27 Ekim 2021 Çarşamba

Genç Yazara Bir Mektup

 


Sevgili Yazar Kardeşim,

Nasılsın? İnşallah iyisindir. Bizleri sorarsan kendi vatanımızda iç güveysinden halliceyiz. Sana bir mektup yazmak istedim.  Nereden başlayayım bilemedim ama mutlaka yazmak istedim. Vakt-i zamanın birinde…

Bahçeli’de bir apartumandaydık. Aylardan ocak mıydı neydi? Orta halli bir dairede bir alay adamdık. Ne hüzünlü ne şaşkın bir kalabalıktık.  Ve gene ağlaşıyorduk: “ Bizim neden senaristimiz, ressamımız, bestecimiz, yazarımız yok?” diye…

Kalbinde bu dünyanın olanca hüznünü taşıyıp ince mi ince  bir suskunlukla çekip gitmiş bir arkadaşımın ardından, lüzumsuz mu lüzumsuz  faydacılıklarımızla kendimizi teselli ediyorduk ya… Dedim ya bir yandan da ağlaşıyorduk, “Neden yazarımız, çizerimiz yok?” diye…

Ama ağlaştığımız aslında bu değildi. Ağlaştığımız şey, neden güdebildiğimiz, idare edebildiğimiz, emredebildiğimiz yazarlarımızın, yaratıcı zekâlarımızın olmadığıydı

Bir yerlerde muhakkak milliyetçi bir yazar vardır. Ararsanız bulursunuz. Ama aramaya başlamadan önce büyüklerinizden izin almalısınız. Yazarın, büyüklerce milliyetçi diye onaylanmaması halinde ağzıyla kuş tutması dahi beyhudedir.

Bir eyyam-ı bahur içre âli Osmanî peymanesinden hissedar olmamış ve hele ki part-i âlinin  menfaat-i aliyesine hadim olmamış  insana “milliyetçi” denemeyeceğinden, en evvelâ milliyetçiliğinizin büyüklerinizce tasdik edilmesi icap eder.

Çünkü kimin yazar olup olmayacağına onlar karar verirler.

Maazallah Türk İslam ahlâkına aykırı, şeriata mugayir, hele ki cins-i latifle alakalı  sevda-i masiva   konulu  bir şeyler yazan birisi varsa  zinhar yanına yaklaşılmamalıdır.

Sahi yahu! Yazar ne yazmalıdır?

Aslına bakarsanız bunu kendime yıllardır soruyorum.

Yazarlık “doğru şeyi yazmakta isabet göstermek midir?” Yoksa yazarlık, kendi doğrularımızı kendi estetiğimizle ortaya koyabilmek yetkinliği midir?

Eh… Bir yerlerde  sizi yazar yapacağını söyleyen  abiler ablalar, sizi dizlerine oturtup hangi terkib-i Osmanîyi nerede nasıl kullanacağınızı size belletirken siz de “ Ay ne güzel yazar oluyorum yavaş yavaş..” diye  sevinirsiniz.

De… Canlar ciğerler… O işler öyle olmaz. Abilerim, ablalarım, kızmayın ama uyduruk kurslarla, abi abla onayıyla hiç kimse yazar olamaz.

Şimdilerde “ Ay ne güzel bak ben de bir milliyetçi gruba girdim, abilerim ablalarım benden yazı istiyor ben de büyüyünce  evelallah onların müsaade-i  keremi ile yazar olacağım…” diye  düşünen genç kardeşlerime, böyle düşünüyorlarsa yazmayı yolun başında bırakmalarını hararetle tavsiye ederim.

Neden mi? Belki ben bir hainimdir… Belki ben bir casusumdur, değil mi ya?

 Herhalde ben milliyetçi camiada yeni yazarlar yetişmesini engellemek için Bolivya istihbaratı tarafından tutulmuş bir ajanımdır. Değil mi ya?

Genç Yazar Kardeşim!

Yazar olup olmadığına karar verebilecek tek bir insan var, o da sensin! Galip Emmi’me atfedilen şu “erken kifayet kompleksi”  mavrasıyla senin önünü tıkamak isteyenlere, istirham ederim aldırma. Çünkü bir yola girdiğinde ya kararlısındır ya da başarısız. Kararlıysan yol alırsın, kararsızsan zaten yolda kalmışsın demektir.

Ve yazarlık konusunda  karar verebilecek tek kişi de sensindir. Hiç kimseye sana yazar olduğunu söylemek iznini vermemelisin.

Eğer bir yazar olmak istiyorsan, bir yazar olarak yazmaya başlamalısındır. Her adımda büyüklerinden onay bekleyen bir çocuksan üzgünüm ama hep öyle kalırsın.

Yazarlıkta ancak yazarak yol alırsın. Yazmak senin için yemek içmek kadara doğal bir ihtiyaç değilse muhtemelen sen yazar olarak takdir  edilmek isteyen bir amatörden başka bir şey değilsindir.

Sana neyi nasıl yazmanı söyleyecek birilerine ihtiyaç duyuyorsan şöhret meraklısı bir müzmin acemisin demektir.

Genç yazar kardeşim…

Sözüm sanadır. Çünkü senin dışında hiç kimse tamamlanmış bir metnin,  kalbinin orta yerinde bir kale gibi dikilecek tatminini hissedemez. Çünkü senin dışında hiç kimse sözcüklerle bir dünya yaratma işinin yorgunluğunu, ellerindeki hayali nasırların sızısıyla hissedemez. Çünkü hiç kimse kendi dilinin sokaklarından senin gibi öyküler derleyemez.

Şunu da unutmaman lazım. Yazarsan takdir edilmeksizin ve  takdir beklemeksizin yazacaksın.

Yazıyı maceraların en heyecanlısı bilerek yazacaksın. Yazdığında,  anandan emdiğin sütün tadıyla kokusuyla yazacaksın. Onu ancak ve yalnız sen tadacaksın. Hiç kimsenin tarifine ve iltifatına bakmaksızın yazacaksın. Yazdığın her metinle Türkçe’nin bir yol tabelasını, bir harita kerterizini, diktiğini düşünerek yazacaksın. Seni bu kutlu işte, sözde mevkileriyle sözde yetkileriyle sınırlayanlara gülerek yazacaksın. Seni görmezden gelenlere gülerek yazacaksın.

Çünkü şunu  bilmelisin ki onlar seni kartondan takdirleriyle ve cehaletleriyle  güttüklerini sanacaklar ama… Onlar yazamayacaklar, sadece sen yazacaksın!

Ve onların önlerine yazdıklarını yığsan bile görmeye yanaşmayacaklar. Çünkü sen onlar gibi olmayacaksın. Çünkü sen ancak kendi ağzınla ve kendi ellerinle dünyalar yaratacaksın.

Sen öksüz Türklüğünle, Arap özentiliğinden caiz bir milliyet duygusu çıkarıp da Türklüklerini imanlarının bir yerine sığdırmaya çalışanlara aldırmadan yazacaksın.

Onlar yapamayacaklar…

Ama sen yazacaksın.

Maruzatım budur, sağlıcakla kalasın, bereketle yazasın.

“Casus” Ağabeyin  Afşar

 

.

 

 

 

 

 

6 Ekim 2021 Çarşamba

Dinci Bilim Yanılgısı Ve Yanlış Tanrı Kanıtlaması

 

 

Bir ispat ancak önermenin bağlamında gerçekleştirilebilir.

 

Neden böyledir? Çünkü her önerme ancak belli şartlarla öne sürülür. Şarttan bağımsız tanım ve önerme öne sürülemez.

 

Peki Tanrının varlığının bilimle kanıtlanması mümkün olabilir mi? Maalesef Tanrı’nın varlığı hiçbir bilimsel örnekle gösterilemez, kanıtlanamaz.

 

Bilim bize tabiatın düzenliliklerini açıklayabilir. Fakat hiçbir düzenlilik mükemmel bir aklın kusursuz tasarımını göstermez. Peki ama neden Mucize gibi gözlediğimiz olağanüstü güzellikler mükemmel bir tasarımdan başka neyle var edilebilirdi ki?

 

 Bunu iddia edebiliriz fakat şunu unutmamalıyız: Bilim bizim algı sınırlarımızla ilgilenir.  Ya da şöyle söyleyecek olursak:  Algılayamadığımız şeyi bilemeyiz.  Peki ama nasıl oluyor da algılarımız dışında kalan şeyleri de bir şekilde bilebiliyoruz? Algı sınırlarımızın dışında kalanları, çeşitli araçlarla algı sınırlarımızın içine çeker, tercüme ederiz. Kızılötesi dalgaları,  görünebilir sahaya  çekerek karanlıkta görebiliriz.

 

Teknolojimizi geliştirdikçe algı sınırlarımızı yapay olarak genişlettiğimizi söyleyebiliriz.

 

Peki ama insanlar Tanrı’ya  bilimin ve teknolojinin  sağladığı imkânlardan dolayı mı inanırlar? Yoksa onun varlığını inançlarıyla mı kanıtlamaya çalışırlar?

 

Tanrı inancı, bilimin getirdiği kanıta dayalı bir inanç değildir. Çünkü Tanrı’nın varlığının niteliği bizim algılarımızın sınırlarına çekilemez ve tercüme edilemez. Kaldı ki sınırlı bir kapsamla sınırsızlığı açıklamak ancak matematik evrende  mümkün olabilir.

 

Tanrı’nın bilimle açıklanabilmesi için açıklanabilir, kanıtlanabilir şeklide “sınırlı” olması gerekir. Oysa Tanrı sınırsızdır. Dolayısıyla kavranması mümkün değildir. Kavranması mümkün olmayan bir varlığın “tanımlanması”, “ açıklanması” mümkün değildir.

 

Dolayısıyla önce bir şeye inanıp sonra algılanan her şeyi onunla ilgilendirmek, elinde çivi olan birinin her şeye çekiç gözüyle bakmasına benzer. ( Ya da tersi)

 

Buradaki temel yanılgı ya da kasıt şudur:  Tanrı’ya bilim aracılığıyla inanmak demek onun varlığının akılla açıklanabileceği anlamına gelir.  Peki ama dini savunanlar neden  dinin sıradan insanların akılcı sorgulamasına kapalı olduğunu söylerler?

 

Eğer  Allah madde değilse maddenin unsurlarıyla nasıl açılanabilir? Kısaca söyleyecek olursak madde olmayan,  maddeyle açıklanamaz.  Hiçbir maddi benzetme  Tanrı’nın işleri veya şahsıyla ilgili bir  açıklama getiremez. Neden böyledir? Çünkü Tanrı’nın yaratımı  nedensellik dışıdır. Onu nedensellikle ilişkilendirdiğimiz anda onun iradesini ve gücünü sınırlandırmış oluruz.

 

Peki özellikle Nurcuların pek sık kullandığı sözde matematik veya fiziksel ispat yöntemi nereden geliyor? Bunların kaynakları anlayabildiğimiz kadarıyla Hurufilik, kabalizm ve Yahudi mitolojisi…

 

Tanrı’ya inanmak isteyenler başkalarının uzmanlığına,  bilimin maharetlerine sığınmak istediklerinde,başkalarının aklıyla aklın ve algının dışında kalan bir varlığı anlamağa çalışıyorlar demektir.

 

Sözde bilimle bilim sömürüsüyle Tanrının varlığı kanıtlanamayacağı gibi bu basitlik, Tanrı hakkındaki ulvi düşünceleri ve güzel hisleri bayağılaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

 

 

3 Ekim 2021 Pazar

Egemenlik, Bağımsızlık, Etki Alanı Ve İşgal

 

İnsanın ayağı yere basmalı, toprağa basmalı. Ama insanın ayağı  kendine ait bir yere basmalı. Yoksa hiçbir yerde barınamaz. Barınacaksa da   toprak sahibinin  kanunlarına göre barınır, yaşar.

 

 Kendi selamımızı  verip aldığımız, kendi dilimizin çayırında çimeninde dolaştığımız bir toprakta mendil kadar bir payımız olsa biliriz ki o pay, bize benzeyen inşalar tarafından korunur, saklanır. Biz de biliriz ki o mendil kadar toprakta ne istersek yaparız. İster buğday eker ekmek yaparız, ister üstüne bir ev diker , içinde sobamızı yakarız.

 

Tamam da… Bunları yapabilmek için en önce ne lâzımdır, onu hiç  düşünmeyiz, o konuda hiç tasalanmayız. Neden?

 

Çünkü bu tasayı bizden önce çeken insanlar yaşamıştır da ondan…. Çünkü bize mendil kadar bir tarla kalsın diye daha önce başkaları çarpışmıştır da ondan. Onların sayesinde, üstünde bir baraka dikebileceğin, başkalarına, sana ait olduğunu  çekinmeden söyleyebileceğin bir tarlan olmuştur.

 

İşte egemenlik budur. Egemenlik, sana ait olduğunu bildiğin yerde, gönlünce oturmak, kalkmak, koşmak, yazmaktır. Egemenlik, kendine ait olan bir toprakta  elinin emeğini hiç kimseye sormadan işletebilmen demektir. Egemenlik  kendine ait olan bir toprakta gönlünce  tembellik edebilmektir.

 

Peki ama ya  üstünde gönlünce gezdiğin  bir toprak varken birileri sana neyi nasıl yapacağını buyurabiliyorsa? Toprağın sana ait olmasının bir önemi kalır mı?   Sana ait olan bir yere  başkaları gönüllerince girebiliyorsa o toprakta ne yaptığının ya da o toprağın tapusunda ne yazdığının bir önemi kalır mı?

 

Sen, tarlanda başkası gezip dolaşamasın diye   polisine güvenirsin,  tapu dairene ve mahkemelerine güvenirsin.

 

 Bunu yaparken de  senin ülkenin sınırlarında  senin, kendi ülkende hakkını arayabilmeni sağlayan askerlerine güvenirsin. İşte  senin  yapabildiğin her  şeyi senin her insanının  yapabilmesi egemenlikken bu egemenliğin başkalarının müdahalesinden kesin biçimde korunması da bağımsızlıktır.

 

Uluslar birbirlerinin bağımsızlıklarını tanımaz, sadece buna geçici olarak tahammül ederler. Çünkü uluslar  birbirlerine yabancıdırlar ve her biri kendi tarlasını kendi bildiği gibi sürmek ister.

 

Uluslar birbirlerinden tamamen kopuk mu yaşar? Hiç mi birbirlerine ihtiyaç duymazlar? Elbette uluslar birbirlerine ihtiyaç duyarlar ama  bu onların gelişme seviyelerine göre  değişir. Dolayısıyla aslında herkes birbirine bir ölçüde bağımlıdır.

 

Bir ulus tarlasını, başkasının sürmesine gücü yettiğince izin vermez.  Uluslar tarlalarını başkasının sürmesine izin vermez ama mahsullerini alıp verirler. Bu da onları birbirlerine “bağlar”. Fakat bu bağlantıda bazılarının pazarlık gücü daha fazladır.

 

Ne yazık ki uluslar birbirlerine kendi üyelerine baktıkları gibi duygudaşlıkla merhametle ve adaletle bakmazlar.  Dolayısıyla birbirleriyle bağlantılarında adil davranmazlar. Hiçbir  güç de onları böyle davranmaya  zorlayamaz.  Onları birbirleriyle ilişkilerinde, bağlantılarında âdil davranmaya mecbur edecek bir ilâhî güç de bulunmadığından onlar  kendi aralarında  bir güç mücadelesiyle sözlerini geçirmeye çalışırlar. Ulusların sözlerini geçirebildikleri yerlere de “etki alanı” diyebiliriz.

 

Bir etki alanında herhangi bir ulus belki  tarlayı kendi ekip biçmez ama tarla sahibine ne ekip  ne biçmesi gerektiğini söyleyebilir. Bir etki alanında ulus tarla sahibinin ürününden ne kadarının kendine ait olduğunu ona söyleyebilir. Dolayısıyla meselâ Kürtçe marş söyleyip elinizde kalaşnikoflarla kendinizi erkek sanarak insanları korkuttuğunuz bir sözde Kürdistan kurabilirsiniz ama aynı zamanda,  eli kalaşnikoflu  köpeklerinizi “kara gücü”/askeri  olarak görüp de onlara kendi çıkarları için ölmelerini emreden başka bir ulusun “etki alanı” olabilirsiniz.

 

Her ulus mümkün olan en geniş etki alanını  elde etmeye çalışır. Bu ahlâkî bir iş midir? Âdil midir? Elbette hayır… Ama şunu da unutmamalıyız ki ulusların birbirlerine davranışlarında onları etkileyecek, azarlayacak, düzeltecek bir üstün güç yoktur.

 

Uluslar birbirlerine anlayışla  duygudaşlıkla adaletle falan muamele etmedikleri içindir ki  günün birinde herhangi bir ulus artık tarlanızı yeterince koruyamadığınızı  fark ederse ya da  tarlanıza yeterince değer vermiyorsanız  fiilen tarlanıza girer onu bizzat kendisi ekip biçer ki bu da işgaldir. Ama şunu unutmayınız ki bu davranış sizin için bir işgalken işgalci ulus için bir “fetih
tir”.  Yani?

 

 Yani ulusların davranışları ahlâkla sınanmaz, güçle sınanır. Kendi ordusundaki zenci askerlere açık ayrım uygulamış  ABD’nin, mağlup   Almanların ırkçılığını yargılarken sorgulanmaması da bundandır.

 

Dolayısıyla da “tam bağımsızlık” diye bağırıp çağırırken bu ülkenin Türk vatanı olduğunu kesinlikle ve severek ve isteyerek kabul etmeyen hiç kimsenin  hiçbir sözünün en ufak bir değeri   olamaz.

 

Tam bağımsızlığın, Türk’e ait olduğunu, Türk tarlasını yalnız ve ancak Türk’ün ekip biçebileceğini, Türk olmayanın, kendisini Türk kabul etmeyen hiç kimsenin Türk’ün tarlasında hakkının olmadığını kabul etmiyorsanız siz ne bağımsızlığı ne egemenliği ne de vatanseverliği anlamışsınız demektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2 Ekim 2021 Cumartesi

Ateistin LGBTlinin vs. Türk’ü Olur Mu?

 


 

Olur olur.  Bal gibi olur.

 

HDPKKlılara ve Efe Aydal’ın deyimiyle “sol gericilere” falan sorarsanız ise olmaz. Nereden biliyoruz?

 


Geçen aylarda büyük kızım adını “ Türk Feminizm Hareketi”  diye hatırladığım bir kadın hareketine Kürtçü çevrelerin nasıl saldırdığından bahsetti. Sonrasında LGBT hareketinin Kürtçü/sol hiziplerce nasıl ele geçirildiğinde bahsetti. Ayrıca Ahmet BALYEMEZ, Efe AYDAL gibi bazı vatansever/milliyetçi ateist sanalağ ünlülerine yönelik saldırılar da konuyu daha belirgin hale getiriyor.

 

Yani HDPKKlı abiler vs : “Bu memlekette ateist, gey, travesti vs olunacaksa onu da biz oluruz.  Türklerin gey, ateist, travesti olmaya hakkı yoktur!”  diyor.

 

Nasıl oluyor yahu? Memleketi kuran Türkler, sosyal güvenlik kurumlarını kuranlar Türkler, bu abilerin ellerindeki kimlikteki ayyıldızla hangi canlı türünden geldiklerine bakılmaksızın  muayene ve tedavi edilmelerini sağlayan da Türkler.

 

Ama Türklerin cinsel tercihleriyle ya da inançlarıyla ilgili dernekleşmeleri “faşizm” oluyor; iyi mi?

 

Meselâ “Türk Feminizm Hareketine”  hakaret edenlerin bizatihi kendileri faşist, bir kere bunu anlamamız lazım.  Türklerin kendi adlarını taşıyan bir dernek kurmaları demek ki Kürtçü etnikçilerin hoşuna gitmiyor.

 

Ama sürekli “Kürt” dememiz gerekiyor meselâ. Her şeyi Kürtlerle ilişkilendirmemiz gerekiyor.  Ahlâkın, demokrasinin, hukukun ne olduğunu öğrenmemiz için  eli silahlı Kürt teröristlerinin talimatlarına uymamız, bebek katili teröristbaşı Apo’nun demokrasi  derslerini ezberlememiz gerekiyor. Solu da Kürt etnik ırkçılarının tekeline, insafına, inisiyatifine terk edersek hele de Irak’taki gibi devleti de  bir Kürt aşiret ağasının eline  teslim edersek tadından yenmeyecek!

 

Kürtçülüğün faşizmi kendisini LGBT gibi bir oluşumda bile gösteriyor. Başka türlü olması mümkün mü? Hayır. Çünkü etnikçiliğin ulusla barışık yaşaması, şiddetten arınması, ikna yolunu kullanabilmesi imkânsız. Etnikçilik zaten ulusun gönüllülük, değer  beraberliği, dayanışma, süreklilik arzusu gibi davranışlarını anlayamayan ulusaltı toplulukların kendilerini siyasal ifade biçimleri.

 

Dolayısıyla feminizm, LGBT, ateizm gibi konularda  Kürtçülerin, bu toplulukların sıradan birer üyesi olması mümkün değil. Onlar için tek var oluş biçimi, gittikleri her yerde kendi kabileleriyle yoğunlaşıp orayı kabile olarak ele geçirmek.  Bunu nasıl gözlemliyoruz? Bebek katili, teröristbaşı Apo’nun “ solda çatı” diye diye kurdurduğu HDPKK’dan ve CHP’nin, bütün vatansever yöneticilerini Kürtçülere yaranmak için uzaklaştırmasından.

 

Korkarım yakında  kanarya Sevenler Derneği  bile “biji serok kanaryapo”cuların eline geçmesin.

 

 

 

 

 

Yoksa Sen De NATOCU Musun?

 


 

Yoksa Sen De NATOCU Musun?

 

En sevdiklerimden!.. İlkokula gitmeden önce bildiğim üç harf vardı, onları da ’80 öncesi  çocukluğumda elime ne geçerse onunla yazardım: “MHP”

 

Bir gün de anamdan , babamdan, “ Yahu şu NATo ne güzel bir şey, bak bizi Ruslara karşı nasıl savunuyor!” falan diye bir cümle duymadım.  Şunu da belirteyim ki benim çocukluğum Ülkü-Bir kantininde geçmiştir. Hiçbir büyüğümden NATO’ya dair en ufak bir cümle duymadım.

 

6. Filo olayı da milliyetçilerin değil dincilerin ayıbıdır ki sırf sağcı görünüyorlar diye Türk düşmanı  gericilerle Türk Milliyetçilerini aynı kefeye koymak  yalancılığın ve terbiyesizliğin, dik alasıdır ki solun teleolojik ahlakında böylesi bir “gri yalanın” devrime hizmet ettikten sonra hiçbir sakıncası yoktur.

 

Şimdilerde ulusalcılar önlerine gelene “Atlantikçi”, “ NATOcu” diye hakaret ediyor. Bir adam komünist değilse, Bolşevik değilse, mülkiyet gaspından yana değilse, sosyalist kalkışma ve sosyalist şiddet yanlısı değilse doğrudan doğruya NATOcu falan oluyor.  Ha! Ulusalcılar Türk adını sevmiyor mu?  Ulussalcılar Türk Ulusundan yana değil mi?  Herhalde onlar da Türk adından yana.

 

Peki nasıl oluyor da kendilerinden olmayan herkesi NATOcu diye karalayıveriyorlar?

 

Bu, bir sosyalist partizan refleksi. Karalama, sabotaj, gerekirse siyasal cinayetler, iç savaş kışkırtıcılığı dhail olmak üzere proleter dedikleri sınıf her neyse onun diktası için  her yolun denenmesi ve kullanılmasına yönelik bir ideolojik içgüdü, bir ideolojik refleks.

 

NATOcu ya da Amerikancı milliyetçi olamaz mı? Milliyetçilerin içinden böylesi adamlar çıkmış olabilir ama istisnalar kaideyi bozmaz. Milliyetçilerin belirleyici çoğunluğunun “Türkün  mutlak belirleyiciliği/ etkileyiciliği” mantığıyla düşündüğü kesindir. Yani pek az sayıda istisnası dışında hiçbir milliyetçinin zamanın cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi “Amerikalılara soralım en iyisini onlar bilir.” Demesi mümkün değildir.

 

Popülist sağ siyaset, ya da merkez sağ siyaset Amerikan güdümünde olabilir mi? Olabilir ve olmuştur da… Fakat merkez sağ siyasetin “sağcılığının”, milliyetçilikle bağdaşıp bağdaşmadığını da  hiç kimse sorgulamamıştır.

 

Milliyetçiler ülkenin kurtuluşunu ABD’ye bağlamamıştır ama solcular açıkça Rusya’nın veya Çin’in sözcülüğüne soyunmuş,  Türk  vatanının,  kızıl ordularca işgalinin zeminini hem de övünerek hazırlamışlardır.

 

Şurası unutulmamalıdır ki en geniş yelpazedeki sağ ve sol ana akımların hiç biri milliyetçi değildir ve olmamıştır. Bu akımların  marjinal kolları, aşırıcıları zaten doğrudan Türk düşmanlığını sürekli kaşımış, tahrik etmiştir.

 

O yüzdendir ki merkez sağ siyasete bakarak milliyetçilerin NATOcu olduğunu söylemek en hafif tabirle cehalet en ağır tabirle vatansızlık veya Türk düşmanlığıdır.

 

 Milliyetçilere sürekli NATOcu yaftası yapıştıranların ne hikmetse Asya’da kendi coğrafyasının iki katı toprağı açık işgalle ve katliamla ele geçirmiş dünyanın en tehlikeli ve ahlaksız ülkesi Çin’in reklam ajanslığını yapmaları, Rusya’dan dış politikada medet ummaları, Türk topluluklarının kaderlerini bu iki tarihi düşmanın eline teslim etmeleri nedense hiç kimsenin namus reseptörlerini uyarmıyor.

 

Türkiye’de bugün PKK ağzıyla ve mantığıyla konuşup da nerede Türk görse öldüresiye saldıran alçaklar sürüsüne kapılmış solcuların, Rusya ve Çin hakkında tek bir eleştiri sarf etmemeleri açık bir gerçek. Oysa bu insanlar, hayatlarında NATO hakkında doğru dürüst bir şey duymamış ve NATO’ya asla bel bağlamamış sayısız namuslu Türk evlâdına her gün hakaretler yağdırıyorlar.

 


“Tam bağımsızlık” sloganlarının içini Türkle dolduramayan adamların, Rus ve Çinli etki ajanı gibi  her milliyetçiye NATOcu diye saldırması açık bir  terbiyesizliktir.

 

Hiçbir Türk milliyetçisi, egemenlikte Türk adına herhangi bir ortak kabul etmezken Allah’ın günü Kürt sorunu diye diye PKKnın bebek katillerinin sözde tezlerini Türk Milleti’ne yutturmak isteyen insanların, Doğu Türkistan’ı seven her Türk’e Çinli gibi saldıran  adamların, Karabağ konusunda bile Rusya’nın icazetini bekleyen adamların  kendi aralarındaki sözde çekişmeleri benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Görünen o ki ulusalcısından bölücüsüne   kadar sol yelpazenin hiçbir yerinde Türk’e yer yok.

 

O yüzden de Türk Milliyetçiliğinin namusunu   karalamakla kendilerini tatmin edenlerin  her şeyden önce yaptıklarıyla kimin  değirmenine su taşıdıklarını düşünmeleri bence daha doğru olur.

 

 


1 Ekim 2021 Cuma

Akademik Şeyler

 

Çok değerli bir ağabeyim, “Artık kaynakçalı bilimsel makaleler yazmanın zamanı geldi..” demişti. Elbette bunu, benim böyle makaleler yazabileceğimi düşündüğü için söylüyordu.

 


Ben de bazen makale yazmak istiyorum amma ve lâkin…

 

Türkiye buna hazır değil.

 

 Şaka şaka… Aslında şaka değil. Türkiye artık gazetelerdeki üçüncü sayfa haberlerini bile okumuyor ki bloğu nerden okusun da… Ayrıca “bilimsel” makale okusun…

 

Türkiye artık  akıllı  telefonuna gelen mesajı bile okumaya üşendiğinde emojilerle  haberleşiyor.  Hani bir zamanlar  hiyeroglifler varmış diye   antik Mısırla  dalga geçeriz ya. Ulan o adamlar hiç olmazsa din diyanet, mitoloji, tarih marih bir şeyler yazıyordu. Biz ne yapıyoruz?

 

“ Çok sevindim!” “ Hayırlı olsun!” “ Allah analı babalı büyütsün” ( Bu çok uzun oldu yahu…) “Geçmiş olsun!” falan artık yok…  bayram kutlamasını bile bir siteden  dördüncü sınıf mani halinde kopyalayıp yapıştırarak yolluyoruz ki biri bundan yorulduğunu söyleyip ne zaman tazminat isteyecek, merak ediyorum.

 

Hal böyleyken benim, “ Vallahi ben de Edward Sait’in yalancısıyım..” türünden şahitli, delilli makale falan yazmam  çok fantastik geliyor.

 

Zaten arada  bir ahkâm kestiğimizde, nereye dayandığımızı, kimi şahit tuttuğumuzu belirtiyoruz. Daha ne  edek?

 

 Amma ve lâkin… Diğer yandan… “Akademik” denen makalelerin yazılış şeklini, bilgi oluşturma  yolunu düşündüğümde de azıcık bu işten soğuyorum.

 

Akademik bir makalenin bilgi oluşturması için  bir yargıya varması lazım. Durmadan “Vallahi ben demiyorum, o diyor..” diye yazan bir yazarın, neyi nasıl tanımlayacağı bana meçhul  geliyor.

 

Sanki önceden oluşturduğumuz yargılarımızı desteklemek için şahit ve  kanıt toplaya toplaya yazınca daha mı inanılır ya da güvenilir oluyoruz? Eğer bilgimizin kaynaklarına arada bir değinip de o bilgiyi nasıl edindiğimizi  söylüyorsak  her cümlemizi bir başka yazara dayandırdığımızda, akıl yürütmemizin her adımında  geriye dönüp bakarak “ Albert orada mısın?  Asteroidin su içeriğini görüyorum ama senin görüp görmediğini bilmiyorum! İleride kopek var mı,çok korkuyom!” diyoruz gibime geliyor.

 

Neden? Çünkü hem durmadan “bilimde belirsizlik” vardır deyip hem de durmadan başkalarının çalışmalarının, fikirlerinin üstüne basarak ilerlemek saçmalık.

 

Muhtemelen bir doktorant olmama rağmen ben bilimsel çalışmanın metodunu ve amacını anlayamamışımdır. Tamam ben anlamadım da...

 

 Sorularım şunlar :

Bilim yapılan güzel ülkemde “gerçek” nasıl anlaşılıyor?

 Cennet ülkemde  “bilgi” üretiliyor mu?