30 Mayıs 2009 Cumartesi

Mustafa Erdoğan’a Açık Mektup

Değerli Hocam,


30 Mayıs 2009 tarihli Star Gazetesi'ndeki köşe yazınızda ülkemizi kana boğan bir problemle ilgili yazınızı okuduğumda mensubu olduğunuz liberal okulla ters düştüğünüzü görmek şahsen beni üzdü.


Zira liberal felsefede her fikrin alt yapısını teşkil eden iki ilkeyi göz ardı ettiğinizi gördüm. Bu iki ilke: Sınırlılık ve şarta bağlılıktır.


Liberal felsefeyi kabul edilebilir kılan temel iki ilke bunlardır. Çünkü bu iki ilke siyasî kurumların meşruiyetini temellendirir, insan davranışlarının yargılanabilmesini sağlar.


Bir husumetle karşılaştığımızda, tarafların bu iki şarta uyup uymadıklarına bakmamız gerekir.
Devlet ve etnik terör çatışmasında taraflar meşru hasımlar mıdır? Devletimiz maalesef hâlâ sınırlandırılmış bir ideal hukuk devleti değilse de en azından bu yolda değiştirilebilir, “tadil edilebilir” bir haldedir. PKK bu örgütlenmenin meşru rakibi midir?
Bu iki hasım acaba “şarta bağlılık” konusunda mukayese edilebilirler mi? Devletimiz, hukuk ölçülerine uyulmadığında tazminat ödemeye mahkûm edilebilirken, etnik terörün böyle bir “şarta bağlılığı” söz konusu mudur?


Devletimiz, aksak da olsa hukukla te’dip edilebilir iken PKK’nın böyle sınırlandırılması mümkün müdür?



Yazınızda bu mukayeseleri yapmamanızın sebebi, etnik terör ile devletin güvenlik tekelini farkında olmadan aynı kefeye koymanız olabilir mi? Bunun aksini düşünmek istemem çünkü bir liberalin etnik terörü meşrulaştırmaya çalışması suçtan da önce “samimiyetsizlik” olurdu.
Yazınızın içinde “silahların susmasından" bahsediyorsunuz ama her iki tarafın silâhlarının meşruiyet mukayesesini yapmamanız, samimiyetinize gölge düşürüyor. PKK ve TSK’nın silâh bulundurma gerekçeleri aynı ölçüde meşru mudur? Bu çatışmada silahsızlandırılması gereken taraf hangisidir?


Son zamanlarda PKK’nın bölünmeyi istemediği propagandasıyla meşrulaştırılmaya gidilmesi liberal açıdan hoş görülebilir mi? Sanırım görülemez.
Çünkü sorun amacın ne olduğundan öte, taleplerin arz edilmesi şekli ve egemenlik aracı tercihidir.



Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının devletle dahi problemlerinin hallinin yeri Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve bu hallin araçları da Türkiye Cumhuriyeti organlarıdır. Bu, devletin vatandaşlarına ayrımcılık uygulaması hallerinde dahi böyledir. Bunun en belirgin örneği de ABD’dir. ABD Afro-Amerikalı yurttaşları, resmî-gayrıresmî ırk ayrımcılığına karşı mücadelelerini bu ülkenin kurumlarını benimseyerek yürütmüşler ve devletlerini te’dip etmişlerdir. Keza sürekli Kürt yurttaşlarımızla mukayese edilen Bulgar vatandaşı soydaşlarımız, açıkça uğradıkları soykırıma rağmen ellerine silâh almamışlar ve Bulgaristan siyasetinde yerlerini almışlardır.



Demek ki, hiçbir etnik kimlik, farklılık ve hatta ayrımcılık ( Açık bir soykırım olmadıkça) devletin korumakla mükellef olduğu hukuk birliği düzenine silâhla karşı çıkmayı meşrulaştıramaz.
Haklar, farklılıklardan kaynaklanmaz, insan olmaktan kaynaklanır ki ülkemizde sürdürülen “farklılıkçılığın imtiyazlandırılması” diye niteleyebileceğimiz “kolektivist hak” söyleminin sizin gibi bir liberal tarafından hiç eleştirilmemesi üzücüdür daha kötüsü kaygılandırıcıdır.



Bir memlekette, hukuk sınırlamasına tamamen uymayı reddetmemiş ve sınırlandırılabilirliği mümkün olmak kaydıyla, güvenlik ve adalet sağlayıcılığı üzerinde mutabık kalınmış bir devlete silâh çekmek vatandaşlıkla bağdaşmaz! Bu, o devletin koruyuculuğunu üstlendiği vatandaşlık kurumunu tanımamak demektir. Yani o devletin koruduğu hukuk düzenine ve vatandaşlara ”düşman” olmak demektir. Hiçbir devlet de düşmanına “özgürlük” vererek var olamaz. Hiç bir devlet savaşta yenilmedikçe düşmanıyla uzlaşmaz. “Düşman” varoluşumuzun karşıtı olan her şey ve herkestir.



Dolayısıyla Türk Ordusu’nun PKK karşısında silah bırakması diye bir şey söz konusu bile olamaz. Burada maliyet analizi yapılamaz. Burada silâh bırakması gereken bir taraf varsa PKK’dır. Çünkü onun varlığı meşru bir hukuk koruyucusuna karşıdır. Haklarını, bu “düşmana” dayanarak talep edenler de bu ülkenin vatandaşı olamazlar! Bunun milliyetçilikle etnik kimlikle falan ilgisi yoktur! Bu, “Hukuku sağlayıcı tercihi” ile ilgili bir durumdur.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hukuk sağlayıcı saymayan insanların “özgürleştirilmesini” istemek ne demektir? Bunu söylerken siz, bütün Kürt yurttaşlarımızın “ meşru temsilcisinin” PKK olduğunu söylediğinizi fark edebiliyor musunuz?



Üstelik, ifade hürriyeti hakkı ile sürekli ilişkilendirilen bir sorunun “silahla çözülmeye çalışmasının” hak/ mesuliyet dengesinde yerini nasıl bulabildiğinizi hâlâ okuyabilmiş değiliz.
Bunun yanı sıra sürekli telâffuz ettiğiniz “federasyon” çözümünün hukukî gerekçelerini ortaya koymamanız, bunun sonuçlarıyla ilgili hiçbir soruyu düşünmemeniz de sizin gibi ciddi bir liberalin samimiyeti hakkında kuşku doğurmakta.



Federasyonun sorunu bitireceğine nasıl güvenebiliriz? Federasyonda “özerklik” sınırı nedir? Federasyon için etnik farklılık yeterli bir gerekçe midir? Federasyonda “yasama ayrışmasının” huzur getireceğinin teminatı nedir? Hukuk ilkelerine uygun bir Kürtçe Anayasa ile aynı şekilde hazırlanmış bir Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı arasında fark olmayacaksa federasyonun ne özelliği kalır? Federasyonda siyasî sınırlar neye göre belirlenecektir? Federasyon yetkilileri, özerk bölgelerine giriş için ülkenin geri kalanına kısıtlama uygulasa buna kim karşı koyabilecektir? Bir ABD vatandaşı olan ünlü müzisyen Ray Charles’ın 1963-1979 yılları arasında doğduğu eyalet olan Georgia’ya eyalet meclisi kararınca girişinin yasaklandığını hatırlayacak olursak aynı davranışın muhayyel bir Kürt Federasyonu’nda uygulanmayacağının teminatını siz verebilir misiniz?



Neden, ideal hukuk devletine yaklaştırılabilecek bir üniter devlet yerine sürekli, "kendi içinde homojen", izole bir etnik siyasi yapı kabul ettirilmeye çalışılmaktadır? Bu tip bir yapının , kınadığı üniter devletten çok daha ırkçı ve faşist olmak ihtimali, Kuzey Irak'taki mevcut kötü durumdan bile çıkarsanamıyorsa buna "gaflet" denmez de ne denir?


Böyle bir federasyon, ülkenin çoğunluğuna rağmen sırf etnik terörün maliyetinden kurtulmak için kabul edilebilir mi? Eğer etnik terörün maliyetinden kurtulmak için bir şeyler yapacak olursak, silahla hak talep etmeyi meşrulaştırmış olmaz mıyız? Eline silah alan herkese, sırf huzursuzluk yaratmaması için istediklerini vermeye başlamamız sizce uygun olur mu?



Kürt sorununda PKK’yı bir koz olarak kullanarak proje üreten insanları hukuk ve özgürlükler açısından eleştirmiyorsanız, devleti te’dip etmek ve eleştirmek hakkına hiç sahip olamazsınız.
Üzücü olan, uzmanlığınızdan şüphe duymadığım ve yazılarınızdan da hakkında çok şey öğrendiğim liberal ilkeleri etnik ayrılıkçılık hakkında hiç kullanmamanız ve 80 öncesi etnik ayrılıkçılığı bağrında besleyen Türk soluyla bugün hemen hemen aynı yerde duruyor görünmeniz.


Liberallerin etnik ayrılıkçılık konusundaki bu tavırları, “milliyetçilik karşıtı” saptırılmış bir hümanizm olarak etnik ayrılıkçılarca gayet güzel istismar edilmektedir.
Liberallerin, tarafsızlığın, ancak meşru hasımlar arasında meşru olduğu gerçeğini idrak edebilecekleri günlere ulaşabilmek dileğiyle saygılarımı sunuyorum.

26 Mayıs 2009 Salı

Türk Polislerine Rahmet

Hakkâri'nin Yüksekova ilçesinde şehit edilen polis memurlarımızın mekânı cennet olsun, yakınlarına Allah sabırlar versin.

Onların katillerinin ve o katillerin yardakçılarının da üzerine de lânet etsin.

Türk milletinin başı sağ olsun.

Bu konuda hiç bri sesi çıkmayan "hümanistlerimizin" de vicdanları onları ahirette rahat bırakmasın.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Türk Sineması Nereye Gidiyor?




Tam “Eşkıya” ile dirildiğini düşünürken gene saçma sapan “toplumcu” filmlere döndü… Buna bir de gene Marksizmden beslenen etnikçi sinema eklendi.







Halkın alım gücünün sinemaya elverişli olduğu, teknolojinin bu kadar gelişmediği, öykülemenin daha geleneksel olduğu bir dönemde belki eli silâhlı üç beş adamın fakir gencin arkasından koşması, mahallesinden çıktığında, kendini ayda zanneden Türk insanı için fazlasıyla egzotikti.



Bugün, Türk sineması dünya sinemasının ardından nal topluyor. Şüphesiz bunda artık sinema yapmanın Türk yapımcılarını aşan maliyetlere ulaşması bir sebeptir.
Bu, işin görünürdeki sebebidir.




Asıl sebep, Türk sinemasının, bir grup sosyalist elinde, durmadan aynı ideolojik ezberlerin duvarları arasında dolaşmaya mahkûm edilmesi.



Bu anlayışa göre “ticarî” sinema ahlâksızca bir şey… Zaten Hollywood sinemasına duyulan ve entelektüelliğin şartı sayılan nefret de bunun bir ifadesi.



Türk sinemasının ideolojik tutumu, tam anlamıyla otarşik bir elitizm veya yerli oryantalizm.
GORA ile kendi “yıldız Savaşlarımızı” yaratabileceğimizi düşünmüştüm ve GORA gerçekten endüstriyel sinemaya gidebileceğimize dair bir umut pırıltısı olmuştu. Maalesef gerisi gelmedi…



Endüstriyel sinema kötü müdür?



Bazıları bunun, yapılan işin ruhunu yok ettiğini düşünebilir. Bunun, “amatör ruhu” yok ettiğini söyleyebilir.






Oysa unuttukları şey şu ki hayran oldukları bütün batılı yönetmenler, endüstriyel sinemanın yarattığı ortamdan ekmek yiyor. Endüstriyel sinema, yalnızca bolca özel efektli yıldız filmleri anlamına mı geliyor? Eğer böyle olsaydı meselâ WB bağımsız film bölümünü kurar mıydı?






Fakirlikleriyle övünüp hayatlarını Beyoğlu barlarında tükettiklerini tahmin ettiğim Türk sinema elitlerinin “Yıldız Savaşları” gibi bir efsane yaratmalarını beklemek boşuna galiba. Paraları yetse dahi sırf Marksist hışırlıkları yüzünden bu tip projeleri daha uzun zaman engelleyeceklerini söyleyebiliriz, herhalde.



Türk sineması gene ideolojik bönlük dönemine dönüyor, Allah sonumuzu hayreyleye…

Sadece merak...

Sadece merak ediyorum:

Bir yüksek devlet memuru, bir cumhuriyet savcısı tarafından, bir davanın sanıklarıyla ilişkisi olduğu için sorgulanmaya çağrılmıştı ve kabak savcının başına patlamıştı.

Adamı avukatlık bile yapamayacak hale getirmiştik.

Üstelik çağırılan yüksek memurun " anaysal dokunulmazlık" gibi bir gerekçesi de yoktu.

O savcının haytını karartan yargı elitleri acaba şimdi neden cumhurbaşkanına "şüpheli" diyebilen hakime hiç dokunmuyor?

Sadece merak ediyorum...

15 Mayıs 2009 Cuma

Çok Kültürlülük mü Çok Başlılık mı?

Liberal söylemlerin etnik ırkçılıkla en çok sulandırıldığı saha sanırım kültürel kimlikler sahası.
Nedense liberaller “haklar” konusundaki edilgen tutumlarını çok kültürlülük sahasında koruyamıyor ve ifade hürriyeti hakkının ilerisine taşan “özeklik” taleplerinin “pozitif ayrımcılık” taleplerini bir türlü eleştiremiyor.
Çok kültürlülük ülkemizdeki etnik ırkçılığın gayet güzel istismar ettiği bir dayanak noktası…
Ülkemizde ifade hürriyetinin hâlâ istenen medenî seviyeye ulaşmadığı hepimizin malumu. Herkesin otoriteden emin şekilde konuşmak istemesi de gayet doğal. Bu taleplerin bizi götürdüğü yerlerden biri de çok kültürlülük.
Çok kültürlülük kötü müdür? Mesele burada düğümleniyor çünkü çok kültürlülüğün iyiliği veya kötülüğü konusuna o kadar dalınıyor ki bu konunun istismar edildiği hakikatine bir türlü gelinemiyor.
Ülkemizde etnik terör ve taraftarları çok kültürlülük fikrine can simidi gibi yapışıyor ve özünde masum ve meşru bir talep endeksi bir anda terör meşrulaştırıcısı bir maymuncuğa dönüşüveriyor.
Etnik ayrılıkçılığın istismarında liberalizmin en önemli zaafı, “ulus devlete” duyulan peşin düşmanlık. Ulus devletin mutlak şekilde yok edilmesi gereken bir kötülük olduğu liberaller arasında o kadar tartışmasız kabul ediliyor ki örneğine totaliter sosyalizmlerde bile ender rastlanacak bir entelektüel baskı herkesi vicdanından rehin alıyor.
Kültür, toplumun, hayatın ihtiyacına ve akışına karşı geliştirdiği cevaplar olarak ele alınırsa farklı toplumların var oluşlarını gösterme şekillerinin de birbirinden farklı olacağı anlaşılır. Her ne kadar batı modernizminin bize getirdiği/ dayattığı bazı normlar ve değerler veçhesinden geri kalmış ülkeler dışında dünya genelinde asgari bir medeniyet mutabakatı oluşmuş ise de bu, gene de toplumların kültürlerini “haklı/haksız” veya “iyi/kötü” diye ayıramayacağımız gerçeğini değiştirmiyor.
Zaten çok kültürlülüğün temelinde de bu “farksızlık/imtiyazsızlık” kabulü yatıyor, anlayabildiğim kadarıyla. Eğer bu kabul üzerinde mutabık kalamazsak sömürgecilik döneminin “adam etme” davranışlarının ilkelliğine, vahşetine geri dönmemiz an meselesidir.
Peki çok kültürlülük ne anlama geliyor? Veya yaşatılması için gereken şartlar nelerdir?
Bu soruya cevap vermeden evvel ulus devlete yöneltilen haksız eleştirilere bir cevap vermek gerekiyor ki yazının geri kalanını buna bağlayacağım.
Ulus devlet eleştirilerinin temelinde “ulusun” bir inşa olduğu kanaati yatıyor. Yani bu kurguyu, inşayı yıkıp yerine başka bir şey getirince bütün faşist, ırkçı, kolektivist vs kötülükler bir anda bitecekmiş gibi bir hava yaratılıyor.
Bu eleştiriyi getirenlerin, dünyada ulusların var olup olmadığına dair herhangi bir cevap veremediğini görüyoruz, çünkü “ulusa” bir inşa demek onu bir inşa haline getiremiyor. O bir realite… Buna mukabil, etnik yapıların “doğal”, olması gereken şeyler oldukları hususunda katı bir mutabakat var.
Ulus devleti, dolayısıyla ondan kaynaklanan kötülükleri yok etmenin iki şekli var: Ya ulusu yok edeceksiniz veyahut devleti. Anarkoliberallerin şahsen bana da çok sıcak gelen devleti buharlaştırmak fikrinin gerçek hayatta karşılık bulamaması bizi, ulusu yok edip edemeyeceğimiz sorusuna yöneltiyor. Görünen o ki ırktan, biyolojiden hatta dinden ve dilden bağımsız şekilde insanları ortak bir adda buluşturan bu gerçeklik, akademik mahreçlerdeki hümanist tartışmalarla yok edilemeyecek kadar köklü…
Çok kültürlülük argümanının önüne engel diye konulan ulus devlet tasavvuruna göre yapay şekilde oluşturulmuş “ulus”, farklılıkları, elindeki devlet zoruyla yok ederek çok kültürlülüğü ortadan kaldırır.
Bu iddia kolektivistlerce ileri sürülse anlamak mümkündür. Oysa, adına “devlet” diyebileceğimiz meşru bir güç kullanıcının rejimden/ çoğunluktan bağımsız şekilde tesis edilebileceğini söyleyen Hayek’in liberal camiada bu kadar rahat görmezden gelinebilmesi dehşet vericidir.
Burada liberaller maalesef tam da tarihsici bir yanılgıyla şimdiye kadarki batı ulus devletlerinin kötü tecrübelerini bir tür kader veya determinizm gibi kabul ederek kategorizasyona gitmektedir.
İnsan olarak her zaman tercihlerimiz olacağına göre “ulus devletin” kategorik mutlak kötülüğü fikrine bu kadar kolaylıkla kapılmak liberaller için yakıcı bir çelişki.
Hal böyle olunca derhal çözüm federasyonda aranmaktadır.
Çok kültürlülük sorunun temeli nedir? Bir idari/ siyasi özerklik sorunu mu yoksa ifade hürriyeti hakkı talebi mi?
Bunun yanı sıra sadece belli bir ulusun adını taşıyan ve bu ulusun çoğunluğunun talepleriyle yönlendirmek dışında aslen hiçbir özelliği olmayan, olmaması gereken ulus devlet yapısının neden baskıcı, otoriter veya faşizan olması gerektiği hiç irdelenmemekte.
Rejimi meşruti de olsa monarşi olan İngiltere’de uzlaşmaz görünen iki rejimin nasıl bağdaştırılabildiği örneği önümüzde dururken ulusların kurdukları devletlerin hukukla sınırlandırılamayacağı iddiası sorgulanmıyor
Hukukla sınırlandırılmış bir ulus devlette kültürel taleplerin karşılanması mümkün değil midir?
Elbette mümkündür. Bu da demektir ki kültürel taleplerin elde edilebilmesi için devletin özerklik alanlarına ayrılması gerekmez.
Sıradaki soru şudur: “Özerklik nereye kadar?” Öyle ya her kültürel talep için bir özerklik alanı( federasyon) oluşturacaksak mesela nüfusu yüz kişi olan bir köye de bu hakkı verecek miyizdir? Bu köy halkı kendi yasalarını yapacak, hatta kendi sahalarına girişte özel izin belgeleri talep edebilecekler midir? Bu şekilde köy ahalisi kendi kültürel özerk bölgesinde “bozulmadan” ve asimile olmadan kalp huzuruyla yaşayacaktır.
Kültürel taleplerin karşılanmasının, ulus devletle veya üniter yapıyla bir alâkası yoktur. Sadece hukuk devletinin tesisiyle ilgisi vardır.
Kaldı ki federasyonlar halinde kendilerini izole eden toplulukların kültürel etkileşiminin azalıp azalmayacağı, bu izole yapılar içindeki alt kültürlerin çatışmalarının daha alt özerk yapılara yol açıp açmayacağı gibi sorular üzerinde durulmadıkça çok kültürlülük argümanı ancak sulandırılmış olur. Çoğunluğun farklı kültürlere saygısının temin edilmesi için onu yok saymak, çözüm olmadığı gibi demokrasi denen şeyi yok etmek demektir. Çok kültürlülük konusunda asıl problem devletin tahdididir, parçalanması değil.

Kıbrısta Yanıldık mı?




Yüksek politikayı falan bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa o da Rumlar’ın mütemadiyen televizyonlarında “Şurayı unutmadık, burayı unutmadık, geri alacağız” gibisinden fotoğraflar yayınladıklarıydı.

Kıbrıs Türk’lerinin en büyük sıkıntısı, Türkiye’den adaya yönelen kontrolsüz göç dalgası. Bu, ciddi toplumsal karışıklıklara sebep olmuş.


Bir de anladığım kadarıyla, ada Türk’lerinin iradesinin Türkiye tarafından dikkate alınmadığı kanaati kök salmış ki bazı kardeşlerimiz bu yüzden bizi Rumlar gibi işgalci kabul etmeye başlamış.

Geçen hükûmet döneminde bu kanaat iktidardaydı ve Sayın KKTC cumhurbaşkanı da kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşan “yoldaşı” Rum kesimi lideriyle “çözüm” arıyordu.


Öte yandan Rum kesiminin “çözüm” falan istemediğini Annan planına kahir ekseriyetle “Hayır” dediği zaman gördük sanıyordum.
Bu tavır da herhalde adadaki kardeşlerimizi uyarmamış? Bu tavrın Türkiye Türkçesi şu: “Adanın mutlak hâkimi benim! Benim tek başıma belirlemediğim hiçbir politikayı “çözüm” olarak kabul etmiyorum.”


Eğer bu tavır “barış yanlısı” soydaşlarımızca makbul karşılanıyorsa hiç problem yok. Derhal adadan pılımızı pırtımızı toplar çekiliriz, onlar da işgalci Türkiyeli’lerden kurtulmuş olurlar.
Ada Türk’lerinin ırz ve canlarını, sürekli silâhlanıp, terör örgütlerine ev sahipliği yaparak Yunanistan’la dirsek temasını kesmeyen EOKAcı torunlarına emanet etmesine ettik diyelim de Türkiye’nin Akdeniz’de Yunan tehdidiyle kuşatılmasına ne diyeceğiz? Sanırım bu durum adalı soydaşlarımızın bir kısmının umurunda bile değil?


Barışçıl soydaşlarımızın Rum kesimindeki silâhlanmaya, terör desteğine Megalo İdea saplantısın karşı da azıcık seslerini yükseltmelerini ne kadar isterdim.


Kıbrıs Türk toplumu, epey kapalı ve küçük bir toplum. Sanırım bu yüzden Türkiye Türk’lerine karşı kırgınlık ve kızgınlıkları,kendilerine benzer bir kapalı toplum olan Rum’lardan daha fazla? Okuduğum kırgın ve kızgın bazı ifadelerin bir tür “kabile refleksi” olduğunu düşünüyorum. Bunu Kıbrıs Türklerini küçümsemek için söylemiyorum, toplumsal yaşayışın “kapalılığı” bu sonucu yaratabileceğinden dolayı söylüyorum.


Adanın bütün problemi kötü Türkiyeli’lerden ibaret olsaydı her şey ne kolaydı! Belki biz yanılıyoruzdur, oradakiler artık bizi kardeş olarak görmüyordur ve gerçek kardeşleriyle sulh ve sükûnlarına engel olmamızı istemiyorlardır?

14 Mayıs 2009 Perşembe

Liberallerin Etnik Irkçılığa Bakışları Üzerine

Etnik ırkçılığın liberal eleştirisi imkânsız mıdır?
Bunu sormamın sebebi çoğulculuğun, farklılıkların muhafazasının hukuk temelinde en tutarlı müdafaasını onların yapmasıdır.
Fakat buna rağmen bu ülkede maalesef bu tür bir eleştiri yapmak imkânsızdır.
Peki Türkiye’deki etnisite sorununun şekli, gelişimi bu çerçevede mi gerçekleşmekte?
Önce Türk barındırmayan bir ülke hayaliyle , ırkçı olduğu da bir türlü telâffuz edilemeyen bir isyan şeklinde başlayan zamanla “demokratik özerklik” lâflarına gerileyen bu terör eyleminde amaçlar ve araçlar liberal ilkelere uygun mudur?
Öncelikle eylemin terör olup olmadığına bakmak lâzım. Terör, “ Endişe ve korku yaratarak, kabul ettirmek” metodunun adı…
Etnik ayrılıkçı örgüt, bölge bu metodu kullanarak, insanlarımızı saflaştırmaya gitmiştir.
Peki liberal cenahtan bu konuda herhangi bir eleştiri gelmekte midir? Metodun, liberalizmin benimseyebileceği tek metot olan “akla hitap” ile uzaktan yakından ilgisi var mı? Elbette yok ama liberalizme etnikçilerden ve eski solculardan sızıntılar yüzünden etnikçiliği eleştirmek liberal camiada derhal “faşizm” olarak nitelenmeye başlamıştır.
Zira Türkiye’de liberalizm, mahdut sayıda okumuşun bir müddet devam eden ideale yakın müdafaasının mecraından, eski solcuların ve etnik ayrılıkçıların içine sızmasıyla çıkartılmıştır. Solcular liberal düşünceyi ipotekleri altına almışlar ve eskiden şiddet yoluyla savundukları enternasyonalizmi liberal camiaya rahatlıkla giydirmişlerdir. Bu enternasyonalizm, “millî” olanı inkâr ederken etnik olanı meşru ve doğal kabul etmek garabetine kadar götürmüştür liberalleri…
Etnik ayrılıkçılığın ırkçı ve terörist dayanaklarının zaten en başta reddedilmesi gerekmektedir.
Sorular şunlardır:
Hukuk düzeni aksak da olsa işleyen bir memlekette, hukuk sağlama tekeli kimdedir? Vatandaşlar tarlalarının sınırlarından kan davalarına kadar her husumeti kimin nezdinde ortaya koymalıdır?
Bu soruların cevabı, “devlettir.”
Devlet görevlilerinin haksızlıkları da dahil olmak üzere her türlü şikâyet devletin koruduğu, korumakla mükellef olduğu hukuk düzeni içinde dile getirilmelidir.
Devlet ne zaman artık bu tür bir teminatı sağlayamaz hale gelirse o zaman devletlik vasfını kaybeder. Türkiye’de devlet bu hale gelmemiştir ve zaman içinde git gide daha fazla “ilkelerle” sınırlanmaktadır.
Bu durumda devletten başka bir muhatap kabul etmek vatandaşlık haklarını kaybetme sebebi olmalıdır.
Hem devletin zaman içinde tek koruyucu haline geldiği argümanını savunup hem de etnik ırkçıların “hak arama” adıyla yürüttükleri terör eylemini mazur görmek ihanet değilse çelişkidir, gaflettir.
Maalesef liberal camia sırtını etnik ırkçılığa dayayarak millet nezdinde meşruiyetini gün be gün kaybetmekte… Öyle görünüyor ki ülkenin bir kısmının bölünüp gitmesi için yürütülen başkaldırı onların vicdanlarında en ufak bir akis bulamamakta. Ne yazık…

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Koruculuk Kalkınca Terör Biter mi?


Sapla samanı karıştırmayı çok seviyoruz galiba?


Mardin'de insanın kanını donduran bir katliam yaşandı ve derhal "Koruculuk kaldırılsın!" denmeye başlandı.




Korucular içinde suç işleyenler var mıdır? Elbette vardır. Kooperatif yöneticileri içinde suç işleyenler var mıdır? Elbette vardır. Ya zabıtalar, doktorlar, seyyar satıcılar arasında?




Koruculuğun kaldırılmasındna yana olan bir yazar " Devletin bir kısım vatandaşını diğer vatandaşları karşısında silahlandırması bir siyasal tercihtir.." mealinde bir şeyler söylüyor.


Yarısı doğru yarısı yanlış...



Devletin bir kısım vatandaşlarını silahlandırdığı doğru ama diğer bir kısım VATANDAŞLARINA karşı değil!



Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı savaş açmış bir örgütün mensupları, bakkallık eden, çiçek satan, doktorlukla iştigal eden insanlar gibi "vatandaş" sayılabilirler mi?


Buradaki, kimse kusura bakmasın, iki yüzlülük, etnik terör örgütü mensuplarını sanki bir futbol takımı taraftar kitlesi veya siyasi parti üyeleri gibi sunmaktır.



Devletin her zaman ulaşamadığı, coğrafi sebeplerden dolayı gidilmesi zor yerleşim yerlerinin, düşmana karşı savunulmasında "yerel" bir çözüm olarak düşünüşmüş, koruculuk anlayabildiğim kadarıyla.




Kaldı ki bölgedeki taraftarlık durumunu devlet yaratmadı, terör örgütü yarattı. "Benden olmayan herkes haindir1" diyerek çoluk çocuk katleden bir örgüte karşı en hızlı şekilde nefs-i müdafaada bulunmak imkânı ellerinden alınırsa, bölge insanının ne hale gelebileceği konusunda acaba hümanist maskeli etnik terör sempatizanlarının herhangi bir fikri var mıdır?



Günlüğü dolduramamak.
Günleri doldurmak ama günlüğü dolduramamak…

Tuhaf…

Çiçekçide küçük , şirin bir süs bambusu gördüm.

Masamda dursa nerelere götürürdü beni kim bilir?

Canlı, basbayağı canlı bir şey işte...

Onu gördüm, kıymetini anladım… Dik yürüdüm, üşüdüm.
Bunları söyledim ki söylemenin kıymeti kalsın.

Günlüğü dolduramamak…
Günleri doldurmak.

Doldurmak, evet…

6 Mayıs 2009 Çarşamba


Sözsün

Tekerlenip giden

Dikilmeye uğraştıkça

Tekrarlanıp debelenen

Ve sonra tekrar berelenen

Bir ten içinde saklı
Sözsün

Sözsün ki

İçinde inci mercan

Hercai
Bir yanı yalın kılıç

Bir yanı susuz masumiyetle örülmüş

Özsün

Nuri Bilge CEYLAN'ı Seyretmesek Olmaz mı?


Nuri Bilge CEYLAN kimdir?

Bilmiyorum, bilmek istiyor muyum, ondan da emin değilim, doğrusu.
Çünkü önyargı hakkımı sonuna kadar koruyabilmek istiyorum.
Çünkü “kaliteyi” kendi bildiğimce arayıp bulmak istiyorum.
Önyargıma göre sineması – ki eğer bir tarz sahibi ise- Fransızların beğendiği bir tür oryantalist çalışma.


“Hiç seyretmediysen nasıl bu kadar iddialı olabiliyorsun?” denebilir.
Çok saygı duyduğum bir ressam akademisyen bana “Onun bizden biri” olduğunu, bizim hayatımızı anlattığını söylediğinde, iyimser bir ümit susturdu beni. Suskunluğumun sebebini çok sonra anladım.
Mesele “bize ait” , bize dair fotoğraflar çekmek değildi. Mesele bizim insanlarımızı oynatmak da değildi.

Mesele öykülemeydi. Ve dolayısıyla “bizim dilimiz” sadece bizim kelimelerimizden ibaret değildi.
Bizim “dilimiz” bir sıkıntı dili midir? “ Mayıs Sıkıntısının” bizim dilimizde bir karşılığı var mıdır? Bizim tahayyülümüz, tasavvurumuz o şekilde mi “işler”? Bana hâlâ Ortadoğuluları mercek altına alan bir Fransız gibi geliyor CEYLAN… "Neşeli Günler" gibi bir film değilse, uzun uzun, boş boş bakan adamların, sadece Türkçe konuştukları için "bizden" olması, elde edebildiğimiz tek şeyin çıkmaz sokaktaki bir iç sıkıntısı olması, filmlerini bizden yapar mı?

Fransa’da bu kadar sevildiğine göre onların “diline”, kavrayışına yakın bir insan olmalı…
Nuri Bilge CEYLAN sinemasını, tepeden bakıcı seçkinci zevklerin o Fransız muhayyilesine inat şimdilik görmezden geliyorum.