21 Aralık 2023 Perşembe

Hayalî İnsanistan Ülkesinde Demokrasi

 


Herkes sanıyor ki dünyadaki makbul ve arzu edilir demokrasiler, kimliksiz, ideolojisiz ve nötr devletlerde ortaya çıkıyor.

 

Bu hayali ya da safsatayı memlekete liberalistler yaydı. Bu liberalizmin kötülüğü mü? Hayır. Çünkü herkesin ağzının suyunu akıtan bütün o müreffeh demokrasilerin hepsi istisnasız. liberal demokrasi…

 

Peki bu ne demek? O ülkelerde herkes canının , istediğini yapabiliyor mu? O ülkelerde vahşi bir kapitalizm herkesi sömürüp fakirleştiriyor mu? Ne tuhaf ki asgari ücretli işçilerin alım gücü bizimkilerle kıyaslanmayacak kadar yüksek.

 

Ama bu başka bir tartışmanın konusu.

 

“Yüksek şatodaki Adam’ın “dizisini seyrediyoruz annemle.

 

Toplumsal kodların farklılığı, dünyaya bakıştaki aykırılıklar ve başka çelişkiler ya da kaçınılmazlıklar sanırım biraz da moralimi bozuyor. Çünkü bir film de bir rüya gibi sizi etkiler. Çünkü şeylerin dimağımızda yarattığı izlenimler aslında onların kendilerinden daha çarpıcı olabiliyor.

 

Öyle bir hayal yaratılıyor ki o hayalî ülkede hiç kimsenin bir kimliği yok. O ülkede herkes sadece insan olduğu için değerli görülüyor. O ülkede, o hayalî ülkede hiç kimsenin sadakat duyduğu bir kimliği, korumak istediği bir kültürü ya da değerleri yok.

 

Elbette o ülkenin dilinin ne olduğu, nasıl belirlendiği ya da o ülkeyi kimin kurduğu, dahası o ülkenin nasıl kurulduğu gibi konulara ise hiç değinilmez. Ya da o ülkede kimin sözünün  geçtiğinden söz edilmez.

 

Bir ülke söz konusu olduğunda bir egemenlikten bahsetmemek mümkün mü?

 

Peki dünyada herhangi bir savaşla ya da mücadeleyle elde edilmemiş bir egemenlik söz konusu mu? Belki ama herkesin bildiği gibi istisnalar kaideyi bozmaz. Bugün haritadaki bir toprak parçasından ibaret olmayan bütün devletler bir savaş veya mücadeleyle kurulmuştur. O halde böylesi yüksek bir bedelle kurulan devletlerin hiçbirinde bu bedeli ödeyen ulusun iradesi dışında bir irade hüküm süremez.

 

İşte bu, egemenliktir. Bazı romantik liberalistler bunun “demokrasi” adına ihmal edilebilecek ya da vazgeçilebilecek bir şey olduğunu savunurlar ama ideolojilerini ödünç aldıkları hiçbir ülkede bu hayal ciddiye alınmaz.

 

Egemenlik, bir ülkede kurucu ulusun, o ülkenin rejimini, toplumsal düzenini, belirleyebilmesi yetkisi demektir. Bu yetki de  ancak başkalarıyla savaşılarak alınır. Ve  bu yetki bir kez alındı mı ancak yine savaşla kaybedilebilir.

 

Bu da demektir ki demokrasiler, kuruldukları ülkelerde, kurucu ulusun parmak izini taşırlar ve bu parmak izi genellikle kanla basılır.  Dolayısıyla “demokrasi” ancak kurucu ulusun varlığıyla anlam kazanır.  Bir ülkede kurucu ulusun adının, kimliğinin ve egemenliğinin o ülkede hukuka ve demokrasiye engel olduğunu düşünmek bu yüzdendir ki ya hamakkattir ya da ihanet.

 

Demokrasi milli egemenliğin üstünde, onu aşkın bir değer değildir.

 

Kısacası hiçbir ulus demokrasi adına ülkesinin bağımsızlık senedine kanla bastığı parmak izinden vazgeçmez.

 

 

19 Aralık 2023 Salı

Felsefe Ve Gerçeklik Sorunu 2


 


“Gerçeği bilmek mümkün müdür?”

 

Herhalde bu soru, insan düşünce çabalarının en büyük konusu.

 

Aslında pek çoğumuz, özellikle ahlâkî yargılarda yanılma ihtimaline karşı bu soruda kaçınmaya eğilimliyiz. Öyle ya… Gerçeğin ne olduğunu söylemek ne de olsa yargıların en büyüğüdür. Oysa gerçek, kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamana göre değişmiyor mu? Değişmeyen tek şey değişim, değil mi?

 

Oysa gerçekten beklentimiz onun değişmeyecek bir şey olması. Her şey değiştiğine göre aslında gerçekten de bahsedemeyiz.

 

Peki ama bu kısa akıl yürütme bizi gerçeği aramaktan caydırıyor mu? Hayır. Peki ama aslında beyhude bir çaba gibi görünen gerçeği bulmak, hâlâ neden bizim için en hayatî çaba? Bunun en hayatî çaba olmadığını düşünüyorsanız hayatın anlamından her gün neden bahsettiğimizin de cevabını biliyor olmalısınız.

 

Bütün hukuk sistemimiz, hayatımızı, yalanların, sahtekârlıkların ve şiddetin zararlarından korumak üzerine kurulu. Hukuk sistemimizin nasıl işlediğinin bir önemi yok. O, inşa amacına uygun kullanılmayan bir makine olabilir ve böylesi bir kötü kullanım, onun mekanizmasını tahrip etmiş olabilir. Ne olura olsun biz eylemlerimiz hakkında “yalın bilgiyi” yani gerçeği bulmak için usuller ve süreçler icat etmiş bulunuyoruz.

 

Ya bilim çalışmaları?  Bilim, dünyanın gerçekliğini anlayabilmek için algı sınırlarımızda sürekli daha fazla bilgi biriktirebilmek için uğraşıyor.

 

Sanatın yaptığı da bu… Sanatçının ruhundaki, bakışındaki yalınlığı ne kadar iyi görürsek insan özümüze kendimizi o kadar yakın hissetmiyor muyuz?

 

Evet… Duyularımızın sınırlılığının farkındayız. Algılarımız da buna bağlı olarak sınırlanıyor. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz aslında bu sınırlılıkla kayıtlı. Peki ama sınırlı duyularımıza rağmen neden hâlâ çabalıyoruz?

 

Çünkü gerçeğin var olduğunu biliyoruz ve her seferinde onun başka bir parçasını ya da daha büyük bir parçasını görebilmek için uğraşıyoruz.

 

Gerçeğin var olduğunu nereden biliyoruz? Ya her şey bir rüyaysa?

 

Bu soru bile aslında ancak gerçeğin var olmasına bağlı olduğu için gerçeğin var olduğunu biliyoruz. Hayır… Bu bir diyalektik tahlil değil. Çünkü diyalektikte kavramların önceliksiz bir beraberliği vardır. Yani? Yani zıtlar birbirinin varlığını gösterir ve bu yüzden aslında neyin ne olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ayrıca diyalektiğe göre zıtlar birbirini gidermez; bir araya gelip bambaşka bir şey yaratırlar.

 

 Sorun bu sözde sentez ürününün neyin zıttı olduğunu bilmemektedir. Bir başka sorun şudur ki zıtların bir araya gelmesiyle ikisinden de farklı bir şey mi ortaya çıkar, yoksa zıtlardan biri diğerini yok eder mi? İşin aslı şudur ki böyle bir sentez yoktur ve bu özellikle Marks tarafından fark edilmiş, kendisinin çelişki dediği şey de Marksizm’de, zıtlardan birinin diğerini yok etmesiyle ortadan kaldırılmıştır.

 

Diyalektiğin öldürücü yanlışı şudur ki doğadaki “sentezler” , zıtların birliği değildir. Doğada elementler birbirilerinin zıttı, değillemesi değildir. Doğada elementler, kendi atomik düzenlerine göre diğer elementlerle “iş birliği” yapan maddelerdir.

 

O halde gerçeği nerede bulacağız?

 

Gerçeğin varlığı iki noktadan bilinebilir. Bunlardan biri  var olduğumuzu bilmemizdir. Var olup olmadığımızı bilebilir miyiz? Eğer varlığımız bir rüyadan ibaretse… Hepimizin paylaştığı ve kesintisiz bir istikrarla süren bu rüyaya gerçek demekten başka ne yapabiliriz? 

 

Doğumumuzdan itibaren dünyayı etkileyip dünyadan etkilendiğimizde… Sevip sevildiğimizde… Zarar verdiğimizde…  Acaba akıcı, değişken ve kavranamayan bir rüyada mı sürükleniyoruz? Bunu bilmemiz mümkün müdür? Belki bunu bilmek mümkün değildir ama o halde son bir atışla hedefi vuramaz mıyız? Ne fark eder? Yerçekiminin varlığı bir hayalse bile uzay araçlarının atmosfer dışına çıkmalarından, bir atmosferimizin var oluşuna kadar pek çok şey onun varlığıyla tutarlılık gösteriyorsa yerçekiminin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek saçmalamak olmaz mı?

 

Ama bu işin düşünce boyutu. Oysa bilim bize bunu kanıtlarla göstermeye çalışır. Bunu nasıl yapar?

 

Bilim, duyularımızın sınırlarının ötesindeki bilgileri, çeşitli yöntemlerle ve araçlarla duyularımızın sınırlarının içine taşıyarak gerçeğin parçalarını bize gösterir. Söz gelimi kızıl ötesi gözlükler spektrum dışındaki dalga boylarını tek renkli görüntüler haline getirerek o görünmezliği, duyularımıza tercüme eder. Osiloskoplar sesleri çeşitli dalga görüntüleriyle bizim için görülebilir hale getirirler. Radarlar çıplak gözle göremediğimiz cisimleri görünür kılarlar.

 

O halde gerçeğin ne olduğunu bilip bilmemek probleminin merkezinde bizim sınırlılığımız yer alır. Biz sınırlı olduğumuz için gerçeği bütünüyle göremeyebiliriz ama en sonunda onun “kanıtlarıyla” varlığını her seferinde daha güçlü görürüz. Gerçeğin kanıtları “doğrulardır”. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Gerçekle bağdaşmayan şeylere “yanlış” deriz. Eğer gerçekle bağdaşmayan şey irademizle oluşturulan bir ifadeyse ona da “yalan” deriz.

 

Bu yüzden… Sınırlı varlığımızın idrakiyle  sürekli ve tutarlı bir ilişkiler ve varlıklar bütününde biz bu bütünün  işleyişini her gün daha fazla anlamaya çalışıp sınırlılıklarımızı aşmak isteriz. Bunun dışında bir gerçekliğin var olup olmadığını bilmemiz de mümkün değildir. Çünkü bilgilerimiz ancak sınırlı duyularımız aracılığıyla oluşturulur ve insan “görmediği şeyin rüyasını göremez.”

 

Matriks’te Morpheus’un Neo’ya söyledikleri aslında konuyu özetler gibidir: “Matriks’te ölürsen gerçek hayatta da ölürsün, çünkü vücut bilinç olmaksızın yaşayamaz.” O halde insanlar makineler bağlı olarak Descartes’ın şeytanının elinde oyuncak olarak yaşasa bile içinde doğup öldüğü, her şeyiyle tutarlı bir gerçeklikte yaşamak zorundadır. Dolayısıyla gerçeklik bizim onu bilmemizden önce vardır. Buna karşılık biz onu ancak sınırlı duyularımızla ve algılarımıza  pek sınırlı bir şekilde idrak edebiliriz.

 

“Başka bir gerçeklik” hayal edilebilir mi? Maalesef hayır. Çünkü “başka bir gerçeklik” bile ancak ve yalnız şu anda tutarlığını kaçınılmaz olarak gördüğümüz uzay zaman içinde var olmak zorundadır. Örneğin sinema dünyasının belki de en çirkin ve vahşi kurmaca canlısı “ Alien/Yaratık/Zenomorf bile iki ayak, iki el, omurga ve kuyruk sahibidir.  Peki ama neden? Çünkü şunu biliyoruz ki yerçekiminin var olduğu bir uzay-zamanda “canlılar”, ancak buna uyumlu organlara sahip olabilirler.

 

O halde var olup olmadığımızı düşünüp dururken var olmanın  etkilerine gözlerimizi kapatarak ancak havanda su dövmüş oluruz. Varız… Yok olur muyuz? Bunu kimse bilemez. Bilemediğimiz şeyi yok saymamız mümkün mü? Bilim, bilmemenin zayıflığının bize ati olduğunu göstermekten ibaret…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 Aralık 2023 Salı

Felsefe Ve Gerçeklik Sorunu 1

Felsefenin, üzerinde en çok durduğu konu sanırım “gerçeklik”.

 

Gerçeğin bilinip bilinemeyeceği öyle çok tartışılıyor ki felsefe, bu tartışmalar yüzünden girdaplarla dolu kapkara bir denize benziyor. Felsefe bu yüzden, aklımızı aydınlatmak yerine, bizi cevapsız soruların bataklığına çekiyor ve cevaplar vermekten çok bizi sorulara boğuyor.

 

Peki ama gerçek neden bu kadar önemli?

 

Eğer  hiç bir şey gerçek değilse hayat anlamını yitirir. Yaşamak gerçek değilse ölmemizi engelleyen ne kalır ki? Kendi hayatımıza son vermek bir yana başka hayatları yok etmemizi ne engelleyebilir ki?

 

O halde gerçeklik arayışımız sadece bir mantık veya fizikokimya sorunu olamaz.

 

Gerçeği neden arayıp durduğumuz sorusu belki de gerçeğin varlığını ispatlamaktan daha önemlidir.

 

Çünkü en nihayetinde gerçekliğin varlığı bizi “anlama” götürecektir.

 

Belki bu noktada plâğı tersten dinlemeliyiz. Yani gerçeklik arayışımızı “anlam oluşturmak” faaliyetimizden başlayarak incelemeliyiz.

 

Gerçek var mı yok mu diye yıllardır tartışıyoruz, çünkü her seferinde karşımıza onun ya da o sandığımız şeyin farklı “görüntüleri” çıkıyor. Bütün bu yeni görüntülere bakarak iki sonuca ulaşıyoruz:

i- Gerçeği  bilemeyiz.

ii- Gerçek diye bildiğimiz görüntülerden ibarettir ve aslında gerçek bir yanılsamadan ibarettir.

Her iki sonuç da görünüşte son derece bilgece ve alımlı “vargılar” olarak karşımıza dikiliyor ve son sözü söylemiş gibi bize alaycı bir biçimde gülümsüyor.

 

Peki ama bu bilgeler bize “gerçekten” birer cevap sunuyorlar mı? Eğer gerçek hakkında bütün bilebileceklerimiz ancak bu olası cevaplardan ibaretse örneğin temel bilimler neden hâlâ atom altı parçacıklarla uğraşıyor?

 

Buradaki esas yanlışlık insanı felsefenin dışına atmaktan  kaynaklanıyor. İnsan, diğer nesneler gibi bir  nesne değil.

 

Öncelikle şu  “sorumsu cevap” aklımızın bir köşesinde durmalı: “ Ne fark eder?” Bu kestirme cevaba nasıl ulaşıverdiğimize az sonra bakacağız. Ama önce insanın, kendi kendine var olan bir otomatizm evreninde istisnai bir varlık olduğunu  varsaymamız gerekiyor.

 

Felsefenin “en başındaki” soruları atlayıvermiş olablir miyiz? Şüphesiz evet. O halde o soruları cevaplamadan bu varsayıma nasıl ulaşabiliriz ki değil mi?

 

O halde bilimin bize öğrettiği inkâr edilemez ve tartışılamaz bir veriyle başlayabiliriz ki o da insanın sınırlılığı.

 

Bu ne demek? Bu, insanın ancak duyularının sınırlı kaynağının izin verdiği kadar anlam ve bilgi oluşturabildiği anlamına geliyor. Sözgelimi dil ve gerçeklik tartışmasına girdiğimizde “dilimizin anlamsızlığı” veya yetersizliği gibi bir tartışmaya girerek gerçeğin bilinmezliğinden bahsetmek bu yüzden saçmadır.

 

Eğer gerçek bilinemez, kavranamaz ve dolayısıyla varlığı inkâr bedilebilir bir şeyse  sayesnde bunca tartıştığımız dili neden terk ederek hayvanlar gibi yaşamadığımızı biri cevaplamalı.

 

Dikkat edersek aslında bir ters mühendislik yürüttüğümüz görülebilir. Neden böyle yapıyoruz? Eğer her şey anlamsızsa ve gerçeklik yoksa “ne  fark eder ki?” Eğer gerçeğe yaklaşabiliyorsak ve  ayağımızı basacak bir zemin elde edebiliyorsak “ne fark eder ki?”

Yazıya devam edeceğiz.

9 Aralık 2023 Cumartesi

Dinler Cinler İmamlar

 


Bugün  Twitter’da genç bir “hoca” gördüm. (Artık kafasına bir sarık saran herkes ne de olsa hoca…)

 


Cinlerin padişahıyla nasıl çarpıştığını, onu nasıl öldürdüğünü anlatıyordu.

 

Bir başka hoca, bir halifenin  hikmetiyle güneşin kararabildiğinden bahsediyordu.

 

Her şeye gücü yeten bir Tanrı’ya inanmak kişinin idrakine bağlı bir şey. Aslında “her şeyi yapabilmenin” objektif bir ölçüsü  ve tanımı yok. Kimlerine göre böylesi bir güç herkesi yok edebilmek demekken kimlerine göre karbon atomunu ya da diğer elementleri, değişmeyecek özelliklerle yaratabilmek kudreti anlamına gelebilir.

 

Bugün artık Türkiye’de kadir-i mutlak bir Tanrı’dan anlaşılan şeyse canının istediğini canının istediği gibi yapabilen, insanlara Arapça seslenip Arap üstünlüğünü telkin eden, insani bütün özelliklerin en mükemmel hallerini taşıyan, kullarıyla pazarlık edip onlardan intikam alabilen… Kısaca insan gibi davranan ama insanla kıyaslanamayacak kadar kadir bir yaratıcı.

 

Yanıltıcı tartışmalar Tanrı’nın nitelikleri üstüne yapılıyor… Oysa hiç kimse Tanrı hakkında konuşmaya haddimizin yetip yetmediğini tartışmıyor.

 

Kafasına bir sarık sarıp Arapçayla uğraşan herkes kendisinin, kendiliğinden Allah’a daha yakın olduğunu iddia edebiliyor. Öyle ki Arapça bilmeyenlerin Allah’la yakınlaşması ya da ondan bir şey istemesi bile pek zor addediliyor.

 

Ve bu imtiyazlı insanlar, bilinmeyen âlemlerin kapılarını açıp bilinmeyen varlıklarla iletişim kurabildiklerini söyleyebiliyorlar. Onlara “nereden bildiklerini” bile soramıyoruz. Çünkü  sözde Arapça bilgileriyle zaten “iman yolunda” bizden çok önde gidiyorlar ve onları sorgulamak doğrudan doğruya imanı tehlikeye atmak anlamına geliyor.

 

Hiç kimse de o insanlara “İyi de senin benim imanım hakkında ahkâm kesmeye ne hakkın var?” diye sormak aklına gelmiyor. Ya da… “Senin inandığına inanmıyorum ki neden bahsettiklerinle beni sürekli sıkıyorsun?” diye sormak artık memlekette “Allah’ın düşmanı” sayılmanın eşiği sayılıyor.

 

Birer macera öyküsü ya da romanı gibi anlatılan sayısız öykü, mesel ya da menkıbe bizim için karbon gibi yaşamsal bir elementin yarattığı sayısız olasılık kadar şaşırtıcı ve düşündürücü olabilir mi? Yoksa biz aslında nefsimizin korku, şehvet ve macera arzusunu anlatılanlarla tatmin edip de delinmez bir zırhla bütün ahlâkî sorumluluklardan kurtulabilmek mi istiyoruz? Bu dünyada ahlaksızlık sayılan her şeyin sınırsızca yaşanabileceği bir yerin vaadiyle itaat talep eden insanların peşinden gidildiğinde varoluşum gerçek mucizelerinin gerçek hayranlığına ve minnettarlığına ulaşılamayacaksa eğer…  Başlarına sarık sarıp cinlerle savaşan insanlara itaat ederek gerçekten karbon atomunun yaratıcısının sonsuz idrakine yaklaşabilmek mümkün müdür?

 

Tanrı’nın ne istediğini sürekli bize dayatan insanlar karbon atomunu yaratan varlığa karşı hadsizlik ettiklerini bir an bile düşünüyorlar mı?  İman onların denetiminde bir bilinç mi? Yoksa biz mi köleliğin sorumsuzluğuyla zevk ırmaklarında yüzmek mi istiyoruz?

 

 

 

 

 

 

6 Aralık 2023 Çarşamba

Tencere Dibin Kara Ahlâkı

 


Nasıl düşüneceğimiz bize öğretilmediği için el yordamıyla ve kesin inançlarımızla kendi düşünme şeklimizi belirliyoruz.

 

Aslında düşünmüyoruz da… Düşündüğümüzü sanıyoruz. Yani nasıl?

 

Şöyle… Kesin inançlarımız ve kabile güdülerimizle şartlanmış kafalarımızla, ezberlediğimiz sözleri ve bize belletilen sloganları, kaba kıyaslamalarla destekliyoruz.

 

Bu mukayeseleri nasıl yapıyoruz? Bu mukayeseleri, “Tencere didin kara, seninki benden kara” çarpık mantığıyla yapıyoruz.

 

İyi de bunun ne önemi var ki?

 

Şu önemi var: “Kötü örnek, örnek sayılamaz.”( Sui misal emsal teşkil etmez) ilkesi gereği, kötü davranışlar, suçlar birbirlerine örnek/emsal teşkil etmez. Eğer böyle bir şey kabul edilirse  kötülüğün, suçun önü alınamaz.

 

Oysa günümüzde, Türkiye’de siyaset tam da bu ilkenin tam zıttına sığınılarak yürütülüyor. Haydaaa! Bir anda felsefeden siyasete nasıl atladık, değil mi?

 

Düşünmeyi öğrenmek için felsefeyle uğraşmak lâzım. Felsefeyi lüzumsuz bir iş gibi gördüğümüzde, düşüncelerimizin akşının ahlâkla, faydayla ilişkisi kaybolur. Yani düşüncenin kendisi kaybolur. Çok mu muğlak oldu?

 

O halde şöyle söyleyelim: İnsan düşünmeden yaşayamaz. Neden? Çünkü insanın vücudu, içgüdülerle yaşayan canlıların vücutları gibi doğaya dayanamaz. İnsanın var olabilmesi için  bütün ihtiyaçlarını kendi başına, kendi aklıyla gidermesi gerekir. Bunu yaparken insan “inşa eder”.

 

İnşa etmek, tutarlılığı gerektirir.  Tutarlı olmayan düşüncelerle hayatı devam ettirecek yapılar kurulamaz.

 

İşte “Tencere dibin kara seninki benden kara…” sözde mantığı, karşıtımızın kötülüğünü açıklamak dışında hiçbir işe yaramaz. Bu mantık karşımızdakinin ahlâkî tutarsızlığını belki gösterir ama kendi ahlâkî tutarlılığımızın geçerliliğini kanıtlayamaz.

 

İyi de “ahlâkî tutarlılığın” konumuzla ne ilgisi var?

 

Çünkü ahlâk “ zarar vermemek iradesi” dir. İnsanlar ahlâkın bu tanımını belki tam bir açıklıkla ifade edemez ama zararsızlık iradesi yönündeki yaygın uzlaşma yoluyla bir arada kalabilirler. Oysa  “tencere dibin kara” diyen insan için bunun tam tersi  söz konusudur.

 

Ahlâk, insanî inşaların, insanî ilişkilerle sürdürülebilmesinin tek yoludur. Oysa kötü örnek  kabulü ile insanların bir araya gelerek insanî yapıları/kurumları kurabilmeleri mümkün değildir.

 

Çünkü tencere dibi mantığı ile herkes insanî inşaları meydana getirecek insanların, birbirlerine zarar  vermeyeceğine dair üstünde uzlaşılan zararsızlık ilkesi geçersizleştirilir. Bir kez insanların birbirlerine zarar verebilmeleri  söz konusu olursa karşımızdakiyle herhangi bir işbirliğine girebilmemiz için hiçbir sebebimiz ve imkânımız kalır.

 

Peki ama gene de bir arada kalabiliyorsak bu nasıl mümkün olabiliyor?

 

İnsanların “medeniyet” yaratabildikleri beraberlikleri ahlâkî tutarlılıkla bir arada tutulan beraberliklerdir. Medeniyetten uzaklaşıldığında ilkelerden uzaklaşılıyor demektir. Peki ama ilkelerin yerini alabilecek bir şey var mıdır?

 

İlkelerin yerini başka hiçbir şey alamaz ama  onları dışladığımızda yerlerini derhal “kabile mensubiyeti” alır. Böylece aynı ilkelerle bir araya gelmiş farklı insanların beraberliğinin yerini, tenlerinin dokusunu, kokusunu, rengini, dillerinin farklılığını,  fark edilebilir kabile mensubiyetlerini koruyan kalabalıkların zoraki beraberliği alır.

 

İşte Türkiye’de düşünmeyerek beyinlerinin mantarlaşmasından rahatsız olmayan kitlelerin zoraki beraberliğinin ana hatları budur.