26 Şubat 2015 Perşembe

Musul Müzesi'ndeki Müşrik Vahşet


İkonoklazm diyeceğiz belki ama yetersiz kalacak.

IŞİD denen kanlı örgütün yaptığı şey  bir “put kırıcılık” mı?

Musul Müzesi’nde bir takım tarihi yontuları kırdılar. Bunların bir kısmı belki eski zamanlarda gerçekten de puttu.

Peki bu kadim putların bugün bir inanç değeri var mı? Yok!

Ama soruna bu açıdan baktığımızda,  put yerine konma ihtimali olan her şeyi kırıp dökmenin bahanesini hazırlamış olmaz mıyız?

Her şeyden önce IŞİD,  dinin gereğini yerine getirmektedir. Yani hiç kimse “ Gerçek din bu değildir!”  diyerek savunmaya geçmemelidir.

Neden? Çünkü “din” denen otoriter kurumun ki burada bahsedilen İslâmdır, insan eserlerinin estetik önemi, insan yaratıcılığının ilerlemedeki önemi, sanat ve uygarlık ilişkisi hakkında en ufak bir   fikri yoktur.

Şunu her zaman aklımızda tutmalıyız ki islâm  medeniyeti denilen şey İslâm sayesinde kurulmamıştır. Böyle bir medeniyetten bahsedebilmemizi sağlayan bütün keşif ve  icatlar,  tam da din kurumunun otoriter ve bağnaz tavrının aksine gerçekleştirilmiştir.

Dikkat edilirse “İslâm medeniyeti”  denen şey, antik çağ düşünürlerinin ve felsefesinin dinde hiç yerleri olmaksızın incelenmesiyle meydana getirilmiştir.

Gazali’nin  dini, düşünceden, felsefeden ve dolayısıyla aklın denetiminden uzaklaştırmasından sonra  din artık siyasetin denetimine geçmiştir.

Ve siyaset,  ilerlemeyle ya da uygarlıkla ilgilenmez, yalnızca kendi varlığını her ne pahasına olursa olsun sürdürmekle ilgilenir. Anayasacılık gibi sınırlayıcı düşünceler, siyaseti ehlileştirme girişimleridir. Siyasetin özündeki immoralist/ ahlâk dışı  yan, Anayasa gibi üst metinlerle  sınırlanmazsa o,  derhal insan ırkını yok edebilecek bir  güç  ve menfaat yarışına döner.

İslâm ülkelerinde,  dinin, basit ve anlaşılabilir bir tevhit inancından, devlet eliyle güdülen bir  iktidar sağlayıcı manifestoya dönüştürülmesiyle Müslüman  toplumların bu güne kadar ulaşan geriliklerinin temeli atılmıştır.

İşte  Musul Müzesi’ni basan vahşileri, bu açıdan incelemek gerekir. Çünkü onlar gerçekten dinin gereğini yerine getirmişlerdir. Çünkü din, insanların mutluluğuyla ve adaletle ilgilenmez. O yalnızca Tanrı adına, insanların davranışlarını en ayrıntılı şekilde belirlemekle ilgilenir. “Oku!” diyen bir inancın, insanların giyiniş şekliyle ya da cinsellikle vs. ilgilenmesi mümkün olabilir mi?

Çünkü  okumak insanın ufkunun gelişmesiyle, uygarlıkla kısaca insanlıkla ilgili temel bir emirdir. Oysa “dinin emri”  olan şeylerin bunlarla en ufak bir ilgisi yoktur. Çocuklarla  evlenerek çok eşli yaşayarak kadına daha az miras bırakarak kadını tarla gibi görerek vs  ilerlemek, daha mutlu veya daha âdil olmak imkânsızdır. Ve dinin emirleri denen şeylerin bizim Tanrı inancımızı güçlendirmesi  de mümkün değildir. Aksine dinin emirleri denen şeyler çoğu insanı, sırf bu emirler, yobazlar tarafından inançla özdeşleştirildiği için  inançtan da soğutmuştur.

Put kırıcılık olarak görülen eylem şirkin ta kendisidir.

Neden böyledir? Çünkü dine göre hareket eden militanlar  yontulara aynen bir insan gibi muamele etmişlerdir. Saddam’ın devrilmesi sırasında Iraklıların ayaklarındaki çapaçul terliklerle heykelin yüzüne vurdukları sahne, hâlâ gözümüzün önündedir herhalde?

Musul Müzesi’n de de vahşiler heykellerin kafalarını kırmaya çalışıyordu.

Yüze ve kafaya    hiyerarşik bir önem vermek, heykelin ruhunun  buralarda olduğuna inanmak demektir. Bu, bir heykeli tapınır kılan şeyin, onun insana en çok benzeyen yeri olduğunu düşünmektir . Heykelin kafasını kırmak, onun en tanrısal olan yerini kırmak demektir ki aslında bu, putu yapanla ortak bir değeri paylaşmak demektir. Bu insanlaştırmanın, antropomorfizmin ta kendisidir! Ve bu anlayışın tevhit inancıyla hiçbir ilgisi yoktur!

Akıl sahibi bir Müslüman için  antik putların  korkulacak hiçbir yanı yoktur. Akıl sahibi bir Müslüman için herhangi bir put ancak kör bir inancın sembolüdür, o kadar. Bir Müslüman, putperestliğin herhangi bir iktidar gücünün kalmadığı bir dönemde antik putları, ancak estetik değerleri ve dönemleri hakkındaki açıklayıcılıkları açısından inceler. Çünkü ona okumayı emreden tevhit inancı için herhangi bir yontunun herhangi bir  bölümünün hiçbir hiyerarşik üstünlüğü vs yoktur.

IŞİD’in insan eserlerine bakışı, insanın yaratımını, Tanrı karşıtı bir güç olarak görmek ilkelliğinden başka bir şey değildir. Özünde din,  “cüzi iradenin” her türlü tezahürünü, külli iradenin rakibi sayar.  Dine göre  insan, külli iradenin eserlerine karşı tam bir kayıtsızlık ve teslimiyet göstermeli ve kendi aklı  ile herhangi bir şey meydana getirmekten kaçınmalıdır. Sık sık “Yaratmak Allah’a mahsustur!” denmesinin sebebi de budur. Bu düşünce mevcut varlıklardan, daha önce var olmamış ve asla kendiliğinden ortaya çıkamayacak değerler ortaya koymayı “yaratmak” saymaz. Tasvir yasağı tam da bu dengesizliğin ve ölçüsüzlüğün bir ifadesidir.

İnsan her türlü tasvirde içindeki ilâhi yaratıcılığı ve mükemmelliği görmek ister. Bu aslında yaratıcıyı anlamak, onunla bütünleşebilmek çabasıdır.  Yaratıcı çabaların bu tür ilâhi bir amacı olmayabilir de… Buna rağmen her türlü yaratıcı eylem insanın ham vahşetten ve yıkıcılıktan uzaklaşmasını sağlar.

Din ise  kendi başına eser ortaya  koyan insanın varoluşuna aykırıdır. Din insanın varoluş çabasıyla ilgilenmez.  Onun bir takım keyfi emirlerle her nasıl olursa olsun yaşayabileceğini sanır. Din insanın okuyarak ve aklederek varacağı noktayı hedeflemez; sadece onu kendisine Tanrı adına itaat ettirmekle ilgilenir.

İşte bu yüzden IŞİD ve onun taraftarları açıkça müşriktir. 

Musul Müzesi’nde inanca düşman olarak kurumlaşmış dinin kaçınılmaz sonucunu gördük. Din bir topluma mutluluk ve adalet getiremez. Çünkü din denen kurum eninde sonunda  inancı itaate çevirip insanları Tanrı’dan habersiz iki ayaklı köleler haline getirecektir.

Musul Müzesi baskını basit bir put kırıcılık değildir. Bu baskın, dinin insanlık dışı tabiatının delillerinden biridir. Ortada iman falan yoktur. Görünen putları kırarak kendilerine görünmeyen bir put edinmiş canavarlar vardır. Bütün olan budur.










24 Şubat 2015 Salı

Muhtemel Bir İç Savaş Üzerine Düşünceler



Gitgide daha sık telâffuz edilen iç savaş konusunda, hem Kürtçü hem İslâmcı siyasî cephelerde büyük bir ciddiyetsizlik dikkatimizi hemen çekiyor.

İslâmcılar da Kürtçüler de iç savaşı Türkiye Cumhuriyet’ini yenmek için bir vesile olarak görüyor olmalı. Muhtemeldir ki İslâmcılar, bir daha geri dönülemeyecek bir şer’i devletin kurulması için ülkenin iç savaşa sürüklenmesine ses çıkarmazken Kürtçüler, Kürtlerin Türkleri istedikleri gibi tehdit edip sömürebilecekleri sosyalist bir Kürt egemenliği hayali ile  yangına körükle gidiyor. Bunlara sol örgütleri de dahil edebiliriz. Muhtemeldir ki silâhlı ve silâhsız solun büyük kısmı da Kürtçü etnikçi  cephenin yanında yer alacaktır.

Herhangi bir dış düşmanla nizamî bir savaşın belli kuralları vardır. Bundan ayrı bir dış düşman, ayırt edilebilir bir varlıktır. Ona karşı öfke meşrudur ve  bu öfkenin haklılığı bizi güçlendirir.

Öte yandan “iç  savaş”, ülkenin vatandaşlarının bir kısmının artık “düşman” haline gelmesi anlamına gelir.

Muhtemeldir ki Kürtçüler, herhangi bir iç savaştan galip çıkacaklarını, şehirlerdeki katil adaylarıyla yaratacakları dehşet ortamı sayesinde Türkleri yenebileceklerini düşünmektedirler. Bu şekilde bir Kürt bağımsızlığı sağlamasalar bile  Türklerin devletteki egemenliğini kırıp Türkleri alabildiğine sömürebilecekleri yeni bir devlet yapılanmasını sağlayabileceklerini düşünüyorlar. Bunu nereden çıkarıyoruz? Bunu her seçim öncesi PKK’nın insanlara dağıttığı “Kürdistan’da  iş, para ve mevkii” vaatlerinden anlıyoruz.

Dış düşmanla savaşta öncelikli sorumluluk orduya düşer. Halk da ordunun plânları gereği sivil direnişi örgütler  ve düşmanın hayatta kalmasını  güçleştirir.

Sorun savaşın kendi yurdumuzda olması ihtimalidir. Böyle bir ihtimali düşünmekten kaçınmak çare değildir.

Bir iç savaş çıkması durumunda bu büyük ihtimalle Kürt etnik ırkçılarının Türk Milleti’ne karşı açacağı ( aslında çoktan ilân etmişlerdir ama…) bir savaş olacaktır.

Bu durumda en kötü ihtimalle ordu ve  polis içindeki etnik unsurlar da  Kürtçü saldırganların safına geçerek silâhlı direnişimizi kırmak isteyebilirler. Nitekim geçenlerde sosyal medyada paylaşılan Kürtçü erlerin  Kürtçe yazılı pankart açma fotoğrafı, bu ihtimali ortaya çıkarmıştır.

Bu yüzdendir ki iç savaş ihtimalinin konuşulduğu şu günlerde  devletin silâhlı unsurları içindeki Kürtçü ve İslâmcı kişiler tesit edilmelidir. Görünen o ki  egemenliği kullanan devlet güçleri zaten onların elindedir ama savaş sonrası ülkenin yeniden düzenlenmesi  esnasında, tespit edilenlerin memuriyetten yasaklanması, suçlarının ağırlığına göre vatandaşlıktan çıkarılması veya idamı için  bu çalışma elzemdir.

Bir iç savaş durumunda iç düzen tamamen bozulacağı için devletin silâhlı unsurlarının sadakatinden asla emin olunamaz. Çünkü bir kısım silâhlı memurlar, muhtemeldir ki artık Türk devletinin ortada kalmadığını dolayısıyla maaş almak için ettiği yeminin artık geçerli olmadığını düşünebilecektir.

Ki bu iç savaşın en korkunç ( elbette düşmanlar için) yönünü oluşturacaktır.

Çünkü artık ortada savunmadan sorumlu, maaşlı bir memur zümresi kalmayacak, Türk vatanını savunmak bizzat Türklere düşecektir.

Bu durumda meselâ Kürtçüler ve IŞİD destekçisi siyasal İslâmcılar şu anda yararlandıkları Türkiye Cumhuriyeti kanun  önünde eşitlik hakkından yararlanamayacaklardır, çünkü haklarını koruyan devleti yıkmış olacaklardır.

Bu durumda dış düşmanla savaşırken uyulması gereken kuralların hiçbir geçerliliği kalmayacaktır. Kaldı ki dış düşmanın doğal saldırganlığına karşı iç düşmanın “ihanet” suçu çok daha ağır  ve öfkeyi çok daha fazla müstahak olacaktır.

Hal böyle olunca çoluk çocuk katledip, insanları yaktıktan sonra kendilerini  Türk Milleti’nin öfkesinden koruyacak herhangi bir kanun ve kanun uygulayıcısı bulamayacaklardır!

İç savaş, “adil yargılanma” hakkını var eden egemenliğe karşı yöneltilen iç düşmanlığın yaratacağı bir savaş olacaktır k iböyle bir savaşta “esir almak”, “Cenevre sözleşmesi” vb. kısıtlamalar söz konusu olmayacaktır.

Kürtçüler ve IŞİDçi mevcut iktidar taraftarları, hücre evlerinde  yaptıkları plânların ve silahlanmanın, ordusuz ve polissiz kalmış bir milleti yok etmeye yetmeyeceğini  düşünememektedir.( Bugün ülkede 50 binden fazla IŞİD militanının, iktidarın bilgisi  dışında  barınabildiğini düşünmemiz mümkün müdür? Kaldı ki bu militanların olası bir iç savaşta “şeriat birlikleri” olarak kullanılmayacağını kim iddia edebilir?)
Elbette her ulus savaşla yüzleşebilir. Hatta bu savaş bir iç savaş da olabilir.

Dış düşmanla savaş ulusun birliği ve bütünlüğü için yararlı olabilirken iç savaşlar ciddi toplumsal yarılmalara sebep olurlar.

Türkiye’de bir iç savaş çıkarsa   bu güne kadar “Türk”  adıyla dünyaya kendini göstermiş bir ulus artık etnik  ve dinî unusurların resmi düşmanlıklarıyla  karşı karşıya kalır.

Böyle bir savaşta ordunun ve polisin varlığına ve sadakatine kesin olarak güvenilemeyeceğinden dolayı da savaşın Türklerle Kürtler başta olmak üzere diğer etnik gruplar ve  şeriatçı güçler arasında geçeceğini düşünmek sanırım  yeterince gerçekçi bir tahmin olur.

Muhtemel bir iç savaşta Kürtçü/etnikçi- Şeriatçı koalisyonu başarıya ulaşırsa Türkiye  siyasi anlamda bölünür. Bölünmese dahi, özerk bölgelerin oluşumuyla eski üniter yapısını artık sürdüremez hale gelir. Bununla beraber söz konusu güçlerin kazanması halinde, ülkenin etnik ve mezhepsel özerk bölgelere bölünmesi büyük ihtimaldir. Kaldı ki Kürt silâhlı güçlerinin galibiyeti halinde, Kürdistan’ın kurulması önünde hiçbir engel kalmaz.

Böyle bir savaşta Türk Milleti, devletin silâhlı güçlerinin herhangi bir desteğinin olmayacağı ihtimalini şimdiden düşünmelidir. Çünkü silahlı ya da silâhsız memurlar için maaş  ve mevkii her şeyden önemlidir ve bunları da memurlara sadece siyasi irade verir. Siyasi iradenin Türk devletini  yıkmak için zaten açık çaba gösterdiği ortadayken herhangi bir Türk evlâdının, Fırat’ı katleden Kürt teröristlerden korunmak için herhangi bir  silâhlı memurdan medet umması saçma olacaktır. Nitekim bunun örneği Merhum Fırat Çakıroğlu  vakasında görülmüştür.

İşte bu ahval ve şerait dahilinde, Türk Milleti’nin iç savaştan galip çıkması durumunda, artık savaş sebebi olan Kürtlük ve şeriat  kimliklerini, yurdunda barındırması mümkün olmayacaktır. Şüphesiz Kürt kökenli yurttaşlarımızın bir kısmı, Türk milli savunmasına destek vereceklerdir. Ama bu savunmaya katılmayan ve düşman tarafını tutan Kürt kökenli yurttaşlarımız için artık bu yurdun vatandaşlığı söz konusu olamayacaktır.  Vatandaşlıktan çıkarılması gereken diğer bir grup da Türk adını Anayasadan silmek maksadını barış zamanında açıklayarak iç savaşta Türk Milletin’e silâh çeken şeriatçı unsurlar olacaktır.

Muhtemel bir iç savaş nasıl neticelenirse neticelensin, artık uzlaşmaz bir Türk Kürt ayrımı ortaya çıkacaktır. Kürtçü etnikçilerin  galibiyeti halinde devletin resmi dilinden vatandaşlığa kadar her şey etnik temelde teşkilatlanacağı için bu ayrım resmileşecektir. Bu ayrım resmîleştikten sonra “Birbirinden kız alıp veren toplumlar” masalı bitecektir. Kürtlerin  Türk milli egemenliğini kırması topluma barış getiremez.  Aksine böyle bir durumda Türkler için Kürtler, devleti yıkıp vatana ihanet eden zalimler olacaktır.

Türk Milelti İstiklâ Harbi vermiş ve  milletleşmiş bir toplumdur. Bu açıdan savaş tecrübesi, eli kanlı bir avuç Kürt eşkıyasından çok daha fazladır.

Türk Milleti’nin kendisi bir ordudur.  Atatürk bunu “Türkler ordu sahibi bir millet değildir, millet sahibi bir ordudur!” direk belirtmiştir. Dolayısıyla silâhlı memurları ne yapar onu bilemeyiz ama bir kere vatanını savunmuş ve damgasını bu topraklara vurmuş Türk Milleti herhangi bir iç savaşı da kazanmak kudretine sahiptir ve kazanacaktır!

Türk Milleti’nin zaferi belki milletin şefkat ve merhametiyle bazı toplumsal bağların yenilenmesine vesile olabilir ama gene de Kürt kimliği için toplum bünyesinde açılan yaraların kapanması, imkânsıza yakın derecede sor olacaktır.

Muhtemel bir iç savaş sonucunda Türkiye’de artık bırakınız egemenliğe ortaklığı iddia edilen bir başka ulustan bahsetmeyi, dinin siyasi alanda  görünür kılınması gibi bir şeyi telaffuz etmek bile imkânsız olacaktır. Böylesi bir savaştan sonra özellikle savaşa girmiş etnik ve şeriatçı unsurların bu topraklara barındırılması mümkün olmayacaktır. Muhtemel bir iç savaş mevcut dinci egemenliğin ve Kürtçü siyasetin  mensuplarının büyük çoğunluğunun  vatandaşlıktan tard edilmesini gerektirecektir. Kalanların da toplumda artık “hain” olarak görülmesini kimse engelleyemeyecektir.

Böylesi bir savaştan sonra toplum mutlaka yarılacaktır! Türk’ten ayrılığı iddia edilen hiçbir unsur , milletin nazarında artık masum ve makbul sayılmayacaktır.

Çünkü muhtemel bir iç savaş, zaten mevcut bölücü ve ayrıştırıcı  siyasi aktörlerin kışkırtmalarından dolayı çıkacaktır.

Şüphesi bir iç savaşın çıkmasını aklı başında hiçbir  Türk vatandaşı istemez ama zaten sorun, “aklı başında” ve Türk olan insanların memleketin idaresinde söz sahibi  olmamasıdır.















Uzlaşma Manisi Ve Kabileler Medyası

Uzlaşma!
Doğru olanı yap!Hakikat için  cesur ol!
Hakikati öğretmekte tavizsiz ol!
Ve hakikati seven herkes seni onaylayacaktır.
Geri kalan diğerleri için telâşlanmana gerek yok.
Geçenlerde bir sosyal medya ortamında, bir sosyalistle tartıştık. Dişe dokunur  ve ikna edici tek fikri bile yoktu. Ama gene de kendinde, karşısındakine tepeden bakma hakkını bulabiliyordu.  O bütün dünyayı alaya alıp aşağılayabilirdi, çünkü o bir sosyalistti! Ahlâk, erdem, bilgi ve akıl ondan geliyordu ve onun hakkıydı!

Bu akıldışı kibrinin saçmalığını ona kendi alaycı tavrını yansıtarak gösterdiğimde, şaşırdı. Çünkü  amentüsünün alaya alınmasına alışık değildi. Çünkü "pratik sosyalizmin", muhaliflerini ortadan kaldırarak sınıfsal çelişkileri çözebilmek kutsal yetkisine sahip olduğuna, yürekten inanıyordu.

Dolayısıyla “insan olan” herkes, onunla uzlaşmak, onun rızasını almak zorundaydı! Onunla uzlaşmayacağımı ve fikirlerini insanlık dışı bulmamın son derece akılcı sebepleri olduğunu  defalarca anlatmama rağmen yorum ilmeğinin sahibi ahbabımın hatırına, yorumlarımı sildim. Çünkü o sosyalist, bir kabile halinde yaşıyordu ve onun kabilesi “huzursuzluk çıkartabilecek” bir potansiyele sahipti. Çünkü onlar, uzlaşmaz, katı ve tehditkârdı ve benim elimde, sadece uzlaşmazlığım vardı! Elbette ahbabımın hangi sebepten olursa olsun huzursuz edilmesine razı değildim ve bunun için yorumlarımı sildim.

Uzlaşma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?

Özellikle sosyal medyadaki tartışmalarda uzlaşma ihtiyacı, nezaketin  bir gereği olarak sunuluyor  .

Öyle ki uzlaşmamak tercihi, bilhassa kabalık olarak addediliyor ve derhal bir usul ve  üslup tartışması başlatılıyor.

Sosyal medya bu yönüyle cemaatleşmenin, kabileleşmenin yepyeni, teknolojik yüzü haline geliyor. Öyle ki yaygın bir kanaatin karşısında, kesin bir reddedişle durmak, neredeyse artık “insanlık dışı” sayılıyor.

Meselâ bir sosyalistle tartışırken onun ideolojik söyleminin “saçmalık” olduğunu söylemeye kalktığınızda derhal “bencil”, “sömürücü”, “kapitalist”, “ dinci/gerici”, “ katil”, “faşist” vs olarak etiketlenip ya tartışmanın dışına atılıyorsunuz ya da sözleriniz bir laubalilik havuzunda boğuluyor.

Bu sadece  sosyalistlere özgü bir tutum da değil. Aynı tutumu   liberallerin çoğu da benimsiyor. Bütün bildikleri serbest piyasa ezberinden ibaret olan liberallere, tarihten, sosyolojiden veya hukuktan bahsettiğinizde, “Bu bizim konumuz değil!” ukalaca kayıtsızlığı dışında bir cevap alamıyorsunuz. Ve insan olmanın gereği benimsediğiniz ciddiyetinizi ,aynen sosyalistlerin yaptığı gibi lâubali ezberlerin ve alaycılığın bataklığında boğuyorlar.

Dincilerin tavırları çok daha saldırgan. Onlar sizi derhal dava etmekle tehdit edebiliyor ki yargının  mevcut haline bakıldığında, bu tehditlerin hiç de küçümsenemeyeceğini artık anlıyorsunuz.

Etnil ırkçılar zaten kendi “kurtarılmış alanlarında” korkusuzca tehdit ve hakaret yağdırabiliyor.

Uzlaşmazlık,  bireyin ifade hürriyetinin bir meyvesi olarak yaşatılmalıyken maalesef artık bu topraklarda barındırılmıyor, yaşatılmıyor.

Uzlaşmazlık bireyin “Ben varım!” demesidir. Oysa sosyal medya bizim ülkemizde bireyin  “sosyale”  tesir etmesini  sağlayamıyor. Bizde sosyal medya , cemaatleşmenin, kabileleşmenin elektronik ortamı anlamına geliyor.

Uzlaşma ancak ortak değerleri paylaşanlar arasında  var olabilir. Ortak değerleri paylaşmayanlar arasındaki uzlaşma, ancak taraflardan biri, kendi değerlerini diğerine zorla kabul ettirdiğinde, var olabilir.

Bu yüzden  meselâ sosyalizmle uzlaşılamaz. Çünkü elinizdeki varlığı bizatihi bir hırsızlık malı olarak görüp de en yakın fırsatta  onu sizden zorla alacağını açık açık söyleyen biriyle uzlaşmaya çalışmanız mümkün değildir!

Bu uzlaşmazlık durumu dinciler içinde geçerli. Sizi ancak kendi kanunlarına uyduğunuzda, din kardeşi sayacağını ve sizi din kardeşi yapabilmek için gerekirse kellenizi keseceğini söyleyen bir manyakla bir uzlaşma sağlayamazsınız!

Veya meşru devletinize ve ulusunuza silâh çekip de sizden uzlaşma isteyen bir etnik ırkçıyla…

Uzlaşma ortak değerlerin sahipleri arasında bir rızalaşma işidir.

Uzlaşma ortak değer sahiplerinin, “varoluşu güçlendirmek” için daha doğru olana, gerçeğe daha yakın olana yönelmesinin adıdır.

Varoluşumuzu en baştan onaylamayan kişiyle yani düşmanla uzlaşmak ise bu yüzden mümkün değildir ve savaş bu açıdan,  düşmanla aramızdaki  yegâne diyalog biçimidir!

Ama uzlaşmamanın bir anlamı olabilmesi için bireyin toplumda, kendi başına, ifade hürriyeti ile bir değer  olarak kabul edilmesi gerekir.

Bireyin değer olarak kabul edildiği bir toplumda sosyal medya bireylerin tek tek ifadelerinin toplumda yankı bulabilmesi potansiyelini ifade eder.

Bizde ise sosyalleşme ancak “cemaatleşme” anlamına geliyor ki böyle bir ilkellik içinde “uzlaşmamak”  en büyük suç olur.

Evet … Sonuçta ne oldu? Sosyal medyanın uzlaşmaz kabileleri karşısında, geri çekildim ve kabilenin sözleri tarihe kazınırken ben silindim! Uzlaşmayı kutsal bir şey sananların, kiminle ve nasıl uzlaşmaya zorlandıklarına bakmaları, basit bir ahlâkî lüks değil; başlı başına bir hayat memat meselesi!






21 Şubat 2015 Cumartesi

Çokta Kaybedilmiş Ahlâkî Savaş



Eyalet Senatosu Etik Komisyonu ve dayak yiyen etik
Öyle görünüyor ki herkesin bir  aklâkî endişesi var.

Dinbazlar kadının görünürlüğünden endişe ederken, sol hırsızlıktan ve yolsuzluktan yakınıyor. Milliyetçilere gelince onların da ahlâktan anladığı aynen Arap  selefiliğinin kadından korkan hastalıklı sakınganlığı… Etnik ırkçıların bütün derdi “Boş testiyi doluya vurup kırarak istediklerini elde etmek. Onlar zaten “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyeti ile kendi cinsleri arasında her tecavüzü, cinayeti serbest bir şekilde işleyebilecekleri bir bağımsızlık dışında ahlâkla pek de ilgilenmiyorlar.

Ülkede bütün ahlâk, siyaset tarafından bu iki ana eksende  yapılandırılıyor.

Yani lâik ama milliyetsiz, paylaşım etiketli  bir sosyalist  sadaka ahlâkı…

Ve dinbazların, ölçüsüz bir cinsiyet sınırlamacılığı ve ayrımcılığı…

O halde  ülkedeki iki ana reel ahlâkî yönelimi ele almak, belki de mevcut seçmen algılamasını anlamak için faydalı olabilir. Çünkü en nihayetinde seçmenler , akılcı analizler yerine kaba ahlâkî güdülenmelerle oy kullanıyorlar Türkiye’de…

Bunlardan  “küçük” olanı, Marksist  ahlâkî yönelimdir.  Marx bütün toplumsal olayların, “kollektif bir zekâdan” çıktığını ve “ekonominin tarihsel doğasına” uygun geliştiğini düşünmüştür.  Bundan dolayı da proleter diktatörlüğünün “tarihi bir zorunluluk” olduğunu söylemiştir. Marx’ın bu kehanetinde ahlâkın yeri yoktur.

Marx, işçinin sömürüsünün,  sosyalizme giden yolun zorunlu bir aşaması olduğunu söylemiştir ama bunun ahlâkî bir eleştirisini yapmamıştır. Bu da Marx’a göre  doğaldır, çünkü böyle bir eleştiri yapabilmek için “burjuva ahlâkı” denen normatif ahlâkı benimsemek gerekirdi ki bu da açıkça idealizmden başka bir şey değildi.

İşçi sömürüsüne romantik bir ahlâkî eleştiri Marksistlerden gelmiştir. Ama bu eleştiri ideolojinin yapısında, temelinde yoktur. Bu tamamen Marksistlerin duygusal yönelimleridir. Herhangi bir olayı ahlâkî olarak değerlendirmek bir yargıya varmaktır ki bu da “değerlerle” yapılır. Herhangi bir değer, “sahip olunmak istenen ve sahip olunduğunda da korunan varlık” demektir. Burada “sahip olunmak istenen varlık” açıkça “idealleştirilmiş” bir varlıktır.

Türkiye’de sol “akılcı ve bilimsel kalmak” iddiasıyla bir yandan  “Her şeyin temelinin ekonomi” olduğunu iddia ederler. Bu, insanların eylemlerini sınırlayan normatif ahlâkın aslında “metafizik” veya “saçma” olduğunu iddia etmektir. Buna karşılık “En yüce değer emektir!” sloganıyla idealizmin doruklarına çıktıklarını fark edemezler.

Marksistler için akılcılık, duygulardan arınmış salt objektif bir bilgi elde edebilmektir. Onlara göre  Marx böyle bir bilgi geliştirmiştir.

Ama sorun böyle bir bilginin insana ahlâk denen sınırlayıcı anlayışı veremeyecek olmasıdır. Hiç kimse hem “Mülkiyet hırsızlıktır!” deyip hem de işçi emeğini savunamaz. Çünkü işçi emeğinin çalındığını söyleyebilmek için işçinin emeğinin, işçinin mülkiyeti olduğunu kabul etmek gerekir. Peki işçi nin mülkiyetindeki emeği onun “hırsızlığı” mıdır?

Görüldüğü gibi her seferinde insanlardan yolsuzluk dosyalarıyla oy toplamaya çalışan sol  siyaset hem insanların değerlerini, değer yargılarını “üst kurum” olarak görmek hem de burjuva   bir sapma olarak görüp aşağılamak yoluna gitmekte hem de normatif ahlâkın verilerini kullanarak halkçılık etmeye kalkmaktadır.

Bugün solun iki  grubu vardır. Nispeten Türk denebilecek veya Türklüğe sıcak bakan okumuş sol ve Kürtçülüğe  eroin gibi bağımlı hale gelmiş  sosyete ve kenar mahalle solları. Nitekim solun temsilcisi parti etnik ırkçı katillerin başlarından meselâ Seyit Rıza'nın yanında saf tutabilmiştir. Veya içinde açıkça PKK yandaşı olan vekilleri hâlâ ideolojik bir gönül hoşluğuyla barındırabilmektedir. Çünkü CHP için "ahlâk" devlet eliyle beslenmekten ve hırsızlığa yol açmayacak bir mülkiyetin ortadan kaldırılmasından ibarettir.

Solun “ahlâk” adına savunduğu “salt bilimsel Marksizm” hurafesi hırsızları ifşa etmekte popüler olmakla beraber insanlara hayatları için bir etik sunmaktan çok uzak.

Ülkenin ikinci ahlâkî bloğu, İslâmcı blok ki bu bloğa siyasal milliyetçiler de dahildir.

Bu ikinci blok, köy kökenli kenar mahalle dindarlığının siyasal egemenliğini temsil ediyor. Bu bloğun özelliği, akıldan nefret etmesi, salt nakilci ve  cemaatçi olmasıdır. Burada cemaatten kasıt, her yönden benzeşmek için uğraşan ve ancak benzeşmekten dolayı huzur bulan insanların kapalı toplumsal yapısıdır.

İslâmcı blok için ahlâkın kökeni  dindir.

İslâmcı blok için din, “Arapların uyguladıkları her şeydir.”

İslâmcı blok için gerçek Müslüman, Arap olanıdır. Diğer Müslümanlar da Araplara benzeyebildikleri ölçüde Müslümandır. Bundan dolayıdır  ki Arapça ibadet etmek ehemmiyettir.

İslâmcı blok için ahlâka dair “yeni” bir şeyler düşünmek dinden ayrılmaktır. Bu yüzden de dine bağlı kalmak isteyen herkes Arapların kadınlara davrandığı gibi kadınlara davranmalı ve kadınları da Arap kadınları gibi giydirmelidir. Çünkü Hz. Peygamber Araptır, din Arapça inmiştir! Öyleyse “gerçek islâm” dururken başka bir ahlâkı savunmak irtidattır, küfürdür! Bu gün siyasal milliyetçiliğin taraftarları içinde şeriatı savunmak kadar doğal bir şeyin olmamasının sebebi de siyasal milliyetçiliğin, köy kökenli  kenar mahalle dindarlığına dalkavukluk etmeyi, siyaset yapmak sanmasıdır.

Peki ama bu iki ahlâkî bloğu anlamamız ne işimize yarar?

Bu şu işe yarar:

Ülkemizde Türk düşmanlığını açıkça ilân etmiş iki kesim var: Siyasal İslâmcılar ve Kürtçüler.

Siyasal İslâmcılar  otoriter ve ikiyüzlü yapmacık Emevî ahlâkını, Kürtçüler kahir ekseriyetle güçlü olanın, tehdit edebilenin emrettiği otoriter ahlâkı savunuyor. Ve bu “ahlâkın” temelinde Marksist/Leninist fırsatçılık ve güce tapınmacılık yatıyor.

Ülkemizde  kendilerini muhalefet sanan CHP ve MHP de sırayla Marksist ve İslâmcı ahlâk söylemlerini benimsiyor. Yani ahlâki tercih plânında ülke “Türk düşmanı, Türksüz, kimliksiz ve değersiz” etik anlayışların egemenliğinde bulunuyor. Bugün ne CHP ne de MHP Türklüğün doğasına ve tarihine uygun bir etik savunabiliyor. Bunu Atatürk cumhuriyetin ilk yıllarında yapmış olmasına rağmen siyasal fırsatçılık ve çıkarcılık siyasetin ahlâğı sorumsuzca sömürmesini doğurmuştur.

Bu gün CHP  Marksist , salt ekonomik sözde etik felsefesiyle PKK’nın,  MHP ise kadın paranoyasına dayalı Arap özentisi sözde Müslüman ahlâk anlayışıyla AKP’nin uydusu  haline gelmişlerdir.

Türkiye bugün kesinlikle Türk olmayan ahlâkî blokların mücadelelerinin savaş alanıdır. Ve bu savaş akla düşman, çıkarcı bir seçmen kitlesi yaratmakta maalesef çok da başarılı olmaktadır. Bu savaşta “laikler” PKKnın ideolojik, “milliyetçiler” islâmcıların “dinî”  yaverliğinden başka bir şey yapmıyor. Galiba Türk toplumu, ahlâk savaşını  çoktan kaybetti.



16 Şubat 2015 Pazartesi

Teorinin Ve Pratiğin Sınırı Üzerine

Şimdi,  bu yalnızca   bir araya
getirilmiş  görünecek  blokların
bir simülasyonundan ibaret.

Herhangi bir şey düşünürken belli bir bağlama bağlı kalmak düşüncenin tutarlılığı için elzemdir. Bu, “ Düşüncemi neye dayanarak ve nereye kadar geliştirmeliyim?”  demektir.

Bu soruların cevaplarını her zaman düşünmek bize doğru düşünmek için ışık tutar. Aksi takdirde   yanlış düşünceleri değiştirmemiz mümkün olamaz ve bu düşünceler birer dini söylem gibi aklımıza çakılır kalır.

Bunları düşünmenin asıl faydası, felsefi tartışmalarda önümüze çıkan bağlam saptırmacılığını aşabilmemizi sağlamasıdır.

Özellikle herhangi bir ideolojik tartışmada, konunun teorik bağlamı, özellikle sosyalistler tarafından sürekli pratikteki sözde aksi örneklerle yanlışlanmaya çalışılır.

Burada gözden kaçırılan veya maksada göre göz ardı edilen şey şudur: Teorik ( ki buna açıkça idealist bir bakış diyebiliriz…) tartışmanın sınırı  nerede biter? Bu soruyu daha anlaşılır şekilde  acizane fesefi bakışımla ilgili olarak şöyle sormak isterim: “İradî olanla  doğal olanın sınırı nasıl gözetilmelidir?”

Bu ne anlama gelir? Fikirlerimizi veya oluştururken doğa ile sınırlanırız.  Doğa fikirlerimizi/düşüncelerimizi iki şeyle sınırlar: Duyularımızın sınırlılığıyla ve irademiz dışında  var olan olgularla…

Şurası herhalde açıktır ki biz doğayı ancak duyularımızın sınırlarınca anlayabiliriz. Birileri bu fikre “ Duyularımızın ötesindeki dalga boyları…” diye başlayan bir tiratla karşı çıkarsa ona, gelişen teknolojinin algı ötesi alanı, , günden güne algı sınırları içinde kalacak şekilde görünür kıldığını söyleyerek karşılık veririz. Kızıl ötesi görüş dürbünleri, elektron mikroskopları vs hep  doğanın duyu sınırlarımız içinde anlaşılabilmesini sağlayan gelişmelerdir. Bu da insanın, duyu/algı sınırlarının farkında olduğunu ve doğayı bu sınırlar içinde kalacak şekilde kendisine tercüme etmeye çalıştığını gösterir.

Bu sınır genişlemez. Sadece buluşlar bu sınırlar içinde kalarak doğayı anlayabilmek gücümüzü arttırır.

İkinci olarak kaçınılmazlıklar gelir.
Kaçınılmazlıklar doğayla ilişkilerimizi oluşturan sınırlarla belirir.

Ama kaçınılmazlıkların bir de iradî olan yönü vardır. Burada Hayekle çelişmek istemem ama şu kadarını göz önüne almalıyız: Bugüne kadar  gelmiş kültürel birikim ve “kendiliğinden doğmuş davranış kuralları takımı” olguları tarihin yaratmadığı tarihsel olgular olarak bugünkü seçimlerimizi bir ölçüde etkileyecektir.

 Tarihsel birikim veya tortular düşünme biçimimiz üzerinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Çünkü tarihsel birikim, kimliğimiz için bir tutarlılık ve geçerlilik ölçüsü sunar.

“Tarihsel tortunun” objektif bir geçerlilik testi yapılamaz. Çünkü tarihsel tortu iradî seçimlerin, kendiliğinden gelişen olgularla beraber meydana getirdiği bir fosil yapıdır. Bu belki fazlasıyla fizyokrat bir bakış gibi görünebilir ama durum budur.  Bu objektif geçerlilik testini saf rasyonel olarak yapmaya kalksanız bile karşınıza “Kime göre rasyonel?” sorusu çıkacaktır. Bu soruya herhangi bir  gelişmiş batı ülkesinin normlarına göre cevap verdiğinizde karşınıza, “o normların saf rasyonel testlerinden geçip geçmediği” sorusu çıkacaktır.

Tarihsel tortunun etik bir testi de yapılamaz. Çünkü “etik” için benimseyeceğiniz ölçüler de kaçınılmaz olarak  başka bir  kültürel birikimin tortusu olmak zorundadır. Çünkü her ne kadar insan olanın belli başlı bazı objektif ölçüleri varsa da bu objektiflik, kültürü aşamaz. Bu da şu anlama gelir ki kültürü ve “ toplumsal  kendiliğinden oluşmuş davranış kurallarını” aşan ve bunları kökten değiştirebilecek bir  evrensel objektif ahlâk kurulamaz!

Bu bizi nereye getirir?

İdeolojik tartışmaların teorik zemininde kalmaksızın pratik örneklerle yanlışlamaya gitmek mümkün değildir, bu çaba açıkça safsatadır.

Sözgelimi liberalizm ve sosyalizm tartışmalarında “Ama ABD’de kapitalizm bir sömürüdür!” gibi bir  cevap açıkça safsatadır.

Bu düşünüş tarzı insanların herhangi bir ideolojinin robotları olduğu kabulüne dayanır; insan eylemlerindeki irade unsurunu en baştan yok sayar. Biraz daha  derin bir düşünsel tabakada ise az önce bahsettiğimiz tarihsel tortunun varlığından habersiz olunduğunu gösterir.
Gene de şu unutulmamalıdır: Bütün felsefî tartışmalar ancak ve yalnız üzerinde  anlaşılmış, uzlaşılmış bir metodolojik birey kabulü ile yürütülebilir. Bu da insana dair  ortaya konan önermelerin, insanın  en genel ve değişmez eylemlerine göre  değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Ama bu başka bir tartışmanın konusudur. Bu daha ziyade uluslararası ilişkilerin doğası hakkındaki bir tartışmanın temelini oluşturur.

O halde felsefî veya ideolojik bir tartışma imkânsız mıdır?  Herhangi bir fikrin yanlışlanması mümkün  değil midir? Veya bu kabul zaten tarihsel tortuyu kendiliğinden anlamsız kılmaz mı?

Bu mevcudun/gerçekliğin nerede, hangi noktada tartışılması veya ölçü edilmesi gerektiği düşünülerek cevaplanabilir.

Ne demektir?

Meselâ sosyalizm tartışılırken sosyalizmin genel kabullerinin bir tutarlılık ve geçerlilik testi yapılmalıdır. Bunu yaparken üstünde uzlaşılmış metodolojik bireyin tarihsel tortunun ötesinde kalan genel eylemleri göz önünde bulundurulur. Sosyalizme temel teşkil eden “Mülkiyet hırsızlıktır!” sloganı ( Bu açıkça bir slogandır, herhangi bir felsefi derinliği olamayacak kadar saldırgan indirgemeci bir cümledir…) bu açıdan genel insan eylemiyle dolayısıyla metodolojik bireyin iradesiyle uyumlu mudur değil midir ancak böyle tartışılabilir. “Hırsızlık” denen suçun ancak  herhangi bir genel iyinin ve özelde bir hakkın  ihlaliyle var olabileceği düşünüldüğünde dahi mülkiyetin inan doğasının bir parçası olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

O halde meselâ  sosyalizmle ilgili tartışmalarda daha SSCB tecrübesine varmadan bile “genel insan eylemi” plânında bir yanlışlama mümkündür.

O halde mevcut duruma ( bazıları bunun tek gerçek olduğunu düşünebileceğinden bundan kaçınıyorum) ne zaman müracaat etmeliyiz?

Mevcut duruma ancak tartışmanın teorik yönü hakkında tam bir mutabakata varıldığında  bakılmalıdır.

Bu da şu anlama gelir: Gene sosyalizmden devam edecek olursak, sosyalizmin “idealarının” günlük hayatta ne kadar gerçekleştirildiğine bakılır. Söz gelimi sosyalizm “ideal” halin üretim araçlarının mülkiyetinin kollektifleştirildiği hal olduğunu, iddia ettiğinde, mevcut  halde, bunun yapılıp yapılmadığına bakmak gerekir. Üretim araçları proleter diktanın eline bırakılmış mıdır? Evet. Peki  sonuç, önermenin öngördüğü, toplumsal mutluluk ve adalet ile uyuşmuş mudur? Hayır! Öyleyse önerme yanlıştır!

Kapitalizmle ilgili tartışmalarda, genellikle ideolojinin başına bir “vahşi” sıfatı getirilmesi hümanizmin gereği sayılır. Oysa bu açıkça saçmadır.

Çünkü “kapitalist” denen sermaye grubunun işçiyle olan ilişkilerinde yaşanan bazı çatışmalar, ideolojinin kaçınılmazlığı sayılmıştır. Acaba böyle midir?  Her şeyden önce  kapitalizmin bir ideoloji olmadığı, Marx’ın Pazar ekonomisine yönelik bir nitelemesi olduğu gözden saklanmıştır.

Liberalizmin teorisinde işçi ve sermayedar rakip veya Marx’ın sandığı gibi düşman  sınıflar olarak mı  kabul edilmiştir? Hayır… Peki liberalizm, işverenin işçinin hakkını yemesini ideolojik bir şart olarak mı öngörmüştür? Hayır! O halde  iş veren, işçinin hakkını yediğinde, liberalizmin önermelerine mi uygun davranmaktadır? Hayır!

Liberal teoride herkes hem üretici hem tüketici olarak mı kabul edilmiştir? Evet.  Peki liberalizm tüketiciyi, ekonomik olarak korunması gereken temel birim olarak kabul etmiş midir? Evet! Peki bunu  bir ütopyanın gereği olarak mı önerir, yoksa ekonomi denen insan eyleminin doğasına dair bir keşif olarak mı? Şüphesiz bunu bir keşif olarak önerir. O halde maliyetleri düşürerek daha ucuza mal üreten bir üreticinin davranışı liberalizmin kapsamına uygun mudur? Evet! Bu durumda liberalizmin “Pazardaki  rekabetin maliyetleri düşürücü ve tüketiciyi koruyucu bir sonucu vardır!” önermesi doğrudur.

Peki meselâ ABD’de  ki kendisi kapitalist olarak bilinir; devlet kayırması için uğraşan lobilerin etkisiyle meydana gelen kötü sonuçlar liberal önermelere uygun mudur? Hayır! Çünkü zaten fiyatları ve tüketici davranışlarını çarpıtan kayırmalar ve müdahaleler, “kapitalizm” olarak adlandırılan liberal teorinin kapsamına daha en baştan aykırıdır!

O halde teorik tartışmalarda insan eyleminin genel özelliklerine dair bir uzlaşma sağlanamazsa;  objektif bir mukayese ve yanlışlama  yöntemi bulmak da imkânsızlaşır. Daha sonra mevcut halin insan eylemlerinin genel özellikleriyle uyumuna bakılır. Daha sonra da mevcut hali  meydana getiren insan eylemlerini güdüleyen fikri temellerin, insan varoluşuyla uyuşup uyuşmadığına bakılır.

Hiç kimse insanın “benliğini” inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Hiç kimse, insanın  edindiklerini benliğinin  bir parçası saymasını inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Hiç kimse, insanın “daha fazlasını” arzu etmesini reddederek veya inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Dahası hiç  kimse bir “önerme” ile insanı baştan aşağı biçimlendirebileceğini iddia edemez. Bu son nokta Hayek’in “kurucu rasyonalizm” olarak  tanımladığı fikrin özüdür.

Burada son olarak birkaç şey söylemek istiyorum:

Öncelikle ortaya konan herhangi bir önermenin bir “icat” mı yoksa bir “keşif” mi olduğu anlaşılmalıdır.

Herhangi bir “Olmalıdır!” cümlesi, herhangi bir filozofun ütopyasını mı ifade etmektedir?

Yoksa bu  cümle, yararlılığı genel olarak görülmüş  ve fakat bazen kendisinden sapılan bir davranış kuralını mı ifade etmektedir?

Bu farklılık da aslında felsefi tartışmanın en başındaki uzlaşma için şarttır. Bu anlaşılmaksızın tarafların, soruna nasıl ve hangi açıdan baktıkları anlaşılamayacaktır.

Elbette herhangi bir sorunu çözmek için bir araya gelirken ortaya konan maksat açıkça ifade edilmeden  böyle bir tartışma açıkça hayaldir.













14 Şubat 2015 Cumartesi

Tatminsiz Ülkücü Ergenlikle Nereye Kadar?


Bahadırhan Dinçaslan , Mersin’de bir kıza tecavüz eden ülkücülerle ilgili  güzel bir yazı yazmış. Yazıdaki tespitler güzel.

Bu  tespitleri biraz daha tahlil etmek ise “milliyetçi” denen  kitlenin davranışlarını anlamak ve düzeltmek açısından sanırım faydalı olur.

“Sağ” içindeki “ülkücü” tipi, ülkenin iç savaş şartlarında ortaya çıkmış bir tiptir. Askeri bir  kalıba sahiptir. Buna da şaşmamak lâzım çünkü önceleri güdülenmesini Türk kahramanlığından almıştır.  Biz asker bir millet olduğumuz için  milliyetçilerimiz de şüphesiz askeri disipline ve  bakışa sahip olacaktı.

Ülkücü tipinde iki sorun başat şekilde kendini daha sonra belli etmiştir. Öncelikle “ülkücü” gençlik MHP’nin taşra ve daha da ziyade köy  tabanına dayanan bir gençlik hareketidir. Dolayısıyla  “farklılıklara tahammül”  noktasında herhangi bir terbiye almamış bir tabanı ifade eder, büyük ölçüde.

Siyasi aklın sığ ve kısa vadeli menfaat telâkkileriyle MHP hareketi, “Türk kahramanlığından”, “Arap cihatçılığına” doğru  dönüştürülmüştür.  Bunun sonucu da hapishanelerden Nurcu ve Menzilci olarak “mezun olan” binlerce ülkücüdür. AKP  iktidarında  iyi bir teşkilâtlanmanın temelini atanlar da hep bu eski  ülkücülerdir.

Kapalı toplumdan gelen gençlik tabanının genelinde yaşanan içe kapanmacı ruh hali, dinî teşviklerle iyice kalınlaşmış, kemikleşmiştir. Bu yapı,  MHP içinde “eğitim” denen şeriat telkinleriyle kadının kendisinin  dahi toplumsal hayatta varlığından korkan bir nesil yetişmesine sebep olmuştur. Solla mücadele esnasında bu pek belli olmamıştır belki ama sonrasında “ülkücülük”, kadınını eve kapatan, kadının da başını kapatan erkeklerin yürüttüğü bir “testosteronokrasi” haline gelmiştir.

“Ülkücü”, kadına  kadın olarak bakmayan, onunla ilgilenmeyi ayıp, günah sayan,  aşkı ancak tasavvuf  metinlerindeki imkânsızlıklardan ibaret gören bir “erkek” tip olarak evrimleşmiştir.

Şüphesiz bir hareket içindeki cinslerin arasındaki saygının korunması önemlidir. Ama MHP’nin yöneticileri eliyle içine sürüklendiği dinci şartlanma ve mensubiyet şuuru ülkücü gençlerde kadına bakışla ilgili  bütün normların Araplaşmasına yol açmıştır.

Şöyle bir baktığımızda “ülkücünün”  meselâ Karacaoğlan’ın yer yer erotizme varan güzellemelerini okuması dahi düşünülemez. “Ak göğsün üstünde ilik düğmeyi çözüp giden” sevgiliyle ne yapıldığını, ülkücü düşünemez bile.
Bu durum neye yol açmıştır?

Bu durum, ciddi bir tatminsizliğe ve  cinsellik korkusuna yol açmıştır.

Zamanla “ülkücü” denen tip, içinde aşk geçtiği için türkü bile dinleyemeyen,  hamaset dışında şiirden kaçan, herhangi bir nü tabloyu izlemeyi aklından bile geçiremeyen hırçın bir Arap ergeni haline gelmiştir.

MHP’nin, “Türk İslâm” denen hayat ve insanlık dışı yalancı ideolojisiyle  siyasi açıdan Türkiye’yi şeriatın kucağına atmasından da öte topluma verdiği en büyük zarar, bu tatminsiz ve “cinselliksiz” erkek ergen tipini ortaya çıkarmasıdır.

Bu açıdan kendilerine “Alperen ocakları” vs diyen tiplerle,  kendilerini Osmanlı torunu sanan diğer Araplaşmış cihatçı özentisi gençlerin porototipi, işte bu “ülkücü” dür. Hepsinin damarlarındaki kanı zehirleyen de siyaseten  beyinlerine sokulan “Türk-İslâm Ülküsü” fitnesidir.

Böyle bakınca mevcut haliyle “ülkücülerin” Türk Milleti’ne verecekleri hiçbir şey yoktur. Onlar, “ona değdi, buna değmedi”  akıldaneliğiyle, hayatı cinsellikten, kadından, aşktan arındırmaya çalışan diğer şeriatçıların başka bir türü olarak Türk siyasetini çürütmeye devam etmektedir.

Bu tatminsiz insan tipi, belki bir vatan müdafaasında  gene de  kanındaki cevheri hatırlayıp öne atılabilir ama barış zamanlarında memleketin şeriat kazanında kaynatılmasının müsebbiplerinden biridir.

“Ülkücü” şeriat merakı ve özentiliğini sürdürerek uygarlaşamaz.

Ülkücülük şeriatçılıktan ayrılıp ciddi, akılcı, uygarlıkçı bir Türkçü idealizme dönüşmedikçe aslen ona artık hiç ihtiyacımız da yoktur.







12 Şubat 2015 Perşembe

Siyasetin Emrindeki Felsefe

Siyaset, toplumun çeşitli taleplerine cevap vermek ve
çeşitli sorunlarını çözme işi.


Bu açıdan, partilerce yürütülse de siyaset, partilerüstü bir iş.



Demokrasinin en büyük açmazı partilerin oluşum mantığından kaynaklanıyor.




Çünkü özellikle Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde partiler menfaat şebekesi olarak ortaya, çıkıyor. Seçmenin de buna itirazı yok gibi görünüyor . 


Bunun sebebi de siyase'tin, " Kaynakları dağıtma yöntemi" olarak tanımlanması.

Dolayısıyla bir siyasetçi ettiği hizmetlerden bahsettiğinde, partililerin ne kadar menfaat dağıttığından bahsediyordur.


Bu siyaset anlayışının uluslaşmış bir toplumun sorularına cevap verebilmesi, Sorunlarını çözmesi imkânsızdır. 

Uluslaşmış bir toplumda siyaset, ulusun bütün fertlerinin dertlerinin temelindeki etkenleri düşünmeyi gerektirir.

Oysa uluslaşmanın siyasi ve hukukî bir sorumluluk olduğunu idrak edemeyen toplumlarda, siyasetçi, "aç ilkellerin aç yemleyicisi" olarak çalışır.


Geri bir toplum, siyaseti ancak menfaat saikiyle yürütebilen toplumdur. Geri toplum bir ak ilkeller toplumudur. Buradaki açlık fiziki olmanın ötesinde nihayetsiz bir doyumsuzluktur. 

Gerçek açlar,geri toplumlarda, menfaat dağıtımlarının oyuncağıdır. Mesele şudur ki: Geri toplumlar, gerçek açları da doyumsuz iktidar açlarının da ancak anlık menfaatlerle harekete geçtiği toplumlardır.

Anlık menfaat güdüsü akılla ve mantıkla varılan menfaatleri içermez. Anlık menfaat,insan dışındaki herhangi bir canlının o an için kendisine gerekeni otomatik olarak edinmeye çalışmasıdır.

İnsanlar, hayvanlardan tam da bu noktada iki sebeple ayrılır.

İlk olarak insan için "edinmek" bazı kayıt ve şartlara bağlıdır. Burada insan için edinmenin belli sınırları olduğunu görüyoruz.

Sahipsiz nesneler için açıkça kullanımda olduklarını göstererek onlar üzerinde hak tesis etmek veya Sahiplenilmiş malları karşılıklı rızaya dayanarak mübadele etmek.

Bu iki şart da edinmek arzusunu taşıyan insan için belli bir maliyet doğurur.

Peki ama hırsızlık,dolandırıcılık,yağma, gasp gibi eylemlerde durum nedir?

Bu gibi eylemler, üzerlerinde meşru sahiplik/ tasarruf hakkı (mülkiyet) bulunan malların bahsettiğimiz sahiplenme şartlarına aykırı olarak edinilmesinin çeşitleridir.

Şüphesiz,hırsızlık da gasp da belli insanları tam da diğer insanların. aleyhine mutlu eder.

Bir hırsızın, ne kadar büyük bir kabileyi beslediğinin bir önemi yoktur.

İnsanların ellerindekini onların rızası hilafına alan herkes yağmacıdır.

Özellikle geri ülkelerde, "kaynakların dağıtımı" diye tanımlanan siyaset devlet gününü kullan her yetkisini seçimle ele geçirerek yapılan yağmanın ganimetlerini, partililere dağıtma işi olmuştur.

Bundan dolayı da meselâ özellikle Türkiye'de parti programı denen şey yasak savmak için hazırlanan , hiç kimsenin umursamadığı saçma sapan bir tomar kâğıttan  başka bir şey değildir.

Yasallaştırılmış yağma haline gelen siyaset, kendiliğinden, ilgili bütün düşünceleri anlamsızlaştırır hatta düşman haline getirir.

Ülkemizdeki aç ilkelleri doyurma işinin bir hain seri üretme işi oluvermesi de den yüzdendir.

Bu yapı içimize öyle işlemiştir ki artık kendi felsefesini yaratır ve "Yolsuzluğa, hırsızlık demek günahtır!" saçmalığına kadar varır.

Peki bu menfaat dağıtımı ilkelliği aşılabilir mi?

Bunun biri yakın diğeri orta ve uzun vadede birbirine bağlı iki şartı var:

ilk olarak siyasetin elindeki gün kullanımına sınırlama getirerek iktidarların vatandaşın hakkına "yasal tasallutu" engellenmeli, sınırlı demokrasi tesis edilmelidir.

İkinci olarak da vatandaşlara toplumun geri kalanına zarar vermemek bilincini kazandırmak. Bu da ancak toplumun asgari bir felsefî öğrenimi görmesiyle sağlanabilir.

Bugün makarnasını yediği veya bir makamı elde ettiği için anlık doyumuyla hareket eden bir kitlenin bir insan toplumunun yaşayabileceği bir ortam sağlaması  mümkün değil.


11 Şubat 2015 Çarşamba

Cemaatim Egom Ve Ben

 Türkiye’de cemaatleşmenin neden bu kadar yaygınlaştığı,  hemen herkesin merak ettiği bir konu…

“Cemaat” derken akla hemen Nurcular geliyor elbette. Ama  iş bundan ibaret değil.

Sosyalistler zaten gayet sağlam bir ideolojik cemaatleşme gerçekleştirmişti. Dindar cemaatler bir başka kutsallık ve düşmanlık  güdüsüyle, ayrıca “apolitik”  görünümleriyle gençlere  “masum” bir beraberlik  imkânı sundu. Öyle ya cemaat siyasetle ilgilenmiyor, kimseye zarar vermiyor, yalnızca “iyiliği emredip kötüyü nehyeden dinin” gereklerini “tebliğ” ediyordu.

Sonra  liberaller çıktı piyasaya. Normalde fikir örgütleri orta yaşlıların ağabeylik ettiği kayırmacı beraberliklerdi. Liberaller ilk defa gençleri yaratıcı olarak kullandı.

Şüphesiz insanlar, aynı fikirde olduklarıyla bir arada bulunmaktan memnuniyet duyar. Peki ama böyle bir beraberlikte bireyin egosu “cemaatle” nasıl etkileşir?

Bizimki gibi geri bir toplumda cemaat, bireyin önündedir. Birey “egosunu” cemaate borçludur. Cemaat hele de maddi imkânlara sahipse mensuplarını yavaş yavaş bir yerlere getirir, zenginleştirir, saygınlaştırır.

Bu  özellikle bizim toplumumuzda o kadar kanıksanmıştır ki bireyin başka türlü bir varoluşu, hayal bile edilemez.

Cemaatinden bağımsız bir akıl bizim toplumumuzda neredeyse imkânsızdır.  Özellikle gençler, hangi görüşte olurlarsa olsunlar daima bir “hocanın”,  bir “mürşitin”, bir “ağabeyin” çobanlığına ihtiyaç duyar.

Hayatının merkezinde din olan, dolayısıyla ne düşünürse düşünsün; aslında düşündüğünü “dinleştirecek” kadar tutucu davranan insanların, cemaatleşmeyi bu kadar benimsemesi şaşırtıcı değil. Bir de bu  düşünüşü, güçlü bir dayanışma ve kayırmayla besleyin;  özellikle gençlerin,  nasıl  cemaat çalışmasına kapıldıklarını  rahatlıkla anlayabilirsiniz. Hangi türden olursa olsun, benzeşmenin, aynılaşmanın insana verdiği güven duygusuna  sonuna kadar muhtaç olan, bundan ayrılmak da istemeyen “geçkin bebeklerin”, kendilerine ait bir akıl geliştirmeleri çok zor.
Ego hayatın merkezidir. O olmaksızın var olmak için çabalamayız. Bu basit bir zorunluluktur.

Mesele şudur: Ego, varoluşu, zaman geçtikçe daha gelişmiş bir biçimde  anlamlandırır veya anlamlandırmalıdır.  Egonun varoluşu gittikçe daha geniş bir çapla anlamlandırması, olgunlaşmadır.

Bebeklerin hayatlarında pek az varlığa yer vardır. Çocuklukta yakın aile bireylerini, ergenlikte arkadaşlarımızı ve yetişkinlikte  toplumun geri kalanını, varoluşumuza dahil ederiz.  Yetişkin bir bireyin egosu, var olabilmek için doğrudan temas edilmeyen bireylerin dahi varlığının gerekli olduğuna dair bir feraset geliştirir.

Gelişmiş bir toplumda bireyler aileleri tarafından hayata hazırlandıktan sonra tek başlarına diğer bireylerle karşılaşır.

Geri bir toplumda ise  bireyler ancak cemaatler içinde “sosyalleşebilir”. Bu yüzden geri toplumların bireyleri cemaat içinde yaşadıkları doğrudan menfaat ilişkileri dışında kalan toplumun diğer bireylerin hayatlarının neden değerli olması gerektiğini  fark edemezler. Buna etnik gruplar da dahildir. Herhangi bir Kürt’e meselâ  bu yüzden uluslaşmanın büyük katılımlı çevresini anlatmanız çok zordur.

Cemaat yalnızca kendisiyle ilgilenir. Cemaat bu şekilde artık başkalarıyla da ilgilenmesi gereken bireyleri, yetişkinlikten men edip onlara yetişkinlik öncesi bir psikolojiyi dayatır. Bunu yaparken cemaatin ona sağladığı güven ortamını kullanır. Buna karşılık da bireyden, cemaate kayıtsız şartsız bir itaat bekler.

Sanal ortamın yaygınlaşması, özellikle gençler arasında da cemaatleşmeyi hızlandırdı.

Yeni cemaatleşmede, gençler   “kendilerinden bahseden” dolayısıyla onları kestirmeden şöhrete ulaştırabilen beraberlikler veya “kalabalıklar” oluşturabiliyor. Bu ihtiyaç, görünen o ki “ağabeyler”, “hocalar” vs tarafından organize edilerek kullanılıyor.

Ne  yazık ki milliyetçiler de cemaatleşmeden kendilerini kurtaramıyor. Milliyetçiler arasında, “kendi aklıyla düşünmek” hâlâ “ajanlık” veya “ihanet” sayılıyor. Çünkü  milliyetçiler birbirlerini hâlâ “bağımsız ve onurlu” bireyler olarak göremiyor. Milliyetçi denen insanların ezici çoğunluğu, birbirlerini “din kardeşleri” olarak görüyor. Ve  dine dayalı bir benzeşmenin bozulmasını doğrudan doğruya dine ve dinden neşet eden cemaatleşmeye ihanet olarak görüyor.

Türk İslâm ülküsü denen,   ideolojileştirilmiş  din  düşüncesi,  ego ve cemaat ilişkisini bir kısır döngü haline  getiriyor. Böylece eninde sonunda  din referanslı yeknesak  bir kitle meydana geliyor.

Bu yüzden milliyetçiler içinden çıkan, yeni ve genç yazar  “illüzyonu” dikkatle ele alınmalı.  Cemaatleşmenin perde arkasından yürüyen menfaat ilişkilerinin, genç egoları  nasıl bağımlı kıldığını kimse  görmek veya  telaffuz etmek istemiyor. Bundan ayrı şekilde egoların bağımsız tercihlerle mi yoksa cemaatleşmenin müdahalesiyle mi şekillendiği artık dürüstçe tartışılmalı.

Liberaller, nurcular vs. kendilerine bağımlı, kalaylanmış genç şöhretler yarattılar ama bu şöhretlerden ne gibi bir entelektüel miras kalacağı meçhul. Aynı cemaatleşmeye milliyetçiler de özendi ve aynı vasıfta patlamış mısır lezzetinde akıllar yaratmak için uğraşıp duruyorlar.

Cemaatleşme  bağımlı egolar yaratıyor ve egolar istedikleri teşviki bu dar çerçeveden elde ediyor. Cemaatleşmenin yarattığı  bu gelişmemiş akılların gelişmemiş vicdanlarının niteliksiz işleri, ülkemizi  entelektüel bir çöplükle işgal ediliyor.

Ego ve cemaat arasındaki bu çarpık bağımlılık ilişkisi kurumsal olarak kırılabilir mi? Bunu bilmek zor. Ama  cemaatleşmeye karşı bireysel üretimlerle mücadele etmek, hem ahlâkî hem fikirsel anlamda tutarlı ve kalıcı bir yol gibi görünüyor.




7 Şubat 2015 Cumartesi

Bu Nasıl Tesettür ?

İslamcı bir kadın yazar türbanlı genç kızların tesettür tarzını hiç onaylamadığını söylediği bir video yayınlamış.

Pantolon giyip de başı örtmekle tesettür olmazmış.

İşin garibi aynı şeyleri lâik insanlar da düşünüyor.

Hepsi tamam da hiç kimse türbanlılara sormuyor. Acaba onlar ne düşünüyor?

İslâmcılar tesettürden kadının gizlenmesini anlıyor.

Elinde kamçısı, kılıcı falan olan şeriat rejimi polisleri zaten kadını toplumdan, doğrudan soyutluyor.

Bizimkilerin o kadarına yürekleri yetmediğinden, hiç olmazsa kadını kumaşın altında saklayabilmek için uğraşıyor.

Okumuş kadınlar biraz Atatürk düşmanlığı, biraz laikliğe duydukları nefret , biraz bilinçli dindarlık iddiasıyla tesettüre yöneliyor. Tesettürlülerin çoğunu oluşturanlar zaten genellikle iki şeyle güdüleniyor: Cehennem korkusu ve para.

Ama toplum mühendisleri gelip pek katı bir duvara tosladılar: Kadına!

Kadını örttüler,ona adı ve düşüncesi Arapça olmayan herkesten nefret etmesini öğrettiler.

Kadından pek sağlam bir seçmen kitlesi yarattılar.

Ama onu kadın olmaktan vazgeçiremediler.

Plajda haşemaIı kadınlar görmek tuhafımıza gidiyor.

Dar kıyafetleriyle düğünde göbek atan kadınlar tuhafımıza gidiyor.

İyi de bunlar ne anlama geliyor?

Bana öyle geliyor ki tesettür Türk toplumunda bambaşka bir şey anlatıyor.

Türk toplumunda  kadın, İslâmcıların bütün çabalarına rağmen hâlâ Arap yapılamadı.

Türk kadını dinciliğin bütün gayretine rağmen kendisini toplumun geri kalanından ayırmadı, ayırmak da istemiyor.

Ayrıca... Örtüsünü de modern giyimin parçası haline getirmeğe çalışıyor.  Ve işin garibi onu gözlerden gizlemesi gereken şeyleri güzelliğinin bir parçası haline getiriyor.

Bu kötü mü?

Kimilerine göre bu basit bir ikiyüzlülük.

Ama galiba bu hem kadın doğasının cevabı hem de laikliğin aslında içimize nasıl işlediğinin bir delili.

İslâmcılar tesettürle Türk olmayan yobaz ve kindar Arap kadınları yaratmak istediler.Bir ölçüde başarılı da oldular.

Bir de baktılar ki kadınlar ne güzel görünmekten vazgeçiyor ne de toplumdan ayrılıyorlar.

Onlar aslında nasıl giyinirlerse giyinsinler, toplumda bir yerleri olacağını biliyorlar. Bu yüzden açık kadınlar gibi davranmakta sakınca görmüyorlar. Kadınlıklarını örtülerine rağmen serbestçe göstermeleri laikliğin getirdiği özgürlük ve medeniyetin aslında ne kadar benimsediklerini gösteriyor.





.

,