20 Eylül 2016 Salı

Ey Sol Bana Bir Çare!




Değerli okurlarımızdan Orhun Bey, solun kendi içinde üçe ayrıldığını, bu üç kesimin neye nasıl baktıklarını, bir mesajla bildirmiş.

Evvelâ kendisine gayretleri için teşekkür ederiz.

Sosyal medyada sol ile ilgili genellemeler genellikle incitici sayılıyor. Bunun bir sebebi, solun, entelektüel ve ahlaki  bir tekel olduğuna dair beslenen kesin inanç.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki solun sahip olmakla övündüğü ahlâk, Marks’tan ya da sosyalizmden gelmez, toplumdan gelir.  Marks’ın ya da sosyalizmin normatif ve yargılayıcı bir ahlâkı yoktur. Nasıl Türkler İslâm’ın özünde olmayan bir şefkat ve hümanizm halesini kendi töreleriyle yaratmışlarsa, solcular da Marks’ta adı bile geçmeyen hak ve ahlâk kavramlarını kendi ulusal örflerinden türeterek Marksizme/sosyalizme mal etmişlerdir.

Dolayısıyla ahlâklı, hakkaniyetli vs olmak, solun tekelinde olmadığı gibi aslında solun ideolojik özüyle ilgili de değildir.

Herif haklı...
Görünen o ki solun bir kısmı artık özel mülkiyete  eskisi kadar kökten karşı değil.

Sol  artık gündemini, dünyayı kana bulayan etnik savaşlarla belirliyor. Her etnik terör örgütünü, Leninist/Stalinist bir şablonla birer kurtuluş örgütü olarak görmek romantizmiyle bilhassa Türkiye’de, PKK’yı bilinçli ya da bilinçsiz desteklemek, şu anda Türkiye solunun belirleyici karakteristik özelliği olarak ortaya çıkıyor.

Vatan Partisi kerhen veya siyaseten bir milliyetçi çizgi belirlemiş görünüyor ama  özündeki ideolojisiyle ondan sağlam bir Türk duruşu beklemek, Talat Paşa Komitesine rağmen çok da mümkün değil. Çünkü geçmişindeki açık PKKlı/Kürtçü militan çizgisi, bütün silme çabalarına rağmen basılı kâğıtların üstünde kara bir leke gibi duruyor.

Komünist örgütlerin zaten HBDH gibi PKK yandaşlığıyla fırsat buldukları anda silaha sarıldıkları, herhangi bir iç savaşta Türk askerini vuracakları açık bir gerçek.

Geriye kala kala CHP tabanı kalıyor ki onların aklında da Türkle ilgili en ufak bir duyarlılık yok. Bu insafsız bir genelleme mi? Hayır değil. Çünkü at sahibine göre kişner. Bir partinin tabanında genel eğilim neyse yönetime de bunu yansıtır.

Peki bütün bunların ötesinde solun Türkiye’nin etnik ve mezhepsel bölünmesine dair geliştirdiği çözümler neler?
 
Solu temsil eden en büyük parti CHP “HDP Meclise girmeli” diyerek Kürt etnik kompleksine yaranmaya çalışırken diğer yandan “ parti de bir de dinci olursa AKP’den oy alırız” mantığıyla   Atatürk düşmanı bir dinciyi yönetimine alıyor. Yani CHP’nin solun temsilcisi olarak bütünleşmekten anladığı tek şey Türk düşmanlarına yaranmak.

En milliyetçi tonlu Vatan Partisi’ne  rağmen solun, genel olarak Türk adını ve  Türk ulusal egemenliğini birer mutlak ve kutsal değer olarak benimsemesi şu an için mümkün görünmüyor.

Çünkü sol kendisini “ulusal” olarak tanımlamayı tercih etmiyor dahası Türk’e dair her değeri “faşizm korkusu “ ve oy kaybı endişesiyle PKKllar ve şeriatçılarla aynı tezleri kullanarak reddetmeyi uygun buluyor.

Bugün solun derdi, Anadolu’da Türk varlığının bekası falan değil. Solun derdi, zaten yok edilmiş Türk ulusal varlığını dinciler ve Kürtçülerle beraber nasıl paylaşacağını düşünmek.

Bu sözlerimiz pek çok vatansever solcuya çok ağır gelebilir ama en nihayetinde verdikleri oylarla başa getirdikleri temsilcilerinin yaptıkları bunlardan ibaret.

Sol, diyalektik materyalizm safsatasıyla düşünme meleksini çöpe atarak yargılama sorumluluğundan da kurtulduğu hayaline kapılıyor.
 
Ayrıca  Marksizmin terminolojisinden dini bir haz ve ümit alarak Türkiye gerçeklerine gözünü yumabilmenin huzurunu tadıyor.Hal böyle olunca Türk vatanında Türk olmadan sosyal adalet sağlayacağı avuntusuyla milyonlarca seçmeni uyutup oylarını sömürüyor ve Türk Ulusu’nun  enerjisini de ziyan ediyor.
Sol, sosyalizmin öğrenilmiş çaresizliğinin beslediği derin bir kindarlıkla hepimizin hayatlarını çalmaya devam ediyor. Olmuş himmete muhtaç bir dede, nerede bize himmet ede.








14 Eylül 2016 Çarşamba

Hangi Atatürkçülük?


Türksüz BirAtatürkçülük Çözüm Olabilir mi?
Türkiye’de, CHP tabanında. “Türksüz bir Atatürkçülük”  fikri yaygındır. Bu fikir özellikle CHP kitlesinde kendisini gösterir. Yazının konusu genel olarak bu ana kitlenin eğilimleri ve düşünüşleridir.

Atatürk Atatürkçüler için kutlu bir önderdir ama ırkının ve bedeninin kökeniyle olduğu kadar fikirlerinin kökeniyle de  nedense pek ilgilenmezler.

“Türksüz Atatürkçüler” için Atatürk “evrensel” bir liderdir. Onlara göre Atatürk’ü herhangi bir “etnik” aidiyete sığdırmak mümkün değildir.

Sorun da burada başlar aslında. CHP’de yoğunlaşmış  ılımlı Marksistler, aidiyeti veya mensubiyeti, aşılması gereken bir tür organik bozukluk gibi görüyorlar. Öte yandan meselâ Kürt aidiyetini de Leninist bir cepheden, “olması gereken,  bir tür ezilmiş halk hakkı” olarak kabul ediyorlar.

Her ne kadar CHP “ortanın solu” olmak iddiasıyla evrildiyse de  solu sol yapan değerlerden, “ahlâk kodlarından” sıyrılması mümkün değildi. Solu sol yapan terminolojiyi kullanmaya başladığında artık “enternasyonalist” olması zorunlu bir hale geliyordu ki öyle de oldu.

CHP, “Markssız bir sol” diye bir şeyin var  olamayacağını bu gün dahi anlamış değildir. Çünkü özel  mülkiyetin varlığına karşı üçüncü bir tercih söz konusu değildir.

Öbür yandan “her şeyin teorisi” olmak iddiasıyla ortaya çıkan veya öyle olduğu savunulan  yeni “dünyevi din”, Marksizm,  içinde hiçbir normatif ahlâk kodu barındırmamasına rağmen sırf “anlaşılır” olduğu illüzyonuyla CHPli  okumuşları kendisine çekmişti. Oysa Marks hiçbir şeye  cevap veremiyor, hiçbir yaratıcı düşünceye de kaynaklık edemiyordu.

CHP  için “sol”, Osmanlı subaylarının batılı aydınlanma modelinin “çağdaş” haliydi. Onun gerçek manada ulusal bir yöntem olup olmayacağını muhtemelen bilmiyorlardı. Fakat içinde hemen hemen hiçbir “metafizik”  öge bulunmadığını iddia etmesi, salt akla dayandığı izlenimi ile muhtemelen Türk inkılâbının kurucu partisi CHP’ye çok kullanışlı geldi.

Böylece CHPli herhangi bir “okumuş” için solcu olmak, “muasır medeniyete” üye olmanın gereği haline geldi ki hâlâ öyledir. Sosyal medyada rastladığımız “Ya sosyalizm ya barbarlık!” gibi sloganlar bu anlayışın belirtisidir.

Fakat sorun, “ulusal bir sol” olup olamayacağı noktasında düğümleniyordu  ki soğuk savaş yıllarında Türkiye’de solun çizgisi yabancı istihbarat örgütlerince çizildi. Bu gün artık görüyoruz ki sol  soğuk savaş döneminde  öyle ya da böyle tamamen yabancı istihbarat  operasyonlarına aracılık eden ajanlarca güdülenmiştir. Behice Boran’dan Oral Çalışlar’a, Deniz Gezmiş’ten, Cengiz Çandar’a kadar Türkiye solu ( “Türk solu” demiyorum dikkatinizi çekerim, çünkü zaten Türkiye’de solun en büyük övüncü Türklüğünü inkâr etmektir.) içinde, yabancı istihbarat örgütlerinden eğitim veya para almayan solcu yok gibidir. Ama bu başka bir araştırma ve tartışma konusudur.

Burada önemli olan CHP’nin Atatürk’ü benimsediğini iddia ederken, onun paralara kadar her yere nakşettiği Bozkurtlu vs Türklük alâmetlerini ortadan kaldırmasıdır. Bunu yaparken Atatürkçülük denen bir Türksüz ideolojimsi meydana getirmiştir.

Atatürkçülük, bir taraftarlık ve tercih olarak var olabilir ama ulusa, kültüre, tarihe hangi gözle bakmamız, kimin penceresinden bakmamız gerektiğini söylemekten özellikle kaçınır.  Çünkü “Atatürkçüler”, özde laik, kollektivist bir sol ideolojiyi Atatürk simgesiyle savunan insanlardır.

Özel mülkiyetten nefret ederek her ekonomik varlığı kamulaştırmayı/ devletleştirmeyi  savunan, ulusu ancak ve yalnız Stalin’den öğrenmiş, enternasyonalizmi ahlâkî bir gereklilik sayan, düşünceyi ancak Marks’ın felsefesinden ibaret sanan bir grubun, “Benim bedenimin babası Ali Rıza Beyse  fikirlerimin babası Ziya Gökalptir!” diyen Atatürk’ü anlaması mümkün olabilir miydi?

Peki ama Atatürkçüler gerçekten vatansız, hain insanlar mıdır? Buraya kadar sözü edilen şeyler onları suçlar gibidir.

Atatürkçüler, sahip oldukları ideolojinin, kabul ettikleri değerleri nasıl yıprattığını fark edememiş insanlardır. sosyalizmin/Marksizmin, Atatürk’ün var ettiği ulusal Türk devletiyle uzlaşıp uzlaşamayacağı Atatürkçüleri hiç ilgilendirmemiştir. Onlar “Atatürk milliyetçiliği” derken içinde Türk geçmeyen ama ülkeyi bir arada tutacak bir taraftarlık kültü yaratılabileceğini düşünmüşlerdir.

Devleti zihniyetlerin şekillendirdiği gerçeğini görememelerinin en büyük sebebi,  “zihinleri, üretim araçlarının şekillendirdiğini” söyleyen Marksist hurafeye akıl ve bilim itibarı vermeleridir. Böylece koşulların Marksist bir biçimde değiştirilmesi halinde bilinçlerin de buna göre şekilleneceğini sanmışlardır.

 Bu yüzdendir ki son dönemlerde  iyice açığa çıkan etnik Kürtçülüğün ve şeriatçılığın  açık Türk düşmanlığı dahi  Atatürkçü/CHPli kesimde bir Türklük bilinci uyandıramamıştır.
Atatürkçüler, Marksist şartlanmaları gereği vatanseverliklerini “anti emperyalist” olarak nitelemeyi bu yüzden yeterli ve gerekli buluyorlar.

Atatürkçüler Türkiye’de tam bağımsız bir sosyalist devleti hayal ediyorlar ama o devleti kimin kurduğunu söylemek istemiyorlar.

Atatürkçüler Atatürk etrafında birleşmemizi istiyorlar ama Atatürk’ün “Türklük” anlayışını, geçici ve mevzi bir tür politik manevra olarak görüyor ve açıkçası pek de önemsemiyorlar. Dolayısıyla ülkeyi bölmek isteyen etnik Kürtçülüğün Stalinist ve Leninist ideolojik kardeşliğine karşı hiçbir şey hissetmiyorlar.

“Atatürkçülük” bu gün enternasyonalist /sosyalist bir üçüncü dünyacılığı olarak ortaya çıkıyor. Dolaysıyla Atatürkçülük, kendisini “  emperyalistlere karşı mücadele eden eski bir sömürgenin aydınlanma çabası” haline getiriyor ve  kendisini böyle kabul etmekte  bir sakınca da görmüyor.

Atatürkçülük, Türklüğü başlı başına bir değer kaynağı olarak göremeyen Türkiye solunun son uzlaşma çabası ama bu ne Kürtler ne de dinciler için bir anlam ifade ediyor.

Atatürkçüler, Atatürk’ün, Büyük Türk Milleti’ni bir evlâdı olmakta dolayı bir değer taşıdığını görmezden gelmeyi taraftarlıklarının şartı sayıyorlar ve mesela “ En büyük övüncüm Türk olarak doğmuş olmaktır!” sözünü hemen hemen hiç hatırlamaz, hatırlatmazlar.

Yazıya konu olan CHP popülizminin kitleleştirdiği Atatürkçü grubun, PKKlı belediyeleri sahiplendiğini, TR 205 kodlu PKK avukatı bir Amerikan ajanını partilerinde genel başkan yardımcısı olarak görmekten gocunmadıklarını göz önüne aldığımızda, Atatürkçülerin kendi içlerinde ciddi bir sorgulamaya veya hesaplaşmaya gitmeleri gerektiğini de görüyoruz.


Belki her şeyden önce artık “Hangi Atatürkçülük?” sorusunu kendilerine sormaları gerekiyor.

9 Eylül 2016 Cuma

Emirler Çöplüğüne Gömülmüş Sade Bir İnanç

Tamam da "Hangi İslam"?

İslâm, seçilmesi ve içine dahil olunması en kolay dindir.

Çünkü İslâm’a girişte  ruhban onayına ve cemaat şahitliğine ihtiyaç yoktur.

Ve bu hal normalde “Amel imandan bir cüz değildir” ilkesiyle sağlamlaştırılmıştır.

İslâm’a giriş, bir iman beyanından başka hiçbir şey gerektirmez. Bu beyan dışında da ,normalde sizin dini mensubiyetinizi gösterir herhangi bir şey yapmanız da beklenmez.

Peki ama özü bundan ibaret olan bir “din” , pratikte ve hali hazırda  böyle midir, böyle mi yaşanmakta veya uygulanmaktadır? Buna olumlu cevap vermemiz ne yazık ki imkânsızdır.

İslâm, özünde ,Allah’ın birliğine inanmak dışında “kozmik” bir inanç gerektirmez. Onu  kurumsallaşarak dinleşmiş inançlardan ayran temel şey de budur.

İslâm’a girişin, ruhban onayı ve cemaat şahitliğini kesinlikle  gerektirmemesi, onun daha en baştan basit, ulaşılabilir, şiddetsiz ve zararsız olmasını sağlar.

Fakat İslâm’ın bir tevhit inancından kurumsallaşarak “din” haline gelmesiyle beraber bu basitlik, kolaylık kaybolmuştur.

İslâm’a girişin basitliği, imanın da akla dayanan bir basitliğini getirmekteyken, onun “ dinleşmesi”  insanileşmesine ve siyasallaşmasına sebep olmuştur.

İslâm’ın serüveni, inancın, dinleştiğinde nasıl  insanileştiğinin v siyasallaştığının en ibret verici örneğidir.

Peki ama insanileşmek ve siyasallaşmak neden önemlidir?

İnancın dinleşmesiyle beraber hadisler yoluyla peygamberin ve âlimlerin sözleri, yorumları, Allah’ın sözleri üzerinde bir vesayet ve ipotek meydana getirmişlerdir.  Bu durum inancın insanîleşmesini doğurmuştur. Bu insanileşmeyle beraber her  ruhban veya âlim kendi küçük dinini yaratmıştır. Dinleşme, doğrudan  doğruya nifak sebebi haline gelmiştir.

Bunun  doğurduğu kötü sonuç ise bu küçük dinlerin sıradan  Müslümanlarca izlenemez ve anlaşılamaz olmasıdır.

İnsanîleşmeyle birlikte  özellikle ilmihal/muamelat sahası  inanılmaz bir  emir çöplüğü haline gelmiştir. gömülmüştür. Zaten “muamelat”, bizatihi inancın özüyle ilgili olmayıp da insanileşmeyle ortaya çıkmış yapay bir fiilî durumlar ve emirler evrenidir.

Bir noktaya gelindiğinde artık basit bir inançtan tutarlı bir emirler bütünü yaratmaya çalışılır.  Fakat değiştirilemez  Tanrı sözleriyle, her biri tartışmalı olan insan sözleri arasındaki çelişki asla aşılamaz. Bu çelişkinin aşılabileceği düşüncesiyle sayısız yorumlar ortaya atılır. Daha sonra bu yorumların arasında bir ilahi ünsiyet rekabeti başlar. Böylece ilâhî kelama en uygun  yorum kavgası bir mezhep gerilimi olarak ortaya çıkar. Bu da siyasallaşmanın kıyametidir.

Tanrı’nın sözleriyle tutarlı bir emirler bütünü oluşturmak hayaliyle beslenen,  hayatın her noktasını Tanrı’nın “emirleriyle”, sözleriyle biçimlendirme tutkusu, sıradan Müslüman’ı, varlığından bile habersiz olduğu sayısız kanuna uymaya mecbur eder.

İşte bu emir çokluğu, zamanla  Müslümanları “hile-i şeriyeyle” emirlerden kaçınmaya sevk eder. “Hile-i şeriye”, şeriat yoluyla şer’i emirlerden kaçmak çabasının mantığını oluşturur.

Zamanla  sözde dini emirler o kadar birikir ki bunları, değiştirilemez bir kutsallıktan kaynaklandıkları için yok sayamadığınız gibi kolay kolay değiştiremezsiniz de. Dolayısıyla muamelat, fıkıh  daha önce  adlandırdığımız şekilde  kullanışsız ve anlamsız bir emirler çöplüğü haline gelir.

Müslüman  dine uymak ihtiyacından dolayı her gün daha fazla yoruma ve cevaba ihtiyaç duyar ve her gün daha fazla bu emirler çöplüğüne gömülür.

Bu emirler çöplüğünde artık amaç, evrenin yaratıcısından bir ümit ve sevinç edinmek değildir. Buradaki amaç artık yalnızca zevahiri/ görüntüyü kurtarmak, daha fazla Müslüman rolü yapmaktır. İşte Müslüman ülkelerinin makus talihini doğuran da bu çöplük iptilasıdır.



5 Eylül 2016 Pazartesi

Dindarlığın Ahlâkî Şantaj Rejimi



Türkiye’de derin bir ahlâkî bunalım yaşanıyor. Bu bunalım üstelik de şeriatın gayrı resmi olarak uygulandığı son on dört yılda  önü alınamaz bir şekilde büyümüş görünüyor.

Pornografik ve erotik  yayınların  gayri resmi bir şeriat kısıtlamasıyla   mümkün olabildiğince kısıtlandığı bir dönemde cinsel suçlar ve cinsel istismarla ilgili  istatistiklerdeki yükseliş  düşündürücü olmanın ötesinde, tam bir kırmızı alarm seviyesinde.

Peki ama ahlâkın tek ölçüsü cinsellik mi? Elbette değil. Ve fakat siyasetin, artık cinsel  şantajlar dahil her türlü ahlâki şantaj ve sömürüyle yürütülmesi de  bir yöntem olarak benimsenmiş durumda.

Peki ama bu şantaj ve sömürü düzeni nasıl  işliyor?

Bu şantaj ve sömürü düzeninde  dinci aktörler, kendilerini türbanla ve dini sembollerle tam bir kamuflaj altına alıyor ve  kendilerini her türlü ahlâkî tartışmadan bağışık kılıyor. Bu arada örtünmenin getirdiği  kesin  bağlılıkla ahlâk üzerine de ipoteklerini koyuyorlar.

Dinin tartışma üstü kutsallığını sömürerek davranışlarını tartışmasız hale getirdikten sonra da ayrıca ahlâk üzerinde  kurdukları tekel ile  ahlâkın biçimini ve ölçüsünü de belirleme yetkisini ele geçirmiş oluyorlar.

Buradaki kör nokta “Ama biz de Müslümanız!” diyen samimi Müslümanların iyi niyetinde meydana geliyor. Böylece “Müslümanlık” müştereğinde birleşilebileceğini veya uzlaşılabileceğini sanan “laik Müslümanlar”,  ahlâk alanındaki dinci/dindar ( artık her ikisinin de aynı insanlık dışı şeriat rejimine hizmet ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz) egemenliğini zımnen onaylamış oluyorlar.

Böylece dinci/dindar ahlâkı, karşı cinsle görünürde hiçbir ilişki kurmamak ve kadını alabildiğine sosyal hayattan  tecrit etmekle ortaya çıkıyor.  Bu ahlâkın bu kadar basit  olabilmesinin sebebi, “ darül harp” denen bir düzende Müslümanların, düzenin kendisiyle  savaşmak için  her türlü  kısıtlamadan ari olduklarına inanmaları. Böylece  “gayrimüslimlerin”  küfür düzenini yıkmak için o küfür düzeninin araçlarını kullanarak  savaşı kazanmak Müslümanların tek amacı haline geliyor.

İntihar bombacılarının masumları katlederken duydukları iç huzuruyla, dindar siyasetin ponografik kaset şantajlarını utanmaksızın kullanabilmesini sağlayan temel güdü işte bu: “ Müslüman olmayanlara karşı hiçbir ahlâkî kısıtlamamız yoktur!”

Bu şantaj düzeninde, dinciler/dindarlar   ölçülerini onların belirlediği ahlâkı  sıradan Müslümanların onaylamasıyla beraber   ahlâkın bütün sorumluluğunu da onların sırtına yıkıyorlar.

Böylece örtünmeyen kadının taciz edilebileceğini, ona tecavüz etmenin yanlış olmadığını, açık kadınların tacizi veya tecavüzü hak ettiğini söylerken ahlaksızlık ettiğini düşünmeyen bir  cinsel sapık, insanların  cinsel zaaflarını gözetleyerek bu zaaftan dolayı utanmaları gerektiğini söyleyebiliyor. İşin kötüsü şantaj kurbanları, utançlarının bu alçakça sömürüsüne teslim oluyor ve ahlâkın, tecavüzcü, tacizci bir takım sapıklarca belirlenmesine izin veriyorlar.

Böylece Türkiye’de dinci/ dindar ahlâk   türban, sakal, takke  simgeleriyle kendi ahlâkî egemenlik alanını işaretlerken  ahlâkın genel bağlamından kendini kurtarıyor.  Bunu yaptıktan sonra  o bağlama sadık kalma borcunu da  “laik Müslümanların” sırtına yüklüyor.

Bu anlayış sanırım şu şekilde özetlenebilir: “ Benim ahlâkım, karımı senden uzak tutmakla sınırlı.  Sen de ahlâklıysan aynısını yap. Yoksa ben senin açık karını sokakta taciz de ederim, ona tecavüz de ederim. Açık saçık dolaşıp beni tahrik ettiği için o bu saldırıyı hak etmiş demektir.

Bunun dışındaki ahlâk beni bağlamaz. Beni bağlamayan ahlâk seni bağlıyorsa o da senin sorumluluğundur, beni sorumluluğum değildir.”

Bu ahlâkî ikiyüzlülük sarmalında biri çıkıp da “ Benim karımı aldatmam veya ilişki tercihlerim benim sorunumdur. Başkasının ahlâkî zaaflarını araştırarak ülkeye hizmet edemezsiniz. Başkasının namusuna göz dikerek ahlâkî ölçü belirleyemezsiniz.  İfşa ettiğiniz zaaflarımla ilgili sorumluluk bana aittir fakat bunların benim diğer hizmetlerimle veya  eserlerimle bir ilgisi yoktur. Sizin benim ahlâki zaaflarımı araştırıp hele ifşa etmeniz, benim bu zaaflarımdan çok daha aşağılık bir iştir. Sizin ahlâkî şantaj düzeninizi kabul etmiyorum!” deseydi belki de işler çok farklı olabilirdi.

Oysa Türkiye’de hemen herkes dinci/dindar  ahlâkî şantaj düzenine teslim olmuş durumda. İşte Türkiye’nin yönetimini belirleyen %50lik “millî iradenin” ahlâkî düzeyi ve dindar şantajcılığın  geldiği nokta bu.