30 Eylül 2010 Perşembe

Kim Kime Nasıl?

Karikatürde Gordon Brown: "Ya küresel büyük düzen(mutabakat)? Dünyayı kurtarabilirdik!"diyor Obama ise "Pekala, eğer onlar için işe yarasaydı.." diyor. AIG bir Amerikan finans kurumu


Başbakan kur taahhüdü verdi sıcak para patladı”…” 30/09/2010 Hürriyet’ten (Erdal Sağlam)
Bu bir yazının başlığı… Yazının gerisini okumaya gerek yok… Çünkü gerisi çoğumuzun anlamadığı, ekonometri, matematik ve spekülasyon karışımı bildiğimiz “ana akım” iktisadi yorumlardan ibaret.


Yazının vurucu ve anlamlı kısmı başlığı!
Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı birlerine bir taahhütte bulunuyor ve para arzında inanılmaz bir artış yaşanıyor hem de bir anda!

Sıcak paraya duyulan kolektivist/milliyetçi tepkilerin haklılığını tartışabiliriz ama sorun şurada:
Normal bir piyasada hiçbir değişiklik bu kadar hızlı olamaz, olmamalı!
Neden? Çünkü piyasa denen yaygın bilgisizlik ortamı, bir takım öngörülerin, “zamanla fark edilen” değişimlere göre değişmesi ile şekillenir.
Piyasa aktörleri bu yüzden ilgilendikleri sektörle ilgili âzâmi bilgiyi elde etmeye çalışırlar ki tahminlerinin isabetliliği artsın!

Döviz piyasası ile ilgilenen spekülatörler için esas ilgi alanı başat para olan para neyse onun dünya üzerindeki seyrini gözleyebilmektir. Yani bütün satıcılar birbirlerinin piyasasına göz atarak dövizin ( veya herhangi bir malın) kendi ülkelerindeki talep karşısında edebileceği en yüksek değere ne zaman ulaşabileceğini kestirmeye çalışır.
Burada dikkat edilmesi gereken şey şudur:

İnsanlar burada hangi kabadayının, hangi zor kullanıcının, hangi devletin işlere ne zaman müdahale edeceğini bilemez! Çünkü işin “normali” piyasalarda malların arz ve talebe dayanan göstergelerinin meydana getirilebilmesidir!

Başbakan birilerine bir taahhütte bulunmuş! Kimin malıyla ilgili, nasıl bir taahhütte bulunmuş? Kritik soru budur! Burada taahhüdün dayandığı mallar, ellerinde döviz bulunduran, iç piyasada döviz talebine göre durumlarını ayarlayan insanların birikimleri, sermayeleridir!
Eğer hazinede saklı duran paranın, iktidarların saçıp savurabileceği “ Tanrısal” bir para olduğu sanılıyorsa, bu yanlış kanaat, devleti zımnen bir harami olarak kabul etmek demektir.
Çünkü hazineyi oluşturan vergi havuzu ( iç borç ve basılı para gerçek paralar değildir), birileri yetkilerini gönüllerince kullanıp da israf edebilsin diye biriktirilmemiştir! Devlet adamlarının boyunlarındaki vebalin ağırlığı, verginin emeğimizden “zorla” kesilmesi, bu konuda bize hiçbir mutabakat/ diyalog imkânı verilmemesindendir.

Başbakan bu açıdan kime ve neye güvenerek kime , nasıl bir taahhütte bulunmuştur? Kendinsin asla tam olarak bilemeyeceği ve muvakkaten müdahaleler dışında etkileyemeyeceği piyasalardaki dalgalanmalar varken kime nasıl bir güvence verebilmektedir?


Dünyada yaygın bir yanlış olarak hükûmetler kısa süreli hava tahmin raporları gibi tahminlere dayanarak piyasalarla ilgili ciddi kararlar vermektedirler ve bu şekilde de “birikimli” yanlış beklentiler kırığı yaratmaktadırlar. Ekonomik tsunamiler, birikmiş yanlış beklentilerin, zamanla yaratılan bu kırıktaki gerilimi boşaltmasıyla meydana gelen depremlerden sonra oluşmaktadır. Bu kırıklardan sonra bir sıvı gibi akışkan olan ekonomik faaliyet dünyanın her yerinde kırıkta meydana gelen basıncın aynısının hatta çok daha fazlasının hissedilmesine yol açmaktadır.
Her hükûmet, aldığı oy miktarıyla bir tür tanrılık kompleksine girmekte ve elinin altında duran büyük para yığınının, onun hikmetinden, faziletinden dolayı var olduğunu sanmaya başlamaktadır.

Bu bizim başbakanımızla şahsen ilgili bir konu da değildir. Bu, ekonomideki müdahalecilik/devletçilik” hastalığının genel karakteristiğidir.
Hükûmetlerin bu tip “arızî” müdahaleleri, işi dövizle ilgili olan her sektörün fiyat beklentilerini körleştirmekte, iş , arzı ve talebi takip etmekten çıkıp iktidar liderinin “ taahhütlerini” takip etmeye kalmaktadır.

Hükûmetler tüketmedikleri kaynakların ve üretmedikleri malların fiyatlarıyla ilgili konuşmaktan acilen men edilmelidir ki buna “emek” de dahildir! Bu gün durmadan bahsedilen emek sömürüsünün temelinde an başta “asgari ücret” dayatması yatmaktadır! Bu uygulama “en düşük fiyatlı emeğin” tespitini imkânsızlaştırdığından, nitelikli emeği sürekli en niteliksizin seviyesine çekilmesine dolayısıyla sömürülmesine sebep olmaktadır. Kaldı ki açlık sınır daima asgari ücretin üzerinde çıkmaktadır.

Bakkal Ahmet Amca’nın toptancısıyla alışverişi, hükûmeti değil, onları ilgilendirir!
Şu aşamada hiç kimse hükümetin başı gibi bir yetkilinin taahhüdünden kâr sağlayacakları kınamamalıdır! Bir paranın kaynağı piyasa değilse mutlaka devlettir!
Mesele odur ki piyasada parayı elde etmenin yolu alışverişi bilmekten geçerken, devletten elde etmenin yolu sadece yetkilileri mutlu etmekten geçer.


İşin tarjik yönü şurasıdır ki: Piyasadan elde edilen para, müşterinin rızasına dayanan parayken, devletten elde edilen paranın sahibi, adlarını bilmediğiniz ve emekleri zorla azaltılmış milyonlardır.
Eğer her ağrınıza devletten bir ağrı kesici bekliyorsanız, devletin, istediği herkesi zengin edebilmesine de ses çıkarmamanız gerekir.

Eşitlik İdeali Ve Milletleşme I




Eşitlikle ilgili en güncel istismar, “ana dilde eğitim” denen taleple yapılıyor.
Buna göre eğer Kürtler “eşit” yurttaşlarsa kendi dillerinde eğitim yapmamaları için hiçbir sebep olamaz.

İlk bakışta mantıklı gelen bu iddia, “kayıt ve şart” gözetilerek değerlendirildiğinde o kadar da masum ve meşru görünmemektedir.
Birincisi Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletleşmesinin resmî olarak ifade edilmesidir.
Bu ilân, meşru ve kazanılmış bir savaşla, yani hayatın ve ölümün en keskin ayrımıyla netleştirilmiş ve duyurulmuştur.

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin “anlamı” ve kuruluş felsefesinin tartışılması bitmiştir. Böyle bir tartışma ancak tekrarlanan bir savaş ilanı ile yapılabilir ki etnik ırkçıların Türkiye’yi sürüklemek istedikleri nokta bu sefer “toptan ve büyük” bir iç savaştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk Milletleşmesinin nihaî ilânı olması esasen Türk Milleti’ne has bir durum da değildir.

Millî devlet haline gelmiş ve milletleşmesini tamamlamış bütün toplumlar, kendi tarihlerine bu safhada aynı noktayı koymuş, milletleşme durumları üzerindeki tartışmaları bitirmişlerdir.
Bu bir zorbalık, bir adaletsizlik, bir eşitsizlik midir? Şüphesiz hayır!

Çünkü “milletleşme” denen dönüşüm, insanların ana-baba, soy-sop, kan bağı, aşiret mensubiyeti ilişkileri gibi “görebildiğine/tanıyabildiğine” hürmet etmekle tebarüz eden basit ve ilkel değer ve normlarından, daha soyut değer ve normlara geçmek iradesini göstermesinden başka bir şey değildir.

Dünyada pek çok etnik topluluk vardır fakat çok daha az sayıda” milletten” bahsedebiliriz.
Bunun sebebi milletin uydurma bir kavram olması değildir. Bunun sebebi, insanların kan bağının, kabile/aşiret kolektivizminin güvenliğini bırakıp soyut değerler üzerindeki mutabakatın güvenliğine geçmekteki farklılaşması, eşitsizliğidir.
Bu noktada eşitlik kavramına yüklenen genel kolektivist “dağıtımcı” vurgunun yanlışlığını belirtmekte sayısız fayda vardır. Eşitlik genellikle bir dağıtım ölçüsü olarak ele alınmakta ve insanların birbirlerinden farkız şekilde “nimetlerden” yararlandırılması anlamında sıkça kullanılmaktadır.

Oysa kelime olarak eşitlik bir eşlik, tıpatıp benzerlik anlamına gelir. Bu kavramın cansızlar, bitkiler ve hayvanlar için kullanılması son derece mantıklıdır. Çünkü bunlar en nihayetinde insanın hayatta kalması, yararlanması için gerekli olan şeylerdir ve her cinse ayrı olmakla beraber cinslerin her bir elemanına veya üyesine aynı şekilde davranılır. İneklerin cinsleri süt elde edilmesi yönünden birbirlerinden farklılanmaz. Veya mezbahaya yollanan hayvanlar, hastaları dışında, farklı muamele görmez.


Oysa iş insana gelince ona aynı şekilde muamele edemeyiz. Her ne kadar bazı indirgemeci arkaik bilim adamları insanı hayvan sayıverse de onlara göre “eser yaratmak” gibi önemsiz bir ayrıntısından dolayı insan popülasyonu, birbirinden farklı ve “birey” denen üyelerden oluşur. Dolayısıyla böyle bir beraberliğe bir sürü muamelesi yapamazsınız.
(Devam edecek...)

29 Eylül 2010 Çarşamba

Soyut Yok mudur? II


Birinci bölümden devam

....

Bundan dolayıdır ki tabiatı kendine göre “tercüme” ederken aynı zamanda yaşamanın maliyetini en aza indirecek beraberliği sürdürebilmenin de kurallarını keşfetmeye çalışmıştır. Çünkü ancak bütün insanlarda beraber yaşamak rızasını hasıl edecek ortak sınırlar varsa yani insanın var oluşunu ortadan kalkmaması için şartlar sağlanmışsa insan var olabilir.

Bunun ne gibi bir önemi olabilir? Veya böyle olması bizim için neden fark etmelidir?
Şundan dolayı: Eğer soyutluk olmasaydı, insan “gerçeği” aramak ihtiyacını hissetmezdi, yani “kendisinden başka bir şey olamayacak şeyi” aramak ihtiyacını duymazdı. İyi de insan bir hayvansa bunu nasıl yapabilmektedir?



Bunun için muhakeme yeteneğini kullanır. “kendisinden başka bir şey olamayacak şeyi” çıplak olarak görebilmek için onu en iyi görebileceği açıyı arar, onun üzerindeki bütün çer çöpü kaldırır. İşte bu, “muhakeme sürecidir”. Muhakeme süreci elle tutulmayan, gözle görülmeyen ama dünyayı algılamamızı sağlayan şeylerle yürütülür: Kelimelerle!


Kelimeler yalnızca taşların, ağaçların, hayvanların etiketi değildir.
Kelimeler kendileri vasıtasıyla “ kendinden başka hiçbir şey olamayacak şeyi” adlandırmamızı sağlayan araçlardır.


Bu muhakeme süreci bir şeyi diğeriyle kıyaslamamıza ve tercih etmemize yol açar. Bir şeyi diğerine tercih etmemiz konusundaki yaygın muhakeme mutabakatı sayesinde, bazı davranışların diğerlerine göre arzu edilir olduğunu, dolayısıyla bunların dışında kalan davranışların tercihe şayan olamayacaklarını yani “yanlış” olacaklarını söylemiş oluruz.
Buraya kadarki akıl yürütmelerin tamamının temeli “soyuttur”. O soyutluktur ki ifadesi olan sözlerle davranışlarımızı bağlayacağımızı, sınırlandıracağımızı ikrar eder ve o sözleri de “kanun” olarak adlandırırız.


Kanunlar taşlar, ağaçlar gibi yerden biten tabiattan topladığımız somut nesneler değildir. Yani herhangi bir kanuna uymamak bizi su aygırının sudan uzak kalıp ölmesi gibi öldürmez. Buna rağmen, o kanunlarla ilgili genel vicdani mutabakatımız o kadar güçlüdür ki yalnızken de hırsızlık yapmaz, tecavüz etmez, öldürmeye kalkmayız.


İşte bu, insanî inşanın özüdür, insan olmanın gereğidir.
Demek ki bir soyutluktan bahsetmek, “var olmayandan bahsetmek” demek değildir! Veya hiçbir bağlayıcılığı olmayan uçucu bir hayalden bahsetmek değildir. İnsan hayatının ilkel dönemlerindeki somut kurallardan sonra beraber olmanın, ancak ortak bir anlam dünyası yaratmakla mümkün olabileceğine dair lisanî keşif ile kuralların “ifade edilmesi” süreci de başlamıştır.


Memleketin ahvali ile bu durumu kıyaslarsak görünen odur ki etnik ırkçılar için “ Tarihin bir döneminde bir hukuk çatısı( devlet) altında bir araya gelmiş bir kavimler cem’ini” yani milleti algılayabilmek imkânsızdır. Çünkü onlar ancak mala davara yarayacak, birebir görüp tanınan kişileri, birebir tanınmayan kişilerden koruyacak somut koruyucu nesnelere yani silahlara dayanmaktadırlar. Onların bütün algıları, çakal kurda olduğu kadar insana da güç kullanarak varlığını kabul ettirmeye dayanmaktadır.

Bundan dolayıdır ki onlar, meselâ“borçlar hukukunun ikrah ile ilgili maddelerini” anlamak yerine, bahçelerine giren ineği sahipleriyle beraber katletmeyi” hukuk “olarak algılamaktadır.
Evet Taha Akyol doğru söylemektedir. Türk Milleti kavramını Kürt kabileciliğine izah etmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü onların algıları salyangozunkine benzemektedir. Asırlar evvelinin dağlı düşmanlık kültürünün bozulmamış mirasıyla dünyayı, kendi varlıklarının düşmanı olarak algılayıp kendilerine uymayan bütün görünür farklılıkları yok etmeden kendilerini emniyette hissetmeyen, doğrudan kan bağı taşımayan herkesi de düşman belleyen kabilecilikleriyle etnik ırkçılar, kendilerine “kural” getiren devlete ezelden düşmanlık beslemektedirler.

Kan bağı gibi gayet somut bir şeyi tek ve nihai gerçeklik olarak algılayanlara “hukukla birleşerek benzeşmiş kavimlerden” bahsetmek açıkçası anlamsızdır.
Türkiye’de var olan yanlış, algıları ancak salyangoz kadar olan bir etnik ırkçı grubun gözünün önünden hızla geçen şeyleri yok saymasını, leoparın hızlı algısına tercih etmek gibidir…
Hukuk ile birleşmenin “soyutluğudur” ki Türk adını soyut bir yere getirir. Bu soyutluktan dolayı Türk adının da var olmadığını veya buharlaştığını savunmak aslında “kanun denen sözlerin” de soyut ve bundan dolayı gerçek olmadıklarını , var olmadıklarını söylemek demektir.
Türkiye’de etnik ırkçılık ve etnik terör sorununun çözümü, salyangoz algılı etnik ırkçıların algılarına müracaat edilerek bulunamaz. Çünkü onlar varlığımızı temellendiren “soyut” değerleri ve normları algılayamamaktadır.

Bu algıları zayıf insanların, göremedikleri şeyi yok saymaları onların ilkelliğidir, az gelişmişliğidir. Bir modern devlet, soyutluğu tanımamış her ilkelliğe demokratik yetki vererek var olamaz! Etnikçi siyasetin somut ırksal verilere dayanarak, kurallı bir düzeni berbat etmesine, insanın var oluşunun gereği olarak izin verilemez, verilmemelidir.

Dolayısıyla daha “kural” denen şeyin soyutluğunu idrak edemeyen, kuralları ancak su aygırının fizikî hayatta kalma kuralları kadar az ve somut olan toplulukları ikna etmeye çalışmak beyhudedir. Hiçbir devlet, meselâ borçlar hukukunun karinelerinin yerine, kendi kabile kurallarını uygulamak için isyan eden bir topluluğa izin vermez. Bu isyan ne kadar kanlı ve şiddetli olursa bastırılması da aynı şiddetle olur. Çünkü en nihayetinde kabilenin düşmanlığı, kendi algılanırın çok ötesindeki millet oluşumunun temeli olan soyut kabullere karşıdır.
Teşekkülü soyut kurallara dayanan milletleri, kan bağından gayrı bir müştereki bulunmayan kabilelerin şiddet tehdidine boyun eğdirmeye kalkmak, zoru, kuralın üstüne koymak demektir ki bu medeniyete ihanetten başka bir şey değildir. Bu durumda demokrasi de var olamaz, hukuk da…


Kabileciliğin şeditliği ile demokrasiyi aynı anda barındırabileceğini sanmak soyutu inkâr etmenin en ilkel halidir ve eğer bu tip insanlık dışı fikirleri siyasete taşımaktan vazgeçmezsek, ülkemizin birbirlerini yamyamca bir hazla yok eden sayısız kabileye bölündüğünü gördüğümüzde şaşırmamalıyız.

BİTTİ

Şu Türk’ler de Olmasa Kardeşlik Ne Kolay Olurdu!



Binlercesini öldürmüşüz!
Binlercesini inkâr etmişiz!
Binlercesini falan filan falan filan…

Yüzyıldan fazladır askerimize silâh çekerler… Yüzyıldan fazladır ayrı devlet isterler… Yüzyıldan beri devletimizi sevmezler…

Türkiye’nin her yerine gidebilirler. Kimse “Deden kimdi ?” diye sormaz…
Türkiye’nin her yerinde ev, dükkân, arsa, mal, davar vs alabilirler…
Türkiye’nin her yerinde aynı sınavlara girer, aynı okullara sorgusuz sualsiz giderler.


Bütün mahkemelerin kapıları onlara açıktır, daha hiçbir mahkeme kapısında Türkiye Cumhuriyeti kimliği dışında kimliğine bakıldığını görmemişizdir.
Ama bakarsanız onlara göre binlercesini öldürmüşüzdür, inkâr etmişizdir!


Öldürdüğümüz adam mahkemeye gidemez… Öldürdüğümüz adam arsa da alamaz. Öldürdüğümüz birileri Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına giremez! Öldürülenler üniversite sınavına girip kampüslerde olay çıkartıp devlete zarar vermez, insanları yaralamaz!
Ha nedir? “Türk” adını sevmezler… Ne yapalım hemşerim? Aşçıya söyleyelim menüye başka yemek mi koysun? Bir müteahhit bulalım yıkalım eski evi, şöyle içince Türk adı geçmeyen bir “kasır” mı yaptıralım?


Benim dedem devlete hiç isyan etmedi, hiç ihanet etmedi, köydeki evinin hamamı iki defa yıkıldı! Amcam olmasa evin geri kalanı da çoktan yıkılmıştı!


Güya inkâr ettiklerimizin dedeleri sayısız Mehmetçik’in kanına girdi, torunları da şimdi giriyor, herifler “kasırlarda” oturuyor, memleketin her yerinde mülk ediniyor, üstüne üstlük milletvekili olup en kıyağından kaymaklı emeklilik kadayıfı yiyor, hiçbir mahkeme kararına uymuyor, bebek katillerine teşekkürü çakıp bir de benim milletimi her gün tehdit ediyor!


24 saat köylerinin dilinde yayın yapan televizyon açıldı mı? Açıldı… “Kendi dershanelerinizi açın!” dedik mi? Dedik! Üniversitelere “dillerini” soktuk mu? Soktuk!

Otobüslerde, dolmuşlarda bangır bangır PKK marşları dahi çalıyor musunuz? Çalıyorsunuz!


Eee? Sizi daha nasıl “tanıyalım” abiler?

Bak ben size bir şey diyeyim. Sizin istediğiniz şeyi Hitler bundan 60 -70 yıl evvel Yahudi’lere yaptı. Yakalarına veya kollarına birer Magen David taktırıp ele güne teşhir etti, ondan sonra da katletti! Siz de istiyorsunuz ki illa bi’ tarafınıza birer dövme yapalım, veya alnınıza birer alameti farika çakalım, her gittiğiniz yerde “kimliğiniz” belli olsun!

Bari siz biraz akıllı olun! Biz size zorla “ Nesin, necisin?” diye sorar da sizi açıklamağa zorlarsak yaptığımızdan hoşlanmayacağınız şeyi kendi elinizle kendinize yapmayın! Siz sanıyorsunuz ki hem alnınızda “etnik markanız” hem cebinizde Türk düşmanlığınız ile gene mahkeme kapılarından, tapu müdürlüklerinden, hastaneden, postaneden rahatça yararlanacaksınız… Kusura bakmayın ama.. Kaba tabirle, “Yemezler”! O dediğiniz anca “Barzan Amca’nızın” yanında olur… Mardin’e “bijiye” giderken Kulu’daki evden olursun hemşerim, ben sana diyeyim…

Soyut Yok mudur?




Memleketimizdeki etnik ırkçıların iddialarının çok güçlü görünmesinin sebebi, bu iddiaların oldukça somut delillere dayanmasındandır.
Dolayısıyla bu iddiaların karşı iddiaları daha en başından yok sayılmakta ve tartışmalarda, “çözüm arayışları” hep etnik ırkçıların “delilleri” üzerinden yürütülmektedir.


Nedir bu deliller? Kürt adını ortaya koyan soy ilişkileri / kan bağlarıyla kesin şekilde ayırt edilebilen ve ülkenin geri kalanınca anlaşılamadığı için “yabancılığı”, “ötekiliği ispatlayan etnik bir dil…

Bu kadar elle tutulur “deliller” söz konusu iken Türk adının aynı ölçülerle/delillerle ispatlanması mümkün olamadığı takdirde, nasıl olur da bu memlekette Türk diye bir egemenin var olduğundan bahsedilebilir? Etnik ırkçıların, onların yardakçısı sözde liberal bazı vatansızlar, bazı sosyalistler ve elbette siyasi dincilerin ortak kanaati budur!

Salyangozlar için hayat öyle yavaş akmaktaymış ki gözlerinin önündeki bir şeyi hızla çektiğinizde yok olduğunu sanırlarmış, hareketi algılayamazlarmış.
Oysa bir leopar için bu söz konusu değildir, çünkü onun işi sür’atle ilgilidir.
Mesele bu şekilde bir algılama farkıdır…



Etnik ırkçılar ki onların sosyolojiden haberdar olmalarını beklemiyorum; vatansız liberaller ve sosyalistler ve elbette siyasi dincilerin asgari müştereki olan “enternasyonalizm” de aynen bir salyangoz algısı yaratmaktadır.



Şu farkla ki: Salyangozun algısı harekete bağlıyken insan olmak iddiasındaki bu grupların algılarındaki çarpılma “soyutlamayla” yan doğrudan doğruya insan olmakla ilgilidir.
Yanılmıyorsam Taha Akyol “Türk adı öyle soyutlaştı ki artık neredeyse yok oldu, bunu Kürtlere anlatamazsınız..” mealinde bir laf edip bu algı yetmezliğini, bir sirkati arz eder gibi itiraf etmiş.
İşin özü bu itiraftadır!



Liberalizm merkezine bireyi alırken bunu “soyut” bir birey üzerinden yapar. Çünkü o, “Her zaman herkes için geçerli olan ve daha önemlisi zaten var olan âdil davranış kuralları” ile ilgilenmektedir.


Buradaki anahtar kelime” soyut”tur.
O halde soyutluk gerçekten var olan bir şey midir, yoksa aslında tamamen uydurma bir kabul müdür?



Gerçek, “kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir”. Yani eğer soyutluk diye bir gerçek var ise bunun kendisinden farklı bir şey olamayacağının anlaşılmış olması gerekir.
Gerçekliğin önemi nedir?



Gerçekliğin önemi şudur ki o, doğrularımızın anasıdır.
Eğer böyle olmasaydı bizimle aynı seviyede yaşayan toplumlarla paylaşılan ortak doğrularımız olmazdı.



Nedir mesela bu doğrular? Çalmamak, öldürmemek, tecavüz etmemek, yalan söylememek gibi sınırlamalar…



Birden bire şunu fark ederiz ki “medeniyet” denen şeyi yaratmaya başladığımızdan… Yani insanlığımızın, sümüklüböceklerden, maymunlardan, çekirgelerden, balıklardan, kertenkelelerden farkını ortaya koymak ihtiyacını hissetmemizden itibarendir ki”elle tutulmayan” ama bizi bağlayan bir takım sınırlayıcılar olduğunu keşfetmeye de başlamışızdır. Montesquiue bu durumu “İnsan kendi yaptığı kanunlar kadar kendi yapımı olmayan kanunlara da uyar” diye belirtmiştir. Burada bahsedilen kanunlar hem hepimiz için geçerli olan tabiat kanunlarıdır hem de “henüz keşfedilmemiş” toplumsal hayata dair sınırlamalardır. Esasen liberal düşünürlerin “common law” ile ortaya koydukları temel ilke de “kanunların” bir yaratma işinden ziyade, bir keşif sürecinin ürünleri oldukları ve olmaları gerektiğidir.



Peki ama soyutluk nerededir? Hâlâ elle tutulur delillerin karşımıza çıkmadığı bu tartışmada kanunlardan bahsetmek bizi nereye götürmektedir?



Soyutluğun bu şeffaflığı, onun hava gibi çevremizi sarması maalesef nefes almak ihtiyacımızı unutmamıza sebep olur çoğu zaman. Havayı göremez ve ancak bir hareketi esnasında hissederiz.. Ama onu en çok nefessiz kaldığımızda hissederiz.
Soyutluk da aynen hava gibidir. Onun var olduğuna dair kesin kabullerle yaşar ama bu kabullerimizin farkına varmak istemeyiz.



Meselâ toplumda kabul edilebilir davranışlarla ilgili sözlü sözsüz kurallar koyar ama bu kuralların taş , toprak, su, odun gibi şeyler olmadığını hiç düşünmeyiz.
Bir suaygırı ancak suya yakınlıkla hayatını sürdürebilir. Onun kuralı, doğrudan doğruya hayatının fiziki sınırlarından ibarettir. Hayvanlar ve bitkiler âlemi( Ben insanın bir hayvan olmadığında ısrarlıyım) için “kurallar” net, değişmez ve gözlenebilirdir. Çünkü varoluşları hakkında kendi kararları söz konusu değildir.



Varoluşu hakkında herhangi bir karar verebilen tek canlı insandır. “Varoluşu” algılayan tek canlı da insandır. Varoluş “fikrini” ortaya çıkaran tek canlı da insandır. İyi de var olduklarına dair bir fikirleri olmayan canlılar ile var olduğunu idrak edebilen insan arasındaki fark o kadar önemli midir? Çoğunun sandığının aksine gayet önemlidir!
Çünkü “var olmak” fikrinin bizatihi kendisi “soyuttur”!



Çünkü var olmanın, fizikî kurallara bağlılığın ötesinde kurallarla mümkün olduğunu idrak edebilmek kabiliyeti sadece insanda vardır! Çünkü ancak “akıl ettiğinde” yani “ilgi kurabildiğinde”, “yani varlığı sürdürmeyi sadece tabiata karşı değil diğer insanlarla beraber olarak da sağlamanın “anlamını” düşünen tek canlı insanoğludur!



Bundan dolayıdır ki tabiatı kendine göre “tercüme” ederken aynı zamanda yaşamanın maliyetini en aza indirecek beraberliği sürdürebilmenin de kurallarını keşfetmeye çalışmıştır. Çünkü ancak bütün insanlarda beraber yaşamak rızasını hasıl edecek ortak sınırlar varsa yani insanın var oluşunu ortadan kalkmaması için şartlar sağlanmışsa insan var olabilir.


Bunun ne gibi bir önemi olabilir? Veya böyle olması bizim için neden fark etmelidir?
Şundan dolayı: Eğer soyutluk olmasaydı, insan “gerçeği” aramak ihtiyacını hissetmezdi, yani “kendisinden başka bir şey olamayacak şeyi” aramak ihtiyacını duymazdı. İyi de insan bir hayvansa bunu nasıl yapabilmektedir?



(Devam edecek...)

28 Eylül 2010 Salı

Köpekten Korksaydık



“Madem kardeşiz, kendi dilimizde eğitim hakkını neden vermiyorsunuz? Neden kendinize tanıdığınız hakları bize de tanımıyorsunuz?” sorulan bu…

Be güzel kardeşim kendime ne hak tanımışım?
Dişimizle tırnağımızla kazandığımız istiklalimizden sonra kendi dilimizle, kendi bayrağımızla, kendi mahkemelerimizle, kendi tapu dairelerimizle, kendi ordumuzla, polisimizle var olmak hakkını kazanmış mıyız? Buna itirazın var mı? Dolayısıyla bu hak, beni bu mülkün kesin ve tartışılmaz sahibi yapıyor mu? Evet!

Sana demişiz ki “Sen de bizim ailedensin emmoğlu, kardeşimizsin, sen de bu bayrağın altında bu evin diliyle sohbet edip bebelerini okutasın, bu bayrak ısıtsın hepimizi, bu topraklara kazınmış şu mübarek dil ile gel vekillerimizi seçelim, siyasetimizi yapalım, şu ay yıldızlı Türk bayrağının altında neyi nasıl kuracaksak beraber kuralım. Bundan sonra ayrımız gayrımız yoktur!” demiş miyiz?


Sana tapu dairesinde “kimsin necisin?” diye sorulmuş mu? Sorulmamış! Gitmişsin Ayvalık’tan yazlığını almışsın! Sana hastanede “kimsin necisin?” diye sorulmuş mu? Sorulmamış! Kalbini dinleyen doktor, serumunu takan hemşire, altını temizleyen hasta bakıcı senin “etnik kimliğine” mi bakmış? Otobüse binerken sana kim olduğun mu sorulmuş? İstanbul’u gecekondu mahalleleriyle doldururken, hamal, taksici, pazarcı mafyası kurarken kimsenin aklına “Bunlar ne yapıyor?” diye sormak gelmiş mi?


Peki emmoğlu?.. Sen daha Osmanlı zamanından beri hele de biz ateşten gömlekler giymiş iken senin canını, malını, ırzını, gavurun çizmesinden, tecavüzünden koruyan Muhammet ocağı bir orduya ihanet etmiş misin? Etmişsin!


Sen bizim bütün kucaklamalarımıza bir hançerle cevap vermiş misin? Vermişsin…
Sen istiyon ki şimdi emmoğlu, bu ihanetini, bu kalleşliğini, bu kahpeliğini, kendi bebelerine, masumlarına sözde dilinle öğretebilesin, onların da da kafasını kendi cenabet fikrinle ifsat edebilesin.
Bir de istiyon ki bunları benim paramla yapabilesin!
Bir de istiyon ki eline sopa aldın diye senden korkalım, korktuğumuz için yatışasın diye her istediğini sana verelim, he mi? İnsan insana tehditle, zorla bir şey kabul ettirmeye kalkmaz, bize kabul ettirmeye kalktılar, boylarının ölçüsünü aldılar… Gücüne güvenip de zorbalaşanlar insandan ziyade köpeğe yakındır…


Eyi dinle emmoğlu… İt kısmısı güçten korkar. Dolayısıyla tek bildiği, karşısındakine diş geçirip geçiremeyeceğidir. Bilirsin çoban itleri etle değil ekmekle beslenir.. Neden dersen; kan kokusu alan it sürüye dadanmaya başlar ki onun da itlâfı gerekir!


İmdi… “Düveli muazzamayı”, elinde avucunda yokken Anadolu’dan söküp atan millet, o “düvelin” itlerine hayatta boyun eğmez. İşin tabiatına aykırı, a’nadın mı hemşerim? Kendi köpekliğini, kendi ailene bulaştırma! Aileni de kendin gibi köpek yerine koma, koydurtma! Senin aileni senin gibi bilir isek senin ailene yazık olur! En azından bu kadarını kafan alıyor mu emmoğlu?


Ben de bir çözüm önerisi getiriyorum! İnsana saldıran köpeklere savunma hakkı tanıyıp, yaşadıkları kötü şartları hafifletici sebep sayıp rehabilite edelim! İmralı’da bunu zaten yapmıyor muyuz? Yoksa?..

26 Eylül 2010 Pazar

Neyleyim Türk’süz Demokrasiyi?




Bir demokrasi yaygarasıdır, koparıldı, gidiyor.


Bu yaygarada Kürt etnik ırkçıları federasyondan, ayrılmaya kadar her şeyin kendi demokratik hakları olduğunu söyleyip duruyor. E işin içinde o kutsal kelime var ya, kim nasıl itiraz edebilir?
Yani demokrasi olunca Kürt ırkçıları istedikleri gibi hareket edebilecek, bize de kalan sadece onaylamak olacak…

Diyelim ki bu gerçekleşti?..
Bu durumda neler gerçekleşecek?


Anayasa’da Türk kelimesinin yanına Kürt kelimesi eklenecek. Böylece, dünyaya yayılmış, nüfusu yüz milyonları bulan, pek çok kavmi bünyesinde barındıran bir milletin adıyla bütün varlığı sınırlı bir coğrafyada bulunan, sekiz on tane büyük aşiretten ibaret bir kabileler koalisyonu aynı kefeye konacak.


E bu durumda meselâ yargı kime göre karar verecek? “Türk ve Kürt Milletleri adına…” mı?
Yargı buna göre karar verdiğinde her kabile Anayasa’da kendi adının da anılmasını isterse onlara nasıl cevap vereceğiz? Bu durumda herhalde her köy, geleneklerindeki, şivelerindeki, kültürlerindeki farklara göre Anayasa’da ayrı ayrı anılmayı isteyebilir?

Anayasa’da adı anıldığı takdirde Kürt topluluğu kendilerinin ayrı bir “halk” olmasından dolayı, ayrı bir yönetim isteyecek midir, istemeyecek midir? Şimdilerde güya yüreğimize su serpmek için “Canım tek bayrağa razıyız..” gibi söyleseler de bir kere “ayrı “oldukları resmen tanındığı takdirde, bu “ayrılığın” mutlaka ve mutlaka coğrafî bir tanımı da yapılacaktır ki barış temsilcisi demokrat Kürt ırkçısı milletvekillerimizden biri mahallî idareler seçiminden sonra “Kürdistan’ın sınırlarını çizdik” diyebilmişti.


Bu “yönetim”, içinde “Türk” kamu oyunun herhangi bir tesirinin olmadığı, “Kürdistan” ahalisi tarafından seçilen ve onları, başka herhangi birine danışmaksızın temsil eden bir yönetim olacak mıdır, olmayacak mıdır?


Bu durumda meselâ “Kürdistan” sınırında ayrı bir güvenlik birimi olacak mıdır, olmayacak mıdır? Bu güvenlik birimleri Barzanî “amcanın” çocuklarından mı olacaktır, yoksa Habur’dan ellerini kollarını sallayarak giren “barış elçilerinden “mi?


Eğer Anayasa’da adları geçerse Kürt topluluğu doğal olarak kendi okullarını oluşturmak istemeyecek midir? Şüphesiz isteyecektir. Bu durumda, beşikten mezara kadar tek kelime Türkçe bilmeyen nesiller yetiştirilebilecek midir? Şüphesiz evet! Yani? Sözde bir “Türk” ortak yapımı federasyonda Türk’ten haberi olmayan milyonları Kürdistan eğitim fabrikalarında imal edebilmek mümkün olacaktır.

İmdi…

Buraya kadar bahsettiğimiz ihtimaller, bazılarının sandığı gibi bir “ en kötü durum senaryosu” falan değildir. Buraya kadar bahsedilenler Kürt ırkçıları/ayrılıkçıları ve onların köpekliğini yaptıkları PKK terör örgütü tarafından Türk Milleti’ne “barış” veya “çözüm” adıyla dayatılan taleplerdir.

Her sebebin bir sonucu mutlaka olmalıdır. Biz de burada sözde “barışın” sebebi olacağı söylenen taleplerin nasıl sonuçlanacağını ortaya koyduk. Bunlardan başka bir sonuç beklenebilir mi? Beklenemez, çünkü bu sonuçlar zaten ayrılıkçı Kürt ırkçılarının hedefleridir.
Peki bu talepler ve sonuçlar demokrasinin kaçınılmaz gerekleri midir? Demokrasiden bahsedebilmemiz için mutlaka ve mutlaka Kürt etnik ırkçılığının ve etnik terörünün taleplerini yerine mi getirmeliyiz?

Daha da önemlisi şu: “Demokrasi”, kardeşlik ve bütünlük adına öne sürülen bu taleplerin her biri, “fiilen” bir bağımsızlık anlamına gelmiyor mu?

Zaten etnik terör örgütü, bir Kürt devletinin ordusu olmak istediğini defalarca söylemedi mi? Bu fikir bize “demokrat” Kürt ırkçıları tarafından “çatışmasızlık” adıyla pazarlanmadı mı? Türk Ordusu’ndan ayrı bir orduya sahip herhangi bir topluluk zaten “bağımsız” değil midir? Bir federasyon olmak durumundan dolayı federatif vergilerle finanse edilmesi istenen Kürt ırkçılığı okullaşması, fiilen bir bağımsızlık değil midir?
Peki bu “bağımsızlık” hali, nereden yasal bir temel bulacaktır? O temel ancak Anayasa’da etnik grupların adları anılmaya başlanır da “Türk” adı bir kabile adı haline indirilirse bulunmuş olacaktır.

O halde…

Mevcut iktidarın ideolojisinin temelinde enternasyonalizm, teokrasi ve Türk düşmanlığı olduğu ezelden bilindiğine göre…

Hele “Anayasa’dan Türk adının çıkarılmasının “demokrasinin önündeki son engelin kaldırılması” olacağını söyleyen iktidar partisine mensup vekillerin beyanları havada uçuşurken…
Son referandumda devlet imkânları alabildiğine kullanılıp koskoca bir sistem değişikliği, topu topu iki maddeye dayanan “deterjan markası” kıvamında bir reklâmcılık tarzıyla halka sunulmuşken…

İnsan ister istemez, memleketin “demokrasiyle işgal edildiği” fikrine kapılmaya başlıyor.
Demokrasinin de , hukuk birliğinin de kaynağı olan millet ve millî egemenlik kavramları, gene demokrasinin çarpık bir yansımasıyla ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Referandumla “Halk yönetime el koydu!” diye manşet atılıyor, sonra bir bakıyorsunuz, alkollü sergi açılışları taşlanıyor, sevgililere terörist sorgulaması yapılıyor, birileri bize “ahlâk kesip biçmeye” başlıyor vs vs vs…

Halkın yönetime el koymasıyla beraber toplumda bu tip çatlaklar, ayrışmalar meydana gelecekse kimse kusura bakmasın, buna demokrasi falan denmez.

Eğer halkın yönetime el koyduğu bir memlekette, demokrasi vasıtasıyla Türk adı Anayasa’dan kaldırılacaksa…

Eğer halkın yönetime el koyduğu bir memlekette, demokrasi vasıtasıyla Türk Millî egemenliği kabilelere bölüştürülecekse…

Eğer halkın yönetime el koyduğu bir memlekette, demokrasi vasıtasıyla ülkemin bir kısmında etnik ırkçıların bekçi köpekleri benim gezmeme mani olacaksa…

Eğer halkın yönetime el koyduğu bir memlekette, demokrasi vasıtasıyla benim dilimi bilmeden, bana düşmanlıkla yetiştirilecek çocukların eğitimlerini vergilerimle karşılamaya mecbur edileceksem…

Kimse kusura bakmasın, öyle bir demokrasi bana gerekmiyor!





24 Eylül 2010 Cuma

Ermeni’lerin Varoluş Algıları ve Ermenistan



Merhum Hrant Dink, Ermeni topluluğunun milletleşebilmesi için öncelikle topluluğun kanına işlemiş olan “zehirli Türk düşmanlığından” arınması gerektiğini söylediğinde korkunç hakaretlere maruz kalmıştı.
Türk çocuklarını sünnet eden, onlara kirvelik eden Ermenilerin kanını zehirleyen bir düşmanlığın ıstırabını en çok o duymuştu.

Sekiz yazılık bir dizinin bir yerinde geçen “Türk’ten boşalacak zehirli kan” tabiri bir anda herkesi ayağa kaldırmıştı.
Sözün tamamının ne olduğu ise ancak o öldükten sonra anlaşılabildi ve elbette AİHM tarafından tazminata mahkûm edildikten sonra…


Hrant Dink’in kendi kavmi için önerdiği şey aslında tam da kavmiyetçiliğin sınırlı iletişiminden, kin, öfke ve yabancı düşmanlığı duygularından kurtulmaktı.
Bir hümanist olarak onun bunu savunması hepimize normal gelebilirdi. Ama asıl sorulması gereken soru şuydu: “Bu öneriyi neden Bir Türk Ermenisi getiriyordu da Bir Amerikan Ermenisi, bir Fransız Ermenisi veya Ermenistanlı Ermeni getirmiyordu?”
Bunun cevabı milletleşme macerasının farklılığında saklıdır.


Ermenistan’ın bir bürokratik otarşi olarak kurulması, sanılanın aksine Ermeni milletleşmesinin önünü kesmiştir. Esasen Ermeni’ler başka kavimleri içinde barındıran büyük bir millî topluluk olmadıkları için zaten artık milletleşebilmeleri söz konusu değilse de sözde kendilerine ait bir devlet kurarak dünyadan iyice kopmuşlardır.


Milletleşememiş toplumların/ toplulukların devletleşmeden muradı da zaten dünyadan kopabilmektir. Milletleşmiş toplumlar için topluma yaklaşan her kavim, yeni bir kültür kaynağı, yeni ve sıcak bir ilişki anlamına gelirken, millet altı toplumlarda “başkalarıyla” ilişkilerin temel güdüsü korkudur.


Bundan dolayıdır ki meselâ Türkiye’de ötekileştirmenin baş aktörleri Kürt etnik ırkçılarıdır. Zaten Kürt ırkçılığının seyri, Ermeni ihanetinin seyriyle hemen hemen aynıdır…
Peki ama Fransız ve Amerikan Ermeni’lerinde durum nedir?
Bu iki millet de farklı kültürlerden ve ırklardan insanları bünyelerine katmış toplumlardır.
Üstelik iki toplum da Hıristiyan çoğunluktan oluşmaktadır.


Ermeni’lerin milletleşmiş batı toplumlarında bile hâlâ birer cemaat olarak kalmış olmalarının sebebi, içinde yaşadıkları toplumda benimsenmemeleridir. Bir başka mezhepteki çocuğun vaftiz babası olan bir Ermeni pek duyulmuş bir şey değildir.

Türk Ermenilerinin ise durumu bambaşkadır. Yakın tarihin büyük ihanetine rağmen Ermeni’ler gerek Türkiye gerekse Azerbaycan’da asla intikam hissiyle karşılanmamıştır. Tehcire kadar Anadolu'da, Bakü’yü kurtaran Kafkas Ordusu Ermeni iş birlikçileri de temizlediği halde, Karabağ Savaşı’na kadar Azerbaycan'da, Türkler arasında “Ermeni kirve” adetinin oldukça yaygın olduğunu biliyoruz. Kirveliğin gönüllü bir kabullenme olması ve bu yüzden bazen akrabalardan çok daha sorumlu bir mevkii olduğu düşünüldüğünde, bu adetin “aileye kabul” , “akrabaya dahil etmek” anlamına geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.


Keza, Türk Ermenileri’nin hâlâ sürdürdüğü örnek iş ahlâkı, millete, bayrağa, orduya vs değerlere sadakatleri eşsiz bir bütünleşme örneğidir.


Ermeni’lerin Anadolu topraklarına duydukları hasret öyle görünüyor ki sadece kaybedilen memleketlerine değil belki daha çok kaybettikleri komşuluğa ve kardeşliğe duydukları hasrettir. Maalesef gene görünen o ki Türk komşuluklarını yaşayanların sayısının azalmasıyla beraber, yeni Ermeni nesillerinin aklında ancak, savaş, kayıplar ve tehcir öfkesi kalmaktadır.

Ermeni’lerin çok az bir kısmının Ermenistan’da yaşadığı düşünüldüğünde akla ilk gelen, “diaspora” Ermenilerinin refahı tercih ettiği olabilir. Ama mesele bundan ibaret değildir. Ermeniler milletleşme tecrübesine bizimle katılmış ve bu tecrübe içinde, “benimsenerek”, korunarak, şefkat ve himaye görerek cemaat geriliminden kurtulduklarını görmüşlerdir.
Şimdi üstelik de kendi dindaşları arasında, benimsenmeden yalnızca “kabul edilerek” yaşamanın eksikliğini hissetmektedirler.

Türk milletleşmesi içinde, “mahrem” sayılmışlarken bu gün içinde yaşadıkları toplumda yalnızca “doğulu, egzotik bir Hıristiyan cemaat” olarak kabul edilmektedirler.

Sun’i Ermenistan devleti, bu yüzden “milletleşmeyi” sağlayamamıştır ve sağlayamayacaktır da. Eğer tek var olmak şekli olarak kini, öfkeyi benimsemekten vazgeçmezlerse , diğer bütün cemaatler/kapalı toplumlar gibi dışa kapanmak ve yabancıdan korkmak refleksleriyle Ermeniler de kendi kültürlerini tüketecek ve dünya ile bütünleşemeden sadece bir addan ibaret kalacaklardır. Nitekim Akdamar’daki ayin sırasında gösteri yapan dans grubunun müziği de figürleri de Azerbaycan Türk’lerine aitti.


Bugün dünyada Ermeniler, Ermenistan ile değil, diasporada tanınan cemaatleriyle vardır. Bir devletlerinin olduğu hayali onları belki bir ölçüde tatmin etmektedir ama görünen o ki ancak gerçekten temel haklara riayete dayanan gerçek devletler içinde huzurlu ve mutludurlar.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Mozaikçilik ve Irkçılık


Ülkemizde yıllardır süren bir “mozaik” söylemi vardır. Buna göre ülkemiz birbirinden farklı renklerde toplumsal yapılardan oluşan ve bu yüzden tek bir adla anılamayacak bir toplumdan meydana gelmiştir.



Bunu söyleyenler her “etnik” saydıkları gruba bir soy sop, kan, ırk, genetik analizi yapar… Ne tuhaftır ki bunun, ırkçılığın ta kendisi olduğunu asla düşünmez…
Hümanist yönümüz hemen gıdıklar bu mozaik söylemi… Bizi “Ege’de” antik maceralara sürükler, Truva’nın, hatta Atina’nın torunları olduğumuzu rüyaların beşiklerinde sallar.
Öyle ya, bu koskoca mozaikte, bu koskoca medeniyetler yatağında üç beş çadırlık Türkmen aşiretlerinin ne önemi olabilir? Zaten onlar değil midir, antik Anadolu’yu talan edip herkesi öldürüp Anadolu’yu Türkleştirmeye kalkan?



Bu saçmalıkların sonu gelmez. Antik Yunan’dan sonraki Romanın dünyanın bu kısmında neler yaptığı, varisi Bizans’ın neler yaptığı gibi şeyler, romantizmimizi gıdıklamadığı için es geçilir.
Mozaikçi söylemin dikkat etmediği şey şudur…



Bir mozayik ayrı ayrı renklerde taşlardan meydana gelmiştir belki ama o taşların her birinin bir bütünü oluşturması elzemdir. Aksi takdirde bir mozayiği değil çamuru meydana getirirler. Mozaik belli bir ahenkle , “şekli” oluşturur.


Orada her bir renkli taş grubuna ayrı ayrı bakmak mozaiği anlamamıza yetmez. Bütün renk gruplarını ayrı ayrı ele almanız, onların birbirileriyle ilişkilerini açıklayamaz. Daha sonra da resmin tamamının anlamını tamamen kaybedersiniz.
Sayısız renkli taşı bir araya getirip onlardan bir anlam , bir ifade yaratmaktır mozayik. Bu anlam kaybolmasın diye o taşlar, birbirlerine kenetlenmiştir, aynı zemin üzerinde.
Artık o taşlara tek tek bakamazsınız. O taşların renkleri ancak diğer taşlarla ilişkileri ile anlam kazanmıştır ve tek bir resmi oluşturmuştur.
O halde mozaik söylemi yaygın kanaatteki gibi atomizasyonu, etnikleşmeyi, ırk ayrımını değil asıl milletleşmeyi temsil etmelidir.



Mozaiği temellendiren zemin vatandır. O vatan üzerinde ayrı ayrı taşların oluşturduğu büyük bütün, millettir. Mozaiğe hakim rengini veren taşlar büyük kültürü temsil eder. Ve o mozaiği oluşturan irade “hukuk birliği yönünde gösterilen iradedir!”
İşte bir ucu “Türkiye’de otuz altı etnik grup var!” ırkçılığına varan mozaikçiliğini daha en başında yerle bir eden gerçek budur! Çünkü otuz altı etnik gruptan bahsetmek, mozaiki oluşturmadan önce darmadağınık halde bulunan taşlara atıfta bulunmaktır.


Bu söylem, önce taşların birbirinden ayrı durmasını sonra da kendiliğinden mozaiği oluşturmasını istemek gibidir.



Oysa her memleket bir millet tarafından “vatanlaştırılır!” Her memlekette hukuk birliği, devlet nizamı tek bir millet tarafından oluşturulur. İşte bundan sonradır ki toplumun renkleri anlam kazanıp diğer renklerle ilişki kurar. Bu ilişki, eğer “hukuk sağlayıcı bir egemen” olmazsa, meydana gelemez! O egemen, mozaiğe hakim rengini veren, her rengin kendi ağırlığında yerinde durması için ahengi gözeten adalet sağlayıcıdır. Böylece millet büyür. Her renk büyük resimde bir yer alır ve o büyük resmin parçası olarak anılır!



İşte millet, ırkçı gerilimleri, hukuk biriliğiyle bastırıp renklerin ahenkle birbiriyle buluşmasını sağlayan o büyük resmin, büyük mozaiğin yaratıcısıdır!
Bu yüzdendir ki milletin oluşumundaki soyutluğu anlayamayanlar, asıl ırkçıların ta kendileridir!

19 Eylül 2010 Pazar

Sezon Sonu Uzun Arasında Bir Bölünme Senaryosu III


Gelelim Türkiye’nin bütününe sahip çıkan daha büyük ırkçı hayallere.
Kürt’ler ancak ve yalnız, Türk Milletinin milletleşmesine dahil edildikleri içindir ki Türkiye’nin tamamında vardırlar. Yani hem Türk olmadıklarını, yani ülkeyi kuran büyük milletin parçası olmadıklarını söyleyip hem de millî egemenlikten yararlanma hakları olamaz! Bu işin tabiatı gereğidir. Siz İngiltere’de hangi kökten gelirseniz gelin fiilen bir “İngiliz” olmaz, İngiliz taabiyetini kabul etmez, İngilizce’nin tekliğini benimsemez ve Kraliçenin egemenliğine ve İngiliz yasama organının tekliğine itaat etmezseniz İngiliz vatandaşı olamaz, ve bu vatandaşlığın haklarından yararlanamazsınız.
Dolaysıyla Türkiye’nin tamamıyla ilgili hak iddiaları Kürtçülük iddiasıyla birlikte yürütülemez. Yürütülmeye kalkıldığında bunun doğal sonucu- elbette medeni bir hukuk devletinde- derhal vatandaşlıktan çıkarılmaktır. Türkiye’nin tamamında hak iddia eden, Türk milli bütünleşmesini istismar ettikten sonra kendilerini ayırmaya çalışanlar ya etnik kimliklerini ibraz etmeden ikamet alamamalı ve bundan sonra da uğradıkları toplumsal dışlamadan şikâyet etmemeli veyahut da hem Türk olmadığını açıkça bildiğimiz işgal güçlerinin memleketimizden sökülüp atıldığı gibi ülkeden atılmalıdırlar.
Hem Türk olmadığını, bu toprakların asli sahibinin, kurucu egemeninin bir parçası olmadığını söyleyip hem de aynı hukuk birliğinin nimetlerinden yararlanmayı istemek kimsenin harcı ve haddi değildir. Eğer Türkiye bölünmez ve etnik kimlikler resmen tanınmaya başlarsa bu durumda ne olacaktır?


Bu durumda işe alımlarda kişilere etnik kimlikleri sorulabilecektir. Bu durumda herhangi bir işyeri sahibinin bütün kanuni ayrımcılık yasaklarına rağmen resmen Kürt olduğunu bildiği bir ayrımcıyı işe almamasının da sayısız hile-i şeriesi derhal ortaya çıkacaktır ki etnik terör vasıtasıyla etnik kimlik edinmiş bir topluluğun toplumumuzda eskisi gibi “kardeş” yerine konacağını sanmak herhalde ahmaklığın en büyüğü olur?



Ülkenin batısında kalan Kürt’lerin muhtemel akıbeti bu olduğunda sözüm ona su ve petrol cennetine kavuştuğunu zanneden Kürt ırkçıları, hayatlarını sürmelerini sağlayan Türk varlığı bölgeden çekildiğinde, boş hava alanları, öğretmensiz okullar, doktorsuz hastaneler, en önemlisi yeşil kartı kendi emeğiyle beslemeyen enayi vergi mükelleflerinin yokluğuyla karşı karşıya kalacaklardır.

Bugün kuzey Irak ABD desteği ve bu desteğe güvenen birkaç ümmetçi iş adamın sayesinde ekmek yiyebilmektedir. İş dünyasının, kuralı kaidesi olmayan yalnızca aşiret ağalarının keyfi idaresiyle yönetilecek ve kuvvetle muhtemel ki sosyalist bir Kürdistan’a, Türk devletinin güvencesi ve desteği olmaksızın gireceklerini sanmak ham hayalciliktir. Bugün Kuzey ırak yalnızca Türk Millî bütünlüğü sürdüğü için var olabilmektedir.



Kaldı ki Türk Milleti millet kavramına kökten düşman dinci iktidara rağmen bölgenin enerji havzasının su kontrolünü etnik ırkçıların eline vermeyi kabul etmeyecektir. Azıcık millî şuuru olan bir hükümet tam aksine bölgenin petrol politikalarında aktif rol almak için kuzey Irak petrol havzalarında fiilî kontrol elde etmeye çalışırdı…



Eğer Kürtlerin Türk milletleşmesinden dışlanması ve kendilerine nefretle yaklaşılması arzu ediliyorsa Kürt ırkçılığı “Kürdistancı” ve “ ülke çapında” hayalciliklerine devam edebilir. Her ikisinin de neticesi Kürtlerin kesin reddi olacaktır. Belki Türk’ten arındırılmış bir ülkeye sahip olabilirler ama geride de Kürt’ten kesin şekilde arındırılmış bir ülke ve Kürt’lere duyulacak derin ve kalıcı bir öfke kalacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nde resmi bir azınlığa mensup olmaksızın –ki bunlar dahi Türk Ermenileri, Türk Yahudileri olarak anılırlar- hem Türk olmamayı iddia edip hem de Türk Milleti’nin sağladığı hukuk birliği ve emniyet konforundan yararlanmanın mümkün olmadığını Kürt ırkçıları bilmelidir.


BİTTİ.

Çoğunluk Gafleti ve Sukut eden Ahlâk



Sosyalistler zaten yarım asırdır, “Halkların kardeşliği” sloganı altında Kürt ırkçılığını destekliyorlar. Bu sloganın, Azerbaycan Türk varlığını tehdit eden Ermeni’leri Kafkasya’nın bağrına bir hançer gibi sokan sosyalist Rusya’nın bir sloganı olduğunu bile bile hem de…

Siyasî dinciler için de en nefret edilesi kelime "Türk". Zira dünyanın Araplaşmasına ve Emevi siyasal İslam’ının, “takva” ayrımlığının önündeki en büyük engel Türkler… Onlar için Müslüman olmak Araplaşmak… O yüzden Araplar’da bile olmayan tuhaflıkları dinleştirerek onlar da Türk Milletinin bağrına bunları bir hançer gibi sapladılar. Nitekim Bakü'nün sırtlarında Bakü'ye soyvyet işgal birliklerini sokan Kirov'un eski heykelinin olduğu binada Ermeni ve Azeri "halklarının dostluğunu gösteren bir "Halkların Dostluğu müzei" bile vardı....



Günümüzde, en kolay savunulan, çaya çorbaya limon ideoloji gibi görülen liberalizmin takipçileri, ideolojinin felsefesini bile okumaya gerek duymadan, aynen kınadıkları sosyalistler gibi körce ve bağnazca bir enternasyonalizmle, binlerce yıllık millî toplumun temeline dinamit koyuyor. Üstelik söylemlerinin, insan, silâh ve uyuşturucu kaçakçısı bir alçaklar şebekesinin sözde siyaseti olduğunu bile fark edemeyecek kadar gafiller. Şurası bir hakikat ki gaflet farkına varamamaktandır, dolayısıyla işler bu kadar aşikârken birilerinin gafil olduğunu söylemek ancak masumiyet karinesinden ve gene de hüsn-ü zandan dolayı olabilir.



Şimdi bu üç Türk düşmanı cemaatin ve elbette bebek katillerinin ortak söylemleri şu:
Canım burada sadece Türkler yaşamazken memlekete neden Türkiye densin? Eh madem memlekette sadece Türkler yaşamıyor neden resmi dil Türkçe olsun? Madem resmî dil Türkçe olmayacak o zaman neden Türk devleti diye tek bir devlet olsun? Madem tek bir devlet olmayacak neden tek bir bayrak olsun?”



Ondan sonra bu söylemlerin sahiplerinin “bölücü” diye nitelendirilmesine kızıyorlar. Ortada bir “teklik” var! Bu teklik HUKUK BİRLİĞİNE dayanıyor! Bu hukuk birliğini de ancak bir egemen kurabilmiş ki o da TÜRK MİLLETİ! Bu birliği kurmak hakkını çok tan kazanmış, kendi adını , kendisiyle aynı birliği paylaşan herkesle paylaşan büyük ve medeni bir millet!
İmdi ..
Memlekette her köy kendi dilini kullanıp da Türkçe’yi dışlamak hakkını elde ederse...
Türk Milleti kendi memleketine adını vermekten vazgeçerse…
Memleketin bir kısmında mahkemeler artık “Türk Milleti adına” karar vermez hale gelirse…
Türk aıdnın bu toprakların aslî sahibi olmadığını resmen kabul edersek…
Türk adını “etnik” bir ad kabul edersek…

Okullarda herkesin ayrı bir dilde öğretim yapmasına izin verirsek…
Acaba yukarıdaki güruh, terörün o gün biteceğine, memlekete derhal sulh ve sükûnun geleceğine inanıyor mu?


Peki bu şartları kabul ettikten sonra Kürt ırkçılarının kendilerine göre Kürdistan denen topraklardaki Türk varlığını kime neye göre ayırıp bunlara nasıl muamele edeceğine dair ne düşünüyorlar? Sınırlarımızın güneyindeki ırkçı Kürt ilkelliğinin, kabileciliğinin gösterdiği vahşete bu topraklarda rastlanmayacağını nasıl garanti ediyorlar?
Önlerinde kanun gücü ve güvenlik güçleri varken bile Türk adına silahlarıyla kin kusanların, önlerindeki bu engel kalkınca bu topraklara neler yapabileceğine dair herhangi bir fikirleri var mı? Yoksa akıbet ne olursa olsun, bu toprakların kaderini sırf ellerinde silah olduğu için hır çıkaran çakal sürülerinin keyfine terk edivermemizi “barış” diye kabul edecek kadar vicdandan mı yoksunlar? Kendi ailelerinin ırzını, namusunu, mütecavizlere ilk zor kullanmada teslim edebileceklerini böylece görüyoruz.

Bazı saf Kürt kardeşlerimiz kimsenin niyetinin bu olmadığını söylüyor ama, ayrılma en ufak şekilde gerçekleşirse sanırım ellerinde kalaşnikoflarıyla pasaport kontrolü yapacak olanlar bu kardeşlerimiz olmayacak…


Kürt ırkçılığının şiddetine teslim olmak, insanlık değerlerini eşkıyaların, mütecavizlerin, katillerin insafına terk etmek olur! Vatansız da olsanız, milliyetsiz de olsanız bu sizin tercihinizdir ama… İnsanların ırz ve namuslarını, mal ve canlarını alçakların eline teslim etmek gibi bir tercihiniz olamaz! Hiçbir çoğunluğun da böyle bir hakkı olamaz! Ama elbette bunu anlayabilmek için demokrasiyi “ahlâk” gözüyle denetleyebilmek gerekiyor…


17 Eylül 2010 Cuma

Kürdistan Hayali Irkçılığın Medeniyete Duyduğu Düşmanlıktır


İçinde bulunduğumuz çağın başlarına kadar sadece bir etnik grubun yoğunlukla yaşadığı yerlerin genel adı iken bölgede Türk hâkimiyetinin zayıfladığı, enerjinin ciddi bir politik silâh haline getirildiği dönemlerde “Kürdistan” ismi, aslında içermediği siyasal bir anlam yüklenmiştir ve sorunun bütün özü de budur.


Keza aynı durum Ermenistan için de geçerlidir.
Bu durum, “belli bir coğrafyada sınırlanmış etnik grupların” konuma bağlı anlamları ile, belli bir coğrafyaya bağımlı kalmayıp büyük dağılım gösteren ve içinde, bahsedilen etnik gruplar gibi sayısız grubu, kavmi, kabileyi barındıran millî yapıların adları arasındaki devasa farkı anlamamızı bazen engellemektedir.


Dikkat edilmeyen nokta şudur: Etnik diye anılan toplulukların, adlarıyla anılan coğrafyalar dışında ne bir varlıkları ne de bir devlet tecrübeleri vardır.
Modern devletlerin oluşumları, mahallî toplulukların, mahallî ve keyfî egemenliğine resmen son vermiştir. İmparatorluklar döneminde rastladığımız, bu tip toplulukların devletle gevşek ve çoğu zaman bozulmaya müsait ilişkisi modern devletler döneminde artık bitmiştir.
Çünkü modern devletler, artık imparatorlukların yaşatılma maliyetlerinin arttığı, geniş yayılımların yönetilmesinin güçleştiği ve bundan dolayı da kurucu egemen milletlerin artık milletleşmenin sürdürülebildiği topraklarda kendiliğinden yükselttiği siyasal yapılar olarak karşımıza çıkmıştır.


Modern devletlerin en önemli özelliği “milli devletler” oluşlarıdır.
Burada sömürge sonrası “tasarlanmış”, sınırları cetvellerle çizilmiş devletleri Weberyen manada bürokrasi oluşturmuş, teşkilatlı ve kurallı devletler olarak saymamız mümkün değildir.
Çünkü bu devletler, yukarıda bahsedilen etnik yapıların, coğrafî adları üzerine giydirilmiş bürokratik kılıflar olarak kalmaktadır. Bu tip “yerel” harita devletleri ya küçük kabilelerin keyfî egemenliğinin modern bürokrasisi veya gene bu kabilelerin birkaç tanesini içinde barındıran zorakî bir koalisyon şeklinde var olmaktadır.

Bu tip etnik esaslı “devletlerin” dayandığı şey millî devletlerin dayandığı kurallar değildir. Bu yerel bürokratik otarşilerin dayandığı şey somut kan bağı, ırki benzerlik ve dil aynılığıdır.
Bu, “etnik devletlerin” kaçınılmaz gereğidir. Çünkü bir millî devletin kendilerine dayandığı kurallar bütünü ve işleyişi, bu zahirî devleti kuran etnik topluluğun yapısında mevcut değildir.
Çünkü bu tip toplulukların sınırlı coğrafyaya uzun zaman bağlı kalmaları onların ırkî çeşitliliğine imkân vermemiştir. Bu tip topluluklarda yüzyıllara dayanan soy ağaçları yegâne övünç vesilesidir.

Etnik topluluklar için soyun saflığı, karışmamışlığı doğrudan doğruya bire bir tanınan ailelerle kurulan ilişkilere dayanmaktadır. Bu açıdan etnik toplulukların “saflık” anlayışı, modern ırkçılığın aslında tam da temelidir. Bundan dolayıdır ki “başka kültürlerle ilişki kuracak” kültürel donanımdan mahrumdurlar. Bu mahrumiyet, ciddi bir yabancı korkusu ve yabancılarla karışmamak refleksi olarak etnik asabiyeyi karakterize eder.
Etnik toplulukların modern zamanlara uyumsuzluklarının temelinde, işte bu iki unsur çok yerleşik şekilde yer alır.

Bundan dolayıdır ki etnikçi siyasetlerin yürütülme şekli, modern millî devletlerin oluşma şekline ciddi bir direnç göstermekle tezahür etmektedir. Dikkat edilirse istisnasız bütün etnikçi partilerin söylemi, “asimilasyon” korkusuna dayanmaktadır. Şüphesiz asimilasyon sömürgecilik döneminin ciddi bir politikasıdır.

Ama bu, hukukun ilişkilerimizdeki belirleyiciliğinin yerleştiği şu dönemlerde artık herhangi bir önem arz etmeyen bir kelimedir. “Asimilasyon”, “büyük kültürle” meydana gelecek bir kendiliğinden benzeşmeye duyulan korkuyu ifade etmekten öte bir anlam taşımaz.
Ve bunun yanı sıra etnikçi siyasetin mensup olduğu homojenliğin, büyük kültürden yalıtılması dışında söyleyebildiği hiçbir şey yoktur.
İşte etnik devlet taleplerinin temelinde bu yalıtılmanın, büyük kültürden korunmanın resmi hale getirilmesi arzusu vardır.

Fakat iş bununla bitmemektedir. Çünkü etnik yapıları oluşturan aile, aşiret, ve en büyüğü belki kabile tarzındaki toplumsal yapılar için “benzerlik” ancak ve yalnız kan bağına dayandığından, başka ailelerin, aşiretlerin, kabilelerin varlığı dahi kabullenilemeyen, yabancı sayılan şeyler olarak kalmaktadır. Ruanda’da Hutu- Tutsi gerilimi, Kuzey Irak’ta Barzan aşiretinin diğer aşiretlere zor kullanarak uyguladığı egemenlik, Afganistan’daki Peştun zorbalığı, Ermenistan’ın Ermeni dışındaki toplumlardan arındırılmış hali, Güney Kıbrıs’ın helenik ırkçı arındırma tavrı, Balkan “devletçiklerinin” dayandığı ırksal saflık hep bu etnikçi yalıtılma durumun birer örneğidir.
İşte Türkiye’deki etnikçi Kürtçü siyasetçilerin sosyalist söylemlerinin arkasında sakladıkları ırkçılık aynen bundan ibarettir.

Onlar Kürdistan’dan bahsettiklerinde ya “etnik” açıdan temizlenmiş, Türk’ten arındırılmış bir Kürdistan – ki Kerkük’te 2003’ten beri yapılan Türkmen soykırımı bu niyetin açık delilidir.- veya Türk adının kesinlikle anılamayacağı ifade edilemeyeceği yalıtılmış bir sosyalist etnik bürokratik otarşiden bahsetmektedirler.

Sürekli “demokrasiye dayana bir kardeşlikten” bahsetmekle beraber, Türk adının herkese sağladığı kanun önünde eşitlik idealinin kendi hayallerindeki devlette yaratılıp yaratılmayacağından bahsetmemektedirler. Çünkü onlar için önemli olan, genetik aynılığı açıkça bilinen, yani ırk bağı birebir ilişkilerle sabit aile, aşiret ve kabilelerin kendi keyiflerince zor kullanabilecekleri resmi bir coğrafî alandır.

Bu yüzdendir ki Kürdistan hayali ırkçı ve geri bir hayaldir. Bu hayal, Anadolu topraklarındaki hukuk birliğine, kanun önünde eşitlik idealine adını veren, büyük kültürün sahibi ve taşıyıcısı büyük “Türk” adına karşı, karşısındakini ancak görerek tanıdığında güvenebilen kabileci ilkelliği geri getirme hayalidir.


Bu yüzdendir ki etnikçi siyaseti “siyaset” sayarak onu demokrasinin haklar takımından faydalandırmak insanlığın zararınadır. Etnik siyaset, sadece siyasetin sahasında, siyasetin söylemlerini kullanan ırkçı ve şiddete dayalı, ahlakdışı bir iştir.
Hırsızlara, katillere, tecavüzcülere parti kurdurmak hayali ne kadar saçma ise Kürdistan hayalinden bahseden ırkçıların ifade hürriyetinden bahsetmek de o kadar saçmadır.





16 Eylül 2010 Perşembe

Türk Polisinin Ve Askerinin de Hayatı Bedava Değildir!



Hep Amerikan sinemasının şiddet dolu olduğundan şikâyet edilir. Oysa mesela mobese kameralarına yansıyan polis takiplerinde Amerika’da hayatın gerçeğinin çok daha şiddetli olduğunu dehşetle görürüz.


İnsan hayret ediyor. Plânlamacılık ve müdahalecilik virüsünün zehirlediği ekonomisine rağmen gene de dünyanın en müreffeh ve hür ülkesi sayılan ABD’de polisin bu kadar alenî şiddet uygulaması cidden insanın içini kaldırıyor.
Fakat…



Şöyle bir düşünüldüğünde polisin bazen aşırıya kaçmasına rağmen suç karşısında gösterdiği kararlığın, medeniyetin gereği olduğunu da anlıyoruz.
Çünkü iktisadi tabirle: “Biri mutlaka öder!”
Eğer hırsızlar, mütecavizler ve katiller , yaptıklarını ödemezlerse bunun bedelini mutlaka masumlar ödeyecektir.



Bundan dolayıdır ki filmlerdeki ABD vatandaşları polisin muhtemel haksızlığıyla karşılaştıklarında “Ben bir vergi mükellefiyim!” diye bağırır. Bu, Amerikan milletinin değerlerine bağlı olmanın, o hayat tarzına bir katkıda bulunmuş olmanın ifadesidir.
Dün Hakkâri’de bir mayın patladı. Etnik teröristlerin alçaklığına tam on vatandaşımız kurban gitti.


Patlamadan sonra olay yerinde bir çanta bulundu. Güvenlik güçleri görevleri gereği çantayı karakola götürdü.
Patlamanın olduğu yerdeki köyün ahalisinin ne yapmasını beklersiniz? Elbette gördükleriyle, bildikleriyle, güvenlik güçlerine yardım etmelerini, değil mi? “Vatandaşlığın” gereği budur. ABD’de polisten bilgi saklamak ağır bir suçtur. Çünkü masumların mağdur edilmesine yol açar. İmdi…


Olay yerini emniyete alıp, delilleri inceleyecek görevlilere oradaki köylüler ne yapmış? Görevli karakolu taşlamışlar!
ABD’de suçlular şüphesiz polisle sürekli çatışır. Ama hiçbir suçlu Amerikan askeriyle çatışmaz. Çünkü Amerikan ordusu ülkenin bütünlüğünü koruyan millî egemenliğim muhafızı bir kurumdur. Amerika’da Amerikan polisine silah çeker veya hayatını açık şekilde tehdit eder veya ona yaralayıcı şiddet uygulamaya kalkarsanız, hayat hakkınızdan vazgeçmiş, öldürülmeyi kabul etmişsiniz demektir.
Çünkü Amerikalılar bilir ki hem dünyanın en müreffeh ve hür ülkesinin yurttaşları olup hem de bu refahı sağlayan üretim ahlâkına toplumsal mutabakat oluşturan millî değerlere sadakatsizlik edilemez.


Türk mahkemelerinin inceleyeceği delilleri, Türk güvenlik güçlerinden almak için karakolu taşlayanlar işte bu yüzden “vatandaşlık” hakları tartışmalı insanlardır.
Hele bunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin açık bir düşmanı olan PKK’nın destekçisi olarak yapmaları doğrudan doğruya vatana ihanettir ve kaldırılan kanun maddelerinde bunun cezası idamdı!
Bu açıdan güvenlik güçlerine doğrudan PKK destekçisi olarak, hayatı tehdit edici, yaralayıcı şekilde karşı çıkan herkes aslında Türk vatandaşı olmak hakkını zımnen kaybetmiş ve düşman safına katılmış kişilerdir.



Bir ülkenin savaş girmesi için mutlaka savaş ilanını kendisinin yapması gerekmez. Bugün Türk vatanı bir etnik terör işgali altındadır.
Bu bir hayat memat meselesi olmanın ötesinde Türk adının varlığıyla ilgili bir anlam meselesidir ve Türk milleti bu anlamın tartışılamayacağını bundan yaklaşık yüz sene evvel göstermiştir.
Dolayısıyla eğer bu anlam bir kere daha tacize uğruyorsa, düşmanlar, saldırganlar ve onların işbirlikçileri olarak artık ciddi şekilde tespit edilmelidir.
Bu açıdan milletimizin açık düşmanlarının bizim kanunlarımızın koruyuculuğundan yararlanmaları mümkün değildir.



Bundan dolayıdır ki polisimizi ve askerimizi öldürmeye teşebbüs eden, onları yaralamak için eylem yapan, kamu mallarına devletimize düşmanlıkla zarar veren herkes de hayat hakkının ortadan kalkacağını ve bu yaptıklarını Türk Milleti’nin ödemeyeceğini bilmelidir. Otobüs’te Serap’ı, servis aracında Buse’yi katleden teröristlerin olay yerinde bulunmaları halinde ikinci bir emre gerek olmaksızın doğrudan vurulmaları, aynı şeyin, polise Molotof atan terör yandaşları için de geçerli olması, “ Irk’i, kavmî ve kabileci bütün ilkelliklerin ötesinde bir millet şuuru geliştirmiş ve bundan dolayı kendisiyle beraber olan herkesi, ırkına , diline bakmadan kendisiyle eşit sayan Türk Milletinin vatanına ihanet etmenin bedeli” olmalıdır.



Karakolu taşlayan köylülerin yaptıklarının yanlarına kâr kalması, hiçbir takibata uğramamaları, yeşil kartlarıyla devlete zarar verirlerken taşlarıyla da verebilecekleri kanaatinin ilkel kafalarında güçlenmesine yol açmaktadır. İnsanların emekleriyle, terleriyle, mesaileriyle karşıladıkları bütün sosyal yardımları sorgusuz sualsiz kabul edenlerin, Türk Milleti’nin büyük hüsn-ü kabulüne ve yarattığı menfaatlerden yararlanmaya hakkı olamaz! Amerika’da açık bir yaralanma ve ölüm tehlikesi halinde güvenlik güçlerine ateş etmek hakkını veren kanunlar bizde de çıkarılmalı ve karakolu taşlayanların, Molotof atanların, öldürmek istedikleri insanların hayatlarının bedava olmadığını artık anlamaları sağlanmalıdır.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Sezon Sonu Uzun Arasında Bir Bölünme Senaryosu II


Şimdi gelelim Kürt ırkçılarının istediklerinin gerçekleşmesi durumuna…

Güneydoğu’nun Kuzey Irak yığışmasıyla birleşmesini hayal edenlerin tatlı rüyası, Ortadoğu’nun, musluklarından su ve petrol akan büyük Kürt cenneti olmaktır. Hele Kerkük-Yumurtalık boru hattı boyunca devam eden topraklarının İskenderun’da Akdeniz’e ulaşması hayali uyuşturucu baronu Kürt ağalarının ağzını iyice sulandırmaktadır.


İlk olarak ABD Irak’tan çekilmeye kararlıdır. Bu durumda Arap’ların 2003ten beri kendi ülkelerinde kendilerine hayatı zehreden Kürt ırkçılığından intikam almakta gecikmeyecekleri neredeyse kesindir. Zaten bu durum Kürt ırkçılarını telâşlandırmaktadır. Çünkü Ortadoğu’daki en büyük etnik terör yuvasının Kürt olmayan bir otoritenin eline geçmesi durumunda Kürt ırkçılarının sığınabileceği hiçbir yer kalmamaktadır. Onun için durmadan, bir yılı geçmeyen takvimlerle Türk Milleti, “özerklik ilanı” tehditleriyle korkutulmaya çalışılmaktadır.


Eğer ABD’nin çekilmesinden sonra Kürt yığışmasının varlığı Türkiye’deki hempalarıyla bütünleştirilemezse Ortadoğu’da bundan sonra Kürtlerin bir daha asla teşkilatlanmayacağı kesindir. Böyle bir durumda da Kürt’ler , “kardeş” sayılıp millî bütünlüğe dahil edildikleri tek ülke olan Türkiye’de de ciddi bir toplumsal retle karşılaşacaklardır. O saaten sonra kimin PKKlı kimin “iyi Kürt” olduğunun herhangi bir önemi kalmayacaktır. Şu an dahi “Türk” adını benimsemeyen, ırkı aşmış bir milletleşmeyi benimsemeyen ve kendini ayrı bir millet olarak savunan herkes zımnen etnik Kürt ırkçılığının destekçisi konumundadır. Çünkü kendini milletimizden saymayan, akrabalık, soy sop ilişkilerini büyük ve soyut bir beraberliğe tercih edenler zaten etnik terörün söylediğinden farklı bir şey söylememektedir.
Peki Kürdistan(!) ayrılması gerçekleşirse ne olacaktır?


O zaman memleketin batısında kalan Kürt’lerin sadece taabiyet değil aynı zamanda mensubiyet beyanları kendilerinden istenecektir, bu kaçınılmazdır. Çünkü mensubiyet hissine göre Türk vatanını bölen bir etnik grubun üyelerinin artık etnik mensubiyetleriyle millî yapı içinde yaşamaları mümkün olmayacaktır.



Etnik bölünmeye rağmen siyasal dinci/ümmetçi iktidar partisinin görüşünün Türkiye’nin resmi yapısını kendine göre dönüştürmesi tamamlanır da bu bölünmeden sonra batıda Kürt’ler yaşamaya devam ederse ne olabilir? Bu durumda batı Kürt’leri, toplumsal hayattan kendiliğinden dışlanacaktır. “Ayrımcılığı yasaklamak” gibi tuhaf ütopyalara imza atan ümmetçi partinin bu çabası belki de böyle bir ayrışmayı, ülkenin bölünmesinden sonra da engellemek içindir? Eğer bölünme devam eder de batı Kürt’leri devlet eliyle ve mensubiyetlerini koruyarak Türk bölgesinde tutulmaya devam ederlerse o vakit bırakın “Kürt hamal çalıştırmamayı” Kürt kimlikli kimselerle hiçbir ilişki kurmamak durumu hasıl olabilecektir.

Ama herhangi bir bölünme durumunda daha akla yakın ihtimal, batıdaki Kürtlerin tehcir edilmesidir. “Türk’ten” arındırılmış bir Kürdistan hayal edenlerin, akrabalarının, böyle bir hayali reddedip büyük Türk milletinden olduklarını beyan etmedikçe, artık kendilerini önceden benimseyip ayrımsız sevmiş bir büyük milletin içinde yaşamaya da hakları olamaz. Bunlar devletçe korunsalar dahi zaten toplumsal olarak dışlanacak ve göç etmeye mecbur bırakılacaklardır.


(Devam edecek...)

14 Eylül 2010 Salı

Sezon Sonu Uzun Arasında Bir Bölünme Senaryosu I




Evetçilerin istediği tam olarak nedir?
İmdi “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünden rahatsız olan bir Türk hükümetinin, anayasaya Kürt etnik ırkçılığının istediği etnikçiliği sokmak projesinin bir adım daha ilerlemesi onları gerçekten mutlu etmiş midir?


Evetin zafer sarhoşu iktidar partisinin “Türk” adından rahatsız olduğu, Türk’ü herhangi bir kabile, kavim, aşiret gibi kabul ettiği, bizzat iktidarın başı tarafından defalarca telaffuz edildi.
“Türk” dememek için “Türkiyeli” kavramını uyduran iktidarın bu sosyolojiye, tarihe aykırı tavrı, sözde liberal okumuşlarca bir hikmetmiş gibi uzun süredir alkışlanıyor. Nerede sosyal bilim okudukları cidden tartışılır bu sözde liberal taraftarların, “barıştan”, “hürriyetten” ne anladıklarını ise hiç okuyamadık.


Türk milleti milletleşmesini tarihin çok eski dönemlerinde başlatmış ve hatta bitirmiş bir millettir.
Türk milleti kavmî, ırkî bağlılıkları çoktan geride bırakmış, büyük ve gelişmiş bir toplumsal yapı göstermektedir.


Bundan dolayıdır ki kurduğu devletler içinde etnik grup, kabile benzeri bütün küçük kültür unsurlarını besleyici ve kendine benzeştirici bir ağırlık merkezi haline gelmiştir.
Bundan dolayıdır ki Türkiye’de Türk’ten bahsetmek ırkçılık olmadığı gibi Kürt’ten bahsetmek tam da ırkçılığın ta kendisidir. Çünkü Kürt adı, Türk adının içerdiği kapsayıcılığı, çeşitliği ve birleştiriciliği taşımamakta, bir kabileler, aşiretler koalisyonu olmaktan ötreye gidememektedir. Bütün varlığı kan bağına, akrabalık ilişkilerine dayanan bir mensubiyet şuurunu, bunları aşmış daha gelişmiş bir soyut mensubiyet şuuruyla bir tutmak da bu yüzden kelimenin tam anlamıyla “gericilik”tir, ilkelleşme arzusudur.


Demokrasiler kabilelerin ilkel mensubiyet şuurlarının oya tahvil edilmesi değildir! Memleketimizde, Mises okumamış sözde akademisyen liberallerin sandığı gibi büyük kültürden rahatsızlık duyan her köy halkına bir egemenlik sahası vermek hiç değildir!
Bu açıdan bakıldığında Kürt etnik ırkçılığında iki temel kabulün var olduğunu görüyoruz. Biri “Kürdistan” dedikleri bölgede “demokratik özerklik” talebini savunurken diğer kısım Türkiye’nin her yerinde Kürtlerin bulunmasından dolayı Türkiye’yi bütün olarak sahiplenmeye çalışmaktadır.



Kürt etnik ırkçıları şunu bilmelidir ki büyük Türk Milleti büyüklüğünün verdiği özgüven ve kaynaştırıcı kültürü tesiriyle, Kürt adını kendinden ayırmadığı içindir ki Kürtler bu gün Anadolu’da var olabilmişlerdir. Oray Eğin gibi yarı okumuşların sandığı gibi bir siyasi ırkçılık Türkiye’de var olsaydı; bugün Kürtler bırakın İstanbul’da ticaret yapmayı, mafyalaşmayı, Habur’dan içeri burunlarını bile sokamazlardı.


Sadece bu örnek bile Türkiye’de Türk toplumunun mayasında ırkçılığın olmadığının ama bu kötü tohumun Kürt mensubiyet şuurunun içinde var olduğunu göstermektedir. Bugün “Kürt hamal istemeyen Türk müşteriden” şikâyet eden PKK yandaşı siyasetçilere, büyük şehirlerde iş sahalarındaki Kürt mafyalaşmasının, piyasayı Kürt olmayanlara nasıl zehrettiğini hatırlatmalı.
Durmadan sağ hükümetlere çatan solcuların ahmaklığına gelince şunu belirtmeliyiz ki eğer Türkiye’de adamakıllı bir liberal görüş hâkim olabilseydi bu gün piyasaların göbekten hükümetlere bağlı olmasının, siyasi çıkar ilişkilerinden etkilenmesinin ve hele etnik temele dayalı piyasa manipülasyonlarının önüne geçilmesi mümkün olurdu.


Çünkü solcuların bütün hamakatleriyle sandıkları gibi piyasayı düzeltmenin yolu onu yok etmekten geçmez Piyasayı düzeltmenin yolu alıcıyla satıcının hiçbir güç odağından etkilenmeksizin hür mübadele yapabilmesinden geçer! Bu güç odağı kendine yakın iş adamlarına ihaleler yağdıran bir iktidar partisi olabildiği gibi, kendi ırkından olanlara hayat hakkı tanıyıp gerisine hayatı dar eden etnik ırkçı mafyalaşma da olabilir. O zaman devlet, ona buna ihale dağıtıp da oy devşirmeye çalışan iktidarların işleriyle değil, namusuyla üretip rekabet eden adamların hayatlarını emniyet altına almakla ilgilenirdi. Ama gene solcu hamakatin piyasa düşmanlığına bakılırsa piyasasız bir ülkede yaşanacak fakirliğin boyutları için eski Sovyet cehennemine bakmaları tavsiye edilir.



Bunu niye söyledik? Çünkü Türkiye’nin bugün etnik ırkçılık temelinde ayrışması hayalini bundan önce kuran ahmaklar da aynı solculardı. O gün etnik ırkçılığı nasıl beslediklerinden hiç bahsetmeyerek günahlarını unutturabileceklerini sanmalarına rağmen daha on beş yıl evvel tapındıkları gazeteci kimlikli bir ajanın bebek katiliyle sarmaş dolaş resimleri hâlâ arşivlerde durmaktadır.



Çünkü Türk solunun Sovyet destekli Irak Kürt ırkçılığına hiçbir şekilde itiraz etmediğini, “halkların kardeşliği” sloganıyla Türk adına enternasyonalist bir düşmanlık sergilediğini henüz unutmayanlar vardır. “Halklar” kelimesini millet kavramına tercih edenlerin bugün Türk milletine “ulusalcılık” adı altında ders vermesi Kürtçülüğe verdikleri Marksist desteği unutturamaz! Kürtçü sosyalistlerin “Türk solunun kendilerini sömürdüğü” ifadeleri de tarihe geçmiştir.


Bugün Kürt ırkçılığını desteklemek misyonu, bir başka enternasyonalist grubun, siyasi dincilerin eline geçmiştir.
(Devam edecek..)

13 Eylül 2010 Pazartesi

Türk Milliyetçileri Neye Yarar?





Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Mustafa Kemal’e danışmanlık yapmış, modern Türk milletleşmesinin mimarı olan, devletin kuruluş felsefesinde önemli payları olan büyük aydınların torunları bu gün nerededir?
Hemen söyleyelim: Cemaatçilerin, tarikatçilerin, siyasi dincilerin, “muhafazakâr” iktidar gruplarının dümen suyundadır.





Son referandumda hezimete uğrayan MHP bu duruma şaşmamalıdır, çünkü yıllardır bu grupları kendi içinde barındırmış, bu gruplardan oy devşirmeye çalışmıştır. Bu gün MHP içinde çok ciddi bir Nurculuk eğilimi olduğu artık bu referandumla umarım anlaşılmıştır. Ama MHP’nin bundan desr çıkarabileceğini sanmıyorum. O gene tuhaf Arap özentisi İslamcı hırçınlığını milliyetçilik olarak, taşra muhafazakârlığıyla siyaset piyasasına arz edecektir.





Milliyetçi camianın bir asırlık büyük fikir ocağı Türk Ocağı ne yapmaktadır? Hiç! Elbette hakkını yememek lâzım. O ılımlı İslamcılık, nurculuk, başörtüsü ılıklığında pembeleştirilmiş bir “Türk –İslam” çizgisini, iktidar paralelliğiyle bize “bilgelik” olarak yutturmaya çalışmaktadır.Türkiye’de kadınlı erkekli ilk karışık toplantıyı düzenlemiş bu büyük ocak bu gün, gecekondu muhafazakârlığın yarı cahil Arapçı bidat İslamcığının etkisiyle “Hanımlar İcra Heyeti” gibi utanç verici, aşağılayıcı tuhaflıklara imza atabilmektedir. Hars heyetinde kadın Türk milliyetçilerinin yıllarca görev yaptığı bu büyük ocak, kadını ikinci sınıf sayan Arapçı yozlaşmışlığı bugün milliyetçiliğe bir deli gömleği gibi giydirebilmektedir.









Türk milliyetçiliğin mevcut iki büyük örgütünün içine düştüğü bu zavallılığın en büyük sebebi “Türk’e göre” düşünmek yeteneğini geliştirememiş olmalarıdır. Türk Ocağı’nın kurucularının bu memlekete en büyük hediyeleri, Batıcı- laik, akılcı bir gelişme çizgisi ile Türk modernleşmesini ilerletmeleridir. Bu çizgide ferdin gerek üretim gerekse hukuk alanındaki belirleyiciliğinin geliştirilmesinin tohumu atılmışsa da milliyetçiler kısa zamanda cemaatçi, köylü ve kapalı toplum yapılarının basitliğini benimsemiş ve fikri çizgiyi yozlaştırmıştır.





Bugün Türk milliyetçiliği mesela tamamen beşeri “yorumdan” ibaret olan, yani dinde açık hiçbir hükme dayanmayan bir tuhaf örtünme şeklini, tamamen Emevici ve Arapçı bir nakilci İslamcılıkla kendi meselesi haline getirmekte, bu meselede “Arap olmayan bir Müslüman milletin “ nasıl bakması gerektiğiyle ilgili tek kelime edememektedir.



Edememektedir, çünkü artık fikir üretmek işlevini yitirmiştir! Edememektedir, çünkü dünyaya bakışıyla ilgili ideolojik boşluğunun farkında bile değildir! Edememektedir, çünkü geçmiş mücadelesinin fikri muhasebesini yapmak becerisinden mahrumdur! Edememektedir, çünkü okumak, yazmak gibi ferdî faaliyetlerin yerine “Lider, teşkilât ve doktrin” teslisine tapınmak tavrını geliştirmiştir. Edememektedir, çünkü slogandan düşünce üretileceğini sanmaktadır.
Kaldı ki hiçbir derinliği olmayan ve özünde açıkça sosyalist olan “Dokuz Işık” da bir doktrin değildir!





Ülkemiz bugün bölünmenin eşiğindedir. Ülkemizde bugün bir terör örgütü açık açık vatandaşlarımızın seçme hakkını engellemektedir. Bu engellemeyi yok sayarak iktidar olduğunu iddia eden bir partiye karşı Türk milliyetçilerinin tepkisi nedir? Hiç! Neden? Çünkü milliyetçi denilen kesim “Lider ve teşkilatın” söylediklerini ağzı açık ayran budalası gibi beklemek dışında hiçbir şey bilmemektedir!





Ülke bölünmenin eşiğine gelmişken, terör örgütü ve onun siyasi hempaları bu kadar yekten “ özerklik” diyebilirken MHP’nin Balgat’taki ultra modern binasından kaç sayfa broşür, kaç sayfa kitapçık, kaç sayfa bildiri çıktığı cidden merak edilmektedir. Meselâ Kerkük yedi yıldır Kürt ırkçılığının ve vahşetinin altında inim inim inlerken MHP’nin Türkmeneli ile ilgili ne gibi bir siyasi proje ürettiği merak konusudur. Karabağ sorunu hakkında uluslar arası hukukla ilgili ne gibi bir araştırma yapıldığı Türk Ocağı’na acilen sorulmalıdır! Bütün büyük milletler millî birliklerini takviye ederken ve uluslar arası sahalar için sürekli proje üretirken Türk milliyetçilerinin Arap bid’atleri dışında nelerle ilgilendiği artık sorgulanmalıdır!







MHP siyasi eyyamcılığın tuzağına düşmüş olabilir.. Ya Türk Ocağı? Referandum sürecinde etnik terör saldırıları tavan yaparken, her gün bir şehit haberiyle ciğerimiz yanarken Türk Ocağı “millet”, “kavim”, “etnisite” gibi konularda kaç yayın yapmış, kaç toplantı düzenlemiş, kaç basın bildirisi yayınlamıştır? Elbette bu eleştiriye, artık ancak akademik bir arpalık haline getirilmiş ve tirajı ayaklar altına düşürülmüş Türk Yurdu dergisindeki muhtemel bir iki yazı cevap diye gösterilebilir?





Bu gün Türk milletinin ihtiyacı olan “millî birliğin” sosyolojik, tarihî ve edebî boyutlarıyla ilgili çığ gibi yazının yazılması gerekirken etnik ırkçılığın ahlaksızlıkları “İslamcı” pembe bir muhafazakârlık perdesi altındaki Emevici eyyamcılıkla sineye çekilmektedir.





Türk milliyetçilerinin bu süreçte vebali çok büyük hatta en büyüktür! Kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan akademisyenlerin memleketin bu ahvalinde, makalelerine ayırdıkları zamanlarından azıcık fedakârlık yaparak, sınırlı sayıdaki öğrencilerinin yanında Türk Milletinin geri kalanına da ilimlerinden azıcık bahşetmeleri gerekmez mi?




Öyle görünüyor ki milliyetçi akademisyen tayfanın bütün derdi, memleket bölündüğü takdirde “ağabeylerinin” cevaz verdiği uygun bir “Batı Anadolu” üniversitesinde doçentliği garantilemektir. Yoksa görünen o ki hiç birinin, vatanın doğu ve güneydoğusunda olup bitenle ilgili zerre kadar kaygısı ve ilgisi yoktur.





Bir zamanlar PKK’nın her yeri kana buladığı dönemlerde ağzının suyunu akıta akıta Apo ile resim çektiren Doğu Perinçek’in şu sözünü hatırlamamak ne mümkün? “Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularında boğulmuştur!” Artık endişe edilmesine gerek kalmamıştır! Türk milliyetçiliği memleketin bütün akarsularında ve hatta denizlerinde, boğulmuştur!

İktidar Olmak Emin Olmaktır


Bazıları terörün bu günün işi olmadığını, dolayısıyla terörden bu günkü hükûmetin sorumlu tutulamayacağını söylüyor.


Evet kampının en güçlü argümanı “hayır” demekle terörün durdurulamayacağı ve bu yüzden de en azından demokratikleşmeyle sükûnun sağlanabileceği…

Buradaki temel mantık hatası şudur:
Bir hatanın geçmişten gelmesi, mevcut yetkilinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Geçmişten gelen bir hata varsa onun mevcut yetkili tarafından düzeltilmemesi, mevcut yetkiliyi daha fazla sorumlu kılar!
Hatanın ortadan kaldırılması tartışılmaz önceliktir!


Terörle mücadele bütün Türk hükûmetlerinin ortak sorumluluğudur.
Kaldı ki mevcut terörün etnik/ ırkçı içeriği ve amacı, millî bütünlüğümüze doğrudan yönelmesi bu sorumluluğu daha da katılaştırmakta, ağırlaştırmaktadır.


Bir örgüt, sizin yegâne meşru egemenlik aracınıza karşı saldırıya geçtiğinde onu doğrudan “düşman” olarak kabul eder ve yok etmeye çalışırsınız.
Bundan dolayı da onu hiçbir unsuruyla, fikriyle, mantığıyla ve örgütlenmesiyle kabul edilemez ve gayrimeşru ilan edersiniz.


“Demokrasi” sizinyegâne meşru egemenlik sahanızda, kuralları hukukla belirlenmiş, tapusu Türk Milletine ait bir özgür siyaset piyasasıdır.
Bu piyasada kimseyi tehdit edemez, kimseye şiddet uygulayamaz ve en önemlisi de kimseye yalan söyleyemezsiniz!
Demokrasiyi işler kılan, en önemlisi makbul ve arzu edilir kılan işte onun bu ölçülerle sınırlandırılmasıdır.


Ama eğer birisi, sizin demokrasi piyasanıza şiddetti, yalanı, tehdidi sokmaya çalışırsa… Yani sizin kurallarınızı kabul etmediğini ilân ederse.. Sizin kimliğinizi belirleme hakkınızı, piyasanıza kendi tabelanızı asmak hakkınızı elinizden almak isterse işte o zaman onu “düşman” kabul edersiniz.


Aksi takdirde eline silahı alarak size her istediğini yaptıranlar, sonuçta dediklerini yaptırdıkları müddetçe şiddet uygulamadıkları için size göre “barış” içinde kalmış da olabilirler.
Bugün bir etnik ırkçı parti, öldürülen düşmanlarımızı açıkça benimseyip bizim siyaset pazarımızın kurallarını çiğnemekte, demokrasiyi yani siyaset piyasamızın kurallarına kafa tutabilmekte ama hiçbir takibata uğramamaktadır.


Bu durum zımnen “Elinde silahı olup da tehdit edebilen herkesin bir şekilde siyaset yapabileceği” anlamına gelmektedir.
Demokrasiyi tehdit eden, ırkçılıklarını silâh zoruyla bize dayatan insanlara karşı sessiz kalmak demokrasiyle bu yüzden bağdaşamaz!


Dolayısıyla kökü tarihten de gelse, seçmenleri tehdit ettiği açıkça belli bir etnik terör örgütünü açıkça destekleyenlerin hâlâ siyaset pazarını kirletmesine izin vermek çok ciddi bir sorumluluktur. Demokrasiyi şiddete alet edenlerin hiçbir yerde ve hiçbir zaman demokratik hakları olamaz! Referandumun en kötü muhtemel yan etkisi, parti kapatmalarla ilgili ölçüleri kaldırıp yerine siyasi pazarlıkların geçmesine imkân vererek demokrasinin etnik terörle enfekte edilmesine zemin hazırlaması olmuştur.


Dolayısıyla etnik terör, varlığı kabullenilecek, sineye çekilecek bir mecburiyet değildir! Bunun “devr-i sabık” mazereti de olamaz! Bu gün “Oralarda biz varız!” demek de siyasî etikle bağdaşmaz. Bu, teröre teslim olmanın, onunla bir çeşit uzlaşmaya girmenin zımnî itirafıdır!
Hükûmetlerimizin görevi, yalnız kendi partileri ve gücü yeten terör örgütü destekçileri için değil bütün partiler için ülkenin her yanını siyasi faaliyette emniyetli kılmaktır, emin(güvenilir) olmaktır

12 Eylül 2010 Pazar

Referandumda Neyi Kabul Ettik?


Öyle görünüyor ki akıllarını kullanarak “evet” dediklerini düşünenlerin bilmediği şeyler önümüzdeki günlerde başımıza epey dert olacak.


Israrla övülen “Parti kapatma” usulüne getirilen değişiklik ile artık partilerin akıbeti, bağımsız yargının takdirinden ayrılıp iktidar partisinin eline veriliyor. Hiç kimse de böyle bir yetkiye sahipo hükûmetin canı isterse neler yapabileceğini düşünmüyor, düşünmek istemiyor.
Aslında Türkiye’de temel yanılgımız, sanırım hâlâ akıllarıyla karar veren, iyi niyetli, hakkaniyetli insanların birbiriyle yarıştığını düşünmemiz.


Öyle ya, “hayır” diyenlerin tamamının “darbeci”, “Ergenekoncu” diye günlerce yaftalandığı bir memlekette, bütün bu hakaretleri edenler ,bu akşam birlik beraberlik mesajları verdi ve hiç kimse “kötü niyet” ihtimalini gene aklına bile getirmedi.

Parti kapatmada takdirin hükûmetin eline bırakılması, her türlü faşist, ırkçı, şiddet destekli partinin, “siyaset” arenasına sokulabilmesine imkân verecektir. Çünkü artık, hukuka dayalı “ölçüden” değil, oy için uğraşan siyasî menfaatlerin uyuşmasından bahsedilecektir.
Nitekim iktidar partisi, ülkenin doğu ve güneydoğusunda adeta yalnızca kendi siyasi dinciliğinin girebilmesi ve diğer hiçbir siyasî hareketin temsil edilememesi durumunu sağlama alabilmek için etnik ırkçı terörün ve onun sözüm ona siyasi temsilcilerinin hiçbir faaliyetine karşı çıkmamaktadır.


Etnik ırkçılığın “demokrasiye” sokulabilmesinin adına “demokratik açılım” denmesi garabetinin bu ülkede %60’ a yakın oy alabilmesi, ülke genelinde bir akıl tutulması yaşandığının korkunç kanıtıdır.
Bundan sonra ne olacaktır?


Bundan sonra, teröristleri açıkça benimseyen, terör tehdidiyle siyaset yapan hiçbir “parti” kapatılamayacaktır. Bundan sonra açıkça ırkçı temellere dayalı vatandaşlığı savunan hiçbir parti sorgulanamayacaktır. Bundan sonra, mesela “millî irade” adına çoğunluğun, topluma her türlü siyasi dinci zorlamayı yapabilmesi mümkün olacaktır.


Bundan sonra “millî irade” adı altında çoğunluğun, hukuku gözetmeksizin her türlü siyasi manevrayı yapabilmesi, muhaliflerini susturabilmesi mümkün olabilecektir.
Bundan sonra şikâyet edebileceğimiz” hiçbir mercii kalmayacaktır.


Bundan sonra, “muhalefet” etmek, millî iradeye karşı gelmekle bir tutulacaktır. Nitekim bunun sinyalleri referandum sürecinde gayet net verilmiştir.
Bundan sonra “ milli irade” adı altında sınırsız bir cemaatler ve menfaat grupları koalisyonunun, engellenemez diktası başlayacaktır.



İşte bugün, etnik ırkçılığın, doğuyu ve güneydoğuyu “küçük ortak” olarak rehin almasının önündeki son engelleri de kaldırmayı kabul ettik. İşte bu gün etnik terörün siyasete pençelerini geçirmesini kabul ettik. İşte bugün, “millet” kavramının yerine aşiretlerin, cemaatlerin, ırkçı kabullerin yasalaşmasını kabul ettik. Yarın “millî irade” adına Anayasa’ya her türlü etnik grubun sokuşturularak ülkenin siyaseten de bölünebilmesini kabul ettik.
Ne diyelim? Hayırlı olsun…

11 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum Yasama ve Yürütmenin Sınırlanması İçin Son Şanstır



Yürütme işiyle meşgul bir yasama organının muhtemel tehlikesi büyük düşünür Hayek tarafından genişçe izah edilmiştir.

Mevcut düzenlemelere alışkanlık kesbetmiş bir gözlemci, muhtemelen kısa bir zaman zarfında, bizim bildiğimiz şekliyle siyasetin, bu sınırlandırmaların konulması işi ile onların kısıtlaması gereken mücadelenin aynı sahada yapmakta olduğu ve özel çıkarlar teklif ederek oy için rekabet eden aynı kişilerden icraî gücün sınırlarını va’z etmelerini beklendiği gerçeğinin zorunlu bir sonucu olduğu neticesine varacaktır. Bu iki görev arasında kesinlikle bir zıddiyet mevcuttur ve vekillerden kendilerini konumları sayesinde muhafaza ettikleri seçmenlerine rüşvet verme yetkilerinden mahrum bırakmalarını beklemek hayaldir.


Mevcut temsilî organların niteliğini zaman içinde hemen tamamıyle hükûmetle ilgili görevlerinin biçimlendirdiğini söyle emk hiç de mübalâğalı değildir. Üyelerin seçimi usûlünden, seçildikleri dönem, meclisin teşkilâtlı partilere bölünmesi, iç düzeni ve işleyiş kurallarına ve hepsinin üstünde üyelerin zihnî tavırlarına kadar her şey, yasamaya göre değil icraî tedbirler ile al3akasına göre belirlenmiştir. En azından alt meclislerde ( İkili meclis sistemlerinde) herhangi bir şeyin olabileceği kadar gerçek anlamda yasamadan uzak bir iş olan bütçe, yılın asıl olayıdır.


Bütün bunlar meclis üyelerini kamuoyunun temsilcileri olmaktan ziyade seçmenlerinin çıkarlarının mümessilleri yapmaya mütemayildir. Bir bireyin seçilmesi, özel ilişkilerinde gösterdiği sağduyu, dürüstlük ve tarafsızlığın onu kamu hizmetinde yine rehberlik edeceğine olan itimadın bir ifadesinden çok çıkar dağıtmanın bir ödülü haline gelir. Partilerin [seçmenlerden] önceki üç veya dört yıl boyunca seçmenlerine bahşettiği aşikâr özel yardımlara dayanarak yeniden seçilmeyi bekleyen insanlar, gerçekten de en çok kamu çıkarına olacak türde genel kanunlar geçirmelerini sağlayacak konumda değildirler.”(
1)

Yasama ve yürütmenin tek bir çoğunluk idaresinin elinde bulunduğu “sınırsız” bir parlamenter demokraside
Başlıca iki tehlikeden bahsedebiliriz.
Bu tehlikelerin birincisi, çoğunluk oylarının, yasama organına, “genel meşruiyet kurallarını belirlemenin” dışında adeta Tanrısal bir kural koyma yetkisi vermesi…


İkincisi ise çoğunluk partisinin kendi çoğunluk gruplarını önceleyici hukuk önünde eşitsizlik yaratan bir önceleyici tavrı takınması.
Yasama ve yürütmeyle ilgili bu iki tehlike “demokrasiyle yönetmek” paradoksunun sebebidir.


Çünkü insanlar bir yandan bir yönetimi ellerinde bulundurmanın zevkini tatmak bir yandan da bu zevkin sebep olduğu adaletsizlikleri yaşamamayı istemektedirler.


Yasama ve yürütmenin aynı partinin elinde olması, yasamanın, Hayek’in de belirttiği gibi, iktidar partisinin keyfîlikleri için kullanılabilmesi anlamına gelir ki. Kör kör gözüm parmağına şeklinde sunulan Anayasa değişiklik tekliflerinin neredeyse tamamının yürütme üzerindeki yargı denetimini zayıflatmaya yönelik yasama kararları olması dikkat çekicidir.
Memleketimizdeki liberallerin yaygın cehaletinin aksine, liberal okulların hemen tamamının üzerinde ısrarla durdukları “sınırlı demokrasi” kavramı, en başta yasama organının demokrasi aygıtını kullanarak meşruiyet sınırını aşmaması için önem arz eden bir kavramdır.
“Sınırsız bir demokrasiyi”, yani millet oylarından itibarî çoğunluğu elde eden herkesin, her istediğini yapabilmesi durumunu, “millet iradesi” olarak sürekli telâffuz etmek bu açıdan ucuz bir siyaset pazarı aldatmacasıdır.


Yasamanın yürütmeye göre şekillendi sınırsız demokratik bir parlamenter sistemde, yürütmenin hemen bütün icraatı yalnızca, bir dahaki seçimleri garantilemeye yönelik olarak “ne pahasına olursa olsun” seçmenlerine menfaat dağıtmak olacaktır.


Buradaki temel yanlış şudur ki genel anlamda devletin, atanmış ve seçilmiş organlarının ne birilerine bir şeyler “dağıtmak” yetkisi vardır ne de böyle bir uygulama meşrudur.


Bundan dolayı da zaten hükûmetlerin meşruiyet taşımayan dağıtıcılığından dolayıdır ki ülkemizdeki gibi işletilen sınırsız bir parlamenter demokraside “eşitsizliklerin” sonu asla gelmemektedir.
“Eşitsizlik” sorunu, en başta hükûmetlerin birilerine bir şeyler dağıtması gerektiği yanlış kanaatinden kaynaklanmaktadır.


İşin tabiatı gereği, kendine tanrısal bir tedarik yetkisi ve gücü vehmeden her hükûmet, öncelikle bu yetkisini seçmenlerine rüşvet vermek için kullanacaktır. Vakt-i zamanında solcu bir adalet bakanının bakanlıktaki dört yüz kadroyu partizanlarına dağıttığı ortaya çıktığında, “Ne yani bu kadroları MHPli’lere mi verseydim?” şeklindeki savunması, “dağıtıcı ve kadir-i mutlak” hükûmetin ne denli kanserleşmiş bir yapı olduğunun en çarpıcı örneğidir.


Bugün bu anlayış, iktidar partisinin bir vekili tarafından “ Hep biz fişlendik, biraz da biz fişleyelim şimdi…” mealinde tekrar edilebilmektedir.

Veya kamu devlete işe alımlarda açıkça gözetilen hemşericilik, aşiretçilik, cemaatçilik ölçüleri artık gizlenemeyecek boyutlara varmıştır.

Bunun yanı sıra artık geçerliliği tartışılmaya başlanmış merkezî sistem sınavları ile ilgili pek çok kazanılmış hakkın bir şekilde ertelenmesi veya iptali “millî iradeyi” temsil ettiği iddiasındaki bir hükûmetin “sınırsız yetki” tutkusu hakkında ciddi endişeler yaratmıştır.

Mevcut Anayasa oylaması, zaten bütün tehlikeleri ve tehditleriyle çevremizi kuşatan yasama-yürütme tekilliğinin önündeki tek engeli de ortadan kaldırmaya yönelik olarak önümüze getirilmektedir.
Zaten oylanacak Anayasada değişikliklerinin çoğunun, bir kere daha söylersek; yasamanın ve yürütmenin patolojik beraberliğini kısıtlayan hukukî kurumlar hakkında yapılması vicdan sahipleri için yeterli bir uyarıcıdır.
1) Hayek,F.A.,V.,; "Kanun Yasama faaliyeti Ve Özgürlük 3. Cilt"; Türkiye İş bankası Kültür yayınları 1997: Shf 43