26 Haziran 2021 Cumartesi

Biz Kimin Milliyetçisiyiz?

 






















Biz kimin  milliyetçisiyiz?

 

Türk İslâm sentezcilerine sorarsanız, biz, Müslüman, yarım buçuk bir tür Arap cemaatiyiz. Elbette 12 Eylül kalıplarında aynı safta durduğumuz pek çok değerli insan bu tanımlamayı fazlasıyla insafsız ve abartılı bulunacak.

 

Ne yazık ki Türk İslâmcı dostlara gayrımüslim Türkleri sorsanız, Türklü sevgisinin kaynağını vs. sorsanız cevaplarına derhal dini bir atıfla başlarlar.

 

Türkçülükle ilgili Türk Dünyası’ndan pek çok kaynak bulunabilecekken,  bize Serdengeçti , Arvasi gibi şeriatçı insanların Türk’ü Arapça’dan tercüme  etmeye ya da  Türk’e dinden bir meşruiyet bulmağa çalışan yabancılaşmış insanları dayatan siyasal milliyetçilikle bir yere varmamız mümkün değildi. Nitekim en nihayetinde Türkiye’yi komünist işgalden kurtarmış milliyetçi insanlar gele gele Nakşibendiliğin Türk dışı şeriatçılığının yardımcısı haline geldi.

 

Bugün Türk milliyetçilerinin kahir ekseriyeti, din diye benimsedikleri şeyin Selefi bir Arap  kültür işgali olduğunu göremiyor.  Bu büyük siyasal Arap ihracatının toplum içindeki pazarlamacılığını da tarikatler yapıyor.

 

Bu, siyasal milliyetçilerin,  Türkçülüğün kurucusu gerçek Türk aydınlarının akılcı fikirleri yerine şeriatçıların millet olgusuna  ve milliyet duygusuna tasallutlarından yararlanabileceklerini sanmalarından kaynaklanmıştır.

 

İşin kötüsü şu oldu: Aklı ve vicdanı olgun ve diri Türk evlâdı, kitleleşmenin, sürüleşmenin korkutucu gücüne teslim olmaksızın buna karşı koyabilirdi. Peki ne oldu da bu insanlar oraya çıkamadı?

 

Türk toplumuna şeriatçı tasallut öyle büyüdü ve yayıldı ki şeriatçı iki yüzlülük, şeriatçı şekilcilik, şeriatçı enternasyonalizm ve şeriatçı Kürtçülük toplumun bütün aklını ve vicdanını esir aldı ve çökertti.

 

Şu anda Türkiye Türk toplumu, Atatürk’e ilham veren Türkçülerin ve Atatürk’ün sevdiği, bağlandığı, hizmet ettiği, ahlâk kaynağı, cesur, fedakâr, âdil milletten fersah fersah uzakta.

 

Şu anda Türkiye Türk toplumu, kendisini seven, idealize eden, yücelten, korumak için canından vazgeçen evlatlarını faşist, ırkçı, kafatasçı, dinsiz, Kürt düşmanı diye aşağılayan yabancılaşmış bir kitledir.

 

Türkçüler, kendi iradesiyle yok olmaya teşne, kendi adından, tarihinden, kendi atasından nefret eden siyasete kendini köle etmekten gurur duyan  bu yabancılaşmış ve yozlaşmış kitleye rağmen   bu kitlenin kutsallığına ve değerine inanan insanlar olarak mücadele ediyorlar.

 

Hayır…  Şu anda komşumuz olan, otobüste yan yana oturan insanların çoğu, Atatürk’ün  “Bir Türk dünyaya bedeldir.”  Diye övündüğü millet değil. Ama  Türkçüler hâlâ Atatürk’e söven,  Atatürk’ün anıtının kaldırılmasına sevinen, Atatürk heykelini orakla kesmeye kalkan, kendisine Türk dışında bir nesep belirleyebilmek için fırsat kollayan, bir bebek katilinin arkasında görünmekten hiç utanmayan milyonların varlığını  her şeye rağmen savunuyor. Peki  kitle  Türk mü? Hayır… Maalesef hayır.

 

Türkiye’de milliyetçi denen kitlenin bile artık “Türkçü” bir niteliği kalmadı Türkiye’de milliyetçiler için  Türklük ancak Müslümanların izin verdiği kadar yaşanabilecek bir mecburiyettir.

 

“Tanrı Türk’ü korusun!” diyemeyen, Tanrı dediğinde dinden çıkacağını sanan milliyetçilerin, içinde eriyip gittiği yabancılaşmış bir kitlenin Atatürk’ün yolunu izlemesi, Balkanlar’dan Sarı Denize kadar bir kardeşlik birliği kurabilmesi mümkün değildir.

 

Türkçüler bu ülkede, Türklüğe yabancılaşmış milyonlarca insanın baskısına ve işgaline rağmen akıllarındaki ve kalplerinde yaşattıkları Türkle bu yabancıları yaşatmaya devam ediyorlar.

Gelişmiş Bir Toplum Neye Benzer?

 



İnanılmaz sıkıcı ve kuru bir başlıkla bir kez daha karşınızdayız


 

Gönül istiyor ki sohbet tadında yazılar yazalım. Tamam da… Özellikle yeni bir hikâyeye başlayacağım zaman  beni kara kara düşündüren bir sorun yakamı bırakmıyor.

 

Bizim  insanımız hangi konuda sohbet eder? Aha! Bunu düşünmeye başlayınca zaten ipler kopuyor.  Çünkü canım milletim sohbet etmeye bayılıyor ama düşünmekten nefret ediyor.

 

O zaman sizi azıcık sıkmak pahasına “toplumların gelişmişlik farkları” üzerine iki satır yazmak istiyorum.

 

Hangi topumlar gelişmiştir?  Toplumları gelişmeleri yönünden kıyaslamak doğru mudur? Bazı toplumların gelişmemiş olduğunu söylemek ırkçılık mıdır?  

 

( Ben okur olsam muhtemelen “ Abi senin başka işin gücün yok mu? Diye sorabilirdim.

 

Muhtemelen siz de soruyorsunuz. Sizin bu soruyu sorup da  fakiri gömdüğünüz tam da şu  sıralarda memlekette ciddiye alıp da  tapındığınız, kendilerine bel bağladığınız anlı şanlı siyasetçiler “ Yahu Türk adını Anayasadan nasıl çıkarsak?” “Türklüğü Anayasadan çıkarırsak Kürtlere yaranabilir miyiz?” “ Yahu şu Türklerden nasıl kurtulsak da Suriyeli Kürtlerle bir özerk cumhuriyet kursak?” “ Şu Türkler olmasa memlekette hem resmi dili Arapça yapar, hem  dört karı alır hem de gül gibi şeriat ilân ederdik..” “ Solunun Türkü mü olur, ayıp ayıp! Artık Kürtlerle bir federasyon kursak da sosyalist sosyalist geçinsek” gibisinden dünya salağı  fikirler geliştirmekle meşgul.

 

Bunların olmadığını mı sanıyorsunuz?  Doğuya veya güney doğuya he giden siyasetçinin  her seferinde bunları söylediğini işitiyor musunuz, işitmiyor musunuz? Hemen her siyasetçinin Türk olmadığını, Kürtlere haksızlık edildiğini vs kanıtlamağa çalıştığını görmüyor musunuz? Bal gibi de görüyorsunuz. O halde sizden istirhamım  bu yazıyı, kimin saçmaladığı hakkındaki dahiyane fikirlerinizi biraz erteleyerek okumanız.)

 

Toplumları gelişmişliğini nasıl tanımlayabiliriz? Hangi toplumlar gelişmiştir?

 

Bu soruyu  iki  şekilde cevaplamak mümkün. “ Sen doğru diyorsun ama ekmeğimizi firavun veriyor..” diyen  kanatlı hayvan akıllı seçmen  kitlelerinin mantığıyla  en çok ekmek yiyebilen  toplumlar  en gelişmiş toplumlardır. Eh.. Aklı fikri cebini dolarla midesini kebapla doldurup üstüne kaymaklı ekmek kadayıfı niyetine  hatun yemek; öbür dünyada da  bu dünyanın faizi olan seksen sekiz tomurcuk memeli huriyle  şarap içmek olan  dünya muhafazakârı, kısa paçalı, dar donlu, leş sakallı, güneş gözlüklü parmak sallayarak adam korkutan egemen kitlemizin bundan daha iyi bir cevap vermesini bekleyemeyiz.

 

(“ Kısa kes lan! Ne diyeceksen de! Bırak milleti aşağılamayı!  Medeniyetin ne olduğunu sen mi biliyorsun?” diyecek okur  kitlesine de “ Senin gibilerle komşu olarak yaşayınca insanın  biraz isyan edesi geliyor be muhafız abi!” diyesim gelyor. Ne yapalım? Senin dükkânın iki yüz metre kare, “kurumsala kiralık”, oluk oluk para akıtıyor; benim dükkân da aha burası.  Hoşuna gitmiyorsa çektirir gidersin, en nihayetinde… [ Az evvel "okur kitlesi" mi dedim ben?])

 

Amma ve lâkin pek az sayıdaki Türk evlâdı muhtemelen gelişmiş toplumları, “kurumları ve kuralları gelişmiş, ayrıntılı  ve dahası bunlara gönülden ve sıkı sıkıya bağlı insanların beraberliği”  gibisinden tanımlayacaktır.

 

Kanatlı hayvan hastalıkları kitlesi için binilen Mersedesle  kurumların ve kuralların” bir  ilgisi olmadığından bu dediklerimiz fuzuli felsefe gibi gelebilir ama öyle değil.

 

Gelişmiş toplumların maddi gelişmesi ve ilerlemesi, toplumsal yapılarındaki gelişmişliğin bir sonucudur. Yani?  Tamamına yakını, aynı değerleri, aynı kuralları ve aynı kurumları gönülden benimseyerek sürdürmek isteyen toplumlar, üretimlerini de  devlet nizamlarını da  egemenliklerini de sürekli kılar ve bu süreklilik, üyelerinin hepsinde  bir güvenlik ve bağlılık duygusu uyandırır.

 

Gelişmiş bir toplum, her birey için her zaman geçerli istisnasız uygulanan kuralların, ancak dilini  tarihini, var oluş bilincini ve var olmak arzusunu birbiriyle paylaşan bireylerce  meydana getirilebilir.

 

Şimdi şu sorulabilir: “ Bu faşist bir tanımlamaya benzemiyor mu?”

 

O halde ben de size şunu sormak isterim: Türk Milletinin vekilleri olmak iddiasıyla meclise giren siyasetçilerin yüzde yetmiş beşi Türkiye’nin tek sahibinin Türk  Milleti olmaması için gece gündüz çalışırken acaba kaç tanesi,  Irak Kürt çetesi liderinin sözde  referandumunun reklam filmlerinde  en ufak kabileye bile “ Ben  Kürdüm!” dedirterek bağımsızlık çalmağa çalıştığını gördü? Ne oldu? Bir kabile şefi, Araplara ve Türklere “Ben Kürdüm!” dedirterek kendini “millet” diye pazarlamağa kalktığında, faşist veya ırkçı olmadı ama biz kendi kanımızla kurduğumuz kendi ülkemizde “ Ne mutlu Türküm diyene!” dediğimi için faşist olduk öyle mi?

 

Hayır… Gelişmiş toplumun ikinci tanımı, faşizan bir tanım değildir. Aksine sosyal demokratından, liberaline kadar devletten adalet ve emniyet bekleyen herkesin istediği kurallı, ilkeli bir toplum düzenini yaratabilecek yegâne toplum yapısıdır.

 

Bu da şu anlama gelir: Gelişmiş bir toplum, beraberlik duygusunu en büyük ölçüde gerçekleştirmiş, bu duyguyu ve arzuyu bütün kurumlarıyla koruyan ve gelecek nesillere aktarabilen insanların gerçekleştirdiği toplumdur. Neden böyledir? Çünkü ancak böyle insanlar, yarattıkları eserlerin, üretimlerinin, fikirlerinin ve hayatlarının, ülkelerinin her yerinde, devlet dahil herkse karşı ve sürekli emniyet altında saklanmasını sağlayabilir.

 

Böyle bir toplum da ancak kural koyuculukta, belirleyiclikte rakipsiz olabilen bir toplumdur. Bu da ancak ve yalnız “bağımsız ve egemen bir ulus” olabilir. Kabileler, hiçbir üyelerine derin, anlamlı bir kural ve kurum bütünlüğü sunamaz. Çünkü kabileler değerlere dayanmaz, soy bağının korunmasına yönelik kör bir inanca ve bağlılığa dayanır. Yani  meselâ bir Kürt aşiretinin şefi olarak kafalarına keleş dayadığınız insanlara kaç milyon kez “  Ben Kürdüm!” diye bağırtırsanız bağırtın, bütün elde edebileceğiniz, sadece Kürtçe konuşan kalaşnikoflu eşkıyaların sizin adınıza sokaklarda Kütçe terör estirebildikleri bir “av sahası”  işgal etmek olabilir. Böyle bir av sahasında birbirlerini görünüşleriyle, seslenişleriyle ve açıkça bilinen akrabalık ilişkileri ile tanımaktan başka bir beraberlik ölçüsü geliştirememiş insanların “sayıştay”, “danıştay”, MTA vs gibi kurumları geliştirmeleri mümkün değildir. Böyle bir av sahasında hukukun ilkelerinin gözetilmesi de mümkün değildir.

 

Oysa tarihinin en esi zamanlarında bile “töreyle” var olmuş ve hükmetmiş bir Türk için “devlet”, Türk Milleti’nin değerlerinin koruyucusu ve adalet sağlayıcısıdır.

 

Demek ki gelişmiş bir toplum, teknolojik ve maddi gelişimini en önce kendi yapısına borçludur ki bu yapının en gelişmiş ve en insanca seviyesi de millet olmaktır.

 

İşte bu yüzendir ki çocuklarımıza Türk olmanın gururunu öğretmeli ve her sabah onların kendilerini kahraman ataları gibi hissetmeleri için Andımız’ı okullarımızda okutmalıyız.

O hale bir kez daha  bizim medeni ir ulus olarak yaşamamız için çabalamış,  Yüce Atatürk’e kulak verelim:

NE MUTU TÜRKÜM DİYENE!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İcat Edebilmek İnsan Olmaktır

 


Toplum Kimliklerine Gerçekçi Bir Bakış

Kimliğimizi nasıl ediniyoruz?


 

Bazı  toplum kiimlikleri “kendiliğinden” ve “doğal” oluyor da bazıları “uydurulmuş” mu oluyor?

 

Bu soruyu sormamın sebebi Türkiye’de  yaratılmak istenen kimlik karmaşası ve Türklük düşmanlığı.

 

Kürtçülere, solcuların  büyük çoğunluğuna, liberallere ve şeriatçılara göre  “Türklük”, Atatürk’ün uydurduğu, aslında var olmayan bir kimlik.

 

“Milletin icadı”, “ hayali cemaatler” vs. gibi tabirlerin bu kadar  sıkça savrulmasının tek sebebi, Türk’ün “doğal olmadığı” iddiasını kanıtlamak   çabası.

 

Ama sorun şu: Türklük bir “icatsa” Kürtlük ne kadar “doğal”?

 

Buradaki saçmalık aslında  sağlıklı ve serinkanlı bir akıl yürütmeyle   derhal görülebilir.

 

İnsanoğlunun bütün toplum kimlikleri aslında birer kurmacadan ya da icattan ibarettir. Hiçbir insanın “doğadan gelen” bir kimliği yoktur.

 

İnsan kendi toplumunun kimliğini kendisi oluşturur çünkü var olabilmek için buna mecburdur.  Yani doğada zebra gibi yaban domuzu gibi, meşe ağacı gibi kurbağa gibi bir “Kürt” yaratığına rastlanmaz. “Kürt”, Tanrı’nın Kürt diye yaratıp da ortaya saldığı bir hayvan türü falan değildir. Buradaki  Kürt ismini Türk, Ermeni ya da Rum olarak da değiştirebilirsiniz.

 

Toplum kimlikleri, insanın, “anlam oluşturma”  zaruretinin sonucunda ortaya çıkmıştır.

 

Hayvanlar ve bitkiler hayatta kalmak refleksiyle yaşarlar. Dolayısıyla diğer canlılarla ilişkileri bu reflekse göre belirlenir.  Bir maymun için “anlam”  beyninin gelişme derecesine göre onun, yaşamını destekleme derecesinden ibarettir. Bundan ötede, onda, yalan söyleyecek, hayal edecek, kurgulayacak, tasvir edecek, hatırlayarak aktaracak kısaca edebiyat yapacak bir beyin yapısı yoktur. Ve herhangi bir maymun, kendisini “doğal düşmanlarını tanımlayan” diplomasi yapabilen, gururlu bir canlı olarak görmez; sadece doğanın onun kalıtımına işlediği reflekslere göre harekete geçer.

 

Peki insan toplumlarının kimlikleri nasıl oluşur? İnsanlar maymun, kaz, ördek, yabandomuzu, kurbağa gibi kendiliğinden ve doğal olarak mı “Kürt” olarak doğar?

 

Elbette hayır. İnsan, çevresindeki dünyayı  anlamlandırmadan yaşayamayan tek canlıdır. Yani insan “kurgulayamadan” yaşayamayan tek canlıdır.

 

Hayvanlar farklılıkları, yiyebildikleri ve kendilerini yiyebilecek varlıklar olarak “algılarken” insanlar her bir varlığın birbirinden  farkını önce  adlandırmayla sonra da bunlar arasındaki ilişkileri “tanımlayarak” keşfeder.

 

Dolayısıyla insanın Kürtlüğü onun kurbağalığı, yabandomuzluğu ya da balıklığı gibi onun yaratılışının doğası değildir.  Kendisine “Kürt” diyen canlı, iki ayaklı, dik durabilen ve “Kürtçe” diye adlandırılan bir iletişim vasıtasıyla benzerliğini daha kolay idrak edebilen bir insan gurubunun anlamlandırma sürecine ve kurgulama alışkanlığına bağlı olduğunu söylüyordur.

 

“Ben Türk değilim ki varlığım neden Türk varlığına armağan olsun?” diye soran Kürtçü Kürt’ü, Homo sapiensin bir alt türü sanmaktadır. Oysa insanın doğayla tek ilgisi ya da doğanın ona emredebildiği tek tür özelliği Homo sapiens olmasıdır. Bunun dışındaki bütün beraberlik adlandırmaları tamamen “kurgudur”, “icattır”.

 

İnsan toplumlarının kimliklenmesinde, dünyayı anlamlandırmaya çalışan dil, kavrayış biçimi, anlamlandırma biçimi ve yaşam biçimi  etkilidir. Böylesi bir fark hayvan sürülerinde yoktur.

 

Bütün bunlar da insan toplumlarının egemenlik kurma, örgütlenme, etkileşim becerileriyle gelişir.

 

İnsan toplumları sadece “hayvanca etiketlerle” birbirlerinden ayrılan primat sürüleri değildir. İnsan toplumları, yukarıdaki biçimleri çeşitli derecelerde becerilerle ortaya koyan  beraberliklerdir ki bu beraberliklerin en gelişmiş ve “insan”  kavramını en iyi koruyan türü de millettir/ulustur.

 

Bunun neden böyle olduğuna başka bir yazıda bakmak belki de yerinde olacaktır.

 

O halde bize “insan olmanın” gereğini ve Türk olmanın gururunu aşılayan yüce Atatürk’ün sözüyle yazımızı bitirelim:

 

Ne mutlu Türküm diyene!”

24 Haziran 2021 Perşembe

Neden Türk Düşmanı Olunur?

 


Bu sabah eşimin bana sosyal medyadan yolladığı bir metin aslında yazmamda bana yardımcı oldu. Çünkü düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyordum.


 

Yolladığı metin Ömer Seyfettin’in Piç hikâyesinden bir bölümdü.

 

Uzatmayacağım… Hikâyede, “yabancılaşmış”      bir Türk çocuğunun nesebinden bahsedilir.  Ömer Seyfettin Türklerin kanıyla kurulmuş koskoca bir imparatorluğun paramparça olduğu bir devirde yaşamış. Atatürk’ün sayesinde benim neslimin ve umarım hiçbir neslin de görmeyeceği bir kaybı en acı haliyle yaşamış. Dolayısıyla onun Piç adlı hikâyesini okurken meseleye bugünün tatlı su hümanizmiyle bakmamalıyız.

 

Gelelim bu güne…

 

Bugün vatanımızın, güzel sanatlardan doğal kaynaklarına kadar çalınan pah biçilmez varlıklarından bahsediyoruz. Herkese açık bir yağma ve düşmanlık sürdürülüyor.

 Hayır… Yazının  konusu yalnızca yolsuzluklar değil.

 

Aslında yazıyı toparlamakta da zorlanıyorum. Neyse…

 

Fakat nasıl bir algı yetersizliği yaşadığımızı artık  cidden anlayamıyorum. Salyangoz, on dört saniyeden daha az  görüş alanında kalan şeyleri algılayamazmış. Biz de mi salyangoz olduk acaba?  Sosyal medyanın hızına mı yetişemiyoruz?

 

Yoksa beynimiz bir şekilde uyuşturuldu da sinir sistemimiz mi felç oldu? Ama sorun sinir sistemimizde değil. Çünkü hayvani reflekslerimiz ve arzularımız alabildiğine yetkin çalışıyor. Yani  dört nikâhlı kadın dışında kaç tane kadın elde edebileceğimizle ilgili vaazları bütün dikkatimizle dinleyebiliyoruz. Kısa paçalı dar pantolonlarımız  Osmanlı yeleklerimiz ve Müslüman sakallarımızla “devlet-i âliyenin”  bütün ihalelerini bir şahin gibi kovalayabiliyoruz.

 

Demek ki üremekle ve yemek içmekle ilgili bir sıkıntımız yok.

 

Gel gör ki iş “ Türk varlığı” olduğunda, dünyanın en umursamaz ve hatta düşman yığını oluyoruz.

 

Galiba ancak maddi varlıkları “algılayabilen” ama maddi değerleri yaratan fikirleri ve ülküleri “anlayamayan”, kısaca yalnızca algılamakla yaşayan insandışı bir canlı türüne döndük. Lütfen kızmayın ama… İnsandışı bir tür artık insan gibi davranamaz. Ondan insanın uyması gereken ahlâki sınırlara uymasını da bekleyemeyiz.

 

Cennette şarap nehirleri arasında sayısız hurilerle  yaşanacak sefahat alemlerinin hayaliyle bu dünyada Türk’e karşı Arapça , Kürtçe bir saldırganlığı “cihat” diye öğrenen koskoca bir iki ayaklı canlı yığınının, insanların yarattığı bir düzeni devam ettirebilmesi imkânsızdır.

 

Evet… “Piçlik” çok şahsi bir tartışma olabilir ama Türk düşmanı olmak için  “insanlıktan çıkmış olmak gerektiğini”  düşünmek acaba çok mu yanlış olur?

 

 

 

Gelenek Görenek Ve Çok Yüksek Ahlâkımız!

 


Memleketimizde bir baş örtüsü, bir namus davası, bir ahlâk endişesi her şeyin önünde tartışılıp duruyor.

 

Vay efendim, sen kızının çırılçıplak erkeklerin önünden geçmesinden nasıl rahatsız olmuyorsun falan…

 

Evvela… Ahlâk öyle bir şeydir ki kişinin kendisini ilgilendirir. Ahlâkın sorumlusu kişinin kendisidir. İnsanlar, ahlâklarından kendileri sorumludur.

 

Peki ahlâk nedir? Ahlâk, “zarar vermemek iradesidir.” Yani? Yani yaptıklarımızın başkasının, canına, malına ve hürriyetine zarar vermemesine dikkat etmek iradesidir. Bunun dışında, herhangi bir insanın ya da merciin emriyle meydana getirilebilecek bir ahlâk yoktur. Kısacası “emirle ahlâk olmaz”.

 

Bu ne anlama gelir? Bu şu anlama gelir: Ahlâk,  karşılığında şarap akan ırmaklar, sayısız tomurcuk memeli ebedi bakire huriler vaat edilen bir davranışlar talimatnamesi değildir.

 

Ahlâk, kadınların açıkta  kalan her yerine göz dikmeye hakkı olan potansiyel mütecavizlerin, onları kapanmaya zorlaması değildir. Ahlâk hayvansal üreme dürtüsüne sahip olamayan bir primat  cinsinin tecavüzünden uzakta kalmak için mümkün olduğunca örtünmek, kapanmak veya gizlenmek sanatı da değildir.

 

Ahlâk, içindeki bütün hayvansal üreme içgüdüsüne rağmen en açıktaki ve en korumasız varlığı bile kendinden koruyabilmek “iradesidir”. İrade de “kendiliğinden” gelişmez. İrade, insanı hayvandan ayıran  tek şeydir. İrade, “olması gerekenle olmaması gereken arasında”,  “zarar vermemek ölçüsüne” göre karar verebilmek yetisidir.

 

Dolayısıyla “ Sakal bırakmayan erkek maazallah kadın sanılabilir!” diyen adamın “ahlâkından “ bahsedilemez. Çünkü o adam sakal bırakmayan erkeğin kadın sanılabileceğinden bahsederken aslında “kadın olan her şeyin gizlenmediği müddetçe tecavüz edilebilir olduğunu” söylüyordur. O böylece korunmayan, örtünmeyen her kadına tecavüz edebileceğini, çünkü “ tabiatının” ya da “fıtratının” böyle olduğunu  söylemiş oluyordur.

 

Fıtratına aykırı davranabilen tek canlı insandır. Bunu da iradesiyle, kendisinden güçsüzü koruyup kollayarak, hayvanlar gibi çiftleşmeyerek vs. yapar.

 

Sorun pür günahsız ya da hatasız olmak mıdır? Hayır…

 

Asıl sorun, bütün hatalara veya “günahlara” rağmen  ahlâkı yani zarar vermemek iradesini savunmaktır.

 

Burada bir noktanın altını çizmeliyiz. Ezbere ahlâk ölçülerimizle “ahlâksızca” diye  nitelediğimiz, şehirli insanların  daha serbest cinsel yaşamlarını kınarken acaba kapalı hanımların bile hatlarına göz diken,  açık hanımları “satılık ya da kiralık evlere” benzeten, birden çok kadını “sözde” nikahla nikahlayan ve bununla övünen, bunu yaparken de aslında otuz altı çocuk yaparken yaşadığı cinsel iştahla  övünen  ve resmiyetin bütün kanallarını alabildiğine istismar eden insanların  bu tavırlarını, hangi “gelenek ve görenekle” ya da ahlâkla bağdaştırabiliyoruz?

 

Sakın “gelenek- görenek” dediğimiz bazı şeyler, bizim hayvani şehvetlerimizi aklamak için kullandığımız iki yüzlülüğümüz olmasın?

13 Haziran 2021 Pazar

Bütün Derdin Din Mi?

 


Milliyetçiliğimizin temeli din midir?

 

İla-yı kelimetullah ve nizam-ı âlem davası mı? 1969 MHP kuruluş kongresinden beri siyasi milliyetçiliğin bize dayattığı görüş bu.

 

Peki biz Türkler  ülkülerini veya  hedeflerini dinlerine göre belirleyen bir millet miyiz?

 

Ama sormamız gereken bir soru daha var: Dünyada milli ülkülerini veya hedeflerini dinlerine göre belirleyen kaç toplum var? Sanırız bu sorunun tek bir cevabı var: Yahudiler.

 

Peki ama meselâ Araplar için milli hedef ya da ülkü nedir? Bunun cevabını din devleti kurduktan sonra  dinlerini kullanarak, egemenlikleri altına aldıkları her topluluğu Araplaştırmalarında bulabiliriz.

 

Elbette bütün ulusları tek tek inceleyecek değiliz. Fakat  ulusların dinleriyle ilgili yaşadıkları kırılma noktalarından sonra bir gerçek ortaya çıkmıştır ki o da milletler millî menfaatleri, millî ülküleri söz konusu olduğunda, dinin  emirlerini vs asla dikkate almamışlardır. Din, ulusların egemenliklerinde  faydalı bir manivela/kaldıraç olmanın ötesinde bir işlev ve önem arz etmemiştir.

 

Türkler ise bu konuya fazlasıyla “romantik” yaklaşmışlardır. Dine, kaynağında olmayan bir anlam ve önem atfetmişlerdir.  Söz gelimi kadının eksik akıllı bir yaratık olduğunu düşünen Arap  töresini  her yere yayarak ve egemen kılarak  dünyada adalet sağlanabileceğini  sanmak ancak Türklere mahsus bir duygusallıktır. Erkekleriyle  aynı cesarete sahip mert Türk kadınlarına Arap gözüyle bakmanın Türk töresine ne kadar  ters ve aşağılık bir şey olduğunu çarpıtılmış duygusal dindarlıkları yüzünden görememişlerdir. Din adına kadına bakışın, aslında Arap seksomanisi ile iç içe geçmiş  cinsel  Arap paranoyasından ibaret olduğunu Türk insanı hâlâ göremiyor.

 

O halde böylesi bir bakışı dünyaya egemen kılmak arzusunun, dünyaya kendi barışını ve adaletini getirmek için töre kurmuş yüce ahlâklı, mert ve cesur bir ulusun “ülküsü” ile  ilgisi olabilir mi?

 

Her şeyden önce şunu bilmeliyiz: Din bizim milliyetimizin bir unsuru değildir. Çünkü din tercihe bağlı olarak  elde edilen bir siyasal kurumlar takımından ibarettir. Tanrı’nın sözlerine eklenen sayısız insan sözüne Tanrı kutsallığı atfedilerek oluşturulmuş bir iktidar  kurumudur. Dolayısıyla da din hiçbir ulusa herhangi bir “ülkü” veremez, kazandıramaz.

 

Bütün bunlardan sonra siyasal milliyetçilik belki kendisine bir takım Arapça hedefler veya şeriat sözcülüğü  vazifesi biçebilir ama  o, gerçekte ancak sığ ve yakın vadeli bir  iktidar hedefi dışında “milli ülkü” gibi büyük ve felsefi bir kavram tasavvur edemeyecek kadar sığ ve geçicidir.

Bu yüzden milliyetçiler, dünyayı Araplaştırmaktan başka bir işe yaramayacak tuhaf  şeriat hedeflerini “ülkü” diye benimsemekten vazgeçip  dünyayı Türk’e göre etkilemek ve değiştirmek için uğraşmalıdır. Bunun içinde yapmaları gereken ilk şey, kendilerine Arapların gözüyle bakmaktan vazgeçmektir.

Türk milliyetçileri Türkçüler olarak akıllarını ve vicdanlarını artık siyasetin sığ ve  menfaatçi tasallutundan kurtarmalıdır.  Milliyetçiliğimizin temeli o zaman bütün aydınlığıyla ortaya çıkacaktır.

 

 

 

Bizi Ne Atomize Eder?

 


Distopyların ortak konusu totaliter yönetimlerdir. Ben hiç sosyalistlerin distopya yazdığını görmedim. Sanırım bunun sebebi sosyalizmin, uygulanma ortamının zaten yeterince otoriter ve hatta totaliter olmasıdır.

 

Sosyalizm distopyanın başlıca konusudur, çünkü uygulanabilmesi için toplumca benimsenmesi, rasyonelleştirilmesi gerekir. Çünkü sosyalizm, bireyin topluma kurban edilmesi fikri kabul edilmeksizin yaşatılamaz.

 

Elbette şimdi Maksizmin müminleri, peygamberlerinin bireyin “gerçek özgürlüğünü” düşünen tek düşünür olduğu ezberiyle beni cevaplayacaklardır.

 

Peki ama “bir şey yaratmaya yarayan her şeyin ( üretim araçlarının), toplumun malı yapıldığı” bir düzende  birey gerçekten var olabilir mi?  Hemen sonra şu soru akla gelecektir: “ Ürettiği şey  üzerinde hiçbir hakkı olmadığını bilen bir insanın herhangi bir şeyi “özgürce” üretmesinden bahsedilebilir mi?”

 

Gördüğümüz gibi Marksizm/sosyalizm bireyin, sırf temel yaşamsal ihtiyaçlarının devletçe karşılanması pahasına onu hiç de özgürleştirmiyor. Sosyalizm, insanlara “devlet seni bir ahırda besleyip de seni hastalıklardan koruduğuna göre senin bütün varlığının sahibi olmayı hak ediyor..” diyerek insanı, doğrudan doğruya toplumun ve devletin evcil hayvanı yapıyor.

 

Hal böyle olunca bu hayvanca itaate herhangi bir itirazın önünü kesmek için insanların akıllarına hükmetmek zorunda kalıyor ve bütçesinin büyük bir kısmını propaganda denen yalan üretme makinesine harcıyor.

 

Peki bu sırada ne oluyor? Kollektivite karşısında hiçbir anlamının, değerinin, öneminin olmadığına inandırılan bireyler kendilerine benzeyen sayısız atomla birlikte bir katı/kristalize yapı oluşturuyorlar.  Ve işte o noktada gerçek bir “atomizasyon” ortaya çıkıyor.

 

Otoriter/totaliter olmayan yönetimlerde veya sistemlerde herkes kendi mutluluğunu ararken bu arayış esnasında herkes bir ölçüde yalnızdır. Öte yandan insanlar “yalnız olmamayı” seçebildikleri ölçüde de özgürdürler. Dolayısıyla da ne yapacakları önceden kestirilemeyen birimler halinde yalnız ve ancak  birbirlerinin mutluluk arayışına saygı duymak değerini paylaşarak toplumlaşırlar. Dolayısıyla sosyalist olmayan “anotoriter” toplumlarda bireyler  atom benzeri, yeknesak, belirlenmiş, kesin hareket tarzları göstermezler.

 

Dolayısıyla  sosyalizmle ortaya  çıkan otoriter/totaliter  düzenler  toplumu  gerçek anlamda “atomize” eden düzenlerdir.  Bu yüzdendir ki Marksizm/ sosyalizm, yönetilenler için dünyanın en büyük ahmakça seçimiyken yöneticilerin de en büyük alçaklığı ve insanlık suçudur.

10 Haziran 2021 Perşembe

Türkiye’de Barışın Dili Nedir?

 


Türkiye’de uzun yıllardır  gevelenen bir  terim var: "Barışın dili…"

 

Önce “düşman” ya da “ düşmanlık” terimleri hakkında biraz düşünmeliyiz.

 

Düşman, “bireysel ya da toplumsal  varlığımızın kendisine ya da va
roluş biçimimize karşı çıkan insan ya da kurum” demektir. Herhangi biri ya da herhangi bir kurum bizim var olmamamız gerektiğini ya da “istediğimizi gibi var olamayacağımızı” söylediğinde bize düşmanlık ediyor demektir.

 

Düşman denen varlığın, varoluşumuza  fiilen müdahale etmesi de “savaş” demektir.

 

Hal böyle oluna, Türkiye Cumhuriyeti’ne kati, terörist vs diyenler bu ülkede  vatandaşlık haklarından kaynaklanan  ifade hürriyetinin arkasına sığınarak  Türk Milleti’ne düşmanlık  etmişlerdir ve  düşmanlık etmektedirler.

 

Türkiye’de “kirli” bir savaşın sürdürüldüğünü söyleyen Kürtçüler aslıda doğru söylemektedirler. Çünkü Türk’ten ayrı bir ulusun Türkiye’de egemen olması gerektiğini iddia ederek silâha sarılmak düşmanlık etmek ve açıkça Türk Milleti ile savaşmaktır. Sorun şudur ki bu düşmanlık “vatandaşlık haklarının” kötüye kullanımını, temel hakların istismarını içerdiği içindir ki Kürtçüler Türkiye’de fevkalâde kirli ve alçakça bir savaş  yürütmektedir. Bu “kirli savaşın” Türk Milleti  tarafından” savaş olarak adlandırılmaması, bir “iç savaş” durumunun önüne geçilmesi içindir. Yoksa PKK ve her türlü destekçisi alenen Türk Milleti’nin düşmanıdır. Vatandaşlık istismarının  engellendiği gün PKK militanları dağda veya şehirde doğrudan yok edilebilecek, PKk’nın “milis”, “cephe”, “sempatizan” diye nitelendirdiği bütün silahsız unsuları da elbette ya vatandaşlıktan çıkarılacak ya da vatandaşlık hakları kısıtlanarak yaşamaya mecbur edilecektir.

 

Sorun, Türk vatanının yabancılaşmış, Araplaşmış, Kürtleşmiş, Türk düşmanı  oy  kitlelerince yönetilmesi yüzünden,  Kürtçülük ihanetinin ve “kirli savaşının” Türkiye’de Türk bilinciyle, Türk vatanseverliğiyle Türk kimliğiyle karşılanmamasıdır. Silahlı ve silahsız Türk düşmanlığının  Türkiye’de kendisine hukukta ve siyasette  yer bulabilmesi Türk egemenliğini açıkça saldırıya açık hale getirmişir.

 

Hal böyle olunca “barışın” , düşmanlarla uzlaşılarak sağlanacağını sanmak fikri de büyük ölçüde cahil ve bilinçsiz  seçmen yığınlarına benimsetilmiştir. Ancak egemen  Türk Ulusu’nun rızasının kayıtsız ve şartsız tanınması söz konusu olmadıkça “barıştan” bahsetmek mümkün olamaz. Dolayısıyla “barışı ve savaşı belirleme yetkisi” olarak Türk egemenliği, bu ülkede barışın yalnızca “Türkçe” bir kelime olduğunu  herkese kabul ettirmek demektir.   Kaldı ki bu iddiayı başka örneklerle desteklememiz bile gerekmez. Çünkü hiçbir egemenlik başka örneklere dayandırılan bir felsefi önerme değildir.

 

Türkiye’de bir “barış” olacaksa o barış yalnızca  Türkçe konuşacaktır.

 

 

7 Haziran 2021 Pazartesi

Kaybolan Günlük

 Anlayamadığım bir şey oldu.

 

Dün değil önceki gün iki yazı yazdım. Blog arama motoru sayfasında ikinci  sıradaydı. Hep de öyleydi.

 

Dün ise arama motorundan yok olmuştu. Uzun zamandır  yazı girmediğim için desem, olamaz. Çünkü yazı girmediğim zamanlarda bile   günlüğüm aramalarda  görünüyordu.

 

İşin garip tarafı çok okunan bir günlük bile değil. Çok tutulan, magazinel konular falan da yazmıyorum.

 

Şimdi biri, “Zaten o yüzden  aramalarda görünmez..” diyebilir. Ben  de ona önceki güne kadar neden arama motorunda ikinci sırada göründüğünü sorardım.

 

Neyse… Memlekette tuhaf tuhaf işler oluyor.

 

İşin  bir tuhaf tarafı da kaç gündür Rovert E. Howard’ın, “Ejderhanın Saati”  adlı kitabını bitiremiyorum. Halbuki bitmez mi? Conan romanı… Yani çerez gibi yenir ama yoğunlaşamıyorum.

 

Aslında aklımda  belirsiz de olsa bir takvim, bir program oluştu.  Sadece üşenmemek, işlerin üstüne gitmek gerekiyor. 

 

Her neyse… Aklıma başka bir şey gelirse yazarım.

5 Haziran 2021 Cumartesi

Hocam Bana Ekmek Arası Az Marksizm Tefsir Et N’olur!

 


Siyaset Felsefesi  Zırvaları

Az önce sanalağda  “Siyaset-i Füruset”’i  bir arayayım dedim. Bu günler
de Ali Bey Hüseyinzade’nin   hakkında çalışıyorum.

 

Tabii arama motorunun  anlayabildiği en yakın şey “siyaset felsefesi” oldu.

 

Bir kitapçı sayfasında siyaset felsefesi kitaplarının arasına düştüm.

 

Düşmez olaydım. Bir de baktım ki siyaset felsefesi denen şey Marksizm dininin tefsir kitaplarından ibaret! Uzun, tumturaklı, açıkça anlamsız ve saçma cümlelerin üst üste yığıldığı bir alay tanıtımla Marx  yeniden ısıtılıp pazarlanıyor.

 

Vay  efendim aslında Marx bir insanın hem müzisyen hem ress9am olabilmesinden bahsetmemişmiş de kendi yeteneklerini kendi keyfince geliştirebilmesi imkânından bahsetmişmiş.

 

Bir insanın kendi mutluluğunu ve menfaatini kendi başına  arayabilmesinin mülkiyetle ilişkisini göremeyip de onun  bütün bireysel varlığını “hırsızlık” diye gören ve açıkça bu varlığı “toplum” denen bir canavara yem edeceğini söyleyen alçak ve katil bir ideolojiden bu kadar  şeyin nasıl tefsir edilebildiğine şaşıyorum.

 

Marx’ın iktisat felsefesindeki sözlerinin temelsiz ve zırva olduğu, henüz 19. YYda ispatlandığı için onun “muhteşem ekonomi dehasından” falan bahsedilemeyeceğini cümle âlem biliyor. Hal böyle olunca onun yalnızca   “ahlâkî” planda  romantik  bir müdafaası yapılabilir.

 Sorun da odur ki Marx’ı savunmak için kullandığınız “ahlâk”, kıyasa ve muhakemeye dayalı normatif  bir mantık ahlâkıdır. Bu ahlâkın normları da toplumun verileridir. Toplumun verileri de toplumların öz kültürlerine göre farklılık gösterir. Onların öz kültürleri de gelişmişlik ve etkileşim düzeylerine göre farklılık gösterir. Buradaki gelişmişlik sorunlara cevap verebilmek, hayatın ayrıntılarına nüfuz edebilmek anlamını taşırken etkileşim de diğer kültürlerle etkileşebilmek yeteneğini anlatır.

Demek ki Marx’ı, Marx’ın kabul etmediği bir normatif (idealist) ahlâkla  savunmak açıkça saçmalıktır.

Gelelim yeni Marksizmin tefsir kitaplarına. Bu kitaplarda hiçbir cümleyi üçüncü kelimeden ötesine kadar düzgünce, tutarlı takip edemiyorsunuz. Kullanılan kelimelerin anlamlarıyla ilgili en ufak bir açıklama da içermiyorlar. Kerameti kendinden menkul cümlelerle okurun mantığına kesinlikle izin vermeyen,  doğrudan düşünce emirleriyle abartılı bir tasvirler yığını sunmaktan başka bir şey yapmıyorlar.   Bu kitapların tanıtım yazılarını, alıntılarını okuduğumda, aklıma dindarların okuyup da  hiçbir şey anlamadıkları için  kutsadıkları, önemsedikleri dinî kitaplar geldi.  Belki “ her din mutlaka dünyevşileşecekti” ama öte yandan “ideolojilerin de gün gelip  dinleşeceğini” de,  felsefeyi işgal eden bu zırvalar açıkça kanıtlıyor.

Aklımız Nerede?

 

 



Ülkede PKK ihaneti bitti mi? “PKK halk, halk PKK!” alçaklığı bitti mi?

 

Bitmedi herhalde değil mi?

 

Peki biz neler konuşuyor, neler yazıyoruz?

 

Sürekli  yolsuzluk vs haberleriyle kendi kendimize eğleniyoruz. O sırada her gün birer ikişer şehit haberi  akışa düşüyor. İlgilenmiyoruz bile. Umurumuzda değil!

 

Peki Türkiye’nin bir Türk vatanı olmadığını söyleyenler susuyor mu?

 Andımız geri geldi mi? Hayır!

 

O halde biz niye bu vatanda yaşıyoruz? Bizim hayatımızın manası nedir? Diyelim ki kişi başına düşen milli gelirimiz altmış bin dolardır, ülkenin üçte biri Kürdistan olsa acaba bunu fark edebilecek miyiz?

 

Ülkenin üçte birinin alenen Kürdistan diye anılmasından rahatsız olacak kadar namuslu, ahlâklı falan olabilsek zaten milletin şantaj kasetleriyle, ifşaatlarıyla, itiraf videolarıyla, rüşvet ve yolsuzluk haberleriyle vakit geçirmeyiz.

 

Bizim bütün merakımız insanların ahlakî zaafları, suçları, kabahatleri vs... Bunları izlemekle o kadar meşgulüz ki herhangi bir alçağın, hainin Doğu ve Güneydoğu Anadolu için “Kürdistan” demesi,  19 Mayıs’ı “soykırım” diye anması umurumuzda bile olmuyor.

 

Yani yaptıklarımız gizli kaldığı müddetçe “ahlâklı”, güçlü olduğumuz sürece “ namuslu”, zenginliğimiz sürdüğü müddetçe “muteberiz”. Birbirimizin açığını aramaktan başka bir merakımız ve işimiz yok. Böyle bir  akılla ülkenin bütünlüğü, dirliği savunulamaz.

 

Ondan sonra iktidara muhalif miyiz, değil miyiz sözde tartışmalarıyla kendi aramızda it gibi dalaşıyoruz.

 

Ciddiyetsiz, ölçüsüz bir toplumuz vesselam.

 

 

 

 

3 Haziran 2021 Perşembe

Bir Şey Olalım Ama Hiçbir Şey Düşünmeyelim! Olmaz Mı?

 

Epeydir günlük yazmıyorum.

Video çekmek bana daha  kolay geliyor. Bir de okuma alışkanlığı
nın zayıfladığı düşünülürse bu daha da anlaşılır bir durum.

 

Öbür yandan… İnsanlar  uzun videolara bile sabredemiyor.

 

Hal böyle olunca insanları sözle ikna etmek mümkünde değilmiş gibi geliyor.

 

Söz çağının sonuna gelmiş olabilir miyiz?

 

Bu dünyanın genelinde böyle olmayabilir ama sanki Türkiye’de artık biz sözlerle yaşamayan bir tepki toplumu haline gelmişiz gibime geliyor.

 

Bu durum, toplumumuzun, değerlere, ülkülere, duygudaşlığa bağlı bir kimlik oluşturamamasının sebebini de açıklıyor.

 

Sözlerden ziyade uyaranlara tepki veren canlılar, “insandan” farklı bir tür haline gelmiştir. Çünkü insanlar dünyayı sadece algılayarak var olmaz; asıl onu “anlamlandırarak” var olur ve “insanca” bir varoluşun başka bir yolu da yoktur.

 

“Anlam” oluşturmak yeteneği, algılanan unsurların isimlendirilmesi ve ilişkilendirilmesi sürecini içerir. Oysa artık Türkiye’de kelimelerin hiçbir anlamı yok. “Kelime” denen şeyler, taraftar kitlelerini şartlamak üzere kullanılan uyarıcılardan ibaret.

 

Ne kadar tatsız  ve uzun bir yazı değil mi? Ne size iktidarın yüz yirmi sekiz milyarından ne ana muhalefet partisinin PKK taraftarlığından  ne  yarım buçuk  merkez  sağın  sığ muhafazakârlığından ne de Arapçı muktedirlerle görünür de savşıp da onlarla beraber ülkede bir Arap Kürt koalisyonuyla Türklüğü yok etmeye çalışan PKK borazanı partinin faaliyetlerinden bahsettim.

 

Oysa siz polemik istiyordunuz.

 

Bir kimlik istiyorsunuz ama o kimliği  size sağlayan bilinçten habersizsiniz.

Bir kimlik ediniyorsunuz ama o kimliğin artık insan olmakla bir ilişkisinin kalmadığını fark edemiyorsunuz. Olay bu…