve hizmeti değil, sahip olduğunuz değerleri de tüketir. Bir bakarsınız ki sizden geriye bir şey kalmamış..Carrefour'un kapanması da böyle bir şeydir.

Ürün çeşitliliği, kalitesi,sunulan hizmetin niteliği, fiziksel yeterlilikten tutun da bir çok etken ürün fiyatlarına yansır.Yanı başınızda benzer ürünü satan bir markette(Markadan söz etmiyorum.) daha az ödeyerek alışveriş yapabiliyorsa bir çok kişi için bu tercih nedenidir.Aslında bu kapanış, toplumdaki fakirleşmenin de bir kanıtıdır. Ekonomiye ilişkin bilimsel tanımın dışında bir de "Aşırı ve gereksiz harcamalardan sakınma, tutum." şeklinde bir tanım vardır. Parası olmayan ya da yeterince olmayan insanların hizmet kalitesi ile ilgili kaygıları da yazık ki olamıyor. 

Otomobil sahibi olmak, ekonomik bir gösterge olabilir. Ancak kişinin yaşam kalitesini doğru ifade eder mi, tartışılır.Otomobil hangi sıklıkla ve ne amaçla kullanılıyor irdelemek gerekir. Aile olarak eğlenmeyi hafta sonu avantajlı bulduğu marketten alışveriş yapmak varsa markete ait ya da AVM içindeki  fast food noktalarında bir şeyler atıştırmak olarak görüp ve bu amaçla hafta sonları otomobil kullanan bir bireyin sosyo-ekonomik durumu sanıldığı kadar iç açıcı değildir. 

Diğer yandan Ankara ölçeğinde, gelir seviyesinde artış sağlayan bireylerin hareketliliği de söz konusudur. Bundan on-beş yıl önce tercih edilmeyen Yaşamkent, Bağlıca, İncek ve Çukurambar gibi semtler yoğun olarak şehir bazında göç almaktadır. Dolayısı ile göçenlerin yerini daha mütevazi gelir ve yaşam koşullarına sahip bireyler almaktadır. Alışkanlıklarımız tercihlerimiz belirler.İçki  ya da jumbo karides tüketmek gibi bir alışkanlığı olmayan birinin bu tarz bir tüketimi de yoktur.

Gelelim girişte ifade ettiğim önermeme, tüketim alışkanlığına ilişkin..Başından beri kendinize ve topluma ilişkin bir değer üretmiyorsanız, sadece tüketiyorsanız içki içseniz ne içmeseniz ne..Günde beş vakiti katlıyarak ibadet etseniz ya da inanmasanız ne..Bir bakmışsınız kendinizden ve içinde yaşadığınız toplumdan geriye bir şey kalmamış. Alışkanlıklarınızın değiştirilmesi yönünde yapılan doğrudan ya da viral manipülasyonlar aslında tam da toplum mühendisliğidir. Fakirleştirilmek, belli bir kesimi zenginleştirmek yani ekonomi, din ve hamaset bir saç ayağın ayakları gibidir. Tüketim alışkanlıklarınızı değiştirilir sonra yaşam tarzınız ve en sonunda özgürlükleriniz.

11 Mayıs 2017 Perşembe

Şeriat Bu Gün Carrefour'u Kovdu

Sıra Kimde?

Ankara’da Batıkent Carrefour, alışveriş merkeziyle birlikte kapandı.

Üstelik sadece İstanbul Yolu üzerindeki AVMsini  kapatmadı, metro son durakta  henüz devraldığı bir başka mağazasını da kapattı.

Bu ne anlama geliyor?

En başta  Batıkent’in büyük bir merkezden yoksun kalması anlamına geliyor. Çünkü Carrefour  Batıkent ahalisine yalnızca market olarak hizmet vermiyordu, içindeki mağazalarıyla da büyük bir sosyal çeşitlilik sunuyordu.

Ülkemizin yaşadığı çok çarpıcı toplumsal dönüşümle Carrefour’un Batıkent’ten çekilmesinin bir ilgisi olabilir mi?

Bunun için sanalağda pek kısa süren bir araştırma yaptığımda, mesela İzmir  Carrefour’un da kapandığını gördüm.
Batıkent’e dönecek olursak…

Şunu belirtmekte fayda var ki Carrefour’un kapanmasıya birlikte alkollü içki satılan  büyük bir merkezin ortan kalktığını görmeliyiz. Yerel  büfelerde de alkol satışının çok keyfi şartlara bağlandığı, hatta büfe ruhsatlarının alkolsüz  satış şartına keyfi şekilde bağlandığı söyleniyor.

Böyle bakıldığında Batıkent’te alkollü içki satışının neredeyse ortadan kalktığını söyleyebiliriz.

Bazıları alkollü içkinin gerekip gerekmediğini sorabilir. Buradaki sorun, içkiyi kendince bir gereklilik olarak kabul edenlerin  artık var olup olamayacağıdır.

Laik bir toplumsal düzende insanların ilişkileri alışveriş alışkanlıkları vs dine göre sınırlandırılamaz.

Oysa bugün Ankara’nın  büyük bir  kesimi neredeyse alkolsüzleştirilmiş durumda..

Bunda Batıkent ahalisinin profili etkili midir? Evet, olabilir. Batıkent artık orta altı gelir sahiplerinin, emeklilerin yaşadığı bir yer haline gelmiştir ve bu kesimin alım gücü belki de Carrefour gibi bir alışveriş devini yaşatmağa yetmemiştir.
Ama bir başka sorun var ki o da alkolsüz içkiler  satan daha ziyade dindar kesime hitap eden zincir marketlerin Batıkent’te adeta viral bir hızla yayılması, serpilmesi ki bunlardan biri özellikle dini bayramlarda  iğne atsanız yere düşmeyecek denli kalabalık olabiliyor.

Bazıları bu dindar marketlerin, müşteriyi ücretsiz servislerle çektiğini söylüyor ki bu da şüphesiz bir cazibe sebebidir. Peki ama Carrefour da aynı hizmeti verirken neden aynı cazibeyi sürdürememişti?

Carrefour’a parası yetmeyen müşteri nasıl oluyordu da  dindar marketleri hınca hınç doldurabiliyordu?

Söz konusu olan dindar marketlerle veya perakendecilerle Carrefour arasındaki fark bir medeniyet farkıydı. Carrefour geniş bir ürün yelpazesi sunmakla kalmıyordu. Müşteri ilişkileriyle,  eğitimli personeliyle, sunumuyla “kurumsal bir batılılık” sunuyordu.

Oysa dindar perakendecilikte  ucuzluktan başka bir özelliği olmayan, ortaya atılmış malların, kapışma usulüyle satışı söz konusu. Bu dindar perakende mağazalarına girdiğinizde, insanların gerek müşteri gerekse personel olarak  tutumlarından, malların raflara yerleştirilmesine kadar her yerde bir ilkellik görüyorsunuz.

Şunu anlıyorsunuz ki bu  marketlere gelenler  fakirler değil, çünkü ilgili marketlerin otoparkları da alabildiğine dolu oluyor.

Kapitalizme  bir eleştiri olsun diye  yekten Marksist bakış açısıyla sorunu anlamak mümkün değil. Gerçi Marksizmle hiçbir şeyi anlamak mümkün değil ya…

O halde hemen hemen aynı malları birbirinden çok da farklı olmayan fiyatlarla sunan perakendecileri birbirinden ayıran neydi?  Sanıyorum ki bu müşteri tercihiydi. Ama bu tercih mallar ve fiyatlarıyla ilgili olmadı.

Burada etkili olan şey müşterini “uygarlık tercihi” oldu. Müşteri kitlesi, anlaşılan o ki  alkolsüz, tesettürlü kadın personel çalıştıran - ki artık yaygınlaşan dindar perakendecilikte  kadın personelin görece azlığı ve kadın personelin giyiminde yaygınlaşana kapalılık dikkat çekici- mağazalara yöneliyor.

Alım gücü yerinde bir kitle için artık görünen o ki  sunumun, çeşitliliğin, özgürlüğün ( alkol), kurumsallığın bir önemi kalmamış.

Carrefour kendi içinde bir  ayak üstü atıştırmalık bölümü  yapmıştı. Böylece müşteriler hem alış veriş edebiliyor hem de mağazayı “içselleştirebiliyordu”. Ama bunu yaparken kendilerini “seçkin” de hissediyorlardı. Batılı  bir kurumsallığın bir parçası oluyorlardı.

Batıkent’in dindar zincirlerinden biri de aynı hizmeti vermeğe başladığında ilgili marketin yemek bölümüne girmekten açıkça tiksinmiştim. Çünkü belli bir alışveriş yapana indirimli ya da bedava yemek dağıtılan o bölüm bir tür imarethane gibi çalışıyordu ve insanlar bu havaya uyarak kendilerini bedava yemeğe muhtaç fakirler gibi görüyorlardı.

Gerçek fakirler ortada yoktu ama az önce yüz liralık alışverişi rahatlıkla yapan müşteriler, bedava dağıtılan bir kap yemek için birbirinin üstüne çıkabiliyordu.

Carrefour müşterisinin birbirine ispat edeceği bir şeyi yoktu.  Kimisi bekâr işi ucuz bir alkol keyfi için bira  kimi de hatırlı misafirlerini ağırlamak için Kaliforniya şarabı alabiliyordu. Carrefour, kurumsal olarak, bireysel müşteriye hitap ediyordu.

Oysa dindar perakendecilik açıkça, sürü halinde yaşamak istediğini belli eden, birbirlerinin alışveriş sepetlerini sürekli kollayan, belli bir alış veriş ve hayat alışkanlığına sahip olduğunu birbirine sürekli göstermeğe çalışan bir kitlenin “ibadethanesi” gibi oldu. Böylece şeriat isteyen kitle bu ibadethanede ortak alışveriş alışkanlıklarını tekrarlayarak  kendi onayını kendisi geliştiriyor.

Özetle Carrefour’un gidişi, toplumsal şeriat saplantısının, müşteri tercihi yoluyla uygarlığı hayatımızdan kovuşu anlamına geliyor. Bunun bir adım ötesi yeni siyasi söylemle “talepten dolayı”  artık şeriatın resmileşmesi olabilir.

Bu arada, alkolsüz içecekler alarak birbirlerine Müslümanlıklarını kanıtlamak için debelenen kitlenin  marketinde, yılbaşında “uğurlu kırmızı kadın külotu” satılan reyonun dolu olduğunu da belirtelim.
 İlgili bağlantı:
http://www.batikentliyim.com/istanbul-yolu-carrefour-kapanmasi/


5 Mayıs 2017 Cuma

Sömürge Medyasına Karşı Türk’ü Savunmak

 Adına “Tartışma programı” ya da başka her neyse o denen programları ne zaman seyretsem derin bir çaresizliğe ve öfkeye kapılıyorum.

Çaresizliğimin ve öfkemin sebebi: Orada olup söylenen saçmalıkları,  yapılan yanlışlıkları ve edilen ihanetleri cevaplayamamak.

Bu tip programların özellikle teke tek yürütülen tiplerinde iki sorunun beni kızdırdığını fark ettim.

Sorunların birincisi, programın sunucusunun tarafsız bir dinleyici olmaması.  O  sürekli, “Değil mi?” “ Öyle değil mi?” sorularıyla  muhatabını  kendi normlarına göre sorgulayıp yargılaması.

İkincisi ise bu programlarda  görünmeyen başka iki tarafın çarpışması. O taraflardan biri, sorularıyla aslında bir yabancı gibi davranan program sunucusu ve onun  içine dahil olduğu, adına “küreselleşme” denen yeni sömürgeciler, diğeri ise  ile programın konseptine mahkûm edilmiş ulusal seyirci kitlesi.

Seyirciler için bu tip programlarda sunucu, devamlılığından dolayı, “orada olmayı hak eden”, adeta “Soruları ben sorarım!” diyen yargıç veya sorgucu konumundadır. Sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü seyirci, onların bu hiyerarşik konumlarının  , bu insanlara kendiliğinden, “doğal olarak” bir “adalet sağlayıcılığı” rolünü verdiğini en baştan kabul eder. Hal böyle olunca mesela kendisine Türk olup olmadığı sorulan sunucunun “ Solcunun Türk’ü mürkü olmaz!” demesi, mesela solcu seyircide, solculuğunun normunun bu olduğu kanaatini uyandırırken solcu olmayan seyircide de Türk kimliğinin vazgeçilebilir, reddedilebilir, ihmal edilebilir, zayıf ve geçersiz bir kimlik olduğu kanaatini uyandırır. Çünkü  o, ertesi gün söyledikleriyle seyirciye örnek, referans veya ölçü olacak “kalıcı imge oluşturucusudur”.

Türkiye’de “tarafsızlık” iddiasıyla yürütülen tartışma programlarında “tarafsızlık” şu tutuma dayanıyor. Program sunucusu, yani kalıcı imge oluşturucusu, programı herhangi bir batılı meslektaşı gibi sunuyor ve yönlendiriyor. Zaten televizyon yayıncılığımızın neredeyse tamamının batılı konseptlerle yürütüldüğü göz önüne alınırsa buna çok da şaşmamalıyız.  Ve işte asıl sorun da burada ortaya çıkıyor:

Kalıcı imge oluşturucusu sunucumuzun kendisine örnek aldığı “batılı” sunucu, bu tip programlarda saf bir tarafsızlıkla davranmadığı gibi böyle bir şeye de zaten inanmıyor. Herhangi bir Amerikan sunucusu karşısındakini sorgularken bunu bir Amerikan sunucusu olarak yapıyor,  kimliksiz bir objektif insanlık temsilcisi olarak yapmıyor.
Sanırım bir Alman söyleşi/komedi programında “kalıcı algı oluşturucusu” sunucu, referandumda, Almanlara tepki  göstererek “Evet” oyu veren çifte vatandaş   Türklere: “ Ama sevgili Türkler unuttuğunuz bir şey var: Biz Türkiye’de yaşamıyoruz, Almanya’da yaşıyoruz!” diyordu.

Atatürk’ü görmüş bir Yunanlı ile 70’li yıllarda Yunan televizyonunda yapılan bir söyleşide  program konuğu,  Atatürk’ten hayranlıkla bahsederken program sunucusu her seferinde “amalarla” onun sözlerini hafifletmeğe, alaya almağa çalışıyordu. Yani hiç de tarafsız ve objektif davranmağa gayret falan etmiyordu.

Bu ne anlama geliyor? Türkiye  özelinde, Attila İlhan merhumun “Türkiye’de basın Türk değildir!” tespitini doğrular şekilde basın, Türk dışı bir bilinci benimsemiş , sömürgelik ruhunu içselleştirmiş ve adeta köpekleşmiştir.

Ne yapılmalıdır? Bu tip programlara “konuk edilen” Türkler,( Çünkü artık ülkede, basın destekli etnik ve dini saldırılara karşı kendisini savunmak zorunda bırakılan Türkler olarak yaşıyoruz) sorgucu rolünün sunucuda olmasına izin vermemeli, sunucuya “normların” başka bir yerde olduğunu hatırlatacak sorular sorarak seyirci karşısındaki sözde kategorik üstünlüğünü sarsmalıdırlar. Şunu unutmamalıyız: Televizyondaki programların zaten hemen hepsi, Türk karşıtı biçiminde, Kürtçülük  veya şeriatçılık söyleminin algı ve tarih oluşturucusu olmak üzere yapılıyor.

Türk evlâdı, bu tip algı savaşlarına felsefi bir derinlikle hazırlanmalı ve   seyirciye kimin hangi bilinçle konuştuğunu göstermelidir.  “Tarafsızlığın” herhangi bir yabancı gibi konuşmak olmadığı seyirciye gösterilmelidir. Çünkü Türk ulusu sadece vatanını tehdit eden silahlı Kürtçü teröristlere ve şeriatçı şiddete karşı savaşmıyor. Ayrıca kendisini sürekli  aşağılayan ve reddeden bir algı oluşturucu medya örgütlenmesine karşı da mücadele ediyor.

Ne mutlu Türküm diyene!



2 Mayıs 2017 Salı

Akla Karşı Din

Akıl ve din ilişkisini bunların doğalarına göre incelemek en bilinen yöntemdir.

Gene de bu yöntemi şöyle bir hatırlamakta fayda var.

Akıl, insanın varoluşunun yegâne aracıdır. Akıl insanın anlamlandırma (keşif) ve inşa aracıdır. İnsan önce yaşadığı dünyayı tutarlı bir bütünlük içinde tanımağa çalışır, sonra bu tanımlamasına/ anlamlandırmasına bağlı tutarlı bir inşaa işine girişir. Bu inşa toplumsal düzenle ilgili kurumlar ve somut araçlar ve yapılar olarak ortaya çıkar.

Din ise kitap, peygamberlik, şeriat ve ruhbanlık/ kilise unsurlarından oluşan bir siyasal rejimdir. Onun siyasal bir rejim olması, Allah'ın iradesinin bütün dünyaya egemen kılınması için bir devletleşme hedefiyle belirir. Dolayısıyla dinin var oluşu insanla ilgili değildir,  Tanrısal otorite ile ilgilidir.

Birey ahlâkın varoluşsal gerekliliğine akıl yoluyla ulaşırken, din ahlâka bir iktidar aklayıcısı veya aklileştiricisi olarak bakar.

Dolayısıyla daha en başta akıl ve din, insanı bambaşka yollarla tanımlayıp o yollara göre de şekillendirir.

Konunun daha güncel yönü ise asıl inceleyeceğimiz şey: Dinin akla müdahalesi.

Din bir siyasal rejim olduğu içindir ki toptancı ve  zor kullanıcıdır. Böyle bir yapının diğer rejimlerden farkı kendisini,Tanrı'ya dayandırarak eleştirilmez ve yanlışlanamaz kılmasıdır.

Bu yüzden dinin var olabilmek için ortadan kaldırması gereken ilk düşmanı akıldır.

Peki ama din bunu nasıl yapar?

Din insanı akıldan iki yolla uzaklaştırır.:

Öncelikle duyuları, ibadetlerin yol açtığı endorfin bağımlılığıyla uyuşturur.

Bu yöntem düşünmekten kaçınan kitleler arasında en hızlı yayılan yöntemdir.

Diğer yöntem ise aklı çarpıtmak ve susturmaktır Bu yöntemde ya insanların menfaatleri hedeflenir ya da ahlâkî değerleri söndürülür.

İkinci yöntem daha nadir kullanılır çünkü eylemlerini akla dayandıran insanlar pek azdır.

İkinci yöntem özellikle bilim verilerini tartışılmaz Tanrı otoritesiyle bağdaştırma teşebbüslerinde görülür. Nurculuk tabir edilen sapkın öğretinin ana akım kolları bu yöntemi benimsemiştir.

Aklı çarpıtmak onun yorumlama yeteceğini kısıtlamakla yapılır. Bireye neyi nasıl düşünmesi gerektiğine dair mantık ölçüleri vermek yerine dini endişeler telkin etmek, onu artık din otoritelerinin aklına uymağa şartlar.

Çünkü Allah'ı kızdırmak ve imanı kaybetmek korkuları, daha en başta insanın düşünme yeteneğini kısıtlar. Böylece " doğru", bireyin kendi aklı ile keşfettiği bir gerçeklik parçası değildir artık. Dindar için "doğru", ancak düşünmeye yetkili kılınmış ruhbanın buyurduklarıdır. Din insana dinin kaynaklarına inerek doğruyu bulmak yetkisi vermez.

Aklın yönü bir kez din otoritesinin eline bırakıldı mı artık onu susturmak da kolaylaşır.

 Böylece mesela büyük bir günah sayılan intiharın, Allah rızasıyla ilişkilendirilebilmesi mümkün olur. 

Yazıda dinin ele alınmasını eleştirecek okurlara belki de şunu göstermeliyiz: İlgili unsurlarıyla dinin yerini alabilen her öğretinin akılla ilişkisi aynen dinin akılla ilişkisi gibidir. Birisi " Kamikazeler Müslüman  mıydı?" diye sorarsa ona böyle cevap verebiliriz.