26 Temmuz 2023 Çarşamba

Simgesine Yandığım Söylemine Kandığım

 


Simge bir özetleyicidir.

 

Çok mu sıkıcı bir felsefi giriş oldu?

 

Hadi daha anlaşılır yazalım: Simge bir şeyleri anlatmanın en kısa yoludur. Yani Fenerbahçeli olduğunuzu göstermek isterseniz bir Fenerbahçe forması giyersiniz. Hiçbir



Beşiktaşlı, sevdiği renkleri taşıdığı için FB forması giymez.

 

İyi de birilerine bir şey göstermek zorunda mıyız? Evet… Yani bunun kaçarı yoktur…  Neden kaçarı olmasın ki ama değil mi? Duvar gibi suratlarla tek tip elbiselerle dolaşsak olmaz mı meselâ?

 

Cık! Olmaz! Neden mi çünkü biz toplumlaşmaya ihtiyaç duyan bir türüz. İnsan yanında biri olmadan çok yaşayamıyor. Bunu o muhteşem ekonomik Marksist analizlerle falan açıklamayacağım.

 

İnsan yalnız olamıyor. Kendisine benzeyen başka insanlarla bir arada olunca mutlu oluyor. Bence bundan daha derin bir izaha girişmenin gereği yok.

 

Tamam da kendisine benzeyenleri nereden bulacak, değil mi ya? Evvelâ kendisinin neye benzediğini göstermeli ki benzerlerinin olup olmadığını görebilsin değil mi ya?

 

O yüzden de inandığı şeyleri gösterecek İncil, Tevrat, Mızraklı İlmihal, Risale, yemek kitabı, emlak rehberi gibi şeyleri yanında taşımamak için bunlara inandığını gösteren küçük şeyler taşır. Böylece meselâ boynuna haç takmış birinin vakt-i zamanında Kudüs için savaşan Haçlıların haklılığına inandığını anlayabiliriz.

 

Eh… Tabii bunları böyle gösterirken de yaşantımızla da simgelerimizi destekleriz ki aynı simgeleri taşıyan benzerlerimizin hakkımızdaki beklentilerini boşa çıkarmayalım. Neden? Çünkü onlara “Yahu ben amuda kalkarak yürüyorum ya siz de öyle yürüdüğünüz için sizinle beraberim. Ayaklarım üstünde yürürsem, sizden ayrılmış olurum!” demiş oluruz.

 

“Hukuk devleti” denen kurallar devletinde, insanların popolarının üstünde mi yoksa amudda mı yürüdüklerinin bir önemi yoktur. Bu onların seçimidir. Amutta yürüyenler cemaatini oluşturmaları da onların seçimidir.

 

Amma… Bir kere amutta yürüyenlere katılırsanız artık onların arasında başka türlü davranamazsınız. Çünkü amutta yürüyenlerin benzerliklerini korumak onların kendi içlerindeki görevidir.

 

Eğer herkese benzerlerse artık ayrı bir cemaat/topluluk olamayacaklardır. O zaman da “benzerliğin” bir önemi kalmayacaktır. Çünkü o zaman cemaati, diğerlerinden ayırt etmek ama cemaattekiler için daha önemlisi cemaati diğer herkesten ayırmak mümkün olmayacaktır.

 

İşte bu benzerlik/farklılık ikileminde kime benzeyip kime benzemediğimizi birbirimize simgelerle anlatırız.

 

O yüzden dolayıdır ki hiçbir simge  bağlamsız olamaz.  Bağlam nedir? Bağlam simgenin gösterdiği ve birbiriyle bağlantılı unsurlar bütünü. Bu yüzden de meselâ hiçbir Hıristiyan şimdi Ortadoğu’da Müslüman üniforması olan türbanı takmaz.

 

Geçenlerde diskoda  kendinden geçerek dans eden Türbanlı bir kızın videosuna rastladım. Olaya temel haklar açısından bakınca sorun yok. Sorun, kızın kabullendiği normların ve değerlerin, onun yaptığıyla bağdaşıp bağdaşmaması. “Sana ne kardeşim? Bağdaşır bağdaşmaz!” diyebilirsiniz ama o hanım kızımız inandığını yaşamak istediğini gösteren bir simge takıyor: Türban.

 

Daha da önemli sorun şu ki onun inandığı gibi yaşamasını simgeleyen türbanla yaşadığı şey çelişiyor. Oysa kızımız o simgeyi, kendisini başkalarında ayıran, başkalarına dini gösteren bir şey olarak takıyor. Dahası bu simge, onu taşımayanları "gayrımüslim" olarak ayırmaya yarıyor.

 

Yine de “Sana ne? Seni Müslüman saymıyorsa bu onun sorunu!” diyebilirsiniz. İşte orada zurnanın zırt dediği yere geliyoruz.

 

Çünkü türbanlı hanım abla sadece inandığı gibi yaşamak istemiyor. Başındaki simge bize, onun inandığı gibi yaşamamız gerektiğini söylüyor.

 

Yani artık o simge salt bir benzerlik arayışını göstermiyor, o simge, Türk Milleti’ni akılcı, beşeri, ulusal bir devletten koparmak arzusunun aleni ifadesi haline geliyor.

 

Üstelik de hanım ablamız bunu diskoda, simgenin dışladığı  “gayrımüslimler” gibi yaşayarak yapıyor.

 

Dini simgelerin içinde bizim anladığımız şekilde bir insan hakları, özgürlük, hukuk devleti bağlamı yok… Yani Türkçesi: Şeriatçılar inandıkları gibi yaşadıklarında, şeriatçı olmayanların yaşamaları artık mümkün olamıyor.  

 

Ulus devletini, laikliği, hukuk devletini boğmayı inancının gereği sayanların bunu açıkça belli eden simgelerle dolaşarak yok etmek istedikleri laikliğin  getirdiği inanç hürriyetinden yararlanması, size tuhaf gelmiyorsa sorulacak başka bir soru kalmıyor.

 

 

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Bir Günlük Tutarım Günler İçinde

 



Her gün bir şey yazmak lazım…

Kendi düşüncelerimi derleyip toparlamaya çalışırken vaaz veriyor gibi oluyorum.

 

Bugün stajyerimle nefis sohbet ettik. Bir şeyleri gerçekten öğrendiğini görmek beni çok sevindirdi. İyi bir eczacı olacak. Gerçi iyi bir eczacı olmanın Türkiye’de ne anlamı var ondan da emin değilim ya… Çünkü bunca derin ve disiplinler arası bir bilimin/ mesleğin uygulaması inanılmaz derecede sığ ve işlevsiz.

 

Bugün eski arabamızı sattık, yeni bir araba aldık. Hayır… Bunu övünmek için yazmıyorum. Bunu bir günlüğü doldurmak için yazıyorum. Bugün cidden yoğundu.

 

Yeni arabayı kutlamak için çocuklarla annemi bir kafeye götürdüm. Kuşaklar arası bir ilgi ve iletişim sorunu var galiba. Hayır… Yeni gelen her kuşak eskilerin hiç bilmedikleri bir sürü yeni şeyle yükleniyorlar. Şakaları, filmleri, şarkıları bile bambaşka oluyor.

 

Şahsen ben çocukların dağarcıklarına hayranlık duyuyorum. Üzüldüğüm şey, teknoloji denen şey yüzünden okumaya ilgilerinin azalması.

 

Evet… Bir gün içine bir sürü şey sığdırdık, sonuçlandırdık. Yeni arabanın sürüşünün çok daha iyi olduğunu gördüm. Eskisini de çok sevmiştik gerçi. Oğluşum arabaya binerken ayakkabılarını çıkarınca o dakka bir paspas aldım.

 

Bugün bir şeyi fark ettim. Başkaları nasıldır bilmem ama… Sanırım bizim aile sahip olduklarımıza cidden bağlanıyor.

 

Her gün bir şeyler yazmak lazım.

 

Bugün bir hikâye yazabilir miyim? Sanmam... Çok yorgunum.

 

Amerikan yazarlarının bir özelliği mi bilmem ama belki ukalalık olsun diye belki estetiğin bir gereği olarak en gerzek karakterlere bile “alıntı” yaptırıyorlar. Ayrıca aşırı Amerikan kokan kendilerine göre ve fazlasıyla yerel  bir sürü abartılı benzetme yapıyorlar. Amerikan yazarlarının sevmediğim yönleri bunlar. Ray Bradbury’nin şimdilerde okuduğum “Ölüm Yapayalnız Bir İştir” adlı kitabında da kulağını tersten göstermeye vara bir sürü benzetmeyi bazen peş peşe sıralaması, “Karahindiba Şarabı’nın”  o muhteşem yazarından  zaman zaman bıkmama sebep oluyor.

 

Neyse… Bugün yeterince yazdık mı?  Umarım…

18 Temmuz 2023 Salı

Çarpıntılı Gölün Kıyısında

 



Bugün taşınma işini bitirdik, çok şükür.

 

Üstümüzden ciddi bir yük kalktı. Annemle göl kıyısına gittik, geç bir öğle yemeği yedim. Annem öğlen öğünlerini atlatıyor, benim aksime. Gölden kötü kokular geliyordu ya aldırmadık.  Göl dalgalıydı. Sağlam rüzgâr vardı.

 

Havalar bugünlerde daha bir sıcak. Ben TRT Türkü’yü açmıştım ya nedendir bilmem yayın parazitlendi.  O zaman MFÖ’den  “Vak The Rock” albümünü açtım. Anacığım pek sevmez ama usul usul dinledik işte.

 

Hayatının orta yaş hüzünlerini ilk gençliğinde dinlemek nasıl da tuhaf bir şeymiş.

 

Trafik arapsaçı gibiydi. Neyin niçin konduğuna dair hiç kimsenin hiçbir fikri yok. Dahası alabildiğine ilkel alabildiğine bayağı bir bencillik paçalarımızdan sızıyor. Kurala uymadığı zaman ölebileceğini düşünemeyen bir alay insan, eline bir direksiyon simidi geçirince kendi hayatını da başkalarının hayatını da tehlikeye atmaktan çekinmiyor. İstisnalar var mı? Pek az.

 

Eskiden arkadaşlarıma mektuplar yazardım, artık yazasım gelmiyor.

 

İnatla hikâye yazmaya devam ediyorum. Bu arada bugün Donald Ray POLLOCK adlı yazarın “Düş Yakamdan şeytan” adlı romanını bitirdim. Adam ellisinden sonra yazmaya başlamış, iyi mi?

 

Mektup bir edebi türdür. Aslına bakılırsa öyküler de birer mektup gibidir.

 

Mektuplar sahiplerine gider. Öyküler meçhule ve öksüzlüğe yazılır, işte her şey bundan ibarettir.

 

“Sanatçının Öyküsü”nü dinleyin derim. Mazhar nefis okumuştur… Öksüz güzelliklerin şiiridir, dinleyin derim.

16 Temmuz 2023 Pazar

Sen Neyle Mutlu Olursun Birader?

 



Bir kitap okuyorum, karanlık mı karanlık.

 

Kitap deyip geçmemek lâzım, kalıcı bir rüya gibi. İsi, kurumu, tozu insanın bilincine yapışıp kalıyor.

 

Aslında elimin altında başka kitaplar da var amma…

 

Kime ne anlatmak gerektiğini cidden bilmiyorum. Birilerine bir şeyler anlatınca da meselâ para kazanmaya zaman kalmıyor.

 

Bugün çok değerli bir hocamla konuştum. Çok parası olmanın iyi bir şey olduğuna inanıyormuş.

 

İyi de çok parası olsa insanın… Parayı ne yapacağını bilmeyince paradan ne anlar ki?

 

Rahmetli babam, “İnsanın gelişmişliği tatmin vasıtalarının gelişmişliğiyle ölçülür” derdi. Şimdi “tatmin” nedir, “vasıta” nedir, bilmeyen kocaman bir kuşağa bu söz ne ifade eder ki?

 

Bu akşam çok güzel geçti. Sevdiğimiz arkadaşlarımızla nefis yedik, içtik, gülüştük, eğlendik.

 

Bundan kime nedir ki?

 

Ömrünü tek bir güzel şarkı, şiir, resim, öykü bırakabilmek için geçiren insanın içindeki dolulukla, tatminle çok para kazanan birinin tatmini bir midir? Zengin olan parasının satın alabilmesiyle mutlu olur. Sorun şudur ki ne parası kendi yeteneğiyle ilgilidir ne tatminin onun yarattıklarıyla ilgilidir. Parayı da parasıyla satın aldıklarını da başkalarının lütfuyla elde eder.

 

Oysa bu dünyaya ölmez bir eser bırakabilmenin bilgisi… İşte o gerçek insanları mutlu eder.

 

Gerisi insan suretinden geçinmekle ilgilenenlerin  eğreti gölgeleridir.

 

 

14 Temmuz 2023 Cuma

Yakın Bir Gölden Uzak Anılara

 


 

Bir evden çıkmak…

 

Bazen gerekli oluyor.

 

Biz de çıktık. İnsan üstündeki bir yükten kurtulur gibi oluyor.

 

Bir de  “Vak The Rock” albümünden “Bazen”i dinliyorum MFÖ’den… Özkan UĞUR okuyormuş. Ne deli dolu bir adammış rahmetli. Orada hep duracak sanıyorsunuz. Bir video çekmiştim ama bazen yazmak gerekiyor.

 

Bir medeniyet pırıltısı gibi gitarları parçanın…  Kâh inceden sızlayan kâh zekice dalga geçen… Ve kesinlikle dalga köpüğü gibi ışıltılı, coşkulu ve ümitli.

 

Denizin mavisini içmişim çocukluğumdan… Gün batışını emmişim tenimden yorgun argın. Yorgun sıcaklıkların denizden yansımasını gözlemişim. Kumun eşsiz ve mükemmel sarısına dokunmuşum.

 

İşte öyle sade ve mükemmel bir konfor hissiyle dolmuşum.

 

Ve bugün bile yapılamayacağını sandığım bir ezgiyi, o ezgiye giydirilen kum rengi bir bilgeliği… Henüz daha ekşi ve sert bir çağlayken nasıl da sezmişim diye hayret edip… Bir kez  ve bir kez daha dinlemişim.

 

Ümitli bir adamdın Özkan Abi…

 

İyi ki vardın…

 

Üzme kendini. Sevenin çok, bak ne güzel….

 

7 Temmuz 2023 Cuma

Her Şey Ucuzladı Be Oğlum!

 

Bugün bir benzin istasyonunun marketinden üç tane sandviç aldım.


O anda dikkat etmemiştim ama tam yemek için paketleri açacaktım ki hepsinin küflendiğini fark ettim.


Son zamanlarda benzin istasyonlarında hizmette bir rekabet ve yenileşme var ki bu da sevindirici. Ne yazık ki elemanlar istasyonların market   kısımlarının işletilmesine yeterince özen göstermiyor. 


Bu kibirli bir yakınma gibi görünebilir ama mermer desenli seramikleri ve laminant kaplı dolap kapaklarını düşündüğümde hepsinin aynı kelimede buluştuğunu görür gibi oluyorum: Ucuzluk.


İşin üzücü tarafı, bizde ucuzluğun kaliteyle bağının koparılmış.


Bizde ucuzluk, malzemenin, hizmetin, malın kalitesizliği demek. 


Peki ama neden böyle?


Koca koca laflar ettiğimiz bu blog nahiyesinde gene ahududu tadında ahkâm kesecek olursak; bu bir “medeniyet erozyonu”. (Günlük siyasetin ana avrat küfürlü, ucuz taraftarlıklı ve anahtarlık tadındaki tartışmalarının tavuk dürüm kolaylığında tüketilebildiği bir yerdeyiz hacı abi…)


Medeniyet erozyonu ne demek? Medeniyet erozyonu aslında iki yetmezlikle ortaya çıkıyor. 


Bunlardan biri nedensellik yitimi. ( Hoyda bre felsefeye gel! Ne diyo lan bu?  Bırak yazsın… Yazar yazar sonra vazgeçer dingil…) Nedensellik yitimi ne demek? Olayların neden sonuç ilişkilerini düşünmek yetisini/melekesini kaybetmek/yitirmek demek. Yani? “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” sözünü unutmak, sonra da hiç anlayamamak demek.


Bunların ikincisi, birinciye bağlı olarak “değerleme yetmezliği”. Yani? Söz gelimi bir mal alırken malın içindeki katma değer farklılığını görmek yerine toplumdaki cari eğilimlere göre karar vermek demek. Bu mal, bir araba olabildiği gibi bir edebiyat eseri, bir resim, bir beste de olabilir. Değerleme yetmezliği nereden kaynaklanıyor? Değerleme yetmezliği aslında bir toplumun sahip olduğu değerleri yitirmesiyle ortaya çıkıyor. ( “Değer” dediği şey ne lan? Bilmem? Fiyat demek istiyor herhalde… Bir de böyle ukalalar var. Birkaç kelimeyi art arda sıralayınca allame oldum sanıyorlar!)


“Değer”, sahip olmak istediğimiz ve sahip olduğumuzda da korumak istediğimiz varlık demek.

Değerleme yitimi yaşayan toplumlarda, insanlar sadece somut varlıkları “değerlendirir/değerler”.  Böyle toplumlarda insanlar, elle tutamadıkları, kendilerine fiziksel bir tatmin sağlamayan hiçbir şeye değer vermezler. Böyle toplumlarda “estetik” gelişmez. Estetiğin gelişmemesi, inceliğin olmadığı anlamına gelir. İnceliğin olmaması, nezaketin yokluğu anlamına gelir. Nezaketin yokluğu, duygudaşlığın yokluğu anlamına gelir. Duygudaşlığın olmaması ortak duyguların paylaşılmaması anlamına gelir. 


Geri bir toplumda paylaşılan şeyler, somut kan bağlarının fiziksel güç baskısı, ekonomik gücün ayrıcalıklarına verilen önem, kitleleşmenin getirdiği sorumsuzluk duygusu ve fiziksel saldırganlık potansiyelinin yarattığı tatmin gibi şeylerdir.


Dolayısıyla geri bir toplumda,  sanat akımlarının, edebiyat eserlerinin düşünce/felsefe çabalarının bir değeri yoktur.


Böyle bir toplum, cemaatler halinde yaşayan bir kabileler koalisyonundan ibarettir.


Böyle bir toplum için mermeri daha ucuza elde etmek yerine mermer taklitlerini ucuza elde etmek yeğlenir. 

Böyle bir toplumda dışavurumcu bir eserdeki ışık etkilerini araştırmaktansa yüz liraya herhangi bir camcıdan alınan resmi lüks evin duvarına asmak yeğlenir. 

Böyle bir toplumda Dostoyevski’nin çarpıcı tahlillerini okuyup kafa yormak yerine hazır vaka dosyalarından kopyalanıp yapıştırılmış metinlerin yığıldığı “kitaplara” göz atmak yeğlenir.


Böyle bir toplumda “akıllılık” demek, emek harcanarak oluşturulmuş şeyleri mümkünse bedava alabilmek demektir.  Geri toplum, emeği amele pazarındaki yevmiyeyle değerlendiren ama  nitelikli herhangi bir emeğin niteliğinden gelen katma değeri asla belirleyemeyen, takdir edemeyen toplum demektir.


Geri toplum, bir yağma toplumudur. Sanırım o yüzden geri toplumların insanları “üretim araçlarının kollektifleştirilmesiyle” hâlâ aynı üretimin sürdürülebileceğini hayal etmekte bu kadar ısrarcı oluyorlar. 


Ucuzluk ne güzel değil mi?


(Her şey ucuzladı canım, ne yapalım şimdi? Ucuzladı mı? Benim niye haberim yok? Bırak lan şunun gibi dingilleri! Geri zekâlı! Yazıyor, yazıyor kendi kendine bir de cevap bekliyor. He ya! Biz niye okuduk peki bunu abi? Neden olacak oğlum? Her zaman böyle bir salak bulamıyoruz da ondan…)


6 Temmuz 2023 Perşembe

Uluslaşmayı Ararken

 



Çok tuhaf ama “milletleşme” teriminin karşılığı diye “nationalization” terimine baktım, çok farklı bir şeyle karşılaştım. Thomas Manna adlı yazarın, “A History of Nationalization in the United States: 1917-2009” başlıklı makalesinde ABD’de kamulaştırmalara değiniliyor.

 

Yazıda “nationalization”, “Kamulaştırma, daha önce özel olarak kontrol edilen varlıkların (işletmeler, arazi, gayrimenkul, hizmetler, doğal kaynaklar vb.) kamu otoritesi altına alınması sürecidir.” Şeklinde tanımlanıyor.

 

Şimdi iyi İngilizce bilenlerimizin “Amma da salakmış bunu herkes bilir…” diyeceğinden adım gibi eminim  ama ben de o zaman sormak isterdim: Madem bu zamana kadar “nationalization” teriminin kamulaştırma anlamına geldiğini biliyordunuz neden Türkçe “milletleşme” kavramı üzerinde adamakıllı durmadınız?

 

Amerikan uluslaşmasına ayrıca bakmak istiyorum. Beni ilgilendiren  konu milletleşme sürecimizin özellikle sol aydın diktası altında bir “kamulaştırma “ düşüncesine sıkıştırılması ve küçültülmesi.

 

Şüphesiz Türk Milleti’nin her ferdi, milli varlıkların korunmasını arzu eder.  Bu koruma arzusu, “her varlığın milletin mülkiyetine” sokulması anlamına gelir mi?

 

Kısaca söyleyecek olursak Türkiye’de sol, milletin, milletleşmenin doğası ve işleyişi ile ilgilenmek yerine kendi kollektivizmini milliyetçiliğin yerine koymaya çalışıyor.

 

Oysa Türkiye’de saldırı ve tehdit altında olan şey, milletimizin bizatihi varlığı.

 

Topluma ve tarihe bir ekonootomatizmle bakmak takıntısı solu öyle güdülüyor ki Türk’e, tarih yazmış, cesur, fedakâr, teşkilatçı, bağımsızca şerefli ve belirleyici bir özne millet olarak bakmıyorlar. Bunun yerine onu sözde materyalist tarih şablonunda  varlığını ancak korumak için uğraşan ikinci sınıf bir sömürge toplumu olarak görüyorlar. Bu yüzdendir ki sol, Türk’ü tarihe yön veren, belirleyici olan, etki eden büyük bir özne olarak görmüyor.

 

Sol aydın diktasının etkisi, Türk’ün, ancak kendi kolektif varlıklarını kompradorlara, emperyalistlere karşı korumak için uğraşan büyüklük ve üstünlük duygusundan uzak kalması gereken  edilgen bir barış toplumu olarak   ezberlenmesine yol açıyor.

 

Nereden nereye? Ben “uluslaşmanın/milletleşmenin” İngilizcesi’ni ararken  neyle karşılaştım?

4 Temmuz 2023 Salı

Bugün Kendim İçin Ne yaptım?

 


Bugün son makalemde epey ilerledim.

 

Akşam 19:00’dan sonra bir şey yememek kuralına uydum. Halbuki büyük kızım nefis şeyler yapmıştı. Hele o profiteroler…

 

Blogda hep nasihat etmeye çalışıyorum galiba… Oysa insanlar başka şeyler okumak isteyebilir, değil mi?

 

Unutmadan… Bugün Yotube’da  bir Çinli kızın “Yetişkinlikte yabancı dil nasıl öğrenilir?” konulu bir  videosunu seyretmeye başladım… Yarıya geldiğimde her zamanki ezberlerin tekrarlandığını görüp yarım bıraktım. Merak edenlere söyleyeyim… Oturup ciddi ciddi çalışmamız gerekiyor. Bu kadar!

 

Birkaç gündür Mark Knopfler’in Emilou Harris adlı country şarkıcısıyla konserde çaldığı “ Speedway at Nazareth” adlı parçayı art arda dinliyorum. Parçanın uzun soloları muhteşem, son derece ilham verici. Aslına bakılırsa bu yazıyı yazarken de dinliyorum.

 

İşin garibi ne biliyor musunuz? Ben şimdi bunu yazdım diye meselâ milliyetçi camiada “mundar bir herif” gibi görüleceğim. Sanırsınız ki Mark Knopfler dinleyen, domuz eti yemiştir. “Olmasa daha iyi olurdu.” diye içten içe burun kıvıranların arasında bir kabul dilencisi miyim ben? Muhtemelen evet…. İnsan tamamen ayrı yaşayabilir mi? Mutlaka yaşayan da vardır ama ona hitaben de “Zahit bizi t’an eyleme!” denmiş, değil mi?

 

Bu arada masamdaki dağ palmiyesi dağılmaya başladı. Bu üçüncü dağ palmiyem ve nedense bir türlü bakamıyorum şu güzel çiçeğe…

 

Belki birazdan ev yapımı şarabımdan bir kadeh koyar ve aklıma gelen ve henüz yeterince mayalanmamış  bir hikâyeye başlarım. Eyvah! Ben neler dedim?

 

Yazmak lâzım… Yazabildiğim zamanlar, geride bir şey bırakabildiğimi hissediyorum. İnsanın içi güzellikle doluyor, yazdığında. Sade ve mütevazı bir yavru ağzı yansıma gibi akşamüstlerinin ince yorgunluğu okşuyor sezgilerinizi.

 

İnsan yalnız olamaz… İnsan sevilmek ister ve takdir edilmek…

Sanırım insan yazmak için bunları beklememeli. Çünkü hiç kimse bir başkasının aklıyla düşünemez. Yine de başkasının yüreğine şöyle bir bakıp o tatlı akşamüstlerinden öyle geçmeli. Çünkü ancak böylece  doldurabiliriz insanlığımızın bilincini ve şefkatin kadehini… Değil mi?

Not: Aşağıda bahsi geçen şarkıyı bulabilirsiniz...