23 Temmuz 2020 Perşembe

Dinin Doğasına Dair 2


Religion & Humanity - THE BIOLOGICAL HUMAN
Tanrı'nın  dini yoktur. (Gandhi)

Bundan önceki yazıda, dinin varoluşuna dair bir şeyler düşündük. Yeterince düşünüp düşünmediğimizden emin değilim.

Dinler bütün insanlığa inmiş evrensel ve kapsayıcı öğretiler midir? Yoksa herhangi bir kültürün etkisiyle yaratılmış ideolojiler midir?

Bir önceki yazıda düşündüğümüz bir şeyi tekrarlamakta fayda olabilir.

Sınırsız bir varlıkla sınırlı bir varlığın temasında, sınırlı varlığın algıları, sınırsızlığı anlamasına yetebilir mi?  Eğer sınırlı varlığın algıları, sınırsızca açılırsa artık kendi varlığını idrak etmeye devam edebilir mi?

Ama daha önemli soru şu: Diyelim ki istisnai bir canlı Tanrı ile temas etti.  Tanrı ile temas etmemiş hemcinslerine bu teması aktarabilmesi mümkün müdür? Mümkün değildir.  Çünkü onun tecrübesini yaşamamış hiç kimsenin, onun “bildiklerini” bilmesi mümkün olmayacaktır.

Burada bir başka sorun şudur: Tanrı’nın varlığına dair  düşüncemiz, ancak ve yalnız onunla temas edebilmiş birilerinin var olduğu  söylendiği için mi gelişmiştir? Yani peygamberler olmasaydı, insanlar bir yaratıcı gücün var olabileceğini düşünemeyecekler miydi?

O halde sondan başlayalım: İbrahim’in meselinde anlatıldığı gibi insanoğlunun bir yaratıcı güce aklını kullanarak ulaşması, doğal bir çabadır. Çünkü insan anlam arayan tek canlıdır.

Buraya kadar  sorun yoktur. Sorun, anlam arayan insanın neden bu anlamı bulabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyduğundadır. Aslında insanın Tanrı düşüncesine ulaşabilmesi için bir aracıya da ihtiyacı yoktur. Neden buna ihtiyacı yoktur? Çünkü insan kendi sınırlılığı ölçüsünde, evrensel bir yaratıcının varlığını sezebilir de ondan. Cahil bir köylü için ekinlerine hayat veren Tanrı, yalnız ekinlerine  hayat vermez. Çiftçi ekinleriyle beraber  içinde yaşadığı hayat döngüsünün tamamının belli bir düzende sürmesini sağlayan büyük bir kurucu iradenin varlığını düşünebilir. Ama bundan ötesini düşünmeye pek yanaşmaz ve aslında bundan ötesini düşünmesi de gerekmez. Kaldı ki hayat döngüsünün yani varoluşunun devam ediyor olması,  çiftçinin tanrısının “merhametli” ve “ var edici” bir varlık olduğunu  düşünmek için yeterlidir.

Bir gün birisi gelip de “ Buğdaylarına can veren Tanrı cennetteki tahtında oturup  herkesi gözetiyor Emrinde şu kadar melek var.  Onun cennetinde şunlar şunlar var…” falan diyerek onu  anlayamadığı şeylere ikna etmeye çalışması, devlet müdahalesi gibi bir zorlama olmaksızın çiftçi için son derece saçma olurdu.

Neyse bugünlük bu kadar yeter.  Her şeyi birden düşünmek çok zor.



19 Temmuz 2020 Pazar

Dinin Doğasına Dair 1



Pin on Politics
Tanrı'nın dini yoktur. (Gandhi)
Dinle ilgili anlayamadığım birkaç şey var.

 Dinin iki iddiası var: Bunlardan biri  dinin Tanrı’nın emirlerinden ibaret olduğu. İkincisi de dinin, insanın mutluluğunun yegâne ve doğru kaynağı olduğu.

Dinin birinci iddiasındaki “emir”, aslında tamamen siyasi bir kavram. Neden siyasi bir kavram diye düşünüyorum. Haklısınız. Meselâ karbon atomunun Tanrı’nın emirlerine göre işlediği düşünülemez  mi?

Hayır… Yani hiç kimse kurmalı bir oyuncağa bir “emir” vermez. Kaldı ki kurmalı oyuncaklar yani iradesiz varlıklar kendi işleyişlerinin dışına çıkamazlar bir etkinleşme enerjisinden başka bir şeyle de harekete geçirilemezler. O halde meselâ güneşin varlığı ve işleyişi bir “emirden” ziyade  bir etkinleşme eşiğinin aşılmasından sonra meydana gelen hareketlenmeden ibarettir. Bu hareketin türü termonükleer bir reaksiyondur, o kadar.

(Başka bir yere daha yazıyorum. Oradaki yazılarım çok daha neşeli. Bu biraz tepkisel bir şey galiba. Ciddi yazılması gereken yerde inadına laubalilik edip de kendi mekânımda tozlu ve kuru şeyler yazmak. Şartlanma mıdır nedir?)

Tanrı var mı yok mu onu tartışmıyorum. Oraya girersek kıyamet kopar. “ Kopacaksa kopsun be!” diyenlerinizi duyar gibi  oluyorum. Mala davara yaramayan  aklımın, malınıza ve davarınıza yaramadığı gibi içimizdeki pek çok  mal-davar mantıklı adama da yaramadığının pekâlâ farkındayım.

Bu “mal-davar tabiatı”,  kendisini  önce teşbih/deyim noksanlığı ile belli ediyor. “Bir şeyi, kelimelerin sözlük anlamlarının ötesine taşımak medeniyeti”, ne yazık ki artık memleketimizde barınamadığı için kendileriyle ancak “var”, “yok”, “ gel”, “git”, ıh ıh!”, “hop!”   seslenişleriyle anlaşılabilen koskoca bir  kitleye “Abi bir dakika dur, dinle lütfen!” falan diyemezsiniz. Hele o kitle Tanrı’nın emirleriyle hareket ediyorsa önünde hiçbir şey duramaz.

Öncelikle aklıma gelen soru şu: “ Herhangi birimizin Tanrı’yla konuşması mümkün mü?” Hadi bunun mümkün olduğunu düşünelim ki varlığı kavranamaz derece karmaşık, büyük ve söz ötesi bir yaratıcının olası  sözcük hazinesini  ya da bilgilerini anlayabilmemiz mümkün olabilir mi? Diyelim ki içimizdeki herhangi bir seçilmiş bunu başardı,  bildiklerini bize aktarabilir miydi? Söz gelimi  Centurion Galaksisi’inde bildiğimiz bütün fizik düzenliliklerinden ötede var olan bir yıldızın içindeki reaksiyonlarda tüketilen bir elementi anlatacak. “ Bakın! Adı Velkanium olan bir element var. Aslında o  anladığımız gibi bir element değil. Bildiğimiz atomlardan oluşmuyor. Onun temel yapısı astrium!” falan diyebilir miydi?

Bana biraz eyyamcı gelse de  Mevlana Celâlettin Rumi’nin şu sözü doğrudur: “Karşınızdakine anlatabildiğiniz, onun anlayabildiği kadardır.”

Peki ama evrenin yaratıcısının sınırsız bilgisinin sınırlı algıya sahip herhangi bir varlık tarafından “anlaşılabilmesi” mümkün müdür?

Ama bunu da bir kenara bırakarak başka bir soruya doğru tırım tırım ilerliyorum: “ Tanrı neden bir dili diğerlerine tercih eder?”

“ Tanrı’nın işine  karışma!” diyecek abilerin ellerinden öpüp bu soruyu da es geçiyorum. Hadi Tanrı’nın işleri onu ilgilendirir ama “ dillerin sınırlılığı” sorununa gelince orada bütün olası kabadayılara bir “Höst!” derim yani…

Tanrı’nın dil tercihinin sebeplerini bilemeyiz ama seçtiği söylenen dillerin, dinlerin kaynakları olduğunu biliyoruz. Bunun da ötesinde, Tanrısal bilgiyi bize aktardığını iddia eden dillerin ait oldukları ulusların yaşantılarınca sınırlandırıldığını ve biçimlendirildiğini de biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Toplumların genel yaşam tarzlarına egemen olan değerlerin ve unsurların niteliğinden… Ne gibi?  Hayatları deve üzerine kurulu bir toplumun kelime haznesi buna göre dolar.

Soru şu: Yaşam tarzı kadını aşağılamak, kullanmak üzerine kurulu herhangi bir toplumun  dillinin kelime haznesinde meselâ adalete, mutluluğa, şefkate, merhamete dair kelimeler bulunma ihtimali ne kadardır?

Bana kalırsa daha önemli ve yakıcı soru şu: Tanrı  bütün insanlara mutluluğun yolunu göstermek için  deve çobanlığıyla ticaretle kölecilikle çok eşlilikle erkek egemenlikle karakterize edilebilecek bir toplumun kelime dağarcığını  mı seçmelidir?

Neyse… Bugünlük bu kadar yeter… Hepimizin çok daha önemli işleri var… Hayatınızı  günden güne  dinin emirlerine  göre kısıtlayan emirnameler boğazınızı  her gün biraz daha sıkarken kim böyle şeylerle uğraşır ki değil mi?




13 Temmuz 2020 Pazartesi

Neden Ambalajlı Süt?



Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri de  ben okuldan geldikten sonra yemeğimi yerken kapının çalması, sütçünün gelmesi ve annemin tencerelere doldurttuğu sütü kaynatmasıydı.  Niye derseniz, mis gibi tazecik sütü kaynadıktan sonra ılıtıp lıkır lıkır içmeyi çok severdim. Her ne kadar kaymağını ayırsam da o kaymak sonra birikir, kahvaltıda balla kavuşur, ekmeğime konardı.

Sonra aradan yıllar geçti. Ben büyüdüm. Haliyle biraz azalttım süt içmeyi. Ama yine de hiç vazgeçmedim süt sevgimden.
Eskisi gibi sütçü gelmiyor kapıya ama her yerde açıkta satılan süt görmeye başladım.  Neredeyse her köşe başında açık süt bidonları var. Her ne kadar kaynamış sütü bardağa koyup ılıttıktan sonra içmeyi özlesem de açıkçası ben açık süt almıyorum. Çünkü güvenemiyorum. Sizde de öyle mi?
Açık sütlerin nereden geldiğini tam bilmiyorum. Bunca virüs, bakteri, mikrop ortalıkta dolaşırken ben bu sütleri güvenip alamıyorum. Bu konuda biraz araştırma da yaptım. Açık süt hakkında öğrendiklerim bu konudaki şüphelerimi haklı çıkardı.


Öncelikle en şaşırdığım nokta şuydu; açık süt aldığımızda evde kaynatırken besin değerinde ve vitaminlerinde ciddi kayba neden oluyoruz. Zaten çocuklar ve yaşlılar sütü özellikle besin değeri için tüketiyor. Onu  da neden kaybedelim ki?  Ayrıca ambalajlı UHT ve pastörize sütler kontrollü bir şekilde ısıl işlemden geçtiği için besin değerini korurken, insan sağlığına zararlı mikrop ve bakterilerden arındırılıyor. Ama açık sütler denetlenmediği için bu sağlık riski hep var. Çok ürkütücü!

Bir de “ısıl işlem” kulağıma biraz garip gelmişti ki onu da araştırdım. Isıl işlem dediğimiz şey zaten tüm dünyada insan sağlığına zarar verme potansiyeli yüksek mikroorganizmaların sütten uzaklaştırılması amacıyla uygulanan bir teknolojik yöntem. Bu yöntem esnasında sütlere katkı maddesi de eklenmiyor. Ayrıca Isıl İşlem Görmüş İçme Sütleri Tebliği diye bir tebliğ var ve sütler bu tebliğe uygun olarak ısıl işlemden geçiriliyor. Tabii bir de işin teknolojik boyutu var. Isıl işlem olarak kullanılan pastörizasyon ve UHT teknolojileri, tüm dünyada kullanılan, sağlık otoriteleri tarafından da kabul edilmiş en ileri teknolojiler. Teknolojiye güvenmenin ve kendi faydamıza kullanmanın güzel bir örneği yani süt meselesi.

Ben bu nedenlerle ambalajlı sütleri tercih ediyorum anlayacağınız. Zaten açık süte en başında soru işaretiyle yaklaşırken, şimdi bu araştırmalarımla tamamen uzaklaştım, ambalajlı pastörize ve UHT sütlere güvendim. Eğer hala soru işaretleriniz varsa lütfen konuyu burada bırakmayın ve siz de biraz araştırın.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

11 Temmuz 2020 Cumartesi

Siyaseti Etkileyen Kitleler Ya Da Magandistan Cumhuriyeti



insanı entel gösteren şeyler #1182725 - uludağ sözlük galeriİBB Başkanı İmamoğlu ile taksiciler arasında yaşanan  çatışmada taksici  temsilcisi beyefendinin şu sözleri ilginçti: “Biz Türkiye’de siyaseti etkileyebilecek bir kitleyiz.”   Tamı tamına böyle olmasa da bu anlama gelen bir siyasi tehdit savurmuştu.

Ben şöyle demesini beklerdim, meselâ: “ Büyükşehir belediyesinin bu tasarrufu falan falan kanuna uygun değildir. Uygun olsa bile hukuka aykırılığı söz konusudur..”

Ama gördüm ki taksici  esnafının hakla hukukla falan pek ilgisi yok. Zamanında yapılmış bir düzenlemenin yol açtığı arz kısıtlamasından doğan bir rant kapısı taksici abilere pek tatlı gelmiş, bu gelir kapısının kapanmaması için “ Siyaseti etkileyebilecek bir kitleyiz!” lâfını savuruvermişler.

Tamam o  zaman! PKK’nın da “siyaseti etkileyebilecek” bir kitlesi olduğu kesin. Ne yapalım şimdi taksici abiler?  Siyaseti etkileyebilecek her kitleden ürküp korkarak  memleketin mahkemelerini mi  kapatalım, polisini mi kaldıralım, askerini mi terhis edelim?

İstanbul taksicilerinin tavrı, uyumsuz taşralılığın,  şehirleşmeye, modern ekonomiye, hukuk devletine, kurallı yaşamaya isyanından başka bir şey değildir. Kenar mahalle, şehrin kenarında erimeden kalmış taşra kalıntısıdır ve  şehir modernleşmesinin üretim ve ticaret  döngüsüne dahil olamamış, olmaya gerek de görmemiş, bu döngünün gerektirdiği nazik ve kurallı yaşayışa alabildiğine hınçlı bir kitlenin hadsizliğidir.

Bu tavır sadece taksici abiye has da değildir. Daha düne kadar taşralılığın ya da köylülüğün kısıtlı yaşayışından şehrin apartman hayatına  düşüveren “apartman görevlisi” takımında da “ Buralar benden sorulur”  hodbinliğiyle, küfürbazlığıyla, kavgacılığıyla karşılaşabilirsiniz.

Bütün bunlardan sonra, ne kadar hukuk fakültesi açarsak açalım memleketin insan potansiyeli ortalamasının kafasındaki düzenin ancak “orman kanunu”  seviyesinde olduğunu fark ediyorsunuz.

Ne dersiniz? Ülkenin adını Magandistan Cumhuriyeti falan mı yapsak mı?

Ne Anlıyoruz Ne Gelişiyoruz Hacım



Karanlık her gün daha da yaklaşıyor.

19 en iyi TARİHTE TÜRKLER görüntüsü | Tarih, Türkler, Askeri tarihNe yalan söyleyeyim, ben de iyimserlik aşılamak, gelişiminizi desteklemek isterdim.

Aslında belki de tam da  bunlar için en uygun zamandır. Çünkü karanlık yaklaşmasa, kötülük bu kadar fütursuz ilerlemese, hayvanlık bu kadar hızlı yayılmasa insan olmanın anlamını idrak edemeyebilirdik.

Öbür yandan insanlık değerlerinin uluslaşmayla ilgisi bundan yüz yıl önce Atatürk tarafından en açık ve mantıklı biçimde gösterilmişken her şeyi yeni baştan öğrenmemiz  bana korkunç görünüyor.

Yüz yıl önce Anadolu’dan bizi kovmak için taşeronluğunu Yunanlıların yaptığı bir  saldırıyı püskürterek Anadolu’da kaldık.

Ne yazık ki türbanlı bir bacımız  çok izlenen bir tartışma programında “ İngilizler burada olsaydı en azından ibadetimizi istediğim gibi yapabilirdim..” dedi ve Atatürk’ü sevmediğini açık açık ifade etti.

Bu türbanlı bacımız aslında ülke nüfusunun yarıdan  fazlasını temsil ediyordu.  Bu şu anlama geliyor. Ülkede kendisini “millî irade” sanan bir seçmen kitlesi, ülke saldırıya, tecavüze uğrasa Türk Ordusu’nun yenilmesi için düşmanla iş birliği yapmaktan çekinmeyecek. Bunu yaparken de “Müslümanlar olarak ibadetlerimize dokunmayacak adil bir hükümeti destekliyoruz!” deyip işin içinden çıkacaklar.
aliserdarbolat: AKP-CHP-HDP (PKK) Açılım Kardeşliği Seçim Bildirgeleri 
Bundan dolayı geçenlerde Kurtuluş Savaşı’nın aynı zamanda bir iç savaş olduğu tezi bana çok mantıklı göründü.

Vatan işgale uğrayabilir ve yabancıları kovmak için herkes el birliği edebilir. Ya halk artık “yabancılaşmış” ise o zaman ne yapmak lâzım?

Ya ülke nüfusunun yarısı Türklük gururundan, övüncünden, bilincinden yoksunsa o zaman ne yapabiliriz? Ya bu yabancılaşmış nüfus, bir de elinde ülkenin bütün emniyet, asayiş ve adalet  organlarını bulunduruyorsa ne hissetmeliyiz?

Karamsarlık çok kolay ve kolaya kaçmamamız lâzım, değil mi?

AKP'den Türklüğü Anayasadan Çıkarma Vaadi!İyi de biz ne yapıyoruz?

Mevcut durumun, Arap-Kürt etnik ırkçılarının doğrudan doğruya Türk varlığına saldırısı olduğunu anlamağa yanaşıyor muyuz? Maalesef hayır.

Ülkenin en büyük iki partisi,  Ortadoğu’yu kana bulayan Kürt etnik terörüyle uzlaşılabileceğini sanıyorlar. Suriye’de ve Irak’ta devletlerine ihanet ederek silâhlanan Kürt teröristlerin içimizdeki destekçileriyle uzlaşabileceğini sanan bir seçmen kitlesi var.

Çünkü ülkenin yarısı daha önce söylediğimiz gibi zaten Türklüğü, Türk tarihini, Türklük bilincini vs zerre kadar önemsemiyor.

Dolayısıyla etnisitelerini bile tam bilemediğimiz beş milyon yabancı, ellerini kollarını sallayarak ülkeyi  işgal ederken bu yabancılaşmış   ve kötüleşmiş bu egemen  kitle, Türk ülkesinin, hemcinslerince işgal edildiğini, böylece Türklüğün, kendi iktidarı eliyle alenen yok edildiğini düşünmenin zevkiyle istediği gibi at koşturuyor.

Anayasa'dan 'Türk'ü silmeyi ilk Kılıçdaroğlu önermiş haberi- Son ...Muhtemelen şöyle düşünüyorlar: “ Türklerin gidecek yerleri yok; dolayısıyla ülkeyi tam olarak ele geçirip istediğimiz Arap-Kürt şeriat federasyonunu kurarsak Türklere istediğimiz her şeyi yaptırabiliriz. İsteseler de istemeseler de bizim için nasıl olsa üreteceklerdir.”

Atatürk, Gençliğe Hitabe’de  milletine ihanet eden bir  yönetici seçkinler grubunun olası tehlikesini bize hatırlatıyordu. O Türk Milleti’ne öyle güveniyordu ki zamanla içindeki yozlaşmış yobazların bu denli çoğalarak Türk düşmanı işbirlikçiler haline gelebileceğini ve hele muktedir olabileceklerini herhalde aklına bile getirmemişti.

Bugün tuzun koktuğu aşamadayız.

Ne bunu anlamağa çalışıyoruz ne de bunu düzeltmek için uğraşıyoruz.

İyi de ne yapalım? Türk olduğu için mutlu olan herkes kendisine ait birer blog ya da video kanalı açsın. Durmaksızın “ulusal sorun” yavesiyle   ya da “ümmet bilinci” denen zırvayla  hırçınlaşan,  Türklüğe hakaret eden, düşmanlık eden  vatan haini koalisyonuna karşı fikirlerimizi ifade edelim.

Evet… Bugün tam da tuzun koktuğu yerde duruyoruz.

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Perşembem Gelir De Çeşme Başından


Perşembenin gelişi çarşambadan belliymiş.

KARİKATÜR : ULEMA DOKTOR FERDİ :)))))))))) | İstihbarat ve AnalizVallahi ben o kadar emin değilim hemşerim.  Artık perşembenin gelip gelmeyeceği konusunda bir şeyler söylemek gayreti içinde olanlardan değilim, olmadım, olmayacağım.

Hem perşembenin ne olup ne olmadığını kim biliyor yahu? Sen biliyon mu Mahmut? Ya sen Üzeyir Abi? Değil mi yani? Büyüklerimiz Perşembe diye bir şey var derlerse ne âlâ! Yoksa herkes kafasına göre bir gün uydurursa olmaz!

Ne oldu? Tuhafınıza mı gitti?  Neredeyse her şeyini sandıktan çıkarmaya çalışan bir kitleyiz biz yahu! Referandumla haftanın günleri karara bağlanmadan konuşursak  ahirette eksik huri alacağımızı falan sanıyoruz abi biz.

Şimdi tabii perşembenin gelişinin çarşambadan nasıl belli olduğuna bakmak lâzım. Belki bu işin içinde faiz kobisi vardır. ( “Lobi”miydi la o? Amaaaan her ne boksa!”)

Yani  bir takım adamlar Perşembe  diye bir şey var dediyse Perşembe  diye bir şeyin var olması gerekiyor mu? Bak hiç sokaklarda falan Perşembe diye bir hayvan var mı? Manavlara bakın, Perşembe diye bir marul da yok. Ulan nerelerinden uydurmuşlar bu perşembeyi bilmem ki kardeşim?

Bunlar hep tek parti zihniyetinin bu aziz millete dayattığı ırz ve namus düşmanı batılı emperyalistlerin oyuncağı olmak gayreti içinde olanların bir uydurmasıdır.

Ulemaya bir sorun bakalım “Perşembe” diye bir şey var mıymış?

Bunlar hep…

Konu aslında bambaşka hemşerim, vallahi başka… Buradan “ melekler ve icatlar konusuna” doğru gidiliyor ama ben başka bir şeyden bahsedecektim. Kafa dağıldı.

Bu atasözünü söyleyen muhterem abimiz muhtemelen: “Hemşerim, ben senin yapacağın işin ta… Çarşamba yol ayrımından sola dönmezsen Perşembe’ye varamazsın! Ne biçim şoförsün?” diyerek otobüs şoförünü kalaylamıştır amma mantık tarihine de geçmeyi başarmış.

Elbette Hogwarts’taki seçici şapkadan çok daha akıllı referandum ve seçim  sandıklarınız olmasına rağmen bu abinin dediği başka bir şey. “ Hemşerim, “Ne ekersen onu biçersin!” dedik anlamadın. Bari toplu taşımadan bir örnek vereyim ki kafan bassın!”

Tabii memlekette artık neredeyse hiçbir şey ekmeden her şeyin market raflarından elde edildiğini sanan koskoca bir demokratlar sürüsü haline gelmiş olsak da gene de  kalan beynimizin , buğdayın tarlaya ekildiğini falan hatırlayacak kadar bir kısmının hâlâ yaşadığını umuyorum.

Şimdi bana anlatır gibi anlatıyorum. Tarlaya… Tarla var ya hani traktörler, pulluk demiri falan… ( Anneee! Benim pul koleksiyonumu bu adam açlmış!” diyerek  suç duyurusunda bulunacak binlerce vatan evladı yetiştirdiğinizi bilmenin huzuru ve mutluluğu içinde söylüyorum ki pulluğun sizin evladınızın pul koleksiyonuyla bir ilgisi yoktur. O bir ziraî araçtır. Tamam tamam… Şimdi içinizden biri “ Zira ne la? Ergenekoncu musun sen?” diye üstüme atlayıp gırtlağımı kesmeye falan kalkışabilir, sıkıntı yok. Pulluk toprağı  havalandıran, belli bir derinliğe kadar kazan  demirden bir alet. “ Demirden korksak trene binmezdik koç! Adam ol, delikanlı gibi konuş!” diyecek bütün abilerime de  hörmetlerimi sunarak müsaadenizle yoluma devem edeceğim…)

Neyse… Sözün özü: tarlaya buğday ekersen marul biçemezsin ki marul zaten biçilmez.. Ya da bir tarlaya kondun… Kentsel dönüşümü bekledin. Şansına bak ki belediyeye para yediren bir abinin sayesinde otoyol başka yerden geçirildi… tarlaya sıçtığınla kalırsın.

Normalde ben çok daha kuru  yazardım ya gece pencere açık kalmış, her şey yağmurda ıslanmış. Benim beyin de  rutubetlendi herhalde.

Ama… Yukarıdaki mezkur  abinin ( Yok yok, mevzu değil… ) Bahsettiği şey şu:

 Maksat şu: Neyi, nasıl yaparsan neticesini ona göre alırsın. Tesisatı delersen evini neden su bastığına şaşmayacaksın. Sokaklara çöp atarsan sokağının neden bok koktuğuna şaşmayacaksın. Hem erotik film  seyretmeden edemeyip hem de sana cennette bilmem ne memeli , bilmem kaç tane huri vaat eden adamlara oy verirsen, girdiğin sitenin ertesi gün neden kapandığına şaşmayacaksın. Hem karının, kızının emniyette olmasını isteyip hem de başı açık her kadına “satılık ya da kiralık” diyen adamlara oy verirsen  başı kapalı kadınların bile  her gün nasıl dövüldüğüne ya da tecavüze uğradığına şaşmayacaksın.

Off be! Gene pek bir halk düşmanı, kuru, seçkinci oldum ben!

Yani jakoben Kemalistlerin bu ülkede kadınların ve kızların zorla kapattırılmasına izin vermedikleri o günlerin ah o  günlerin … O günlerdi ki bu memlekette memleket yoktu. Neyse anladın sen onu. Anlamadıysan da “ Bay bay hepiniz!”