30 Kasım 2010 Salı

Banu AVAR’ın Solunda Hayat Var Mı?




Banu AVAR’ın 29 Kasım 2010 tarihli yazısını okuduğumda bir kere daha solun basiretsizliğini, yetersizliğini ve buna karşı doymak bilmez iktidar hırsını ve saldırganlığını gördüm.

Banu AVAR, merhum Attila İLHAN’dan yaptığı geniş alıntılarla aslında sosyal demokrasinin gerçek sol olmadığı gibi sözde çok enteresan bir tespitte bulunuyor. Bu, hiç biri birbirini solcu saymayan sayısız fraksiyonun kendi aralarında ve bütün muhaliflerine karşı yürüttükleri kanlı eylemlerin, en başta gelen mazereti olmuştur tarih boyunca.

Banu AVAR belki farkında değildir ama yazısında adamakıllı Stalinist bir tutum sergilemektedir. Bu şu anlama gelmiyor: “Solun Stalinizm dışındaki tonları makbul ve meşrudur!” Asla!

Sol/Sosyalizm, bütün ideolojisi, değerleri, amaçları ve araçlarıyla insanlık dışı ve gayrı meşrudur!

Yani “antiemperyalist” ( Bu tip insan, nedense sadece gelişmiş batı ülkelerine karşı olmakla tanımlanır ve asla komünist yayılmacılığını tenkit edemez…), içe kapanmacı ( ki bu genellikle “tam bağımsızlık” söylemiyle itiraza mahal bırakılmaksızın yutturulmaya kalkışılarak ülke, bir Kuzey Kore, Arnavutluk haline getirilmek istenir… Bu terimin üstündeki sol tasallut kaldırılmadıkça düşünce hayatımız huzur bulamayacaktır….), komuta ekonomisi fanatiği, diktatörlük yanlısı ( bütün Marksistler proleter diktatörlüğünü hedefler, aksi takdirde marksizmin bir anlamı kalmaz…) adamlar Banu AVAR’a göre milliyetçilikte, vatanseverlikte bize örnek olacak insanlardır! Bu saçmalığı savunan ilk kişi Banu AVAR değildir. 90’ların ortalarında “Or’da Kimse var mı?” dörtlemesi ve daha sonra “Schrödinger’in Kedisi” seri romanlarıyla karman çorman bir Marksist felsefeyi milliyetçilikle ilişkilendirmeye çalışan Alev ALATLI da bize solu sevdirmeye çalışmıştır.

O halde Banu AVAR’ın savunduğu solun “gerçeğinin” ne olduğuna bakmamız icap eder. Banu AVAR tam da fanatiği olduğu ideolojinin nefret ettiği idealist bakış açısıyla solun, popüler tiplerinin hepsini, sermayenin emrindeki işbirlikçiler olarak damgalar. Gene sözüm onu idealizmi yıkıp da felsefeyi ayaklarının üstüne oturtan Marx’a en yakın olduğunu düşündüğü “ideal işçi devletini” mevcut durumla kıyaslar.

Banu AVAR’ın fikrine göre sosyal demokrasi ancak sermaye grupları ile işbirliğine giden “tatlı su sosyalistlerinin yoludur”. “İşçilere dayanmayan hiçbir demokrasinin gerçek olmadığını” savunur. Bu düşüncenin en başta gelen yanlışlığı, toplumun sabit sınıflardan meydana geldiğini sanmasıdır. “İşçi” denen ve ölünceye kadar işçi kalacağı sanılan insanların istekleri toplumdaki tek meşru talep indeksini meydana getirmektedir. Öyleyse işçiler ne derse onu yaptığımız takdirde gerçek demokrasiyi tesis etmiş oluruz! Banu AVAR’ın bu görüşünün hayata geçirmeye kalktığımızda neler olacağını söylemeye herhalde gerek yoktur? Bu düşünceyi, mevcut piyasa hürriyetini ve temel hakları ortadan kaldırmadan yürürlüğe koymak imkânsızdır ama zaten Banu AVAR bunlarla ilgilenmemektedir. O, yazılarının basılmasını, internette yayılmasını sağlayan şeyin, elleri İngiliz anahtarlı işçiler olduğunu sanmaktadır. “Sınıf atlayan işçileri” nereye koyacağını herhalde Marx da düşünememiştir?

Solun, toplumun karmaşık düzeni ve iktisadî ilişkilerin değişen yapısını anlayamamak yetersizliği, Marx’ın, içinde yaşadığı toplumu kendi algısına göre dondurulmuş bir kitle gibi yorumladığı günlerden bu yana değişmemiştir.

Buna bir de “ Hedefe ulaşmak için ne gerekiyorsa yap!” ahlâksızlığını eklerseniz, solun neden şiddete dayalı ve güvenilmez olduğunu anlayabiliriz. Rus İhtilali’nden sonra Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmelerini sağlayan şey de onların amaçlarına ulaşmak için binlerce insanın hayatına mal olan bir iç savaşı çıkarmaktan çekinmemeleri olmuştur. ÇEKA gibi bir zulüm makinesini çalıştıran sosyalistler de sosyal demokratları aynen Banu AVAR gibi küçümsüyorlardı.

Bu sosyal demokrasinin “daha meşru” olduğu anlamına gelmiyor.

Çünkü sol denen şey, eninde sonunda insanların özgürlüklerini ezerek onları, ağızlarına birer lokma ekmek tıkıp “bedava kanalizasyon hizmetiyle” mutlu edeceğini söyleyen zorbalığın çeşitli tonlarından oluşmaktadır. Sosyal demokratların Banu AVAR gibi Stalinistlerden tek farkı, mülkiyete, tüfek zoruyla değil, hukuku tanımayan bir parmak sayısı rejimiyle el koymayı istemesidir. Mülkiyeti demokrasiyle ilga etmenin adı sosyal demokrasidir!

Banu AVAR’ın romantizminin saçma taraflarından biri de işçilerin en doğruyu bileceklerine dair duyduğu güvendir. Bu bakış işçiyi hayatın dibine vurmuş, daha iyisini elde etmek için çalıp çırpıp adam öldürmek dahil her şeyi yapabilecek bir insan olarak görmek bilinç dışı şartlanmasını yansıtmaktadır. Neden işçiler en doğrusunu bilmelidir? Onlara çalışacakları birer fabrika ve makine ( üretim aracı) veren yaratıcı zekâlar ve kapitalistler olmaksızın onlar neyi, nasıl üretecek ve refah yaratacaktır?

Burada Banu AVAR’ın nezdinde sosyalistlerin yaratıcı zekâya, müteşebbislere, refahın gerçek üreticilerine duydukları hınç ve aşağılık kompleksi, onlara kolektivist atalarından miras kalmıştır. Hepsi, söyledikleri şeylerin ekonominin tabiatında hiçbir yerinin olmadığını açıkça bilirler ama bunu kabul ettikleri takdirde hiçbir anlamlarının da kalmayacağından ölesiye korkarlar. Hiç kimse işçiler ekmek kazansın diye torna tezgâhı üretmez! Hiçbir mucit ürettiği şeylerin elinden bedava alınarak dağıtılması için bir şey yaratmaz! Hiçbir yazar ( ki buna Banu AVAR da dahildir) tek geçim kaynağı olan yaratıcı zekâsının( kaleminin) bedava kullanılmasını istemez! Ama gelin görün ki işçilerin o meçhul müstakbel refahı için yaratıcı zekâların, müteşebbislerin varlıklarına el koymakta da beis görmezler. İşte kendileri için yapılmasını istemedikleri şeyi başkalarına tereddütsüz uygulayabilecekleri için sosyalistler ahlâksızdır!

Şimdilerde bu sosyalist kamp başta özelleştirme karşıtlığı olmak üzere ekonominin her türlü serbest mübadele imkânını yok ederek sözüm ona “ulusal bir ekonomi” kuracakları yönünde milliyetçileri de esir almaya çalışmaktadır. Türkiye’de özelleştirmeler, maalesef kanımızı emen vergileri azaltmaya yaramamaktadır. Özelleştirme karşıtlığını “ulusal varlıklar” diyerek sürdüren sosyalistler “ulusal varlıkların” kimlerin emeğiyle, vergisiyle sürdürülmeye çalışıldığından hiç bahsetmemektedirler. Kamu işletmelerinde önüne geçilemeyen görev zararlarından, sorumsuz bürokratların nasıl görevde kalabildiklerinden de hiç bahsetmemektedirler. Bir milletin ekmeği uğruna yıllarca kalitesiz şeyler üreterek özel işletmelerdeki meslektaşlarına göre çok daha fazla sosyal güvence ve maaşa sahip kamu işçilerinin bu hakkı nereden aldıklarını da hiç sorgulamamışlardır!

Türkiye’de özelleştirmelerin yanlışlıkları üzerine iktisadî akılla konuşmak yerine bütün bir toplumu proleterlerin plânlarının esiri yapmayı bize “millî bir hedef” gibi sunabilmektedirler. Bugün eczacılar fiilen devlet memuru haline getirilmişken meselâ hiçbir sosyal demokrat veya Stalinist, kendi sermaye riskleri ve alın terleriyle hizmet veren bu insanların ekmeklerinin neden kayıtsız şartsız devlet tekeliyle belirlendiğini sormayı akıllarına bile getirmemektedirler. Veya aile hekimliği uygulamasıyla yıllardır sürdürülen israfın kesilmesinin millet refahına yararını düşünmek yerine, canlarını dişlerine takıp ekmeklerini hak etmeye çalışan hekimlerimize “tüccar” diye kendilerince hakaret etmektedirler.

Bunun yanı sıra sürekli Amerikan karşıtlığı yaparken 1960’lardan itibaren ülkelerin rejimlerini öğrenci isyanlarıyla sarsan ve ülkeler yutmuş, Sovyet ve Çin “emperyalizminin” ve onun yerli işbirlikçilerinin de hesabını vermeye yanaşmamışlardır. Banu AVAR’ın bu güne kadar Türk solunda Sovyet ajanlarına dair tek bir satırını okumadığımızı hatırlatırım.

Türk solu bu gün ülkemizi aynen ‘80 öncesinde olduğu gibi hürriyetsiz, fakir sosyalist bir diktatörlük haline getirebilmek için Mustafa Kemal dahi olmak üzere bütün millî değerlerimizi alabildiğine sömürmektedir. Onlara göre serbest piyasa bir batı emperyalizmi tuzağıdır ama ithal arabalarıyla, batı ürünü kameralarla çekim yapılan stüdyolara yetişmek için telâşlananlar onlardır. Onlara göre “ açık toplum” bir emperyalizm tuzağıdır ama meselâ bizi içine sürüklemek istedikleri “ Avrasya”, İran’ın molla rejiminin, Putin’in yeni çar rejiminin, Afganistan Taliban rejiminin, Orta Asya Türk cumhuriyetleri KGB bakiyesi yönetici rejimlerinin ta kendisinden ibarettir.

“Açık toplum” bir Soros ürünüdür ama meselâ ülkücülere sövmek ifade hürriyetidir! Mahkûm olmamış kişileri “sanık” diyerek karalamak özgürlüktür ama Mahir gibi ünlü katillere “katil” demek mümkün değildir!

Banu AVAR bu güne kadar etnik ırkçı Kürt hareketinin neden sosyalist bir tabanı olduğunu, bu ideolojiyi hangi gruptan öğrendiğini, çok beğendiği İP ve diğer solcu gruplarından Kürtçülüğe destek vermeyen olup olmadığını da hiç açıklamamıştır meselâ. Banu AVAR PKK’nın Karadeniz’de tutunmasını sağlayan terör örgütlerinin ideolojisinin ne olduğundan da hiç bahsetmemiştir.

Banu AVAR sosyalist bir diktatörlük için millî değerleri istismar edebilen solun bilinen birkaç örneğinden biridir. Vatanını sevmesi yönüne itiraz edilecek bir şey yoktur ama bundan sonra gelen değer yargılarıyla o tam bir Stalinisttir.. Türk milliyetçilerini Stalinist bir sosyalist düzene rehin etmeye çalışmaktadır. Türk milliyetçileri şimdilerde yeniden baş veren bu sosyalist çatal dilliliğe karşı uyanık olmalı, hiçbir fayda önerisini “zarar vermemek iradesi” anlamındaki bir ahlâkî muhakemeye sokmadan kabul etmemelidir! Unutulmamalıdır ki ahlâkî yargıda aklanmayan hiçbir fayda önerisi insanı var edemez! Sosyalizmin insanlık dışılığı onun, bizim varoluşumuzu dayandırdığımız normatif ahlâkı küçümsemesinden dolayıdır. Böyle bir ikiyüzlülük ve şiddet ideolojisine değerlerimizin alet edilmesine karşı durmalıyız!

Din, Mutluluk ve Çikolata II


Hazzın bütün kültürlerde hemen hemen aynı kaynaklara sahip olduğunu görsek de mutluluk “denen daha büyük kavramın kültürler arasında değiştiğini de görürüz. Bu, öğrenilen bir şeydir.

İnsanlar belki yemek’ten ve üremekten doğal ve ayrımsız olarak zevk alırlar fakat mutluluk algısını yönlendiren şey büyük ölçüde terbiye(eğitim)dir.

Zaten en başta aktardığımız din tanımına bakacak olursak meselenin, inanın bu hayatta ve öbür hayatta mutluluğunu sağlamak olduğunu görebiliriz.

O halde mesele “mutluluğu bulmak” konusunun kültürlerde kendisine ne oranda yer bulduğuna geliyor… Müslüman toplumlar için kişinin “kendi mutluluğundan” bahsetmek neredeyse günahtır. Çünkü Müslüman’ın bir işi kendi başına düşünmesine çok ciddi bir muhalefet vardır. “Ulemaya soralım!” veya “Bu konuda bırakalım Diyanet karar versin!” gibi cümlelerin özeti budur. Mesele şudur ki İslâm tarihinde iktidarlar dini, vicdanî bir sınırlayıcı olarak değil, işlerinin meşrulaştırıcısı olarak kullanmışlardır ve kullanmaktadır. Bu açıdan dinin insanla ilişkisi daha ziyade bir tür “kamu hukuku” gibi düşünülmüştür. Burada “kamu hukuku” terimini Hayek’in kullandığı “Hükûmet işlerini sınırlandıran kurallar bütünü” olarak kullanmıyoruz. Burada “kamu hukuku” terimini, “Müslüman’ın diğerlerine göre işleri” anlamında kullanıyoruz.

Kolektivist dindarlık bu yolla dini, “topluca yaşanan” bir tür cemaat dini haline getirmiştir. Dolayısıyla “mutluğu” da onun hazla eşleştiren otomatizm alışkanlığıyla, “topluca öğrenilen bir şartlı refleks” haline getirmiştir. Ama burada bir çelişkiye düşmüyor muyuz? Madem “mutluluk” büyük oranda öğrenilen kültürel bir değerdir siyasal İslamcıların onu bize öğretmesinde ne gibi bir mahzur bulunabilir ki?

Burada gözden kaçan nokta şudur: Mutluluğun hazla özdeşleştirilmesi! Kolektivist dindarlık bizim haz algılarımız üzerinde bir şekil egemenliği kurarak neden, nasıl haz almamız gerektiğini dikte etmeye çalışır. “şarap üzümden yapılmıyor mu? Üzüm yiyin!” gibi çıkarımlar bu gayretin örnekleridir. Bir yetkilinin, hazların meşruiyeti konusunda konuşması, haz alanımızın, artık inancımızın sınırladığı vicdanımızla değil, doğrudan iktidar müdahalesiyle belirlendiği anlamına gelir.

Din bir kere kolektif bir belirleyici haline getirildi mi artık onun kişinin mutluluk arayışıyla ilişkisi kalmaz. Çünkü iktidar bize meselâ şaraptan alınacak hazzı kendine göre meşru kolektivist dindarlığıyla yasaklayabildiğinde kendisi din haline gelmektedir.

İşte bu noktada mutluluğun “ bağışlanan bir şey olması” haline geliyoruz. İktidar veya otorite bir kere sizin sınırlarınızı sizin yerinize belirlemeye başladı mı artık sadece âdil davranışı sağlamakla yetinmez, sizin âdil davranışlarınız arasında da kendine göre tercihlerle bazılarını yasaklamaya, dışlamaya çalışır. İşte bu noktada da “Siz boşuna mutluluğu aramayın, din ben olduğuma göre mutluluğu da ben size göstereceğim!” demeye başlar İşin kötüsü şudur ki artık kendi zorlayıcılığı için mutluluk vaadini bile bir kenara bırakıp sadece güçlü olduğu için kendisine itaat edilmesi gerektiğini söyler ve mutluluk da sözlüklerimizden siliniverir. Dinle iktidarın tehlikeli ilişkisi bu noktada bütün otoriter veya totaliter yönetimlerin özlerinin birbirine yaklaştığı bir noktaya bizi götürür.

Peki bu durumda kolektivist dindarlığın siyasal gücü ne yapar? Mutluluğun artık bu dünya ile bir ilgisinin olmadığı, onun ancak öbür dünyada bulunabilecek bir şey olduğunu söyleyerek mutluluk arayışının ümitsizliğini bize öğretmeye kalkar. O öne bu dünyada ve öbür dünyada mutluluğun anahtarı olan dinle kendisini özdeşleştirir, daha sonra da aniden dinin içerdiği ve kendisinin kaldıramayacağı adalet ve kavrayıcılık alanından çekilip kendisini din adına “âmir” konumuna getirir. Artık dinin emrettikleri demek otoritenin veya iktidarın emrettikleri demek haline gelir. Buna mukabil, iktidar bu dünyada mutluluk vaadini yerine elbette getiremeyecektir. İnsanlara başlarını örtmelerini Tanrı kompleksiyle emreder ama baş örtmenin mutlulukla bir ilgisinin olup olmadığına dair hiçbir şey söylemez. Çünkü bu eylemin “mutluğu” öbür dünyada verilecektir.

İşte insanların dinden soğumalarının en büyük sebebi dinin, onların hayatında artık sadece emredici bir takım yobazlarla tezahür etmesindendir. Din algısı tam da siyasal dincilerin istediği şekilde iktidarın ( bunu felsefî anlamda söylediğimi anlayacak umarım birkaç kişi çıkar) Allah adına emredilmesi şeklinde oturmuştur. Bu iktidar, İran tipi rejimlerde “ulemanın” elindeyken bizimki gibi geri ülkelerde parmak hesabıyla kazanılan yönetimlerin elinde addedilmektedir. Zaten mevcut hükûmetin bilinç kodlarına işaret eden “Demokrasi bir tramvaydır...” benzeri bir cümle, bize din- iktidar ilişkisini gayet çarpıcı şekilde özetlemekteydi.
(Devam edecek)

Egemenlik Sorunu ve Sorun Egemenliği

"Birbirinden berabat bu haberler nasıl götürülebilir, bilmiyorum?"

Her ne kadar canım hükümetimiz “ Canım bunlar zaten bilinen dedikodulardan ibaret” deyip üstüne alınmasa da Wikileak belgelerinin bize öğrettiği bir şey var: “Sıfır sorun diye bir şey yoktur!"

Neden yoktur? Çünkü hiç kimsenin menfaatleri tam bir uyum içinde değildir. İşin özünde menfaatler aklın gereği olarak uyumlu olmalıdır fakat bu durumu yaratacak “sıfır ahlâksızlık” şartı maalesef yaratılamaz. Buna rağmen insanların birbirleriyle uyuma yönelmesi genel bir gerçektir. *

İkincisi, egemenlik denen sorun, milletler var olduğu müddetçe devam edecektir yani ebediyen…
Burada egemenlik hakkında kullandığım “sorun” nitelemesi sadece onun, üzerinde düşünülecek bir mesele olduğunu anlatmak için kullanılmıştır yoksa ortadan kaldırılması gereken bir zarar olduğu anlamında değil…

Üçüncüsü “aklın gereği” olan şeylerin belki objektif tanımları yapılabilir ama insanların kendi akıllarına ve bilgilerine göre hareket etmeleri onları aynı zamanda hata yapabilen canlılar haline getirmektedir.

Aklın gereği olarak yapılması gerekenler herkes tarafından otomatikman yapılsaydı insan değil, robot olurduk.

O halde, ona, buna abidik gubidik lâkaplar takmış ABD diplomasisinin tavrından ne anlamalıyız?

Buradan çıkaracağımız ders: “Dünyaya nereden bakıyorsanız, dünyanın orasındasınız” dır!

Bizim gibi geri memleketlerin insanları kendilerine ait bir bakış geliştiremedikleri içindir ki kendilerine dayatılan bakışla bakmak mecburiyetinde kalırlar ve asıl gerilik sebepleri de budur. Dünyaya kendi pencerenizden bakmak demek, kendiniz için ve kendinize göre dünyaya bakmak demektir.

Geri memleket, dünyaya bakacağı pencereyi başkasının takmasını isteyen memleket demektir. O zamanda iş hangi doğramacının elinden çıkıyorsa yanlışlık da onun terazisine göre yapılır. Hani meşhur fıkra vardır: Tuvalette yan yana işeyen iki kişiden biri diğerine “Seni de mi Sünnetçi Sunullah sünnet etti?” diye sorar. Öbürü şaşırarak “ Nereden bildin?” dediğinde. “İki saattir ayağıma işiyorsun da ondan”….

Geri memleketlerin idarecileri, hataların bu şekilde aynı elden çıkmasıyla bütün pencerelerin (!) aynı yöne bakacağı ve uyumun sağlanacağını sanan idarecilerdir.

Oysa ne kendi memleketlerinin insanları, tabii şartları, “jeostratejik alafortanfonileri” bir diğerine uymamaktadır. Dolayısıyla pencerenin standart olması, aynı şeyi görmenizi sağlayamaz, gece yatarken bir tarafınızın ayazda kalmasına da engel olamaz!

Bu şu anlama geliyor: Dış işlerimizi ABD diplomatlarının eline bıraksak dahi Suriye’nin Hatay konusundaki, Ermenistan’ın sözde soykırım ve Doğu Anadolu hakkındaki, Yunanistan’ın bizi Egeye çıkarmamak konusundaki tutumları değişmeyecektir! Kuzey Irak yığışmasından bahsetmiyorum bile…

Neden? Çünkü egemenlik diye bir şey vardır da ondan! Çünkü her millet kendi toprağında, kendi belirleyiciliğini kimseye danışmadan, kimseden izin almaksızın sürdürmek ister de ondan! Hatta bu öyle bir şeydir ki kendi toprağındaki huzurun ve sükûnun sürmesi için gerekirse komşu devletleriyle savaşır! Savaşlar da bir hak arama şeklidir. Bu sözün faşizm olduğunu iddia edeceklere Nazizme karşı 2. Dünya Savaşı’nda ne yapılmasın önerebileceklerini sormak isterdim… Veya İstiklâl Harbi’nde “ Savaşlar barbalıktır!” diyerek İzmir’i Yunan işgalinden nasıl kurtarabileceklerini?

Yani? Yanisi şudur: Her “sorun” ( Burada ortadan kaldırılması gereken zarar olarak kullanıyorum), kendisini sorun olarak ortaya koyana aittir.

Meselâ yıllardır bahsedilen Kıbrıs sorunu aslında bizim için bir sorun değildir. Türk tarafı Kıbrıs sorununu 1974’te adadaki Rum eşkıyalığını ezerek çözümlemiştir. Bundan dolayıdır ki orada bağımsız bir Türk Cumhuriyeti vardır. Kıbrıs sorunu, adadaki Türk varlığını etkisizleştirmek isteyenlerin sorunudur. Bizi sorun olarak görenlerin dilini kullanamayız!Çünkü bu, onların taleplerine, onların hayallerine meşruiyet kazandırmak anlamına gelir!

Ermenistan ile herhangi bir sorunumuz yoktur, çünkü kendisi , bize göre haklı olmayan tutumunun karşılığını görmektedir. Onun kendi hatasından doğan hak ettiği sıkıntıları için kimse bizi suçlayamaz. Karabağ bir sorundur, çünkü ortada açık bir haksızlık, soykırım, işgal ve tecavüz vardır. Bu durumda Karabağ işgali bizim için ortadan kaldırılması gereken bir zarardır.

Kuzey Irak yığışması bir sorundur, çünkü bu bölge bizim egemenlik hakkımızı tanımayan bizim düşmanlarımıza kucak açan bir bölgedir.

Ege'deki sorun kendi kıyılarımıza hapsedilmemizdir. Bizim topraklarımızın uzantısı olan adalarda bulunamamamızdır.
Yani?

Yanisi odur ki: “ Sorunu kim belirliyorsa, egemen odur!” bundan dolayıdır ki “Komşularla sıfır ihtilaf” safsatası, bundan dolayı, egemenlik hakkının inkârı anlamına gelmektedir.

Ya sorunlara egemen olursunuz veya sorunlar size egemen olur. Sorunlara egemen olduğunuzda pencerenizi (!) kendi boyunuza göre kesersiniz… Sorunlar size egemen olduğundaysa Sünnetçi Sunullah Efendi…
*

29 Kasım 2010 Pazartesi

Din, Mutluluk ve Çikolata I


Aşkın, fazlaca çikolata yemek olduğunu söylerler ya… Yani ortalama erkeğe “ Oğlum, boşuna kız arayıp durma, ye bir çikolata kanatlan! Kızların seninle işi olmaz ama çikolata her zaman burada!” mesajı verilir. E mesele altı üstü endorfin salgılatmaksa değnekle bile dürtsen demek ki bu insan denen eşek akrabası mutlu olacaktır?

Çikolatanın neli olduğu da önemli tabii… Delikanlı adamlar çikolataya su ( yoksa süt müydü?) katılmasından hoşlanmaz! Çikolatasında fındık- fıstık gibi maymun aperatiflerinden kat’i surette hazzetmez! Çikolata dediğin kapkara, hafif acı bir şeydir! O kadar!
Aynı şeyler mutluluk için de söylenir. Hatırlarım Dallas dizisinin moda olduğu devirlerde millet kendini çayırlara vurup jogging yapardı! Endorfin endorfin, püfür püfür esip mutluk olmak için…
Tabii buraya kadar anlattığımız şeyler mutluluk, aşk gibi ulvî duyguları biyolojik kökene indirgemeye çalışan “imansız” batılıların izahlarıdır!

Aslında şöyle bir baktığımızda günlük hayatımızda en az işittiğimiz veya üzerinde en az konuştuğumuz kelimenin “mutluluk” olduğunu fark ederiz. Aslında fark edeceğimizi sandığımdan değil de lâfın gelişi öyle söyledim. Zaten günlük hayatta hangi kelimeleri daha fazla kullandığımıza dair kafa yoracak kadar uyanık bir millet olsak bu gün “barış”, “demokrasi”, “özgürlük” gibi gayet ciddi kelimelere, hangi tiplerin, nasıl tasallut ettiğini de fark edebilirdik. Ama biz ağzımızı sadece geviş getirmekte kullandığımızdan, bu konuyu daha fazla eşelemenin manası yok! Siz de kendinizi üzmeyin. Fazla kelime gözünüzü çıkarır sonra!
Mutluluk deyince de bir anda ortaokulda din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinde ezberletilen “din” tanımı nedense aklıma geliverdi. “Dünya ve ahret mutluluğuna götüren yol…” gibi bir tanımı vardı.

Hocalarıma sonsuz minnettarlığımı sunarım. Mesele şu ki öğrenim hayatımın hiçbir aşamasında “mutluluğun” ne olabileceğine dair herhangi bir şey öğretilmedi.
Oysa batı felsefesinin en temel konusu insanın mutluluk arayışı idi.
İslâm âleminde ise “felsefe” başta Gazalî’nin kötülemesinden dolayı ve daha da ayrı sadece ilahiyatın bir dalı olarak görülmesinden cılız kaldığı için olsa gerek bizatihi insanla ilgili, insanın varoluşu ve kendine bakışıyla ilgili hemen hemen hiçbir fikir yaratılmamıştı. Şimdi şüphesiz hemen antik çağ filozoflarının tercümelerinin yapıldığı o muhteşem “altın çağdan” bahsedilecektir. Sorun şu ki o tercümelerden bu güne gelen şey içinde gerçek insanın bulunduğu, evrenin özüyle insanın mutluluğu arasındaki ilişkiyi kuran metinler değildir. Belki o dönem buna bakan Müslüman filozoflar da olmuştur ama görünen o ki İslâm âleminde ilim kısa sürede yozlaşmış ve hele ilâhiyat, iktidarların kafasına göre eğip büktüğü bir tür oyuncak haline gelmiştir.

İlâhiyatın da sadece günlük hayatta kullanılacak “muamelât” kısmıyla ilgilenilmiş, mü’minlere ilâhiyatın itikadî konularında kafa yormamaları neredeyse emredilmiştir.
Dört halife devrinin bitimiyle başlayan dinî iktidar mücadeleleri artık Müslüman’ın kafasında iktidarın tehdidiyle çizilen sınırlar meydana getirmiştir. Bu sınırlar, din âlimlerine uygulanan zulümlerle daha netleştirilmiş, “İktidarımıza uymayan büyük adamları bile çiğneyip geçebildiğimize göre diğerleri sussa iyi olur!” tehdidi Müslüman’ları etkisine almıştır. Bugün cemaatçiliğin bize çizdiği tablo aynen İslâm’ın siyasallaştırıldığı dönemin, iktidara tapınıcılığının bir devamıdır.

“Mutluluk” kelimesi sıradan Müslümanlar arasında pek bilinmez. Bunun anlayabildiğim kadarıyla iki sebebi vardır. Birincisi, “mutluluğun” haz ile olan ilişkisinin, onu doğrudan “nefsî”/ nefse dair bir kavram haline getirmesi… İkincisi, onun kişinin kendi özüyle değil, dışarıdan bir otorite ile ilgili düşünülmesi.

Mutluluğun haz ile ilişkisinin kendiliğinden kötü bir şey olup olmadığını neredeyse sorgulayamazsınız bile. Tuvalete gitme şeklinden, su içme usulüne kadar her şeyi ayrıntılı anlatan günlük hayata dair din bilgisi kitaplarında sadece “Helal dairesinin hazlar için yeterli olduğu” yazılır. Ama hazzın ne olduğundan bahsedilmez.

Bunun sebebi, siyasal İslâm’ı besleyen modern dindarlığın veya kolektif dindarlığın hazzı bir otomatizm olarak kabul etmesidir. Kolektif dindarlığa göre “haz” hazza yol açan eylemlerin gerçekleştirilmesiyle kendiliğinden meydana gelir. Tadı güzel olan şeyler insana haz verir… Cinsel yakınlaşma insana haz verir… Güzle kokular insana haz verir… Öyleyse mesele bu haz mekanizmasının helaller dairesinde uyarılması/ tatmin edilmesidir.
Modern iktisadın temel düşüncesinde, insanın hazzı acıya tercih edeceğidir ve bu kesinlikle doğrudur.

Ama mesele hazzın mutlulukla eş anlamlı olmamasıdır. Aslında bazı konularda bazı İslâm âlimleri bu ayrıma yüzeysel de olsa gitmişler fakat bunun derin farkına değinmemişlerdir. Yanılmıyorsam “İlim Amel, Seyr-u Süluk” adlı eserde “Helâl cima kalbe ferahlık verir..” şeklinde bir ifade vardır. Bu ifade cinsel yakınlaşmadan hazzın helâl veya haram dairesine göre farkını belirtse de özünde, hazzın bir otomatik algı olduğunu kabul etmektedir.

Hazzın, hayvanlarla paylaştığımız beslenmek, üremek gibi temel güdülerin bir sonucu meydana geldiği doğrudur. Fakat mesele insan için bundan ibaret değildir. İnsan için asıl mesele “mutlu” olmaktır.

“CHP” Derken?..


Geçtiğimiz günlerde ölen DHKP-C lideri Dursun Karataş'ın rakibi Bedri Yağan yanlısı Dev-Sol, PKK bağlantılı Devrimci Karargah adlı örgüte katıldı. Selimiye Kışlasına yönelik havan topu saldırısı girişimini üstlenen Devrimci Karargah adlı yasadışı örgüt, geçtiğimiz haftalarda bir bildiri yayınlayarak Dev-Sol olarak da bilinen Devrimci Sol'un kendisine katıldığını açıkladı. 1978 yılında kurulan Dev-Sol, 12 Eylül 1980 öncesinde pek çok saldırı olayına karıştı...”*



Günlük politika yazmanın, hep sığ bir şey olduğunu düşünmüşümdür. “Falanca falancanın kayınbiraderine nasıl ihale pasladı da falanca il başkanı hangi müdürü nereye sürdü?” falan gibi çoğunun ağzını sulandıran dedikodular fakirin ancak midesini bulandırır. Ha birileri çıkıp da “Günlük politika bu mudur?” diye soracak olursa üzülerek bundan başka bir şey olmadığını söyleyebilirim.
Neden?

Çünkü geri bir ülkenin insanları için o an yenen ekmek dışında hiçbir şeyin önemi yoktur. Geri bir ülke bir yıl sonrası için ihtiyatını bugünden tüketmekte mahzur görmeyen insanların ülkesidir.

Türkiye’de gazete satışlarının tencere, tava, ansiklopedi, boyama kitabıyla, Türk Ordusu’nu meselâ Afganistan’a, Aden Körfezi’ne yollayabilen“ sivil iradenin” de kömür- makarna yardımıyla sağlanabildiğini herhalde hepiniz biliyorsunuzdur?

Hal böyle olunca CHP- BDP (PKK) yakınlaşmasının da bundan farklı olacağını düşünmek saflık olurdu. Her ne kadar yönetim bunu yalanlıyor görünse de Baykal’ın partiden uzaklaştırılma komplosunun, bu tip bir ittifakın temelini atmak olduğuna inanmamız için onun uzaklaştırılmasına sevinenlerin etnik ırkçılığa yakınlıklarına bakmak yeterli sebep aslında…

CHP öyle görünüyor ki etnik ırkçılığın ağzına bir parmak “halkların kardeşliği” balı çalıp üç beş puan daha fazlasını toplamayı siyasî kurnazlık sayıyor. Bunu anlamak kolay, aynı şeyi 1991 seçimlerinde yaptıktan sonra neredeyse Türk siyasetinden silinme noktasına gelmiş, 1999 seçimlerinde uzun bir tatile girmişti.

Geri kalmış ülke toplumlarının bir özelliği de kıyas yeteneksizliğidir. CHP sürekli “Atatürk’ün partisi” söylemiyle halkın güvenine ipotek koymak istemiştir ama yaptıklarının Atatürk’ün Türk milliyetçiliğiyle falan mesela hiç alâkası olmamıştır. 1980 öncesi ellerine kızıl bayraklar alıp da Türk adına nefret kusan, Türk polisine, askerine silâh çeken, “silâhlı propaganda” janjanlı ambalajıyla adam öldürmeyi bir politika haline getiren ne kadar hain varsa CHP bunların hamisi olmuştur.

İyi ama bu neden böyle olmuştur? Hani CHP Atatürk’ün partisiydi?

Çünkü CHP’nin benimsediği ideolojinin, Atatürk’ün bakışıyla uzaktan yakından ilgisi yoktu! CHP “ortasından” da olsa sola kaydıktan sonra artık tercihini, devlet güdümlü ekonomiden ve politbüro emrinde bir toplumsal hayattan yana koymuştu.

Bundan dolayıydı ki Kore’de çarpışan Mehmetçik’e kızarken Kore Savaşı’nı başlatan komünist Çin “emperyalizmine” gıkını bile çıkarmıyordu. Bundan dolayıydı ki gerçek insanlar Demirperde’nin arkasında STASSI, KGB gibi örgütlerin pençesinde ezilirken onların haklarını savunacak tek kelâm etmiyordu. Bundan dolayıydı ki Türkiye dışındaki Demirperde esaretindeki Türk topluluklarından bahseden herkese ağzı köpürerek “faşist”, “ırkçı” diye hakaret edebiliyordu. Bundan dolayıydı ki ülkenin bölünmesi için iki yüzyıldan fazladır faaliyet gösteren feodalite çocuğu etnik ırkçılarla ortak hareket ediyordu.

Kürtçü etnik ırkçılığın önce İP sonra CHP içinde yuvalanması tesadüf değildi.

Çünkü bu iki parti de enternasyonalistti ve millet ile ilgili her değere ölesiye bir düşmanlık duyuyordu. “ Milliyetçilik, azınlıklar için devrimcilik, çoğunluklar içinse faşizmdir” diyen Lenin’in saçmalıklarında buluşuyor ve Türk varlığını koruyan her kurumu yıkmak için teröristlerle, ajanlarla rahatlıkla işbirliği yapabiliyorlardı. Behice Boran’ın KGB’den para aldığı 1991’de KGB kasa makbuzuyla gösterildiğinde bu haber sadece bir kere yayınlanabildi. Bu gerçek bir ihanet, işbirlikçilik ve ajanlıktı ama bu gerçeklerin üzeri, solun inanılmaz reklamcılık kabiliyetiyle “hayali” bir Amerikan ürünü Türk İslam sentezi komplo hipoteziyle örtüldü.

Bir köşe yazarımız, “ O zamanlar her sosyalist Kürtçü, her Kürtçü de sosyalistti” diye boşuna demiyordu. Çünkü millî topluma mensup solcular ekonomik şartların belirlemediği herhangi bir toplumsal yapı olamayacağını, bundan dolayı da milletin ancak burjuva sınıfının ürettiği sahte ve hastalıklı bir “yanlış yapılanma” olduğunu düşünürken Kürtçüler de bu saplantılı bakışa sığınarak alabildiğine etnik ırkçılık yapıyorlardı. Bu yüzden meselâ hâlâ herhangi bir solcunun “Kardeşim tamam Türk demeyelim ama madem öyle siz niye durmadan Kürtlük’ten bahsediyorsunuz?” demediğini görebilirsiniz… Son mitinglerinin birinde CHP genel başkanı “Türk demedim, ama Kürt de demedim!” gibisinden tam da sosyalist fırsatçılık ve eyyamcılığa yakışır bir beyanda bulunmuştu. Böyle bir beyanın ahlâkî bir tutarlığının olup olmadığı bile tartışılmadı, çünkü sol mürekkepli diktatörlüğüne göre solcu olmak kelimelere istediğiniz zaman istediğiniz anlamı verebilmek yetkisini size tanıyordu.

Solculuk sadece “Ekmeği hakça paylaşalım!” romantizm hurafesinden çok daha zararlı yan etkiler barındırıyordu. Ekmeğin nasıl üretildiğine bakmadan, bütün maliyet unsurlarını yok sayarak fırıncının, çiftçinin, zahirecinin risklerini hiçe sayıp da gökten yağan bir şeymişçesine ekmeği bir politbüronun keyfine göre dağıtmak davranışının ahlâksızlığı hâlâ sol basın yayın esnafının taassubunundan dolayı ortaya konamamaktadır. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var. “yandaş” diye sürekli kötülenen bütün basın yayın organlarının mutfakları, “sen, ben, bizim oğlan” ahbaplığıyla içeri doldurulmuş eski- yeni solculardan oluşur! Bu bir kuraldır! Hatta resmen kendinizi “liberal” olarak bile tanıtsanız, sizin oğlanlar bilirler ki sizin özünüz, rakı masanız vs sapına kadar solcudur, solcu kalacaktır.

Yani? Yani enternasyonalist, millet kelimesine düşman, “ulus” kelimesini bir semt ve ekonomik kollektivizm öznesi olarak anlayan, “halklar” diye ne idüğü belirsiz bir kolektifleştirme maymuncuğunu önüne gelen her yere sokmaya çalışan, toplumu Marx’ın hurafelerine göre yıkıp baştan yapabileceğini sanan, “son tahlilde” nihilist ve yıkıcı, yerçekiminden bile nefret edebilecek kadar toplumun doğasına düşman, nevrotik bir tipin çeşitli derecelerdeki örneklerinden oluşuyordu.

Hal böyle olunca, aynı teraneleri sıralayan herkesle sorgulamadan işbirliğine gitmek CHP gibi “solcu” bir parti için neredeyse namus borcu halini alıyordu. Buna mukabil daha önce dediğimiz gibi, işbirliği yaptıklarının özlerinde ırkçı olup olmadıkları, devlet denen yapıyı etnik saflığa göre arzulayıp arzulamadıkları, kurucu millî unsura karşı nefretleri gibi ilkellikleri sorgulamalarını sağlayacak beyin bölgelerini de kendi elleriyle kapatıyorlardı.

CHP gerçekten şimdi özüne dönmüştür. CHP artık gerçek bir solcu partidir. CHP millî devlete düşman, etnik ırkçılığın sosyalist emellerine hizmet eden eski haline rücu etmiştir. Bu açıdan “demokratik ittifak” diye oluşturulacağı anlaşılan etnik ırkçı-enternasyonalist solcu ittifakının bugün, yarın gerçekleşmesine kesinlikle şaşmayız.

Politik oy hesabı falan gibi ucuz spekülasyonlardan hiç hazzetmememe rağmen CHPli yoldaşlara bir iki uyarıda bulunmak isterim: Referandum haritasında zafer kazandığınız yerler sizin, Türk adına önem verdiğinizi düşünen son yerlerdir! Eğer ülkeyi kana bulamakta olan bir terör örgütünün siyasi şakşakçılarıyla oy uğruna işbirliğine gitmeyi ideolojik olarak kendinize yediriyor ve Leninist bir faydacılıkla sinekten yağ çıkaracağınızı sanıyorsanız “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olacağınızı” garanti edebilirim. Ha o bölgelerde sizin oylarınız buharlaşınca ne olacak sanıyorsunuz?

Ama sizin için “Türk” demek ırkçılık olduğundan Türkiye’nin Kürtçe bölünmesinin, başörtüsüyle ayrışmasının da bir anlamı sizin için zaten yoktur. Sizin için “halkların kardeşliği” nasıl sağlanırsa sağlansın bir önemi yoktur! Çünkü siz bizim “vatan”, “millet”, bayrak” diye sahiplendiğimiz değerleri aşağılayan bunlara nefret duyan bir ideolojinin devamısınız.

Fakire öyle geliyor ki ülke hiç bu kadar düşmanlıkla kuşatılmamıştı. Dinci, Kürtçü, liberal ve sosyalist enternasyonalizmler demokrasi istismarıyla korkarım ki kendi elimizle kendi ipimizi çekmemize sebep olmasınlar…


*http://www.habername.com/haber/sol-teror-orgutleri-birlesti-10419.htm

25 Kasım 2010 Perşembe

Varlığımız Türk Varlığıdır!


Teneffüslerde deli gibi koşup da nöbetçileri atlatarak gittiğimiz mahalle bakkalımızın uzun zaman önce vefat ettiğini öğrendim, üzüldüm. Sacdan yapıla bir kulübede çocukluğumuzun renklerini satardı. Bize yüksek gelen bahçe duvarlarımız aslında o kadar yüksek değilmiş… Ve her sabah okul bahçesinden mahalleyi çınlatan çocuk seslerimiz ne güzelmiş…

TBMM’de “milletvekili” olarak görev yapan bir etnik ırkçı sözde siyasetçi, millîliği iyice tartışılır hale gelen eğitim bakanlığımızın şurasında alındığı söylenen bir karar istinaden diyor ki: “''Benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun. Ben Türk değilim ki'

“Alındığı söylenen” ifadesini özellikle kullandım, çünkü şuraya katılan bir öğretmen arkadaşım sonradan bana bunun teklif edildiğini, teklif getiren öğretim üyesinin protesto edildiğini ve bu teklifin kabul görmediğini yazdı.

Öncelikle şunu bir kere daha ifade etmeliyiz: Türkiye Cumhuriyeti, kurucuları ve vatandaşları Türk olan, Türk sayılan millî bir devlettir. Türkiye cumhuriyetinin millî devlet olmak statüsü ona bağışlanmamıştır, bu statü, bedeli ödenerek kazanılmış, hakkındaki tartışmalar da İstiklâl Harbi ile bitirilmiş bir statüdür! Yani bu ülke gerek sosyolojik kökeniyle, gerekse bu kökenin tarihi ve siyasi mücadelesine ayrılmaz şekilde bağlanmış insanlarıyla Türk’ün vatanıdır! Bundan dolayıdır ki bu ülkenin vatandaşlığına da “Türk vatandaşlığı” denir!

İstiklâl Harbi Türk Bayrağı’nın, Türk adının tek ve inkâr edilemez egemenliğinin timsali olması için verilmiş bir mücadeledir. Dolayısıyla bu memlekette Türk adının bir etnik köken, bir kabile mensubiyeti olduğunu söylemek hem milletleşme gerçeğine aykırıdır hem de millî mücadeleyi alaya almaktır. Sosyolojik cehalet giderilebilir ama işin kaçılmaz şekilde ortaya çıkan millî mücadeleyi küçümseme tarafı affedilemez!

Türk liberallerinin kahir ekseriyetinin vatansız ve köksüz insanlar olduklarını henüz anlayamadığım dönemde, andımızın ciddi bir ideolojik baskı olduğunu ben de düşünmüştüm. Şöyle ki “Zaten millî mücadelesini vermiş, milletleşmesini tamamlamış, millî değerler konusunda şüphesi olmayan bir toplumun çocuklarına her gün yemin ettirmeye ne gerek var?” diye düşünüyordum.

Gel zaman git zaman gördüm ki işin rengi bambaşka! Türk adının doğal millî egemenlik hakkı altında, onu tanıyarak ve benimseyerek hukuk devleti, serbest piyasa, bireysel özgürlükler, temel haklar gibi konularını savunacaklarını sandığım insanların, bu insanî değerleri, Türk adına düşmanlığa alet ettiklerini gördüm.Onlar bu şekilde, bu genel geçer değerlerin Türk Milleti’nin bütün düşmanları için birer meşrulaştırma gerekçesi haline getirilmesine alet oldular.

Peki ama bahsedilen “millet”, “vatan”, “bayrak”, “millî egemenlik” gibi “değerler” bizim milletimizin birer “saplantısından” mı ibaretti? Yani aslında dünyada “millet” kavramı ortadan kalkmış, her yerde bir Esperanto konuşuluyor, siyasî sınırlar ortadan kaldırılmış ve tarih bilinci insanlık namına hafızalardan mı silinmişti de sadece biz mi hâlâ bir “millet olmaktan” bahsediyorduk?

Bir siyasi dinci parti milletin muhafazakârlık hislerini gıdıklayarak iktidar olmuştu ve bunun aynı zamanda Türkiye’de siyasi ümmetçiliğin, vatansızlığın, milliyetsizliğin, soysuzluğun, etnikçiliğim yansıması olduğunu iddia etmeye başlamıştı. Ne diyordu iktidar partisi? “Türkiye’de sadece Türk yok!” Yani? Türk bir sürü kabile, aşiret vs arasında bir küçük ırksal gruptu ve zamanında, diğerlerini baskılayarak egemenliği ele geçirmişti? “ Bu vatanı beraber savunduk!” sözde hamasetinin içindeki etnik ırkçılık da buradan yararlanıyordu.

Daha girişte söylediğimiz gibi Türk adının tek ve tartışılmaz egemenliği, Türk milletleşmesinin bütünlüğü adına verilmiş bir savaşta katkıda bulunmak Türk millî varlığının bir parçası olmak demekti, ondan ayrı ve “eşit” bir siyasi ortak olmak anlamına gelmiyordu. Çünkü burada belirleyici olan mücadeleyi veren Türk Milleti idi ve Türk Milleti sayıları her gün arttırılmaya çalışılan toplulukları kendisinden bildiği içindir ki onlar bu topraklarda yaşamak hakkına sahip oldular. Yani Türk varlığına düşmanlık göstermeyen ve onun egemenlik ve hukuk sağlayıcılığı altında olmaya rıza gösteren herkesi Türk bildik ve bunu “eşit vatandaşlığın” tek yeter ve gerek şartı saydık! Bunun dışında bir “eşit vatandaşlık” kavramı istiklâl Harbi’nden sonra artık tartışılamaz!

Bunun yanlış olduğunu iddia eden ve vatansızlığı liberalizm sayan yeni moda okumuşlara aksine bir tek örnek göstermelerini söylesek şüphesiz derhal millî egemenliğe dayanan federatif ğlkeleri örnek göstereceklerdir. Bilmedikler veya bilmezden geldikleri nokta, dünyada liberal demokrasiye örnek olan ve hukuk devleti idealine nispeten en yakın federasyonlarda dahi, resmî dilin tekliği, milletin tekliği ve egemenliği, millî egemen unsurun tarihine bağlılık daha okul öncesi eğitimle birlikte nesillerin zihnine nakşedilir.

Hiçbir liberal demokrasi,, devleti meydana getiren millî toplumsal yapıda çatlaklara, bozulmaya, milli egemenliği zedelemeye yol açacak bir hak ve özgürlükler kavramını kabul etmez, etmemektedir. Ülkelerindeki dört milyon civarındaki Türk kökenli yurttaşlarının büyük ölçüde entegrasyonuna rağmen Almanlar kendi millî belirleyiciliklerini asla Türk’lerle paylaşmamaktadır. Türk kökenli bir Alman vatandaşı hakkını herkes gibi Alman mahkemelerinde arayabilir ama asla resmî dilin neden Almanca olduğunu sorgulayamaz.

Bu örneği vermemizdeki maksat şudur: Türk kökenli Alman vatandaşları, milletleşmiş bir toplumdan gelmelerine rağmen Alman uluslaşmasının içinde yer almaktadırlar. Alman mahkemelerinin yargılama yetkisine sığınan, Alman polisinden koruma bekleyen, temel haklarının korunmasında Alman hukuk sağlayıcılığını hakem kabul eden herkes sosyolojik kökenli Almanlar içinde artık birer Alman’dır!

ABD bunu iki yüz küsur yıl önce başarmış bir ülkedir. Dili İngilizce, kültürü Anglosakson, dini Hıristiyan ( Başkanlar papazın önünde İncil’e el basarak yemin ederler) olan ve bu değerler hakkında hiçbir şek ve şüphesi olmayan, bunlara itiraz etmemek üzere misaka varmış insanlar, ırkları ne olursa olsun “Amerikalı”dır, “Amerikan ulusunun” bir parçasıdır!

Türk’ler bunu binlerce yıl önce başarmış bir millettir. ( Millet ve ulus kelimelerini özellikle bir arada kullanıyorum, çünkü bu kelimelerin ideolojik kamplarca istismar edilerek anlamlarının değiştirilmesine sonuna kadar karşıyım!)

Türkiye Cumhuriyeti devleti de milletleşmiş bir toplumun kurduğu sayısız devletten biridir. Ve aynen Alman ve Amerikan milletlerinin egemenlik hakları üzerindeki mutabakata dayanır…

Bundan dolayıdır ki mensubiyeti, tarihi kökene, hukukî ve siyasi birliğe dayanan bir milletin mensubiyetini, ırksal kökene dayanarak reddetmek ırkçılık ve ayrımcılıktır. Ayrımcılık sadece çoğunluğun azlıklara karşı işlediği bir suç değildir. Bu aynı zamanda azlıkların entegrasyonuna ve çoğunlukla bütünleşmesine karşı azlıklar içinde yürütülen fesat eyleminin de adıdır!

Dolayısıyla herhangi bir Alman için Türk adı taşıyan meselâ herhangi bir Yeşiller Partisi milletvekili nasıl Alman sayılıyorsa, TBMM içindeki Kürt kökenli milletvekilleri de bizim için Türk’tür! Bundan dolayı adı “milletvekilidir” Yani burada milletleşmeyi sağlamış büyük Türk varlığının siyasî temsilcilerinden biri!

Eğer bu soyut kabullenme ilkel bir etnik ırkçı hırçınlıkla reddediliyorsa bu Türk vatandaşlığının reddi anlamına gelir ki bu durumda reddeden kinin bu ülkede Türk Milletince sağlanan refah, adalet ve emniyetten yararlanmaya da hakkı kalmaz!

Bu haklar ecdadın canı pahasına gösterdiği fedakârlıkla elde edildiği içindir ki “Varlığımızın Türk varlığına armağan olduğunu” söyleriz. Bu gün mecliste aşiretlerinin yolarıyla oturan bir tkaım milletvekilleri için sağlanan konfor, onları kendisinden kabul eden bir büyük milletin kanı ve canı pahasına sağlanmıştır. Dolayısıyla bu milletten olmadığını iddia eden hiç kimsenin o koltuklarda oturmaya hakkı yoktur! Alman ulusunun bir parçası olmayı kabul etmeyen hiç kimsenin Alman parlamentosuna girememesi gibi…

“Varlığım neden Türk varlığına armağan olsun ki?” diyen biri aynı zamanda “Eğer burası Türk vatanıysa benim vatanım değildir ve buranın işgal edilmesi halinde varlığımı burası için feda etmem!” demektir ki bu mülga kanunla müeyyidesi kaldırılmakla beraber düpedüz ihanettir!

O halde bu sözde milletvekiline yapılacak şey önce kapıyı göstermek ve sonra da varlığını, nereye ait görüyorsa oraya götürmesini söylemektir.

Mahallemizi inleten o güzel çocuk sesleriyle haykırılan bir andın susmaması için hainlerin men edilmesi, susturulması, millî egemenliğin “ifade hürriyeti” istismarıyla yıkılmasını engellemek için tek çaredir.

Ne mutlu Türk’üm diyene!

23 Kasım 2010 Salı

Türk Öğretmenine Neler Söylenmeli?



Çetin Altan, yazarlığı kolay bir iş görenlere “Sıkıysa her gün yaz!” benzeri bir cevap vermiş ama güzel ülkemde konu sıkıntısı yaşanmadığından, bilhassa günümüzde “köşe yaralığı” kadar köşe bir iş yok gibi görünüyor.

Çünkü gün geçmiyor ki bir skandal patlamasın, bir cehalet örneği sergilenmesin, bir ihanet belirtisi sivilce başı gibi baş vermesin…

Haber bayatladı ama gene de fakir de kendince bir yorum getirmek istiyor.

“Millî” Eğitim Bakanlığı’nın göreve yeni atanan öğretmenlere verdiği “rehber” denen kitapçığın içeriğinden bahsediyorum.

Şimdi elbette siyasileri eleştiren herkese yöneltilen o hadsiz ve seviyesiz öfkeye maruz kalabilirim, buna da hiç şaşmam….

Ama rehber denen şeyde eğer alıntılayacağımız cümleler geçiyorsa ya bakanlık devletin ne anlama geldiğini bilmiyor demektir… Veya ihanetle flört etmektedir…

“…Muhtarla iyi geçin, yöre gerçekliklerini anla ve potansiyellerinden yararlan, şeyhin ağanın önüne çıkma, yerel dili öğren” diyen kitapçık, “Köy halkına rağmen başarıya ulaşamazsın….”

Muhtarla “iyi geçinmenin” ölçüsü nedir? Meselâ “bölgede” görev yapan bayan öğretmenlerin muhtarla iyi geçinmesi nasıl sağlanacaktır? Nitekim sırf bayan oldukları için köyden atılma durumuna gelen bayan öğretmenlerden haberimiz vardır. Yani devletin bir görevlisi olan öğretmen, arkasında devletin kendisine sağladığı can ve mal güvenliği olmaksızın, kendi imkânlarıyla mı görev yapacaktır? Muhtarla iyi geçinilmezse, muhtarın iyi geçinmeye gönlü olmazsa, bundan dolayı öğretmen mi başarısız sayılacaktır?

Köyde kan davası, aile anlaşmazlığı, etnik gruplaşma ya da inanca dayalı gruplaşmalar varsa yapacağın şey, tıpkı muhtarlık seçimlerinde olduğu gibi onlara da eşit mesafede durmak, onların durumları hakkında yorum yapmamak olmalıdır. Ayrıca bazı köylerde var olan ağalık, seyitlik, şeyhlik gibi oluşumları benimsemesen bile anlamaya çalışmalı, onların o yörenin gerçekliği olduğunu bilmeli ve onları karşına almak yerine potansiyellerinden yararlanma yollarını aramalısın.”

Öğretmen yaşadığı yörenin bir üyesi olarak konuşulan yerel dili öğrenme çabası içine de girebilir. Bu yaklaşım yöre halkı tarafından sempatik bulunabilir ve öğretmenin yaptığı çalışmalar desteklenebilir

Yani? Türkiye Cumhuriyeti’nin bir öğretmeni, yukarıda sayılan insanlık dışı durumlar hakkında fikir beyan etmeyecek, bu durumların yanlışlığını anlatmayacak, kan davaları, çocuk tecavüzleri, etnik ırkçılık gibi konularda sadece susup bekleyecek ve “başarılı “olmak için, hayatta kalmak için kan davası güdenlerin, etnik ırkçıların ve tecavüzcülerin insafına sığınacaktır, öyle mi?

İlk paragrafın son cümleleri ise tam bir faciadır. Bu alenen devletin iflâs ettiğinin itirafıdır.
O halde bakanlık yapıp çocuklarımızın geleceğine ipotek koyanları biraz bilgilendirmekte fayda vardır.

“Bakanlık” konforundan yararlanmalarını sağlayan şey “parmak sayısı” çokluğu değildir. Orada oturmalarını sağlayan onlara bir bakanlık bahşeden şey, Türk Bayrağı'nın bu topraklarda kat’i surette egemen olduğunu cümle aleme kanıyla tasdik ettiren vatan evlatlarıdır! Yani birkaç yüz bin veya milyon oy fazlasıyla bir makam edinmek, bir milletin kaderi hakkında ahkâm kesmek hakkını kimseye vermez! Bir milletin kendi devletini yönetme şeklini değiştirebilmek hakkını hiç vermez!

Bir milletin istiklâli sadece onu düşmanlarından kurtulması anlamına gelmez! Bir milletin istiklâli, kendi egemenlik hakkına içeride de hiç kimseyi, hiçbir muhtarı, ağayı, şeyhi, ortak etmemesi anlamına gelir!

Bir devletin kurulması demek, devletin yaşadığı millî egemenlik alanında başka hiçbir yargılama otoritesine, hiçbir zor kullanma mekanizmasına izin verilmemesi demektir. Dolayısıyla devletin hiçbir kurumu ve hiçbir temsilcisi, devlete kafa tutacak, kendini devlet sayacak kişi ve kurumlarla işbirliğine gidemez! Bundan dolayıdır ki devlet çalışanları görevlerine, devleti oluşturan yasalara ve kurumlara bağlılık yeminiyle başlarlar.

Öğretmenin görevi, bir devlet görevlisi ve millî egemenliğin bir temsilcisi olarak ağalık, şeyhlik gibi keyfî egemenlik ibarelerini “anlamaya” çalışmak değil, o insanlara bir devletin eğilmez ve bükülmezliğini göstermektir. Millî Eğitim bakanlığı eğer öğretmenlerin can ve mal güvenliklerini ağalara, şeyhlere , çocuk tecavüzcülerine, etnik ırkçılara karşı koruyamayacağını düşünüyorsa yapılacak iş, öğretmeni insanlık dışı, ilkel kişi ve kurumların, terörün ve onun destekçilerinin insafına terk etmek değil, devletin diğer kurumlarından yardım almak olmalıdır.

Bu açıdan devletin herhangi bir görevlisinin, kendini devlet yerine koyan kişi ve kurumlarla uzlaşma arayışına girmesiyle yabancılarla işbirliği yapması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bizim devletimizi tanımayan herkes yabancı olduğunu ifade etmiştir ve yabancıların da bizim hukuki korumamızdan yararlanmağa hakkı yoktur. Bundan dolayıdır ki suç işleyen yabancılar ülkelerine iade edilirler. Devletin varlığına ve bütünlüğüne saygısızlık edenlerin bizim öğretmenlerimizin fedakârlığından yararlanmaya hakları olamaz! Yapılacak iş öğretmenlerimiz onların insafına terk etmek değil, öğretmenlerimizi reddetmeye yeltenenlerin haklarını ellerinden almaktır.

İkinci paragraf izaha gerek duyulmayacak kadar açık bir cehalet beyanıdır.

Bir öğretmenin görevi, bilinmeyeni öğretmektir, bilinmeyene teslim olmak, cehaleti desteklemek değildir! Eğer bir öğretmen gittiği yerde Türkçe’yi bu vatanın bu egemen milletin dilini öğretemeyecekse zaten onu oraya göndermenin manası yoktur! Bir Türk öğretmeni, semalarında ay yıldızlı bayrağın dalgalandığı her yerde Türkçe’nin bayraktarıdır! Öğretmen bir sempati yarışmacısı değildir! Öğretmen kurallı hayatın, devlet örgütlenmesinin ilk öğreticisidir! Eğer öğretmen, hayatın şeyhlerden, aile meclislerinden aşiret tecavüzlerinden, kan davalarından ibaret olmadığını anlatmazsa, o insanlara bunu başka kimse anlatamaz! Öğretmeni yerelliğin ilkelliğiyle uzlaşmaya itmek, öğretmenin hiçbir değerin ve normun aktarıcısı olmadığını söylemektir!

“Kızları okutalım!” gibisinden romantizm taslayan bakanlık yetkililerinin kızların neden okutulması gerektiğini anlamadıkları buradan ortaya çıkıyor! Çünkü kızlar geleceğin anaları, çocukların ilk eğiticileridir!

Muhtarla iyi geçin” diyen biri öğretmene, “Kızlarını okula göndermeyen, onlara sarkıntılık ve tecavüz edip sonra aile meclisi kararıyla onları öldüren, onları , uçkurlarına sahip olamayanların günahına bedel sayıp satan ilkel heriflere itiraz etme!” demektedir. Ağalıkla şeyhlikle vs uzlaşmaya çalışmak demek, devletin yaşatmaya çalıştığı millî bütünlüğü, terör destekçilerinin, uyuşturucu kaçakçılarının, çocuk tecavüzcülerinin keyfine feda etmek demektir.
Bundan dolayıdır ki Türk öğretmeni, sadece alfabeyi ve saymayı öğreten bir belletici robot değildir!

“Devletin hiçbir değer ve norma sahip olmaması gerektiğini” savunan bilinen moronca liberal ezbere rağmen devletleri kuran bir millî unsurun bulunması, özellikle ilk öğretimde içinde yaşanan , mensubu olunan milletin değer ve normlarının ahlâkî yapılanmadaki yerinin vurgulanması için okulları gerekli kılmaktadır. Dünyada hiçbir okul “Siz aslında ancak üniversiteden sonra Alman mı Fransız mı olacağınıza karar vereceksiniz, biz size kim olduğunuzu söyleyemeyiz, söylersek liberalizme halel gelir!” diyerek öğrencilerine kimlik ve değer aşılaması yapmaktan vazgeçmemektedir.

Türk Millî Eğitim Bakanlığı bu memlekette Türk adının egemen ve sahip olduğunu ifade etmesi gereken ilk kurumdur!Bu onun keyfe keder yapacağı bir iş değil, öncelikli ve zaruri işidir!Bir memleketin bakanlığı o memleketin egemen milletinin egemenlik aygıtı olan devletin tekliğini tartışmaya açamaz! Bu açıdan Millî Eğitim Bakanlığı’nda eser miktarda millî bir şey kalmışsa, söylenmesi gerekenler asıl şunlar olmalıydı:

“ Ey Türk Öğretmeni,
Sen, tarihi diğer pek çok milletin tarihinden eski, büyük devletlerin kurucusu, tarihi övünç sayfalarıyla dolu Türk Milleti’nin bir evlâdısın! Sen Türkiye Cumhuriyeti’ni, bütün imkânsızlıklara rağmen kurmuş Mustafa Kemal’in, gençliği emanet ettiği, milletinin ışığı bir Türk öğretmenisin! Senin görevin, her türlü mahrumiyet altında, her türlü düşmanlık ve ihanete karşı Türk Milleti’nin bekasının bir temsilcisi olmak ve Türk evlâtlarını, atalarına ve yurduna bağlı, işlerini dürüstçe yapan insanlar olarak yetiştirmektir! Bu yolda hiçbir güçten ve ihanetten korkmamalı, hiçbir tehdide boyun eğmemelisin! Vatan senin görev yaptığın yerdir! Sen vazgeçmedikçe, yılmadıkça hiç kimse bu vatanı bölemez! Bayrak senin namusundur! Onu yüksekte tutmakta asla zayıflık göstermemelisin! Dilin senin ailendir! Aileni hiçbir zorbaya feda etmemelisin! Kalbindeki vatan ve Allah aşkı seni bütün riyakârlıklara, münafıklığa, hasede ve tecavüzlere karşı koruyacak en büyük iki zırhtır! Unutma! Bir vatan sadece topal tüfekle korunmaz! Toplar ve tüfekler ancak menzillerince korkutur düşmanı! Bu yurdu koruyan en büyük güç, senin içindeki insan sevgin, vatan aşkın ve öğretme azmindir! Işığın, içinde korkunun ve düşmanlığın bittiği cehaletin en büyük düşmanıdır!

Genç Türk Öğretmeni!
Milletinin tarihinden aldığın şevk ve ilhamla, atalarının mirasından duyduğun gururla, şehitlerin ve gazilerin sana emanet ettiği şerefle ve “damarlarındaki asil kanla” , yılmadan, yorulmadan ve korkmadan yürü!

Ne mutlu Türk’üm diyene!”






İfade Hürriyeti İzne Taabi Olabilir Mi?


Başbakanı protesto eden İTÜlü gençler 11 ay gibi bir hapis cezasına çarptırılmış, cezaları te’cil edilmiş.
Cezanın gerekçesi “İzinsiz gösteri yapmak”…
Şüphesiz demokrasi her talebin yasama yoluyla tatmin edilmesi anlamına gelmez. Demokrasi her talebin kendiliğinden bir hak kabul edileceği anlamına da gelmez.
Ama demokrasinin bir de zaten “ bürokrasi” ve “yasama” dışında bir ifade hürriyeti alanı vardır ki esas problem burada doğmaktadır.
Bu alan “sivil” alandır.


Bizimki gibi geri ülkelerde halkın oy kullanmak hakkı dahi bir tür “görev” olarak telâkki edilir ve seçilmiş, geçici “Tanrılar” yoluyla her işin halledileceğine inanılır. Burada “Tanrı” kelimesini kullanmamızın sebebi, insanların kendi seçtikleri yasama organı üyelerinden “Rezzak” ve “Rahman” gibi pek çok ilahi sıfatı beklemesindendir. “Madem ki oy verdim, bana rızık da temin etmeli, iş de bulmalı…” tarzı bir güce tapınıcılık toplumumuzun içine işlemiştir. Böyle bir toplumda demokrasi ancak “tapınılacak putları seçmek” anlamına gelir.
Hal böyle olunca putlaştırılan kişilerden tevazu, hizmet, liyakat beklemek mümkün değildir. Bu yalnızca mevcut iktidar partisi için değil, Türkiye’de iktidar koltuğuna oturmuş bütün partiler için geçerlidir. Bu, Türk demokrasisinin umumi sakatlığıdır.
Bunlardan niye bahsettik?


Şundan ötürü: Demokrasi, seçilenlerin seçenlerden üstün olup da onlara “Oyunuzu verdiniz artık sesinizi kesin!” diyebileceği bir rejim değildir!
Bu sadece demokrasinin özelliğiyle de ilgili değildir. Bu doğrudan hukukun temeliyle, temel haklarla ilgili bir sorundur.


Bir geçici siyasî iktidarın seçilmesi, temel hakların bu iktidara devredildiği anlamına gelmez. Yani siz çoluk çocuk toplaşıp “Yahu hafta sonu hava da pek güzel, oyumuzu verir sonra da dondurmacıya gideriz. Hamburgerciye mi gidelim, o da olur!” diyerek gidip kendinizi beş dakikalık sandık saltanatından sonra “ Ne olacak bu memleketin hali?” demek hakkınızdan feragat etmiş, olmuyorsunuz! O hakkınız baki!
“Ne olacak bu memleketin hali?” diye sorabilmeniz sizin en temel hakkınızdır. Bu, temel haklar içinde ifade hürriyeti hakkınızdır.


Demokrasinin asıl önemi, PVC pencere reklâmlarına özgü o “Satışla bitmeyen dostluk” sloganına benzer şekilde “Seçimle bitmeyen bir denetime” sizi mükellef kılmasıdır.
Maalesef Türk toplumu, güce tapındığından, bir kere seçim yaptıktan sonra, seçtiği kişilerin, kendi malını, ırzını, canını, kendisinden bile iyi koruyacağı, gözeteceği gibi bir güven ve tembellikle derhal gaflet uykusuna dalar.


Bunu niye belirttim? Şundan dolayı: Başınıza bir iş geliyorsa eğer, o işin meydana gelme sebepleri arasında sizin ihmaliniz de vardır ve belki de en başta sizin ihmaliniz vardır da onun için!


Yani? Demokrasi denen şey, hukuka, yani en başından temel haklara uygunlukla işletilmezse ve sürekli denetlenmezse, özünde hiçbir koruyuculuk ve hakkaniyet taşımaz! Sadece çoğunluk oylarının hoyratlığını hayata geçiren bir seçim mekanizmasından ibaret kalır!
Peki bunun ne önemi var? Çoğunluk istediğini yaptığında zaten toplumun çoğu tatmin edilmiş olmaz mı? Veya toplumun hepsini tatmin edemeyeceğimize göre, birilerinin azıcık rahatsızlığa katlanması gerekmez mi?


İşte bizim sıradan seçmenimizin ve en nihayetinde onların içinden çıkıp gelen seçilmişlerimizin demokrasi algısı bundan ibaret!


Mesele bir politikanın azlıklara vereceği rahatsızlık değildir. Mesele, bir politikanın, toplumun her kesimine istisnasız uygulanması gereken hukuk kurallarına uyup uymamasıdır!
Hukuk azlıklar için geçerli olup da çoğunluk için geçersiz olan mahkeme zorlayıcılığı değildir! Bunun tam aksi de söz konusudur. Bir azlık grubun giriştiği haksızlıkları, onları “saklamak” adına görmezlikten gelmek de hukuk değildir! Azlıkları sırf azlık oldukları için onları, genel kurallardan bağımsız veya bu kurallara bağışık sayamazsınız! Buna “devlet” diyebileceğimiz hiçbir modern liberal demokraside, hiçbir iktidarın, siyasetin, seçmen kitlesinin vs. gücü yetmez!
İşte ifade hürriyeti hakkı, şiddet göstermeksizin, şiddeti açıkça tahrik etmeksizin ve şiddeti övmeksizin, demokrasilerde, seçmenlerin seçtikleri vekilleri sürekli denetleyebilmelerinin teminatıdır.


Yani? Bir milletvekilinize hakaret etmeksizin, onu dövmeksizin veya tehdit etmeksizin eleştirdiğiniz de ve hatta protesto ettiğinizde yaptığınız şey, onun seçilme şartlarından ayrıldığını ona hatırlatmak ve onu uyarmaktır. Kaldı ki “hakaret” dahi sınırları eleştirenin lehine yani seçmen lehine belirlenmesi gereken bir davranıştır.
Bundan dolayıdır ki siyasetçiler eleştiriye en çok tahammül etmesi gereken insanlardır. Bu tahammül, onların millete bir lütfu değil, bizatihi görevleridir.
Bu açıdan bakıldığında iktidarların protesto edilmesinin dava konusu edilmesi dahi hukuk ideali açısından yanlıştır.


Ki meseleye güncel örnekler açısından bakıldığında, yaptıklarının bilincinde olan, şiddete kalkışmamış, şiddeti övmeksizin ve tahrik etmeksizin başbakanı protesto edenlerin bu protestoyu “izinli” yapmalarını istemek ne demokrasiyle ve ne de hukukla bağdaşır. Öte yandan her gün sokakları cehenneme çeviren, hayatımızı cehenneme çevirmekle bizi açıkça tehdit eden, şiddeti, terörü, suçu öven, açıkça etnik ırkçılıkla toplumda kin ve nefret tohumları eken insanlara “izinsiz gösteri” gibi bir maddeden dahi hiçbir hukuk yolunun işletilmemesi çok düşündürücüdür.


Eğer hukuk, yetkililerin “dokunulmazlık alanlarının” bekçisi haline getirilirse, bu ülkede seçimlerin de bir manası kalmaz. Temel haklar bir statü önceliği konusu olamaz. Başbakana alenen küfreden siyasetçinin, siyasetin aktörü sayılıp da ifade hürriyetini istismar etmesine izin verilmesi buna karşılık seçmen olmaları dışında bir unvan taşımayan bir grup insanın “korumasız” addedilerek haklarında dava açılabilmesi ve hele mahkûm edilebilmeleri ülkemizin geleceği açısından oldukça kaygı vericidir.


22 Kasım 2010 Pazartesi

Milletsiz Devlet Olmaz!




Belki ellinci defadır olacak ama…
Siyaseti cehaletle yürütenlere ve bundan ar etmeyenlere ne kadar karşılık verilse az. Yaşar Yakış isimli bir politikacı ““Anayasa’da ırka dayalı tanımlamalar hem tehlikeli ve hem de zamanın dışında kalmıştır” diye devam eden Yakış, kimi yurttaşların Orta Asya ve Kafkasya kökenli kimi yurttaşların Anadolu medeniyetlerinden herhangi bir kökene ait olduğuna" işaret etmiş!

Neresinden tutup düzeltmek lâzım, bilemiyor insan. Bir de bunun üzerine Türkiye’nin en büyük gazetelerindeki yazarların dahi işlerinden edilebildiği düşünüldüğünde; sıradan vatandaşın kendi hayatı hakkındaki endişelerini eklerseniz… Bu tip cahile beyanlara cevap vermek çok daha zorlaşıyor.
Anayasada “Türklük” vatandaşlıkla, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük milletin bir parçası olmakla tanımlanmıştır. Yani Anayasa’da Türklük ırkla ilişkilendirilmemiştir ki doğrusu da budur!

Kaldı ki Türklük kabulü ırkı aşan bir kabuldür! Yani işin tabiatı icabı da Türk kelimesi artık bir ırkı anlatmaz! Bir büyük “milleti” anlatır!

Peki millet nedir? Milleti siyasi dincilerin sandığı gibi bir din mensubiyeti anlatmaz! Çünkü insanlar dinlerini değiştirebilirler! Dinler arasındaki sosyal duvarların daha kavi olduğu devirlerde Osmanlı belki dine dayalı bir millet tanımı getirmişti ama dinin buna cevap vermek kabiliyetinin olmadığı bir takım sosyal olaylarla ortaya çıktığında; meselâ Slav kökenli Hıristiyan’ların dahi millî endişelerle ayrıştığı zamanlarda, Araplar için dinin bağlayıcılığının olmadığı Arabistan ve Filistin ihanetleriyle gösterildiğinde milletin/milliyetin dine dayandırılamayacağı da anlaşılmıştı.
Dünyada aileler, aşiretler, kabileler, kavimler, milletler ve ümmetler var! Bunların hepsi birbirinden farklı şeyler!

Bunların hepsi farklı toplumsal gelişmişliklere sahip farklı kavrayıcılıkları olan kavramlar ve olgular!
Bu gün “devlet” diyerek üzerinde konuştuğumuz, hesaplar yaptığımız kurumun da dayandığı bir toplumsal yapı var!

Her devleti her toplumsal yapı ile kurmazsınız! Liberal demokrat ilkelere dayandığını düşündüğünüz modern bir hukuk devletini Hutu veya Tutsi kabile gerilimine, Kürt etnik ırkçılığına, Ermeni etnik hıncına, vs dayandıramazsınız!
Yani adına “Devlet” diyebileceğimiz hukuk uygulayıcısını yürütebileceğiniz ancak ve yalnız belli bir toplumsal yapı mevcuttur, o da “Millet!”

Aile nedir? Aile bir kadınla bir erkeğin gönüllü beraberliğinden doğan kan bağıdır. Neslin devamı için meydana getirilmiş bir beraberliktir ve bu beraberliğe saygı duyulmazsa nesil sürdürülemez! Dolaysıyla “kan bağının” en belirleyici olduğu beraberlik ailedir.
Aşiret nedir? Aşiret birbirleriyle kan bağı taşıyan ailelerin oluşturduğu daha büyük akrabalık ilişkisidir. Burada da belirleyici olan kan bağıdır ve aşirete göre “kan bağı taşımayan herkes” yabancıdır, aşiret korumasın dışındadır. Böylece korunması gerekmeyenler, kendilerinden korunulması gererken kişiler olarak kabul edilir.


Kabile nedir? Kabile kan bağının tek belirleyici unsur olmadığı, kuralların belirdiği en ilkel ilk yönetim beraberliğidir. Bu beraberlikte de “korunmayı” hak endeler ancak kabilenin mensubu olanlardır. Kabile dışındakiler kuvvetle muhtemeldir ki düşmandır.


Kavim nedir? Kavim birbirine benzeyen, büyük oranda aynı coğrafyayı paylaşan, kurallı yönetimin yaşayışında daha fazla hissedildiği, kan bağının doğrudan aile ve aşiret seviyesinde değil ama ırksal homojenlikle kendini belli ettiği toplumsal yapıdır, beraberliktir.
Millet nedir? Millet, tarihin bir döneminde aynı hukuk çatısı) devlet) altında bir araya gelmiş “kavimler cüz’üdür”…( Sadri Maksudi) Milletin teşekkülünde “kuralın” hâkimiyeti kendini belli eder. Kavimlerin birbirinden farklılıklarının ötesinde, kan bağını, akrabalık ilişkilerinin belirleyiciliğini, aşiret reisinin keyfî iradesini vs çoktan aşmış, beraberlikle ilgili rızayı temin eden bir kurallar manzumesinin ilk olarak bu toplumsal aşamada ortaya çıktığını görürüz.
Buraya kadarki toplumsal yapılarda kurallar “benzerler” için geçerliyken bu aşamada kurallar benzemeyenlerin birbirine yaklaşması ve yeni bir benzerlik kurmaları için aşkın bir pozisyondadır. İşte kurulan bu yeni benzerliğin adı “Milliyet”, benzerliği oluşturan toplulukların yeni beraberliği de “Millettir”!

Milletleşme aşamasına kadarki bütün aşamalarda yönetim biçimleri ilkel ve büyük oranda keyfî, insana saygı, büyük oranda yalnızca kan bağı ile sınırlı ve kayıtlıdır.
Ümmet nedir? Ümmet bir dinin bütün mensuplarının genel adıdır. Dine bağlı olmak dışında hiçbir bağlayıcılık ve belirleyicilik taşımaz! Günlük hayata dair genel kurallara uymak dışında hiçbir din, milletlerin örflerini aşan, onları ezen ve yok eden daha aşkın bir toplumsal benzerlik mekanizması yaratamamıştır.Bu yüzdendir ki Katolik İtalyanlar Katolik Fransız’lardan hoşlanmaz! Protestan Alman’lar Protestan İngiliz’lere daima soğuktur. Müslüman Arap’lar hâlâ Müslüman Türk’lerden ölesiye nefret eder.

Ümmetlerin oluşumunda dinin kural koyuculuğu söz konusu ise de dinin “sonradan kabul edilen” bir şey olması, onun, örfü aşmasını daima engeller. Bunun bir sebebi de dinlerin, orijinal dilleriyle çevirileri arasındaki aşılamaz engeldir. Bir din bir millete ait örfü toptan ortadan kaldıramaz. Arap toplumunda İslamiyet sonrası pek çok örf değişmeden kalmış ve hatta dinleşerek sürdürülmüştür.
Buraya kadar incelediğimiz toplumsal yapılardan “ırka” dayanmayanlar sadece milletler ve ümmetlerdir.

Buna mukabil üzerinde konuştuğumuz ve hukuk sağlayıcı olarak iş gören “devlet” aygıtını meydana getirebilecek tek bir toplumsal yapı vardır, “Millet”.
İnsanların üzerinde her zor kullanabilen aygıta devlet diyecek olursak dünya üzerindeki her diktatörlüğü, her kabile zorbalığını, her aşiret bağlılığını da devlet olarak saymak icap eder ki bu durumda dünya ancak “gücü gücü yetene” kuralının işlediği bir hayvanlar cehennemine döner.
Bu durumda devletin bir zor kullanım aygıtı olduğunu kabul etmekle beraber, her zor kullanıcıya “devlet” denemeyeceğini görmüş bulunuyoruz.

Peki ama neden insanlar kendilerine zor kullanılmasını isterler?
Ailede çocukların rüştlerini ispatlayıncaya kadar onların yerine karar verilmesi elzemdir.
Aşirette akraba aileler arasındaki anlaşmazlıklarda bütün ailelerin reisi sayılan büyüğe itaat, onun hükümlerinin uygulanması, bu hükümlerin gereğinde zorla uygulanması anlamına gelir.
Kabilelerde zayıflayan akrabalık ilişkilerinden dolayı birbirlerine az da olsa yabancı kişiler arasındaki anlaşmazlıkların geleneğe dayalı olarak yani kuralla çözülmesi durumu da haksızlığın engellenmesinde zorun kabul edilmesi anlamına gelir. Buna rağmen kabileler birbirlerini birebir görerek tanıyan insanlardan oluşur.

Kavimlerde ise artık yabancılık artmıştır. Bu durumda beklentilerin birbirine uydurulması daha ciddi bir kural uygulayıcı ihtiyacını doğurur ki bu da modern devletin ilkel hali anlamına gelir. Eğer kavimler arası savaşlar, gelişen iş bölümü gibi unsurlarla hayatta kalmak şansının arttırılması ihtiyacı söz konusu olmasaydı belki insanlar kavimler düzeyinde beraberliklerle yetinebilirlerdi. Oysa insan ihtiyaçlarının artması ve çeşitlenmesi, savaşlar da dahil olmak üzere topluluklar arasındaki ilişkilerin giderek artması, kavmin dayandığı gene de büyük ölçüde maddî, kan bağına yani ırka dayalı benzerliklerle bir arada bulunmak durumunu yetersiz kılar.

Bu durumda kavimler , altında iş bölümünü,alışverişi yürütebilecekleri, barış içinde hızla refaha ulaşabilecekleri yepyeni ve daha geniş bir çatı kurmak isteler ki artık bu çatının altında ne aile, ne aşiret, ne kabile ne kavim benzerlikleri ve liderlerin keyfî hükümleri geçerli olacaktır. Hepsinin üstünde, her zaman ve hepsi için geçerli kuralların uygulayıcısı bir devlet meydana getirirler ve bu devletin çekirdeğini oluşturan büyük kültürün etrafında benzeşirler. İşte bu benzeşme ile insanlar ilk defa ırka dayalı maddi benzeşmenin yarattığı ilkel sürü psikolojisinden kurtulurlar. Bugün etnik ırkçı siyasetçilerin “demokrasi” istismarıyla Kürt topluluğunu sürüklemek istedikleri hal, işte bu ırka dayalı geri kalmış benzeşme halidir.

Kavimlerin ortak hukuk çatısı altındaki kendiliğinden benzeşmesi haline “milletleşme” denir. İşte bizim Anayasamız’da ifadesini bulan Türk tanımı, hukuka dayalı benzeşmeyi esas alan, hayvani kalıtsal benzerliklere dayalı egemenlik mülâhazalarını aşan ileri ve soyut bir tanımdır.
Bundan dolayıdır ki örnek alınan hiçbir medenî memleketin anayasası devleti kuran milletin adını anmazlık etmez! Fransa sadece Fransızca konuşan kimliksiz “insanların” yaşadığı bir coğrafya değildir. Fransa adı “Fransız” olan ve çeşitli ırklardan insanları içinde mezcetmiş bir milletin “vatanıdır”! İngiliz’lerin en hümanistleri bile İngiliz olmanın medeni durumla ilişkisini inkâr etmez. İngiltere’yi “İngiliz olmayanların da yaşadığı ve bu yüzden adı ve kimliği olmayan bir toplumun coğrafyası” saymaz!

Ümmet ile bir devletim kutulamayacağı açıktır. Çünkü dilleri, tarihleri, örfleri apayrı insanlara standart bir din ile hükmetmek imkânsızdır. Böyle bir hüküm aracı haline getirilecek din muhakkak gene belli bir millete ait yoruma göre uygulanacaktır ki meselâ Arap örfünün Türk örfünden ve yorumundan daha üstün olması söz konusu bile olamaz.

Bu durumda ortaya çıkan gerçek şudur:

Modern hukuk devleti denen şeyi meydana getirebilecek tek toplumsal yapı Millettir! Milletleşememiş toplulukların kurduğu bürokratik otarşiler devlet olamaz. B u tip devletler ancak kan bağına dayalı egemenliğin yürürlükte olabileceği, o yapıyı kuranların diğerlerinden ancak belli ayrıcalıklarla ayrıldığı takdirde ayakta kalabileceği ve birbirlerini görerek tanıyanların dışındakilerle ilişkilerin kurulmasında kuralların işletilemeyeceği ilkel yönetimler olabilirler.


Bu yüzdendir ki Anayasamızda devletin çekirdeğini oluşturan milletimizi inkâr etmek ancak devletimizi aşiret ağalarının, kabile şeflerinin ilkel ve geri hegemonyalarına teslim etmek anlamına gelecektir ki bu Türk kurtuluş mücadelesinin inkârı ve hor görülmesi anlamına gelir. Bunu yapan yabancılara “düşman” denir. Hıyaneti Vataniye Kanunu’na göre ise bu fiilin adı vatana ihanettir. Bu kanunun ilga edilmiş olması, içerdiği kavramların ve bu kavramlara bağlı suçun kalktığı anlamına gelmez. Türk askerine silâh çeken Türk vatandaşının eyleminin “ihanet” olarak yargılanmaması nasıl bunun “ihanet “olduğu gerçeğini değiştirmiyorsa ancak bir işgalcinin düşünebileceği, egemen milleti Anayasa metninden silmek fiili de bundan farklı mülahaza edilmez.

Türksüz bir Türkiye hayal edenlerin, Kürt adını hangi hakla telaffuz edebilecekleri ise ayrı bir yazı konusudur.










17 Kasım 2010 Çarşamba

İman, Cemaat Algoritması Ve Motosiklet II





....


Günümüz gecekondu dindarlığının toplumsal kurumu olan cemaatlerin durmaksızın tekrarladığı şey “İmanı kurtarmaktır”. Cemaatler hadlerini aşarak kendileri dışındakilerin imanları hakkında sürekli bühtan ederler. Hatta kendilerine dahil olmayan sıradan dindarların imanı hakkında ciddi endişe duyarlar.



Onlara göre iman her an kaybediliverecek bir şeydir. O kadar ki herhangi bir yanlış söz, herhangi bir yanlış hareket, herhangi bir yanlış akıl yürütme derhal insanı imanından ediverir.
Çünkü cemaatçiler için insanın imanı, onun kendisi tarafından elde edilmiş bir şey değildir. Cemaate mensup olmanın özü zaten imanı, beraber hareketle korumak yönündeki derin endişe ve korkudur. “İmamı olmayanın imanı olmaz!” lâfı sıradan Müslümanları korkutarak cemaate biat ettirmek için telaffuz edilmiş sayısız hurafeden birisidir.



İmandaki insan iradesini ortadan kaldırdığınızda geriye sadece “nasıl iman edileceğine iman eden” bir tür robot kalır.



Çok sevgili “biladerim” bana robotlardan bahsettiğinde, işin özünün o çok “janjanlı” takım taklavattan ziyade, onları harekete geçiren algoritma ( Her halde “iş akışı şeması” diyebiliriz?)olduğunu nihayet anlamış idim. Her ne kadar “biladerimin” ne iş yaptığını hâlâ tam anlayamasam da… Belki Modern Warfare 2’nin hata mesajı hakkında da ona danışmalıyım? Robot tasarlayabilen adamlar herhalde bir bilgisayar oyunundan da anlar, değil mi?
İşe böyle bakınca cemaatin “iman” anlayışının farkı daha rahat anlaşılıyordu.
Cemaatler, insanı, her biri, birbirinden farklı birer zekâ parıltısı olarak görmüyordu. Cemaatler için “insan” birilerinin kurguladığı ve adına “din” dediği bir algoritmaya göre hareket ettiği takdirde…



Cümlenin devamını “mutlu olacak…” diye getirmek istiyordum ama… Cemaat için “mutluluk “ da hedef değildi ki…



Cemaat sizin, benim mutluluğumuzla ilgilenmiyordu ki…
Cemaat, sadece kendisine uyulmadığı takdirde, insanın imanının kaybolacağına dair kesin bir inanç beslediği “iman otomatizmi algoritmasıyla” ilgileniyordu.





Bu nokta önemli! Bu şuna benziyor: Bir motosiklet kullanırken.. Ben motosiklet kullanmadığım ve kullanmaktan da zevk almayacağım için şöyle bir örnek vereyim: Diyelim ki Crysis Warhead oyununda, maden girişindeki rafineri tesisindesiniz ve etrafınızda amele askerlerin yanı sıra çakma nano elbiseli Kuzey Kore ajanları cirit atıyor. O sırada elinizdeki uzun menzilli suikast silâhının felsefesini yapmazsınız! Bütün dikkatinizi kendinizi korumaya verirsiniz. Hadi motosiklet örneğine dönelim; orada da bütün amacınız, düşmeden, kimseye çarpmadan yolunuza gitmektir.





İşte cemaatin yaptırmaya çalıştığı da budur:
Siz normalde yürüyerek gittiğiniz bir yolda, sararan çınar yapraklarının taşıdığı sayısız tondaki uyuma dikkat edip sadece kaldırımdan yürüyerek emniyetinizi sağlar ve hikmete ermeye çalışırken..





Cemaat sizi kendi motosikletine bindirir ve onun dediklerini yapmanızı ister. Zaten yapmak zorundasınızdır, çünkü bir motosiklete binmenin normal insanlar için tek bir yolu vardır.
Cemaat sizi düşünmekten alıkoyarak imanınızı ancak böyle koruyacağınıza inandırmak ister. Öyle ki iman hakkında düşünmek kabiliyetiniz ortadan kalkar.





Siz motosikletle mecbur olduğunuz güzergâhta ve mecbur olduğunuz otomatizmle giderken artık sizin için ne sararan yaprakların giyindiği güz tonları ne yazın kavrulmuş arsalarda, güz yapraklarının altında yeniden baş veren çimenlerin yeşili vardır.
İş bu sebeptendir ki insanları, sürekli imanlarını kaybetmekle korkutan insanlar, iman hakkında en az düşünen insanlardır…





İmanı kaybetmek korkusunu sıradan bir insana aşıladığınızda artık onu kaybetmemesi için istediğiniz her şeyi ona yaptırabilirsiniz.
Gecekondu dindarlığının “Müslümanlar” derken kendileri dışındaki Müslümanları tefrik etme terbiyesizliğinin altındaki psikoloji budur!
Başka hiçbir korku insanı bu derece güdüleyemez.





“İmanı kaybetmek korkusu” ile insan “ne pahasına olursa olsun” onu korumak için her türlü otoritenin veya iktidarın emrine girmeye razı olur.





Bu gün Türkiye’de siyaseten sömürülen şey işte bu “imanı kaybetmek korkusudur”.
Cemaatin dayattığı algoritmanın mantığı, bu algoritma dışında imanın var olmadığı şeklindedir. Size başınızı örtüp örtmemek hususunda aklınızın ve vicdanınızın ne dediği sorulmaz. Size sadece “Allah’ın size örtünmeyi emrettiği” şeklinde bir algoritma sunulur. Buradaki en önemli nokta, insanın, imanını elde etmekte kullandığı aklının devre dışı bırakılıp “Allah adına” konuşan birilerinin aklının güdümüne sokulmasıdır.





Sizin “ Ben Nur Suresi’nin 31. Ayetinden sizin anladığınızı anlamıyorum!” demek şansınız yoktur! Sizin, imanınızı o sureden anladığınıza dayandırmak şansınız ve iradeniz, cemaat algoritmalarıyla elinizden alınmıştır. Sizin bütün yapmanız gereken “anlayan” birilerinin emirlerine boyun eğerek imanınızı “otomatik bir korumaya” almaktır.





Bundan dolayıdır ki cemaatler için bir insanın zahiren Müslüman olmasının bir önemi yoktur.
Bugün Türk siyaseti, ve daha kötüsü Türk toplumu, kemikleşmiş ve osteosarkom ( hadi bunu da Google ödevi olarak size bırakalım ) olma yolunda hızla ilerleyen bir cemaat yapısının oy sayısına göre şekillendirilmektedir. Nasıl iman edeceği kendilerine kırmızı kaplı kitaplarla ezberlettirilen insanlar, akıllarını ve vicdanlarını, imanlarının düşmanı olarak kapının dışında bırakıp oylarıyla “Türk” adının “din dışılığından” ülkeyi temizlemeye soyunmuşlardır. Türk adını anayasadan silmeye çalışanlar, milletin imanı hakkında ahkâm kesenlerdir.





“Ne mutlu Türküm diyene!” sözüne düşmanlık besleyenler, İslâm’ın hali hazırda da bayraktarlığını yapan mücahit ve gazi bir milletin imanı hakkında da bühtan edenlerdir!
İmanın “Allah’ın emirlerine itaatle” aynı şey olduğunu savunanların, kendilerinin Allah adına kimlerin emirlerine itaat etiklerine dikkat etmeleri, imanları açısından elzemdir!
İnsanlıkla ilgili endişesi olanların, kendilerine sormaları gereken soru şu olmalıdır: Motosiklete binmenin bedeli düşünmekten ebediyen vazgeçmekse, buna değer mi?





Allah’ın hikmetlerini kendi akıllarıyla düşünmeyi bir yana bırakıp da cemaate uymayı iman sananlar için ufak bir hatırlatma yapmakta fayda var… Yarınki ahret sınavında soruları aşırabilen herhangi ir cemaat mensubu henüz anasının karnından doğmadı. Daha da kötüsü yarın “Ben bilmem ağabeylerime sorun!” demek şansınız da olmayacak.
Hakikaten en güzeli halkın otobüsüne binmek! Az önce unuttum ama arada şekerleme bile yapabiliyorsunuz…
BİTTİ

16 Kasım 2010 Salı

Rüzgâr Eken Fırtına Biçer!




İnsan merak ediyor…
“Barış” ve “demokrasi” kelimelerini en çok kullananlar nasıl bir devlet istiyor?
Böyle bir devlette “Türk” adı geçmeyecek ve böylece Türk’lerin belirleyiciliği kalmayacak.
Güzel… Peki sonra?

Sonra ülkede adı “Türk” olmayan ne kadar “etnik grup varsa “hepsi kendi bölgesinde kendi yönetimini oluşturacak..
Güzel.. Sonra?

Bunlar birbirleriyle “ bir şekilde” siyasi birlik kuracak ama canları istediğinde de bu birlikten ayrılabilecekler.

Böyle bir devlette devletin “rengini” belirleyen hiçbir şey kalmayacağından meselâ resmi dil olmayacak. Meselâ Kürt çocukları Türkçe’yi hiç okumadan üniversiteyi bitirebilecekler. Kürt bölgesi kendi parlamentosu ve güvenlik gücü olan bir yer olacak ama Kürt’ler onların işlerine artık karışmadığımız için artık terör yapmayacaklar! Bütün Kürtleri PKKlı sayanlara göre konuşuyorum…

Peki böyle bir devlette Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i nasıl ayıracağız? Gürcü’ler ne olacak meselâ?
Herhalde bu ayrım beyana dayalı olacak? Biri “Ben Kürt’üm!” dendiğinde Kürt yönetiminin doğal vatandaşı sayılacak herhalde?

Düşünülen bu demokratik devlette mesela “barışçı etnik ırkçılara” göe en büyük kürt şehri olan İstanbul da mesela serbest dolaşımın olduğu bir yer olacak?

Herhalde büyük şehirlerdeki Kürt mahallelerinde de polisimizin olmasına itiraz edilecek ve ırkçılığı engellemek için bu mahallelere Türk polisini girmesi engellenecek?

Oluşturulacak Kürt özerk bölgesinde GAP barajları olduğundan Kürt yönetimi bunların suyundan ve elektriğinden pay almanın ötesinde Türkiye’nin geri kalanına bunları kendi bildiği fiyattan satacak?

Gene bu özerk bölgede herhalde Türkçe’ye izin verilecek ama Kürtçe bilmeyenlerin iş bulması zorlaşacak?
Özerkleştirilmek istenen bölgeden Türk askeri ve polisi çekilecek, güvenlik özerk Kürt güvenlik birimlerine (PKK) devredilecek.

Hal öyle olunca herhalde Diyarbakır’a “Ben federasyon vatandaşıyım arkadaşım!” diyerek elimizi kolumuzu sallayarak gidemeyeceğiz? Yolda poşulu şalvarlı tipler herhalde “Nereye gidiyon hemşerim, niye gidiyon?” diye bizi sorgulayacak?

Bölge özerkleşince bölgede adı Türkçe olan ne kadar yerleşim yeri varsa , adı Kürtçeleştirilecek herhalde? Sonra zaten askeri ve polisi bölgeden çekilmiş Türk toplumunun aslında orada hiçbir işinin olmadığı söylenecek.

Bunlar olurken TBMM’de özerk bölge milletvekilleri olacak.. Toplantılarda Kürtçe yayın da yapılacak. Öteki azlıklar için herhangi bir şey olmayacak. Özerk bölge milletvekilleri artık Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmeyecek, canları istediğinde Kürtçe konuşacak Türkiye “federe” Cumhuriyetinin en mahrem savunma konularını görüşecek ama kendi “ordularını da” ellerinin altında bulunduracaklar…

Toplantılarda asla ayrılmayı düşünmediklerini, ama bunu düşünmeye hakları olduğunu, canları sıkılırsa düşünebileceklerini söyleyecekler. Ve hiç kimse bu lafları edenlerin o mecliste ne işleri olduğunu sormayacak, soramayacak…

Kürt halkının “gerçekliği” ve ayrı ırk olduğunu kabul etmek demokratlık olacak ama Türk adından bahsetmek doğrudan ırkçılık olarak kabul edilecek.

Zaten Anayasa’dan Türk adı kaldırılmış olduğundan devletin adındaki “Türk” kökünün de kaldırılması istenecek.

Bütün bunlar olurken hemen hiçbir liberal, devletin ırk temelinde bölünmesinin eleştirmeyecek, Türk adının yok sayılmasına ses çıkarmayacak… Bu işlerin sebebi olan etnik terörü hatırlamayacak. Bu işlerin başı olan bebek katilini kınamayacak…

Siyasal dinciler Türk adından aldıkları intikamla yere göğe sığamayacak… “Seccadelerini serdikleri yeri vatan” bilerek kâh Kürt özerk bölgesi kâh BAE’de yiyip içip yatacaklar… Kürt özerk bölgesinden ihaleler almak için yarışacak, Müslüman kardeşliği içinde ticaretle zenginleşecekler.

Otuz altı etnik grubun neredeyse köy büyüklüğündeki özerk bölgelerinde barış içinde yaşadığından ve ulus devletin ayrımcılığının bittiğinden bahsedecekler.

Ve….

Bu hayali kuranlar iki büyük gerçeği hiç göz önüne almadıklarını suratlarına yedikleri tokatla anlayacaklar…
Türk Milleti ve onun şerefli ordusu!

Bu gün ümmetçiliğin sadaka imparatorluğu hükmetmektedir ama bu ebedi değildir. Türk adından nefret eden siyasal dinciler kendilerine h..tir diyen adamlara bile sırf bundan dolayı ses çıkarmamaktadır. Siyasal dincilik için Türk çocuklarının şehadeti açıkça anlamsızdır. Onlar zaten kendileri dışındakileri Müslüman da saymadıkları için şehitlere “kelle” demekte beis görmemektedirler.

Onlar için şehitlerin savunduğu değerlerin bir anlamı olmadığındandır ki “Ne mutlu Türküm, diyene!” sözünden rahatsız olmaktadırlar.

Elbette böyle bir ortamda etnik ırkçılık yukarıdaki rüyalara dalabilmektedir.

Hep soruyoruz ama bir kere daha soralım:

Bir özerk bölge kurulduğu ve hele o bölgede PKK resmi kolluk gücü haline geldiği takdirde hepsi ağa olan sözde milletvekilleri artık TBMM’ye girebileceklerini gerçekten düşünüyorlar mı?

Bu durumda o bölgede Türk varlığının eselerini kimin çalıştırmasını bekliyorlar? Türk devletini böldükleri takdirde Ziraat Bankası kaynaklı sadakalarını ve avantalarını gene alabileceklerini sanıyorlar mı? Bölgede başka bankların gerçekten kalacağını düşünüyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti’ni bölgeden dışladıkları takdirde sövüp saydıkları doktorları bir daha bulabileceklerinden eminler mi?
Bölgede havaalanlarının çalışacağını, havayolu şirketlerinin PKK’nın militanlarının kontrolündeki havaalanlarına iniş yapacağını cidden düşünüyorlar mı?

Bölgedeki üniversiteler boşalınca oralarda hayvan beslemek dışında ne gibi bir bilimsel plân kurmaktadırlar?

Bölgede Türkiye Cumhuriyeti devrinde yapılmamış yatırımların bölgenin uyuşturucu taciri ağaları tarafından mı yapılacağını ümit etmektedirler?

Hadi diyelim ki “Kardeşim biz tezek yakar, gene yaşarız!” diyecek kadar nefret dolular…
Türk Milleti’nin buna razı olacağını nasıl düşünebiliyorlar?

Türk Ordusu’nun sırf siyasî iradenin emrinde olduğu için siyasal dinciliğin, bölücülüğüne razı geleceğini nasıl düşünebiliyorlar?

Bölgede etnik bir egemenliğin ilk belirtileri görüldüğünde büyük şehirlerdeki Kürt grupların halinin ne olacağını sanıyorlar? Gerçekten iki üç polis bir mahalleye giremedi diye o mahallelerin birer özerk bölge olacağını mı düşünüyorlar? Böyle bir durumda o mahallelere şehrin geri kalanının göstereceği tepkinin ne olabileceği konusunda acaba hiç fikirleri var mı?

Bir ayrılma belirtisinde büyük şehirlerdeki Kürt kökenli insanlara güven kalmayacağının ve o insanların artık hiçbir yerde ekmek bulamayacağının acaba farkındalar mı?

Yoksa bütün bir milleti PKKlı militanlarla korkutarak istedikleri her şeyi yapabileceklerini mi düşünüyorlar? “Kürtler hayatı cehenneme çevirecek!” diyerek bütün Kürt’leri, kendi hayvanlıklarına alet etmek isteyenlerin “demokrasi” anlayışına Türk Milleti’nin teslim olacağını mı düşünüyorlar?

Türkiye’de siyasetin garipliği şurada ki memleketin bölünmesini açıkça arzulamak ve ifade etmek hiç kimsede dehşet uyandırmıyor ama bunun sonuçlarından bahsedildiğinde nedense “faşist” damgası yiyorsunuz.
Türkiye’nin siyasal olarak bölünmeye kalkılması halinde tetiklenecek toplumsal tepkinin büyüklüğünü hiç kimse tahmin edemez! Bu öyle üç beş veledin, eline moltof alıp da kanuni boşluklardan yararlanmasına benzemez, benzemeyecektir!

Böyle bir durumda artık bölgedeki belli şehirler dışında Kürt olmak, doğrudan doğruya ülkeyi bölen teröristlerden olmak anlamına gelecektir. Artık ekmek alınırken dahi etnik kimlik sorulacak ve Kürt olduğu bilinen esnaf büyük ihtimalle boykot edilecektir. Artık inşaatlarda çalıştırılacak ameleler bile “bozguncu”, “bedavacı”, “çapulcu” olarak kabul edilip işe alınmayabilecektir. Artık ondan sonra üç beş ailenin bir araya gelip de çevrelerini haraca kestiği mahalleler ortadan kalkacak, halkın gözünde her Kürt bir PKKlı olarak günlük hayattan dışlanacaktır. Ve o aşamadan sonra aşiret gerginliğiyle olay çıkarmaya çalışanların göreceği tepkiler, bugünkü hoşgörü ortamından çok farklı olabilecektir.

“PKK Kürt halkının meşru savunma gücüdür!” diyenlerin hiçbir kovuşturmaya uğramaması, bu tip bir senaryoyu düşünmemizi haklı kılıyor. Haklarında yakalama emri çıkarılan terör yandaşı sözde siyasetçilerin ellerini kollarını sallayarak dolaşabilmelerinin demokrasi sayılabildiği bir memlekette insanın karamsarlığını kınayabilir miyiz?

Türk vatanının birliğine yönelik toplu bir kalkışma asla cevapsız kalmaz. Bir isyanın, ihanetin kaç kişiyle yapıldığının hiçbir önemi yoktur! Türk Milleti’nin düşmanın sayısından korkmadığı tarihinde kayıtlıdır. Her bir Kürt’ü PKK militanı sayarak ülke üzerinde hesap yapanların her Türk’ün de asker doğduğunu hatırlaması iyi olur. Vatanı bölmek için toplu bir kalkışma hayal edenler yok olacaklarını ve vatansız kalacaklarını idrak etmelidir.
Çünkü “Rüzgâr eken, fırtına biçer!”...








İman, Cemaat Algoritması Ve Motosiklet I



Evvelki gün halk otobüsünde, şoför mahallini ayıran panonun üstünde bir söz okudum. İmanın insanı insan edeceğinden belki de “sultan” edeceğini söylüyordu.
Evet daha önce de dediğim gibi ben parasını ev taksitine, çocuklarının okuluna, kitaplara ve bilgisayar oyunlarına harcayan biri olduğumdan hâlâ “halk otobüsüne” biniyorum. Böylece okumaya ve müzik dinlemeye daha fazla vaktim kalıyor. Bir de % 80’inden fazlası adına “sinyal” denen medeniyet işaretine gerek duymadan, lüks tüketiminden şahsiyet süzmeye çalışanlarla kavga etmeye gerek kalmamak bence en büyük kazanç…

Bir de öbür yandan günden güne ciddi bir kamplaşma belirtisi haline gelen giyim tarzlarının, aramıza ördüğü duvarları düşünmeden edemedim. Yelken paça pantolon giymeyip, ayaklarını içe dönük basamayan, bıyık bırakmayan, görünüşü bir turistten farksız biri olarak ben bu toplumun neresindeydim?
“İnsan-sultan” arasındaki zayıf tam kafiye dışında bu sözün ne gibi bir anlamı olduğunu uzu boylu düşünmedim, çünkü sözün bir derinliği yoktu.
Amma…

Bu sözün sarf edildiği yer neredeyse tamamı Müslüman olan Türk vatanı idi. İnsan düşünmeden edemiyor: “Tamamı Müslüman olan bir memlekette “iman”dan bahsetmenin ne gereği vardır?” diye…

Zira aksine bir işaret görmedikçe “Müslüman” saydığımız insanların imanı hakkında düşünmeyiz. Zahiren Müslüman olan herkesin “imanından” zaten kimsenin şüphe duymaması gerekir. Zira bir Müslüman’ın imanı hakkında konuşmak Allah’ın hak sahasına girmek, bir anlamda kendini Allah’la eş tutmak anlamına gelir.
Çünkü bir insanın “imanı” onun Allah ile arasındaki en mahrem ve kişisel ilişkisidir. Ve insanın bu ilişkiyi kabul ettiğine dair görünür herhangi bir eylemi ile biz onu artık kendi inanç kardeşimiz sayarız.

Yalnız buradaki zahirî belirtiler ve iman arasındaki ilişki tersinir değildir. Yani Müslüman olduğunu davranışlarından anladığımız insanın bizim gibi inandığına hükmetmek için başka bir şey aramamakla beraber, dinin “belirtilerindeki” eksikliklere bakarak onun imanını sorgulayamayız.

Beş vaktini kılmayıp da can simidine sarılır gibi cumadan medet uman sıradan Müslüman’ları camilerden taşarak secdeye vardıklarını gördüğümüz vakit, artık onların neyi tam , neyi eksik yaptıklarıyla ilgilenmeyiz.
Veya cumaya dahi gitmeyip içki de içen ve fakat kepengini açarken besmele çeken, bir Müslüman’ın selamını aynı şekilde alan herhangi birinin imanı hakkında uzun uzun düşünmeyiz.

Çünkü biliriz ki din denen inanç ve uygulama şeklini kabul eden insanlar, neticede insandır ve hepimiz gibi eksiklikleri vardır.
Dinin amacı nedir o halde? İş burada düğümleniyor gibi görünmektedir.
Yaratılışı esnasında meleklerin onun hakkında “ Şüphesiz o , çok kan dökücü ve nankör biri olacaktır..” mealinde kendisinden ürktükleri insan nasıl bir yaratıktır?
O ne melekler gibi ilâhi hikmeti kaynağına en yakın ve otomatik şekilde yaşayan kusursuz bir yaratıktır, ne de maddî evrenin işleyişinde birer dişli gibi ototmatize edilmiş diğer canlılar gibidir.

O “hikmete” kendi aklıyla varmaya “mahkûm “ edilmiş tek canlıdır!
Buradaki özellik, hikmete ancak insan ferdinin kendi çabası ile varabileceği hakikatidir. Kafasını kullanmayan, kullanmak istemeyen, “anlam” hakkında düşünmeyen insanların kendilerine buna yöneltecek bir otomatik sistem yoktur.
Bu açıdan insan, diğer yaratılmışların hiç birinin sahip olmadığı bir yükle yüklenmiştir: “İrade!” Yani doğruyu bulmak yönünde kendisi karar vermeyen hiç kimse bir çoban tarafından doğruya sürüklenemez.


İşte bu sebeptendir ki “Amel imandan bir cüz değildir” ilkesi dinin en temeline yerleştirilmiştir.


Çünkü “iman” denen şey bize vicdanî bir ışık yakıp yol gösterir şüphesiz ama bu ışığın gösterdiği yoldan gidip gitmemek insanın kendisine kalmıştır. İşlerimiz zarar verdiğinde şüphesiz cezalandırılırız ama bu gene de içimizde iman ışığının olup olmadığını göstermez.


Hal böyle olunca insan düşünmeden edemiyor: İşleriyle hepimizin sağlığına ve mutluluğuna hizmet etmiş insanların, “zahiren” bizimle aynı şeyleri yapmamış olmaları onları daha değersiz mi kılmaktadır? Meselâ evlerimize elektriğin gelmesini sağlayan Tesla’nın bütün eksiği, iman ettiğine dair bir belirti göstermemiş olması mıdır?
Veya Allah’ın varlığını, aklını kullanarak idrak eden Hz. İbrahim’in imanı aslında geçersiz midir?


Bir Müslüman memleketinde iman hakkında konuşulmasının o halde sebebi ne olabilirdi?
Bunun iki sebebi var kanaatimce:
Biri amelle iman arasındaki ilişki hakkındaki cehalet… İkincisi de din yoluyla insanlara hükmetmek arzusu.

İmanın özü, akılla beslenen sarsılmaz bir kalbî tasdiktir. Akılla beslenmek demek, yaratılanlar arasındaki ilişkilerin düzeninde kendini belli eden bir hikmetin varlığını idrak etmek gayreti demektir. Tanrı tanımazlar dahi evrendeki düzenliliği inkâr edemezler. Onların felsefelerinin anlamı bu düzeni yaratan varlığı reddetmekten ziyade asıl, yaratılanlar arasındaki ilişkilerin anlamını reddetmektir. Çünkü anlam “anlatanın” varlığını gerektirir. Eğer düzenlilik bir anlam içermiyorsa o zaman varlığının gerekliliği de sorgulanır.

Cemaat dindarlığında da aslında ateizmin “görünene inanmak” felsefesinin aynısını buluruz. Cemaat dindarlığında, cemaat üyeleri sık sık mahlûkatı yaratan gücün hikmetinden bahsederler ama bunu, “biri tarafından yaratılıp anlaşılması gereken” bir otomatizm olarak düşünürler. Dolayısıyla cemaat dindarlığına göre insanın hikmetle ilişkisi sadece, evrenin kullanım şemasını ortaya çıkarmak ve o şemanın köşesine “Allah” imzasını eklemekten ibarettir.

Onlar kişinin gerçekten nasıl inandığıyla ilgilenmezler. İnanmanın akılla ve kalple ilişkisinden de bihaberdirler. Bu yüzdendir ki toplantılarında Kur’an mealinden fazla kendi kitaplarını okurlar. Onlar içinde tasavvuf klasiklerini okuyanlarına da rastlayamazsınız. Çünkü tasavvuf, Allah’a olan imanı sorgulamaz ve dinin, her Müslüman’ın kendi kişisel gelişim süreci olduğunu düşünür. Tasavvuf’ta şeklin uygulanmasında mürşide gösterilen kayıtsız saygıya rağmen, yolu kat edenin kişinin ancak ve yalnız kendisi olabileceği düşünülürken tasavvufun felsefesinden bihaber cemaat dindarlığında en kötü ve şeytani kabul edilen kelime “Ben”dir. “En’aniyet” diye uydurulan benlik düşmanlığının özü, insanın özüne dair düşünmek kabiliyetinin olmaması ve bu öze dair derin bir cehalettir. Bu cehaletin yok etmeye çalıştığı şey sizin kişisel akıl yürütme yeteneğinizdir.




(Devam edecek...)