17 Aralık 2017 Pazar

Sorun PKK'ya Karşı Olmak Mıdır Yoksa Milliyetçi Olmak Mıdır?


Türk solunun cevaplaması gereken en önemli soru budur.

Çünkü her ne kadar sol, kendisini, Enver Aysever’in İlber Ortalı’ya verdiği o dahiyaneSolcu’nun Türk’ü mürkü olmaz!” sözleriyle tanımlasa da  tarihsel sorumluluk açısından  solun ulusal aidiyeti Türk kimliğinedir.

Peki Türk solu bu aidiyeti benimsiyor mu? CHP’nin kitlesel siyasetinin geldiği noktada, CHP örneği ile bir genelleme yapacak olursak solun Türk kimliğini benimsediğini söylemek zor.

CHP, Stalinist genetiğinden gelen enternasyonalizmiyle ki bu genler Ecevit’in bütün Marksizm dışı sol hayallerine rağmen, sol pratiğin  nihai sovyetik mirasıyla CHP’ye geçmiştir, Türkiye’de Türk adının hümanist bir ihmalinden, açık reddine kadar her derecede Türk dışı kalmayı benimsemiş bir örgüttür.

CHP örneğinde “Türk” ancak “Atatürk” ismi anıldıkça, kaçınılmaz olarak anılan, bunun dışında ayrıca telaffuz edilmemesi gereken bir etnik kabile adı olarak kabul ediliyor. Nitekim en sıkı Atatürkçülerin bile Türk üstünlüğünü ifade eden Atatürk vecizelerini  artık  dile getirmemesi bunun sanırım en açık kanıtı.

Türk kimliğinin, dünyanın en eski iki ulusundan birine ait olduğunu, bu ulusun, örgütlenmede, adalette, insanlıkta dünyanın en yüce ulusu olduğunu kabul etmemek, CHP örneğindeki sol kitlenin tipik kabulü.

Türk Ulusu’na  kendi çocuklarından biri olarak değil de diğer herhangi bir yabancı ulusun gözüyle bakmak, Türk adının aslında övünülecek hiçbir değer barındırmayan sıradan bir siyasal manevra ürünü olduğunu düşünmek de aslında genel anlamda sol ulusalcılığın Leninist enternasyonalizminin bir ürünü. Ve ne yazık ki bu kesime, Lenin’in özünde bir Rus milliyetçisi olduğunu,  Rus hükümet darbesindan başka bir şey olman  sözde enternasyonal Rus devriminin,  özünde Rus hegemonyasının bir başka şekli olduğunu kabul ettirebilmemiz mümkün değil.

Peki bunlar ülkemizi hâlâ kana bulayan etnik Kürtçü terör güncelinde, solun tavrını nasıl etkiliyor? Şurasını artık neredeyse kesin olarak görüyoruz ki gençliklerini  herhangi bir solcu örgütlenme içinde geçirip de yolu PKKlı vatan hainleriyle kesişmemiz tek solcu bile yok.

O insanların bir kısmı Kürtçülüğü, solculuğun gereği olarak görüp Türk düşmanlığını benimsemiş. Çoğunluk olduğunu düşünmek istediğim bir bölümün ise “PKK pratiğine” solcu argümanlala karşı çıktığını görüyoruz.

İşte zaten sorun burada düğümleniyor. Çünkü PKK’ya solcu argümanlarla karşı çıkanlar Kürtçülüğü, Kürt bölücülüğünü, bir ulusu ve  bir vatanı parçalamak, Türk düşmanlığı vs olarak görmüyorlar. Solun içinden PKK eylemlerine karşı çıkanlar aslında bunun solculukla bağdaşmadığını düşünüyorlar. Yani kısaca düşüncelerinin merkezine Türk’ü koymuyorlar, ataları sandıkları Türk düşmanı Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun sözde evrensel siyaset tarzını koyuyorlar.

Şu noktada bir konuya değinmeliyiz ki ne  Marksizm evrenseldir ne de  onun Leninist, Stalinist veya Maoist uygulamalarından herhangi  biri evrenseldir.

Çünkü Marksizm bütün evrenselcilik iddiasına rağmen insan eyleminin doğasını anlamaktan uzak fantastik bir sözde iktisat romanından başka bir şey değildir. Marx ekonominin doğasını zerrece anlayamamıştır. Bunu bugün ekonomik analizde, iktisatta Marksizmin  tarihsel bir hurafe olarak okutulması dışında  hiçbir yerinin olmamasından görüyoruz.

İşte böylesi bir hurafe yığınıyla PKK ihanetine karşı çıkmak aslında zımnen  PKK’nın tam anlamıyla Stalinist  bir tarz benimsemesi halinde desteklenebileceğini söylemektir. Nitekim PKK’ya , Kürt etnik terörüne karşı olan solcular sık sık PKK’nın emperyalizmin uşağı olduğunu söylemektedir. Cevaplanması gereken soru şudur:

Türk egemenliğine  karşı  “emperyalizmce desteklenmemiş” bir  isyan olarak kendisini ortaya koysaydı, Kürtçü terörün desteklenmesi gerekir miydi?

Sanırım bugün kendisini ulusalcı olarak tanımlayan sol dahi, solun emperyalist olarak görmediği güçlerce desteklenen ya da tamamen bağımsız yürütülen olası bir Kürt silahlanmasını meşru görebilirdi. Nitekim bugün en ulusalcı solcular dahi alçak sesle “Aslında bizim Kürtlerin yurduna girmiş işgalciler olduğumuzu” fısıldamaktan kendilerini alamıyor.

Dolayısıyla ülkemizde elinde Türk bayrağı taşıyan ulusalcı solun dahi  bir en kötü durum senaryosu olarak  olası bir iç savaş durumunda, gerçekte kimin yanında yer alacağını kestirmemiz mümkün görünmüyor.

Çünkü ulusalcı sol  dahi ülkenin tek ve meşru egemeninin tartışılmaz biçimde Türk  Ulusu olduğunu söylemekte  tereddüt ediyor. Hal böyle olunca da PKK’ya karşı olmak sadece Marksist bir yöntemsel  sorun olmak haline geliyor.

Türkiye’de sol Kürt etnik terörünü, Türk ulusal egemenliğine ve Türk kimliğine düşman olarak nitelemiyor. Bunu “soldan sapma” olarak kabul ediyor.

Sol,  özünde Türk merkezli bir düşünce değil. Merkezine  Türk’ü almadığı için de Türk’ün ülkesini Türk dışı enternasyonalist bir hümanizm  ile yöneterek Kürt etnik ırkçılığının giderilebileceği hayaline kaplıyor. Oysa ne şeriatçı Kürtçüler ne de  sosyalist Kürtçüler, silahlı veya silahsız ayrılıkçılık  eylemini bitirmekten yana.

Türk solunun “ulusalcı” kesimlerinin dahi  “Türk’üz demezsek Kürtleri yatıştırabiliriz..” şeklinde özetlenebilecek  bir mantığı benimsediğini maalesef görüyoruz.

Ya da “ Canım Türk olmasak bile Atatürk’ü benimsemiyor muyuz? Bu topraklarla “hep beraber” yaşayalım” vs. söylemlerinde bu topraklardaki beraberliği yürüten, barışı ve adaleti sağlayan ulusun hangi ulus olduğunu açıkça söyleyemiyorsanız; PKK ihanetine  aslında sadece usulen karşı çıkmış oluyorsunuz ki o usul de Stalinist  bakışın usulü oluyor.

Türkiye’nin kesin ve bölünmez bir Türk ülkesi olduğunu, bu ülkede egemenliğin Türk Ulusu dışında bir sahibinin olmadığını, bu iki konunun gerekirse  bütün iç ve dış düşmanlara karşı ulusal bir direnişle kanımızın son damlasına kadar savunulacağını söyleyemeden PKK’ya karşı olmak hiçbir anlam ifade etmez.

“Bende bir fevkaladelik aramayınız, tek fevkalâdeliğim Türk olarak doğmuş olmamdır!” sözündeki Türkçü ruhun, ırkçılık veya faşizm olduğunu düşünmeye eğilim gösterenlerin, Türk ülkesini korumak için gerçek bir sebeplerinin olmadığını anladığımızda, umarım ülkemizin bir kısmı Kürdistan diye bölünmüş olmaz.

Sözlerimizi büyük atamızın bir sözüyle bitirelim.

Yüksek Türk, senin için yüksekliğim hududu yoktur!”
Mustafa Kemal Atatürk


Sol Empati İle Türk Egemenliği Savunulabilir Mi?


Ülke gerçekleri, ulusal egemenlik, diplomasi konularında, “görecelikten” bahsedemeyiz. Ulusal egemenlik, buna ortak olmak isteyen veya bunu reddeden hiç bir yabancıya empatiyi gerektirmez ve buna izin de vermez. Ülkemizde etnik bir topluluk olarak Kürtlerin varlığı da bu topluluk Türk Ulusu'nun bir parçası olmayı istedikçe anlamlıdır.

Kürtler hem “yabancı bir topluluk” hem de ülkenin “meşru egemeni” olamazlar. Türkiye Cumhuriyeti,  tartışmasız Türk egemenliğine ve uluslaşmasına dayalı olarak kurulmuş bir devlet olduğu içindir ki Türkiye’de Türk dışında  bir “ulusun” varlığı kabul edilemez.

İfade hürriyeti kısıtlamalarının kaldırılması dışında hiçbir etnik topluluğa uluslaşma dışında kalarak “egemen bir kimlik olarak kendisini ortaya koymak” hakkı tanınamaz.

“Haklar” konseptinin “egemenlik iddialarına” kadar esnetilmesi, istismar edilmesi düşünülemez. Çünkü vatandaşların temel hakları ancak vatandaş olmağa devam ettikleri müddetçe savunulabilir. Hiç kimse vatandaşı olmayı kabul etmediği bir ülkeden temel haklarının korunmasını talep edemez. Bu açıdan Türk olmayı reddeden insanlar devletin kuruluş esaslarını reddederek zımnen vatandaşlık reddi beyanında bulundukları için bu ülkede barınmak, mülkiyet, ifade hürriyeti haklarının korunmasından da  zımnen vazgeçmiş sayılmalıdır. Bu insanların yurtta barındırılmaması, barındırılsalar bile yaşamak hakkı dışındaki haklarının kısıtlanması diğer vatandaşların korunması açısından elzemdir. Hiçkimse Türk hukuk birliğini, yargının Türk Milleti adına hükmetmesini reddederek bu ülkede herhangi bir mülkiyet edinememeli ve ifade hürriyetinden de diğer vatandaşlar gibi yararlandırılmamalıdır.

Sol ve liberaller enternasyonalizmde buluşarak  ortak  bir düşman olarak benimsedikleri Türk kimliğine  karşı PKK’ya açıktan veya dolaylı olarak destek olmuşlardır.

Sorun herhangi bir etnik kimliğin bireylerinin doğal  iyiliği veya kötülüğü değildir. 

Sorun,  herhangi bir etnik kimliğin Türk kimliğine karşı toptan savaş haline olduğunu söyleyen etnik ırkçılara, bu etnik topluluklarca karşı konulmaması ve etnik kimliklerin terör ve ihanetle özdeşleştirilmesine karşı solun ve liberallerin dolaylı ve doğrudan destekleridir. Solun, soldan liberalizme dönmüş okumuşların,  dincilerin, liberallerin ve Kürtçülerin, Türk ülkesinin egemenliğinin savunulması mücadelesini yıllardır “kirli savaş” diye nitelemesi, solun kahir ekseriyetinin, olası bir iç savaşta Türk düşmanı olarak karşımıza çıkacağı düşüncesini güçlendirmektedir.

Oysa sol empatik yaklaşım iki yönüyle Türk egemenliğinin savunulmasına karşı çıkmaktadır:
Bunlardan birincisi, bölücü, ırkçı bebek katillerinin Leninist/Stalinist ideolojik kardeş olarak görülerek yaptıklarının rasyonelleştirilmesi ve aklanmasıdır. Durmaksızın telaffuz edilen  "amalar", Kürtçü etnik kindarlığın “haklı bir yönünün olabileceği” propagandasıyla ülkemizin bütünlüğünün aslında gayrı meşru olduğu inancını bize telkin etmektedir.

İkincisi de solun,  empatisini, enternasyonalizmle özdeşleştirerek “Türk Kürt fark etmez…” saçmalığıyla Türk ülkesinde Türk egemenliğinin, aslında ırkçı ve uyduruk bir insanlık düşmanlığı olduğu kanaatini kamuoyunda oluşturmak çabasıdır.

Bunları neye dayandırıyoruz?

 Bunu, bugün en “ulusalcı” geçinen solcuların  bile iş, bebek katili  bir terörist başının açık talimatıyla kurulan sözde sol çatı partisi HDP’ye geldiğinde, onun PKK ile aynı safta bulunmasına;“ Sosyalizmin  şiddeti bir siyaseti biçimi olarak benimsemesi”  düşüncesine, enternasyonalizme ve Stalinist “ulusal sorun” doktrinine dayanarak suskun kalması gerçeğine dayandırıyoruz.

Dolayısıyla şunu artık açık şekilde görmeliyiz.:

Elbette solcu dostlarımız olacaktır. Solcu dostlarımızın çoğu muhtemelen Türk egemenliğini savunan insanlardır. Sorun, onların bireysel vatanseverliklerinin solun genel  enternasyonalist ve Türk düşmanı karakterini değiştirmemesi ve  günlük reel siyasette de sol kitlesel örgütlerin açık Kürtçü sempatilerinin ve Türk düşmanlıklarının sürdürülmesidir.

“Sol kuram” özünde enternasyonalist ve “Türk dışı” bir şeydir. Onun özünden Türk için bir şey süzmemiz veya gerçekleştirebilmemiz mümkün değildir. Dünyayı sınıf  esasına göre kabileleştiren bir ideolojinin, uluslaşmayı açıklayabilmesini bekleyemeyiz. Uluslaşmayı ilgi alanı saymayan bir ideolojinin de Türk ulusal  egemenliğini bir “değer” olarak benimsemesi beklenemez.

Bu açılardan solun empatisi, bireylerin vatanseverliklerini dahi anlamsız kılarak ülkenin sosyalist bir etnik kabileler koalisyonu haline gelmesi tehlikesini ortadan kaldıramaz. Bu noktada, solcularla liberaller arasında hiçbir fark yoktur. Her  ikisi de Türk adının açıkça bu ülkeden silinmesi dışında bir amaç gütmemektedir ve  Anayasa’dan Türk adının silinmesinde  liberaller, sosyalistler, şeriatçılar ve Kürtçüler sıkı bir uzlaşma sergilemektedir.

Bir kez daha bireysel karşı çıkışların solun gerek kuramı gerekse kitlesel reel politiği açısından anlamsız ve etkisiz olduğunu ve solun karakterisitiğini değiştiremediğini  göz önüne almalıyız. Sol olası bir iç düşman olarak rezerve edilmeli ve onunla ilişkiler, bu ihtiyat payı ile yürütülmelidir.

1 Aralık 2017 Cuma

Bitcoin ve Sanal Dünya Korkusu


bitcoin ile ilgili görsel sonucuBitcoin hakkında spekülasyonların neredeyse tamamı kötümser. Bu sprekülasyonlar genellikle para bürokrasisinin endişelerini ifade ediyor.

Peki ama Bitcoin hangi ihtiyaçtan doğdu?

Benim tahminim, Bretton Woods’dan sonra dünyanın rezerv parası haline gelen Amerikan Dolarının diğer tüm hükümet paraları gibi devalüe edilebilmesi riski en nihayetinde “gerçek para” işlevi görerek bir başka değişim aracı gereksinimini doğurdu.
Sanal dünyanın aslında gerçek olmadığına dair duyulan korku, paranın da aslında sanal bir değişim aracı olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Hükümet paraları sadece  hükümetlerce basılabildikleri için insanlarda doğrudan bir güven uyandırıyorlar. Bunun yanı sıra  onlara dokunulabilmesi ilkel insanın güven ihtiyacını karşılıyor.

Oysa sanal dünya dediğimiz yeni imge ve gösterge dünyası hayatımızı bir üst seviyeye taşıyor ve modern insanın soyutlama imkânlarını genişletiyor.

Bitcoin’den duyulan korku aslında insanın soyutlama yeteneğinden duyulan korku gibime geliyor.

Dünyanın en büyük üreticisi ABD’nin   eski başkanlarından birinin  “imza” sorumluluğunu sanal ortama taşıdığı bir ortamda Bitcoin’den ürkmek mantıksız.


Saklama Rehberi

                                          
Besinlerin kullanım ömrünü nasıl uzatabileceğinizi biliyor musunuz? Peki ya onları ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi? Eğer siz de benim gibiyseniz, birkaç temel gıda dışındaki hiçbir besin için net bir fikriniz olmadığına eminim. En basitinden, sizce elma ne kadar bir süre saklanabilir? Lezzetini, sertliğini ve tazeliğini yitirmemesi için ne yapmak gerekir? Oturup her besin maddesi için internette araştırma yapmanıza gerek yok: http://saklamarehberi.com, tüm bu bilgilere tek bir kaynaktan ulaşmanızı sağlıyor.

Türkiye’nin ilk ve en büyük derin dondurucu üreticisi olan Uğur Soğutma tarafından hazırlanan (ve tamamen ücretsiz şekilde kullanılabilen) sitede; hamur işleri, süt ürünleri, meyveler, sebzeler ve et ürünleri ile ilgili merak ettiğiniz her bilgi yer alıyor. İlk olarak, tüm bu besinlerin ideal kullanım sürelerinin ne olduğunu, daha sonra da bu kullanım süresini nasıl uzatabileceğinizi öğreniyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz gibi, derin dondurucu kullanmak tüm gıda maddelerin daha uzun süre dayanmasını sağlıyor. Ancak, örneğin karidesi derin dondurucuda saklayabilir misiniz? Peki ya yazın aldığınız, lezzetli ve sulu bir karpuzu derin dondurucuya koyup, kışın yiyebilir misiniz? Tüm bu soruların ve çok daha fazlasının cevaplarını Saklama Rehberi web sitesinde kolayca bulabiliyorsunuz. Hepsi bu kadar değil: Sitenin “Alternatif Bilgiler” bölümünde, evde kolayca hazırlayabileceğiniz birbirinden lezzetli tarifler yer alıyor. Evde nasıl mocha yapabileceğimi, meyvelerin kararmasını nasıl önleyebileceğimi, hatta unsuz kekin nasıl yapılacağını bile öğrendim. Laf aramızda, kot pantolonların derin dondurucuda temizlenebileceğinin de haberdar oldum! (Kotu fırçaladıktan sonra bir poşete koyup derin dondurucuda 1 gün boyunca bekletiyorsunuz.  Şaşırtıcı, değil mi?)

Türkiye’nin ilk gıda saklama rehberi olan http://saklamarehberi.com, beni şaşırtacak ölçüde bir içeriğe sahip ve her birini okumaktan büyük keyif aldım. Eğer sizin de bir derin dondurucunuz varsa, bu siteyi muhakkak ziyaret etmelisiniz. Derin dondurucunuz yoksa bile gıdaları nasıl daha sağlıklı tüketebileceğinizi, ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi ve basit, pratik, lezzetli tarifler ile ipuçlarını Saklama Rehberi web sitesinden öğrenebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

26 Kasım 2017 Pazar

Öldürücü Türban Ve Modernizm Çelişkisi

“Modern muhafazakârlığın” bir sembolü olarak ortaya çıktı. Çağdaş yaşamın dindarca bir yorumu gibiydi .

Önceleri  geleneksel  İslâm’a karşı çıkan “modern” gençlerin bir bayrağı olarak  tasvir edildi.( Göle: Modern Mahrem)

Sorun şuydu ki gerek  zaman gerekse içerik bağlamında türbanın modernlikle herhangi bir ilgisinin  olmadığı  yaşanan tecrübelerle anlaşıldı.

Öncelikle modernizmin içindeki akılcılıkla, ilerleme arzusuyla ve bireysellikle ilgisizdi türban.

Türban kendi başına bir değer ya da anlam ifade etmiyordu. Onun modernizm içinde yer alabileceğini düşünen iyimserlerin temel yanlgısı, onun kendi  başına bir değer taşıyabileceği  kabulüydü. Oysa türban ve diğer  dinsel nesnelere “akıl ötesi” bir dokunulmazlık veren yalnızca bizim kabullerimizdi.

Ama bu işin yalnızca başlangıcıydı. Zamanla görüldü ki türbanlı kadınların arzuları modernizmin değerlerne bağlı kalarak yaşamak değildi. Onlar modernizmin akılcılık, lâiklik, bireysellik değerlerini din adına reddediyorlardı.

Çünkü din Allah’ın emirlerini bir bütün halinde yerine getirmek demekti. Yani herhangi bir Müslüman kadının kocasının doğrudan iznine taabi olmaksızın erkeklere dokunarak, erkeklerle bir arada vs. çalışması  gibi modern hayat gerekliliklerine kökten karşı çıkıyorlardı.

“Allah’ın emirlerinin bir bütün halinde” hayata geçirilmesi, modernizmin akılcılık, lâiklik  ve bireysellik değerlerinin   hepsinin din dışı, haram sayılması anlamına geliyordu. Ama öte yandan Müslüman kadınlar  modernizmin getirdiği konforun da tadını sevmişlerdi. Neydi bu tat?

Piyasanın sunduğu  çeşitliliği tüketebilmek bunların başında  geliyordu. Türban takanlar Allah’ın emirlerine bağlılıklarını bir tür bayrakla birbirlerine göstererek Müslümanların diğerlerinden ayırt edilebilmesini sağlıyorlardı ki aslında  içe dönük, “negatif” bir ırkçılık ve ayrımcılık yaptıklarının farkında değillerdi. Modernizm, kabile eğilimlerinin bireyi ezmesini engelleyecek, dolayısıyla hukukun  herkes için geçerli olmasını sağlayacak bir ortalama yaşam tarzı meydana getirmişti. Atatürk,  modern   yaşam tarzının Türk bireyinin hayatta kalması ve gelişebilmesi için en denli gerekli olduğunu görmüş ve devrimleri gerçekleştirmişti.
Oysa türban bu devrimlerin dinin yaşanmasına engel olduğunu düşünenlerin  bir sembolüydü. Müslümanlar kendilerini türbanla görünür kılıyor ve kendilerine benzemeyen insanları “negatif bir ırkçılıkla”  dışlıyorlardı.

Herkesin kafasındaki soru: “Türbanla modern olunamaz mı?” idi. Yani  mesela türban takan bir kadın hakim laik hukuku savunamaz mıydı? Bu  sorunun cevabı önceden verilemedi.  Bu sorunun cevabını türbanlı kadınlar verdi. O cevap  ne yazık ki olumlu değildi.

Çünkü zaman içinde türbanlı kadınlar hayatlarıyla ilgili referansın, lâik- beşeri hukuk, bilim, bireysellik kısaca modernizm olmadığını, sadece şeriat olduğunu defalarca dile getirdiler. Buna karşılık modernizmin nimetlerinden, estetik verilerinden alabildiğine yararlanmakta beis görmediler. Modernizmin kadın cazibesi ile ilgili  verilerinin şeriatla bağdaşmadığını görmezden geldiler.

Sıfır beden Slav mankenlerin üstlerine geçirdikleri pardösüler ve türbanlarla vaat ettikleri güzelliğin şeriatla bağdaşmadığını ne yazık ki hiçbir görmek istemedi. Bir yandan topluma, “su geçirmez, istisnasız” şeriat ahlâkını dayatıp diğer yandan  türbanla,  örtünmeye yarayan dinin araçlarıyla bir  kâfir gibi güzel görünmekte beis görmediler.

Türban bir siyasi sembol. Türban laiklikle uzlaşılamayacağını düşünen Müslümanların  bir tür isyan bayrağı.

İşin garip tarafı türban “eylemleri”, ifade hürriyeti hakkının  kutsandığı lâik bir demokrasiye dayanarak yapıldı.  Türbanın bir “hak” olduğu söyleminin dinde bir yeri yoktu. Türban laikliğe, beşeri hukuka ve liberal haklar kuramına göre savunulurken  bu eylemelerin  Müslümanca mı yoksa  kafirce ve lâikçe mi olduğunu hiç kimse tartışmadı. Türbanlı kadınlar  gerek estetik gerekse politik olarak  din dışılığı alabildiğine kullandılar ve  din dışı dünyanın menfaatlerinden alabildiğine yararlandılar.  Sürekli “din dışı” bir düşünce yöntemini kullanıp düşünce dışı ve düşünce düşmanı  bir şeriat rejimini kendi taraftarlarını iki yüzlü ahlaki dayatmaları ve şantaj rejimleriyle  yerleştirmekte beis görmediler.

Sorun şu ki türban gerek “sembol” olmasıyla gerekse estetik kaygıları taşımasıyla  modernizmden beslenen buna karşılık içinde yeşerdiği ortamı alabildiğine sömüren bir çağdışı parazit. O bir yandan modernliğin özgürlüğünden ve estetiğinden alabildiğine yararlanıyor diğer yandan  din adına onu öldürmeğe  çalışıyor. İşte bu onu konakçısından, onun ölümü pahasına yararlanmağa çalışan bir parazit haline getiriyor. Parazit nasıl yaşamın bir çelişkisi olarak konakçıyı, hayat kaynağını yok  etmeğe yöneliyorsa  türbanın çelişkisi de  aynı şekilde Türk Ulusu’nu yok etmeğe yöneliyor.



6 Kasım 2017 Pazartesi

İyi Market İyi Yoğurt İyi Parti Ve Bize Neler Oluyor?


Bir Akşener yazısı yazmak farz oldu.

Blogun okunurluğu zaten yerlerde olduğu için popüler bir şeyler yazsam da zaten kimseyi ırgalamayacak.

Malum bu günlerde moda bu. Akşener’i ne kadar karalarsanız, o kadar iyi ülkücü, antiemperyalist, ulusalcı falan oluyorsunuz.

Partiye ucuzcu perakendeci markası gibi isim koyarak hangi  siyaset müşterisini nasıl cezbetmek istediklerini şahsen anlayamadım. Ucuzluk sembolizmi kaldırmaz. Dolayısıyla “İYİ/ Kayı tamgası”   benzerliği çok da ikna edici değil.


Meral Akşener, tanıyabildiğim kadarıyla bir şekilde ülkücülükle MHP tabanıyla ilgisi olan bir muhafazakâr politikacı.

Kariyerinden dolayı lâikliğe sıcak bakan bir insan.

“Türk” demekten daha önce pek imtina etmeyip de bir kitle partisi kurunca  “ İpleri fazla germeyelim…”  gibisinden Türklüğü silik telâffuz eden bir  politikacı.

Bana soracak olursanız benim İyi Parti ile ilgili tek geçerli referansım Ümit Özdağ. Eğer Türklük şuurundan emin olduğum  bir siyasetçi İyi Parti’de yer alıyorsa mutlaka  partinin tonunu etkileyecektir. Şahsen MHP  kökenli   Akşenercilere sıcak baktığımı söyleyemeyeceğim. Çünkü bana göre MHP, Türklüğü’nü yitirmiş, hayata ve dünyaya Türk gözüyle bakmaktan aciz ve bihaber, yabancılaşmış, eyyamcı bir ümmetçi/ şeriatçı  partidir.

Akşener’den hele ki Türkçü   ve dirayetli bir lâik  bir politika ummak bence safdillik olur.

Akşener sanırım AKP’nin bir kısım tabanını ve kayıp DYP tabanını hedefleyerek siyasete girdi. Hesapları doğru mudur? Peşinciler için en baştan yanlıştır.
Şahsen ben Akşener’in yüzde kaç oy alacağıyla ilgilenmiyorum. Kimse kızmasın ama daha en baştan yüzdde kaç oy alacağına bakarak bir partiyi destekleyip desteklememeğ karar vermek bana biraz köpeklik gibi geliyor. Kaldı ki köpekler inanılmaz sadık ve vefalı canlılardır.

Osman Pamukoğlu bir seçim gezisinde halka oy verip vermeyeceklerini sorduğunda “Güçlü olursanız veririz!” cevabını alınca “Oy verirseniz güçlü oluruz!” diyerek cevabı cevaplamış.

Türkiye’de seçmen denen kitlenin taptığı tek bir ilah vardır o da maalesef Allah falan değildir. O ilah, “menfaattir”.

Dolayısıyla hele ki Allah’ı ancak menfaati ölçüsünce hatırlayan  merkez sağ seçmenden Türk duyarlılığı falan beklemek da safdilliktir. Gene de Ümit Hoca gibi insanlar, uygarlığın, refahın ve bağımsızlığın ancak Türk kalmakla sağlanabileceğini seçmen denen  omurgasızlar yığınına gösterecektir.

Hal böyleyken…

Sağ seçmen  büyük ölçüde omurgasız, omurgalı olan sol seçmen de Kürtçülüğü sırtlanmaktan eğri omurgalı iken…

Ve dahi “ E kime verelim?” ciler için ciddi bir seçenek olarak ortaya çıkmışken İyi Parti’ye canhıraş ve vatanperverane  bir şekilde hakaretler edip iftiralar atmanın benim kitabımda yeri yok.

Madem öğrenilmiş çaresizlik içindesiniz o zaman  çaresizliğinize karşı bir seçenek sunuluyor işte!  “Armudun sapı üzümün çöpü…” demek lüksünüz yok! Türkiye açıkça etnik ver inançsal olarak bölünüyor!

Şu aşamada, terörü hortlatan partiden hesap sormak varken aynı partiyi şimdi terörle mücadelede desteklediğini söyleyen, Türk’ü ancak Kur’an’da, hadiste bulabilirse seven siyasal milliyetçiliğin, fırsatçı eyyamcılığından kurtulmak için de  ciddi bir fırsatımız var.

Yıllardır Türkçülerin  kanını  öğrenilmiş çaresizlik sömürüsüyle  emen taşralı dindarların ümmetçiliğinden Türklük  süzebilmek için uğraşıp da şimdi daha kurulalı bir hafta olmuş bir partiyi en baştan karalamak, ona hakaretler yağdırmak   bana pek de dürüst bir iş gibi gelmiyor.

MHP’nin düzelmesini bekleyerek kaybedecek vaktimiz artık kalmamıştır.

Yoğurttur, ısıl işlem görmüş  sucuktur, süttür vs falan da  İyİ Parti de en az MHP kadar  bir Türk partisidir. Bana kalırsa etnikçilerin ve şeriatçıların işine yarayacak dedikoduculuktan hizipçilikten vazgeçelim. “Yiyici” abilere karşı  şu “iyici” abiler ne yapacak bir görelim, olmaz mı?







5 Kasım 2017 Pazar

Ulusalcılığın Türkofobik İki Kolu


Ülkemizde vatansever sol, Türkçü olmayı kendisine bir türlü yakıştıramadığından, “ulusalcı” denen bir sıfat icat etti.

Ulusalcılığın belirgin özelliği “millî” olması değil, “lâik” olması.

Ulusalcı “pratiğin” belli başlı bazı kalıpları var.

Bu  kalıpların başında Kemalizm ve Atatürkçülük  geliyor.

Ulusalcılar Kemalizm’den ve Atatürkçülük’ten ne anlıyorlar?

Kemalizm, Atatürkçülük’ten farklı bir şey.  Bu fikir “Antiemperyalist bir tam bağımsızlıkçılık” olarak özetlenebilecek bir fikir. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti “emperyalizme” karşı savaşmış bir ulusun devletidir. Bu devlet, emperyalizme karşı kurulmuş olduğu gibi emperyalizmin her türlü ürününden uzak durarak bağımsız kalacaktır. Bu arada emperyalizmin sadece kapitalizmle ilgili bir  yayılmacılık olduğu, sosyalist/komünist blokun dünyanın adalet ve barış cenneti olduğu fikri Kemalist’lerde hâlâ etkisini sürdürüyor. (Buna göre  “insan olmanın tek şekli olan sosyalizm”, dünyayı kapitalistlerden korumak için Kore’ye, Tibet’e, Doğu Türkistan’a , Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’ya girmiştir. Yani aslında ne SSCB ne Çin  emperyalisttir.)

Atatürkçülük  ise siyasetin ve ideolojinin her türlüsüne uzak kalmak isteyen askeri yetkililer tarafından oluşturulmuş.

Kemalizm’de,  kökenini Marksizm’den alan  “antiemperytalizm” ve “tam bağımsızlıkçılık” söylemleri ağır basıyor. Kemalizm, Marksist  temeline değinmekten kaçınsa da Atatürk’ün fikir ve eylemlerini  özünde bir üçüncü dünya kurtuluş manifestosu olarak görüyor.

Atatürkçüler, askerin Atatürk’e bakışıyla biçimlenen “her şeyin, her fikrin üstünde bir Atatürk” fikrine dayanıyorlar.

Kemalizmde temeli Marksist ölçülere dayanan kolektivist bir adalet anlayışı hâkim. Bu yüzden Kemalist olmak demek, öncelikle sol kampın 68-80 dönemindeki bütün militanlarının birer ulusal kahraman olduğuna iman etmek demek. Çünkü onlar Kemalistler için yabancı devletler ve istihbarat örgütleriyle ilişkileri, şiddet eylemleri ne olursa olsun, Marksist kökenli “tam bağımsızlık” ve “antiemperyalizm” söyleminin uygulayıcıları.

Atatürkçü’ler ise söz konusu sol militanlara en azından şüpheyle bakar. Çünkü Atatürkçülük fikrini ortaya atan askerler için o militanlar da en az “aşırı sağcılar” kadar tehlikelidir.
Atatürkçülerin  ekonomipolitikleri Kemalistler kadar belirgin değildir. Kemalistler sosyalizme varan bir kolektivizme iman ederlerken Atatürkçüler  basit bir karma ekonomi dışında bir seçenek sunmazlar.

Kemalizm ve Atatürkçülük birbirlerinden kabaca böyle ayrılmakla birlikte Türklük ve Türkçülük karşısındaki tavırları kökenleri farklı olmakla beraber hemen hemen benzerdir.

Kemalistler genellikle Marksist kökenli olduklarından ulusu kendi başına var olan, etkin, bağımsız, kültür ve tarih oluşturucu   bir özne olarak görmezler. Bundan dolayıdır ki onlara tam bağımsızlığı kimin için arzuladıklarını sorduğunuzda belli bir cevap alamazsınız. Muhtemelen size “Türküyle Kürdüyle… Bu topraklardaki herkesin…” diye başlayan cevaplar vereceklerdir.

Atatürkçülere aynı soruyu sormanız halinde şu ön açıklamayla derhal kendilerini “siyasi olabilecek” her pozisyondan uzaklaştırmağa çalışacaklardır: “Biz Atatürk milliyetçisiyiz, ırkçı değiliz.”


Kemalistler Marksist yapılanmalarından kaynaklanan enternasyonalizmleriyle  “Herhangi bir ulustan yana olmamağı” insanlığın ve ahlâkın gereği sayarlar. Böylece hiçbir ulusa dayanmayan, hiçbir ulusun “belirleyici baskısını” (egemenliğini) içermeyen bir insanlık ülkesinde Mustafa Kemal’in kolektivist yorumuyla adaleti, refahı ve bağımsızlığı yaşatmağı hayal ederler.

Atatürkçüler ise Atatürk ilkeleri ışığında ve mümkün olan en az şekilde “Türk” diyerek  hiç kimsenin işine karışmadan, “ Türküyle Kürdüyle herkesi…” “bir şekilde”    yaşatmayı hayal eder.

Her iki kampın da ısrarla telaffuz etmekten kaçındığı tek bir kelime vardır ki o da “Türk”tür.

Peki ama her iki kampın da Türk ismine duyduğu bu soğukluk nereden geliyor?

Kemalist’lerin Türk dışılığı Marksizmlerinden geliyor. Marksist şablona göre ulus, sınıf gerçeğine dayanmayan, kapitalistlerin dayattığı bir burjuva üst kurumu.

Atatürkçü’lerin Türk dışılığı ise sanırız ki 1944 davalarına, İnönü’ye ve “ortanın soluna” dayandığını söyleyerek yüzünü enternasyonalizme çeviren İnönü CHPliliğine dayanıyor. “Madem komutanlarımız kötü biliyorlardı öyleyse Türkçülük kötüdür!” mantığı askerlerin ürettiği Atatürkçülüğün mayasını teşkil ediyor.

Bunu  nasıl bu kadar kesin söyleyebiliyoruz? İki sebepten dolayı:

Birincisi, iki kamp da  Türkiye’nin tartışmasız ve tek kurucusunun Türk Ulusu olduğunu söylemekte ciddi tedirginlik duyuyor. Her iki kamp tarafından da kullanılan “Bu topraklar…” söylemi, içinde Türk geçmemesine özen gösterilen bir söylem. Bundan ziyade “Türküyle Kürdüyle…” söylemiyle Türk’ü Kürt, Laz, Çerkez gibi etnik  topluluklar seviyesine indirgeyerek onlarla eşitlemek ve böylece toplumsal gerilimleri engellemek, iki kampın da paylaştığı temel mantık veya hayal…

İkincisi, Türkiye dışındaki Türk topluluklarının aslında var olmadıkları, varsalar bile artık yabancılaşmış topluluklar oldukları söylemi, sosyal medyada Kürt etnik terörü sorununda sizinle karşı karşıya gelen hemen hemen her ulusalcının ortak kabulü. Buna göre Türkiye dışında Türk yoktur. Varsa bile onlar bizim sorunumuz değildir. Türkiye dışındaki Türk topluluklarından bahsetmek Kemalistlere göre ırkçılık, faşizm ve emperyalist uşağı olmaktır. Atatürkçüler için ise Türk Dünyası’ndan bahsetmek “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine aykırı bir “Pantürkist” aşırılıktır.

Bu iki akımın birleştiği temel siyasi mecra CHPdir. Çünkü CHP “ortanın solu” olmak tercihini yaptıktan sonra zaten enternasyonalist ve kolektivist bir çizgiyi benimsediğini ifade etmiştir. Enternasyonalist bir kampın ise Türk’le ve Türklükle öncelikli olarak ilgilenmesi mümkün değildir.

Kemalist’ler  de Atatürkçü’ler de “ Türk’ü, dünyanın merkezine koymak” olarak ifade edebileceğimiz Türkçülük fikrine soğuk bakıyor. Bu soğukluklarını da, içinde PKK yanlısı veya şeriatçı olduğu kendilerince ifade edilmiş siyasetçileri barındıran CHP’nin Marksist eyyamcılığını destekleyerek gösteriyorlar.

Buraya kadar yazdıklarımız eminiz ki pek çok Kemalist’i ve Atatürkçü’yü üzecektir. Ama şurası bir gerçektir ki bu iki kampın da  düşünsel hâkim tonunu, Türk dışı ve Türkofobik kitleler belirliyor.

Bu iki kampın da  Kürt etnik terörüne veya şeriatçı teröre karşı Türk Ulusu’nu savunabilecek fikri temelleri yok. Her iki kamp da bu iki düşman kampın yöneldiği Türk düşmanlığını görmezden gelerek toplumsal bir barış sağlayabileceklerini, aşırılığa kaçmadan herkesi kucaklayabileceklerini düşünüyor. Her iki kamp da Türkiye’ye yönelik tehditlerin aslında doğrudan Türk’ün varlığına yönelik olduğunu söylememeyi, “uzlaşmacılık” ve “ulusal bütünlükçülük” olarak görüyor.

Türk’ü merkeze alamadıkları için de savundukları  her şey de havada kalıyor.  Öznesi olmayan siyasetlerin,  sahibi olmayan yurtların ve egemenliklerin bu dünyada bir yeri olmadığını da Türkçü olamadıkları yani Türk’ü merkez kabul etmedikleri için bir türlü anlayamıyorlar.

Her iki kamp da ulusalcılık ediyor ama hangi ulusun ulusalcılığından bahsettiklerini kimse bilmiyor.

Türk Ulusu, etnik  iç savaşın ve bölünmenin ve ayrıca gene etnik ilkelliğe dayalı şeriat tehlikesinin eşiğinde, Türk dememek için çırpınan iki kampın kısır muhalefeti ve etnik komplekslerle uzlaşma tutkularıyla zaman ve enerji kaybediyor.

Ulusalcılar uluslarının Türk olduğunu bir an önce keşfetmezlerse ne arzu ettikleri tam bağımsızlığı sağlayabilecek ne de ellerinde  herkesi kucaklayan bir devletleri kalacak.

Türk ülkesinde Türk’ün tartışmasız ve  bölünmez egemenliğini, ayrıca Türklüğün dünyaya yayılmış büyük ve onurlu bir aile olduğunu kabul etmemekte ne kadar ısrar ederlerse Türk kimliğine yönelik etnik  ve şeriatçı vahşeti o kadar desteklemiş olacaklar. Keşke bunu fark edebilseler.











2 Kasım 2017 Perşembe

Ortadoğu’da Silahlandırılmış Kürt Tehdidi Ve Bulanık Savaş Konsepti


Bugüne kadar Ortadoğu sorunu hep  bir İsrail-Filistin sorunu olarak ele alındı.

Olayın tarihçesi içinde, gerek popüler Amerikan sinemacılığında gerekse Amerikan diplomasisinde sorun, temel olarak “terörist Arap” olarak karikatürleştirildi.

Camp David toplantısıyla bu imge eskidi ve ciddi anlamda yıprandı.  Artık Ortadoğu eskisi kadar içine kapanık bir yer değildi. Teknoloji gelişmiş, ülkeler daha tanınır hale gelmiş ve daha da önemlisi yeni petrol yataklarının denetimi konusundaki ihtiyaç daha da büyümüştü.

Sorun ABD’nin arzuladığı petrol yataklarının SSCB güdümündeki Arap diktatörlüklerinin elinde olmasıydı.

İşte bu noktada Kürtler “duvardaki çatlak” olarak yeniden keşfedildiler. Ortadoğu’da Amerika’nın kontrolü dışındaki yönetimleri “adam edecek” silahlı güç Kürtlerdi.

Ortadoğu’daki en büyük sorun Türkiye idi. Çünkü bürokrasinin içine doğrudan yerleştirilmiş ajanlarına rağmen ABD,  Atatürk’ün mirasını bir türlü aşamıyordu. Ve fakat ülke  içinde, bir rivayete göre Çin eliyle bölerek kontrol ettiği işbirlikçi sol militanlarını ve  solun tarihi enternasyonalizm sapkınlığını kullanarak ülkede aslı esası olmayan bir Kürt efsanesi yarattı.

Kürtlerin kullanışlı hırçınlar olduğunu, SSCB de düşünüyordu. Nitekim Barzani ailesi açık bir Rus piyonu olmayı, Molla Mustafa Barzani’nin Moskova’da misafir edilmesinden sonra kabul etmiş görünüyordu.

Nitekim ‘70’lerin başında  Mesut Barzani’nin İsrailli istihbarat yetkilileriyle çekilmiş bir fotoğrafı, bu kullanışlı hırçınların sadece ABD’nin ve SSCB’nin ilgisini çekmediğini de gösteriyordu.

Türkiye’de Kürtçülüğün solcu olmanın gereği sayıldığı bilinen bir gerçek. Kürt etnik terörünün tırmandığı son  on beş yılda ise solda, Türk olmanın  yaşamsal önemine dair bir basiret gelişmeğe başladı.

Bu gelişimde “devrim” kelimesi artık “eline silah alan her köy ahalisinin adam öldürerek kendi kaderini tayin edebilmesi” veya “Eline silah alan herkesin kendi komününü kurabilmesi” hayalinden yavaş yavaş Atatürk inkılaplarının akılcı dönüşümcülüğüne doğru evrildi.  Ama bu ayrı bir tartışma konusu.

Bizi ilgilendiren nokta Kürt silahlanmasının Ortadoğu’daki yaygın vatana ihanetinde izlenen temel  yöntem.

Türkiye’de Kürt etnik bölücülüğü yıllardır bir “kirli” savaş söylemi kullanır. Bu söylem, Türk Ordusu’nun, bölücü Kürt ihanetine karşı sözüm ona  “gayrı nizami” bir savaş yöntemi benimsediğine işaret eder. Kürt etnik bölücülüğüne göre Türkiye’de bir iç savaş yaşanmaktadır ve Türk Ordusu bu iç savaşta “centilmenlik” göstermemektedir.

Suriye’nin, Türkiye’nin şeriatrçı politikalarının da işbirliğiyle zaafa uğramasının ardından bölücü Kürt silahlanması, anında Suriye’de de , saha önce zayıflatılmış Irak’ta olduğu gibi palazlandırıldı. İran Kürt  bölücülüğüne karşı nispeten sert davranmasından dolayı belki orada bu güçlenme yaşanmadı.

Ve fakat  silâhlandırılmış Kürt etnik ihaneti, başta Türkiye olmak üzere  Ortadoğu’da derhal algı sapmasına yol açan   bir çatışma stratejisi benimsedi ki buna “Bulanık Savaş Konsepti” diyebiliriz.

Bulanık Savaş Konsepti iki öğeye dayanıyordu. Bunlar “bulanık özne” ve “bulanık hukuk” idi.
Bunlardan birincisi olan “bulanık özne”,  karşınızda resmen muhatap alarak savaşacağınız bir özne olmaması durumuydu. Eğer karşınızda “resmi bir düşman” olduğunu kabul ederseniz, kendi ülkenizde bir iç savaş olduğunu da resmen kabullenmeniz gerekiyordu. Böylece kendi elinizle “haklılığı ulular arası ilişkilerde araştırılabilecek” bir resmi düşman edinmiş oluyordunuz.

“Bulanık hukuk” ise “bulanık öznenin” hukuki durumundaki belirsizliğin sömürülmesi anlamına geliyordu. Silâhlı Kürt hainleri ve onların silâhsız  işbirlikçileri, taabi oldukları vatandaşlıkların hukuksal bağlamını alabildiğine istismar ediyorlardı. Eline silâh alıp asker, öğretmen, çocuk öldüren hainler, “vatandaşlık” bağı sayesinde usul hukukuyla korunmaları gerektiğini iddia edebiliyorlardı. Öte yandan Türk hukukunun yargı  kararlarına “düşman  ülke  söylemiyle karşı çıkıyorlardı. Bulanık hukuk, vatandaşlık “hakkı”  ile yargısal sorumluluk arasındaki bağın koparılmasına dayanıyordu. Buna “ silah kullanmayı bir siyaset biçimi olarak” kabul eden bir kısım sol hukukçular da doğrudan ve dolaylı olarak destek verdiler.

Bulanık savaş konsepti veya stratejisi , Kürt etnik silahlanmasına ve ihanetine, gerektiğinde başka bayraklar altında çatışabilmek imkânı da sağladı. Bu hile , büyük bir  ülkenin resmi  düşman sayılmasının tehlikesinden dolayı  herkesi caydırırken  Kürtlerde de büyük devletlerin, su ve petrol coğrafyasındaki, kayırılan küçük kardeşleri oldukları izlenimini uyandırdı.

Bulanık savaş konsepti, yurt içinde hukuksal belirsizlik ve yurt dışında da diplomatik açmazlar yaratarak egemen ulusların egemenliklerinin yıpratılmasını hedefliyor. Bu sayede Kürtler ucuz bir “ulusal bağımsızlık” savaşı verebileceklerini düşünüyorlar.

Bugün artık Ortadoğu’nun temel problemi Kürt silâhlanması ve onun bulanık savaş konseptidir. Bu konsepte karşı bölge ülkeleri, derhal  bir güvenlik işbirliği anlaşmasına giderek Kürt silâhlanmasını, “ulusal güvenlik” konseptiyle derhal ortadan kaldırmalıdır. Sonrasında Kürt kökenli yurttaşların bölücü siyaset yapmalarının ve her türlü silahlanmasının önüne kalıcı biçimde geçilmelidir.

Ulusal egemenliklerin bulanık savaşla yıpratılmasına derhal son verilmezse Ortadoğu’da patlamağa hazır bir Kürdistan her an ortaya çıkabilir.



31 Ekim 2017 Salı

TESPİTİM GELDİ: IĞDIR SON CEPHE HATTIDIR...

Bize soruyorlar, "yahu derdiniz ne? Iğdır için Iğdırlıdan daha fazla dertleniyor, daha fazla üzülüyor, daha fazla yırtınıyorsunuz..."
Bu soru bizi tanımayanlar için doğru bir soru gibi gelebilir, ama değil, biz sadece Iğdır için değil, bütün Türk yurtları için aynı acıyı yüreğimizde duyuyor, üzülüyor, çabalıyoruz.. Biz ailecek bozuk dişlileriyiz sistemin, kurgulananın tersi yönde çalışıyor, akışa dur demeye çalışıyoruz..
Iğdır, Kars, Van, Kerkük, Tebriz birer sembol, buralara sahip çıkarsanız, dünya Türklüğüne sahip çıkarsınız...Türk'ün makus kaderinin durdurulacağı yer buralardır. Burada durdurmazsanız, iç doğu anadoluya doğru yayılan etnik temizliği oralarda hiç durduramazsınız, yıkım bir sonraki yıkımın psikolojik hazırlayıcısıdır...
Harp akademisinden genç bir kurmay subay olarak mezun olan Mustafa Kemal'in, herhangi bir birliğin kurmay heyetinde keyf sürüp, çaka satması pek mümkünken Trablusgarp (Libya) için tam da bu yüzden gönüllü olmuştu. O günün Türkiyesi için Libya vatandı, düşmemesi gerekiyordu...
Bir gün buralar içinde eskiden vatandı dememek için gayret gerek, çaba gerek, yırtınmak gerek, uyanmak, uyanmakla yetinmemek uyandırmak gerek...
Gökyüzündeki karakara bulutları görün diyedir, gayretimiz, çabamız...
BİLGE KAĞAN, MENGÜ TAŞLARINDAN BİZE SESLENİYOR, GELİN KULAK VERELİM ONA; “TÜRK BEĞLERİ, MİLLET, İŞİTİN! ÜSTTE GÖK BASAMASA, ALTTA YER DELİNMESE, TÜRK MİLLETİ, SENİN İLİNİ, SENİN TÖRENİ KİM BOZABİLİRDİ? EY TÜRK MİLLETİ! TİTRE VE KENDİNE DÖN!”

TESPİTİM GELDİ: KÜÇÜK HESAPLAR

Diyor ki birisi "siz bize çamur attıkça biz birleşiyoruz..."
Bende bu birleşmeyi sağlayan şeyi gerçekten merak ediyorum... Hangi yüksek başarı ya da değer buna sebep oluyor diye;
- Komşularla sıfır problem denilen dış politikada komşuların komşularıyla bile kavgalı hale gelmiş olmamız mı?
- Adalarımızın Yunan işgaline uğramasına karşı kahramanca seyirci kalmış olmamız mı?
-Süleyman Şah Türbesini korumak yerine kaçırmış pardon taşımış olma başarımızdan mı? Bunun son toprak kaybımız olduğunu anlayamamış olmamızdan mı?
-Türkmeneli'ndeki kırmızı çizgilerimizin beyaz çizgi olarak bile kalmamış olması mı?
- ABD Merkez Bankası'nın dünyaya pompaladığı ucuz sıcak paranın ekonomimizde yaratttığı kredi genişlemesi yüzünden hissetiğimiz sanal refah hissi yüzünden mi?
- Bu kredilerin büyük oranda hazine destekli olarak özel sektöre kullandırılmış olmasının borç özel sektörün yanılgısına sebep olmasından dolayı mı?
- 2000 yılında dünyanın dördüncü büyük tekstil üreticisi iken şimdi her şeyimizi Çin'de ürettirmemiz yüzünden mi?
- Üreten bir imalat sanayinin ithal girdiyi montajlayan hale dönüşmüş olmasından mı?
- Alınan borçlarla yapılan duble yolların çabuk tahrip olmasını görmezden geliyor olunmasından mı?
- Genel Sağlık Sigortası primlerini düzenli olarak ödememize rağmen halen her adımda para ödememize yol açan büyük sağlık devrimi yüzünden mi?
- Ordusuna, polisine, yargısına güvenmeyen bir millet haline dönüşmüş olmamız yüzünden mi?
- Hayatın doğal akışına ters bir şekilde edinilen servetleri, gemicikleri yok saymamız yüzünden mi?
- Önüne gelenin kandırdığı bir erkin aslında yönetme kabiliyetinin olamayacağını kavrayamamamızdan mı?
-Milleti etnik, mezhebi açıdan bölen söylemleri önemsememizden mi?
- Bebek katilini masum, terör örgütünü legal hale getirme çabalarına aldırmamızdan mı?
- Vatan topraklarının bir kısmında seyahat özgürlüğünün, can güvenliğinin, kamu hakimiyetinin kalmamış olmasını dert edinmememiz yüzünden mi?
-Hakarete, aşağılanmaya, dilenciliğe, emeksiz yemek yemeye alıştırılmış olmamız yüzünden mi?
Yok bunlar yüzünden olamaz olsa olsa kamuya açık alanlardaki sigara yasağının insan sağlığına yaptığı olumlu katkı bu arkadaşlarımızın yukarıda saydığımız ve daha sayabileceğimiz onlarca hayati olumsuzluğu görmesini önleyip birlik ve beraberliğini sağlayarak birleştiriyor olmalı...
TARİH BELKİ DE BİRGÜN GECEKONDU MUHAFAZAKARLIĞINI BİRLEŞTİRENİN KİŞİSEL KÜÇÜK HESAPLAR OLDUĞUNU YAZACAK AMA GALİBA BİZ GÖRMEYECEĞİZ!!

Facebook'ta ilk yayınlanış tarihi: 31 Ekim 2017

19 Ekim 2017 Perşembe

TESPİTİM GELDİ: Milletlerin Oluşumu Üzerine


Az önce dershaneden gelen kızım öfkeli ergen tavırlarıyla ortalıkta dolaşıp önce annesini sonra beni fırçaladıktan s...onra (Yarabbi şükür) birden yanıma gelip sordu:
- ABD nasıl öyle bir güçlü bir devlet olabilmiş, millet bile değiller?
Gülerek cevapladım:
- Nasıl değiller? Bir Amerikan milleti var… 
- Nasıl var? Aynı ırktan bile değiller… diye bağırarak cevapladı. Olgun baba tavrımı takınarak ona gerekli açıklamayı yapacak iken odadan çıktı. Kapısını çarparak odasına girdi. Sanırım tavrımı alaycı bulup kızmıştı… 



Dinleseydi şunları söyleyecektim:
“Milletlerin bir ırktan olduğuna dair 18. Yüzyıldan kalma görüş daha 19. Yüzyılın başında ırk kavramının, ırkların; göçler, savaşlar, fetihler, köle ticareti vb. faktörler yüzünden saf kalamayacak kadar yoğun bir şekilde karışmış olmasından dolayı milletlerin tanımlanmasında tam olarak kullanılamayacak bir ölçüt olduğu ortaya çıkmıştır. Hayvancılıkta bile ıslah çalışmalarında melezleme yapmak için “saf hat” bulunması ciddi bir problemdir. Buna karşılık uzun süreler birlikte yaşayan topluluklarda evlilikler yoluyla akrabalık derecesinde yakınlaşmanın bir soy birliğinin göstergesi olması, geniş coğrafyalara yayılmış milletler içinde tam olarak açıklayıcı olamadığı, kolayca çökertilebilecek bir kanıt olduğu da açıktır. Soy birliği millet altı yapıları açıklarken kullanılabilecek oldukça kullanışlı bir kavramdır. 


Türkler gibi kadim milletlerde bilinmeyen bir tarihten itibaren birbirine yakınlaşan kavimlerin benzer dil ve kültür üretmeleri, birbirleri ile akrabalık bağları kurmaları belirleyici olsa da, bir güçlü otoritenin baş eğdirici kudreti ile bazen gönüllü çoğunlukla da zorunlu katılımlar milletin oluşmasında amil olsa gerek. Mete’nin bozkırda estirdiği güçlü rüzgârın bozkırda yay çeken bütün kavimleri tek bayrak ve devlet çatısı altında toplaması, aralarındaki ilişkileri hukukun (töre) belirlediği bir milletin Türk milletinin doğuşunu müjdelemiştir. Bir coğrafya parçasında bir araya gelen toplulukların birbirleri ile iletişim kurma zorunluluğu birkaç nesil içinde ortak bir dilinde ortaya çıkmasını sağlamış olmalıdır. Bu ortak dil bütün kavimlerin, kabilelerin kadimden beri kullandıkları dillerin her birinin ayrı ayrı renklerini de taşımış da olabilir, güçlü olanın dilinin benimsenmesi şeklinde de topluluk içinde yayılmış olabilir. 

Burada sonuç önemlidir. Bir araya gelen kavimler, kabilelerin her birinin kültürlerindeki benzer yönlerin yaşaması, genel kabul görmeyenlerin unutulması yoluyla ortak bir kültürde oluşmuştur. Türk milleti özelinde konuştuğumuzda dağıldığı çok geniş coğrafyalarda farklı kavim ve kabilelerin katılması ve bünyede erimesi yoluyla tarihi yolculuğuna devam ettiğini görüyoruz. Güçlü ve canlı kültüre sahip milletlere gönüllü katılımlar olurken, aksi durumda millet dokusunun tersine bir şekilde çözülmesi de kaçınılmaz olmaktadır.


Amerikan milleti, keşfedilen bir kıtaya gelen farklı milletlerden insanların bir dil ve kültür birliği (Amerikan hayat tarzı) için birçok çatışmalardan sonra uzlaşmalarının ardından milletleşme sürecine girmiş genç bir millet olarak kendi ortak tarihini de ürettiği göze çarpmaktadır. Oluşturduğu milletleşme potası bütün dünya insanlarını gönüllü olarak içine çeken yüksek bir cazibe gücüne sahip olduğu da bir gerçektir. Milletleşmenin en önemli göstergesi o milletin temsil ettiği değerler için canını verecek insanların bulunması gösterilebilir. Amerikan değerleri için insanlar ölmeyi göze alabildiklerine göre bir Amerikan milleti de var demektir. 



BUGÜN AMERİKALILAR GÜÇLÜ BİR MİLLET OLARAK DÜNYAYI YÖNETMEKTEDİRLER. ASIL OLAN, DÜN BİZİ GÜÇLÜ YAPAN ŞEYLERİN, BUGÜN AMERİKALILARI GÜÇLÜ YAPTIĞI GERÇEĞİNİ FARK ETMEMİZ VE GEREĞİNİ YAPMAMIZDIR…

TESPİTİM GELDİ: Marjinal Türkçülük

Son zamanlarda internet ortamında özellikle sosyal medya üzerinde Türkçülük Turancılık ana başlığı altında kurulmuş web sitesi, grup, topluluk, ...profil enflasyonu dikkat çekecek kadar çoğaldığını gözlemliyorum. Sayfalarına girip inceleyince benzer bir ruh halinin izlerini dehşetle görüyorum. Akıl dışı, psikopatik, bilimsel temeli olmayan uçuk fikirlerin arzı endam ettiği bu sitelerin yöneticilerinin sitelere koydukları şahsi fotograflarına baktığınızda, psikolojik bozukluğu olduğu yüzlerinden, gözlerinden bakışlarından hemen anlaşılabiliyor. Paylaşılan resimler, semboller özellikle şamanlık, tengricilik benzeri eski Türk dinine ya da mitolojisine ait olduğu görülüyor. Çok uçuk yıkıcı, düşmanlık aşılayan fikirler, nefretle bezeli olarak sunuluyor.
Açıkcası bu tip yapılar bana bir operasyonun altyapısını hazırlamak üzere özellikle kurdurulmuş hissi veriyor.
Sitelerin içerikleri bana geçmiş de birden bire her köşe başında açılan kuvayi milliye derneklerini hatırlattı. Onlarda askerlere yönelecek operasyonun zeminini hazırlamak için kullanılmışlardı.
Bu gruplar sadece heyecanlı insanlardan oluşuyor olsa bile daha mühim bir başka bir zarar veriyorlar. Ben sıradan Türk insanının bile ifade etmese bile bilimsel tutarlılığa sahipTürkçü, Turancı fikirler edinmesini arzu ederim. Bu tip gruplar merkezde olması gereken asli değerlerimizin marjinalleşmesine yol açarak halkımızın bu fikirlerden uzak durması neticesini hasıl ediyorlar. ÇünküTürk milleti her zaman şiddet içeren, katliam öneren, düşmanlıklardan beslenen fikirlere uzak duran bir sağduyuyu hayatının merkezine yerleştirmiştir.
FİKİRLERİMİZİ ÖZGÜRCE SAVUNALIM, PAYLAŞALIM AMA HER AKIMIN MARJİNALLERİNİN TÜRLÜ TUZAKLARLA DOLU OLDUĞUNU UNUTMAYALIM. AKLIN VE İTİDALİN YOLUNDA SAPMADAN DOĞRULARI SÖYLEMEYE DEVAM EDELİM DİYORUM..

Facebook'ta ilk yayınlandığı tarih: 19 Ekim 2014

15 Ekim 2017 Pazar

TESPİTİM GELDİ: Bir PR Yöntemi Olarak Şiddetin Dehşeti

Az önce mesajlarımı kontrol ederken bir arkadaşımdan gelen mesajın başlığı dikkatimi çekti. IŞID PHOTOS yazıyordu. Açtım, bir çoğunu tek tek olarak sanal ağ üzerinden gördüğüm fotografları peşpeşe sıralamışlar. Ölüm ve öldürme üzerine dehşet verici görüntülerdi. Bir hollywood yapımının dehşet mizanseni gibiydiler. Talihinin sürüklediği bir karşılaşma sonrasında bitirilmiş hayatların, yalvaran gözlerin, çaresizliğin verdiği teslimiyetin, pıhtılaşmış kanların yüksek çözünürlükteki görüntüleri bilgisayarımın ekranından evime kadar gelmişti...
Etkilenmeyeceğimi, bu görüntüleri kanıksadığımı sanıyordum. Ama içimden bedenimi boğan ne hissedeceğini bilemeyen birşeyin kusma arzusuyla birlikte harekete geçtiğini, tişörtümün yakasını çekiştirerek nefes alacak alan açmaya çalışan elimin farkına varınca anladım...
Evimden, yaşadığım yerden bin küsur km ötede insanları kurbanlık koyunlar gibi boğazlayan zihniyetin bu insanlık dışı vahşetini anlayabilmemin mümkünatı elbette yok...
Bir insanın ya da ele geçirilmiş binlercesinin diğerlerine dehşet ve korku yayarak sindirmek için acımasızca katledilmeleri ve propaganda malzemesi yapmak için görüntülenmeleri kabul edilebilir bir şey değil...
TANRININ KADİRİ MUTLAK OLDUĞUNA YANİ HERŞEYİ YAPABİLECEK, HERŞEYE YETECEK KUDRETTE OLDUĞUNA İNANIP DA, ONUN ADINA VE HESABINA CANLARA KIYMAK ASLINDA ONUN BU KUDRETİNİ YOK SAYMAKLA EŞDEĞER DEĞİL MİDİR?
SİYASALLAŞAN DİNİN HASTALIKLI ZİHİNLERDE NE DENLİ YIKICI TASAVVURLAR YARATABİLECEĞİNİ YAŞANANLAR GÖSTERMEKLE KALMIYOR, AYNI ZAMANDA ÖĞRETİYOR, TABİ Kİ DERS ALMASINI BİLENLERE...

7 Ekim 2017 Cumartesi

Etnik Irkçılık Üstesinden Gelinmesi Gereken Bir Hastalıktır


Etnik ırkçılık milletleri çözen zihinsel bir hastalıktır. Milletimizin dokusuna her kim bulaştırmışsa Türklüğün en hakiki düşmanıdır.

Prof. Dr. Aziz Sancar, yaşantısıyla, yaptıklarıyla Türk milletinin hakiki bir evladıdır. Hangi etnik kökenden geldiği sorusu AHLAKSIZLIKTIR!

Bilimin insanların sadece İNSAN IRKINA mensup olduklarını gösteren bulguları, milletlerin MEMLERİNİN bir ürünü olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Türkiye'de beynelmilel üç akım olan liberalizm, sosyalizm ve İslamcılık bilerek isteyerek ETNİK IRKÇILIĞA hizmet etmektedir.

Türk, bir milletin adıdır ve mensuplarının hangi etnik kökenden geldiğinden çok, mensubiyet şuurunun gücüyle var olmuştur.

Millet altı unsurların güçlü asabiyetleri çok yakın akrabalardan oluşan mensuplarının dayanışmasından gelen ırkçı bir bağdır.

Milletler, bireylerin birbirleriyle, bireylerin devletle, devletin bireylerle ilişkilerini düzenleyen hukuk düzenine sahip kurumlardır.

Millet, insanlığın geliştirdiği en üst toplumsal yapıyı ifade eder. Millet üstü yapılar kurma hayali olmayacak duaya amin demektir

Milletüstü toplum hayali kuranların milletaltı yapıları teşvik etmeleri millet gerçeğiyle baş edememiş olmalarının bir çeşit intikamıdır.