30 Aralık 2010 Perşembe

Hukuk, Kanun Ve Call Of Duty Black Ops



Neredeyse üç yıldır bulamadığım bilgisayar oyunu dergisini nihayet bir büyük markette buldum. Donanım yetersizliğinden dolayı oynayamadığım “Call Of Duty: Black Ops” ile ilgili incelemeye bir göz attım. İncelemenin can alıcı noktası, senaryonun zayıflığına değinen kısımdı.

Neticede elinize silâh alıp da âlemin kafasına sıka sıka ilerlediğiniz bir bilgisayar oyununda senaryonun ne önemi var, değil mi? İşin açığı bu bana da öyle saçma geliyordu ki zombi avlayıp durduğumuz bir başka oyunu bilgisayarıma yükleyene kadar… Oyun bir anda başlıyor ve öyle devam edip gidiyordu. Yeşil-gri derili, korkunç yaratıkları avlayıp gidiyor ama bir yere varmıyorduk.

O zaman anladım ki iyi bilgisayar oyunları, oyuncuya bir içerik ve bağlam sunar. Sizi, başı ve sonu olan, aşamaları birbirini tamamlayan bir film gibi bir sürece sokmayan oyun mantıken zayıftır. Mesele birilerinin kafasına sıkarak tatmin olmak değildir. Bilgisayar oyunları dahi oyuncuyu, uyguladığı şiddetin haklılığına inandırmaya çalışır! Çünkü haklılık kadar insanı harekete geçirebilen hiçbir şey yoktur. İnsan ancak haklı olduğunu düşündüğünde hayatını tehlikeye atabilir. Hukuk da haklılığın bir ideal haline getirilmesinin adıdır.

Hukuk bir idealdir. Hiçbir şeyin tanımlanamayacağını, her şeyin zıttıyla beraber olduğunu söyleyip de yargılama imkânımızı yok etmeye çalışan diyalektik cambazlığa rağmen böyledir.

Neye hukuk diyebiliriz o halde? Hukuk, haklıyla haksızı birbirinden ayırmamızı sağlayan normatif düşünme biçimidir.

Bir düşünme şekli olduğuna göre o, mantıkla doğrudan doğruya ilgidir. Daha doğrusu mantık, hukukun mütemmim cüzüdür.

Adalet, haklıyla haksızın normlara göre birbirinden fiilen ayrılması işidir.

Kanunlar, toplumsal düzenin içerdiği normlara göre, devletin zor kullanma şartlarını kayıt altına alan, yazılı toplumsal kurallardır.

Buraya kadarki cümlelerimizden çıkarılacak özet şudur: Eğer bir hukuk fikrimiz ve idealimiz olmasaydı, toplumsal düzenin devamını sağlayacak yazılı kurallar ortaya koyamazdık. Yaşadığımız toplumsal düzenin çok büyük ölçüde barışçı olması, katillerin ve hırsızların istisna teşkil etmesi bize, hukuk fikrinin, adalet uygulamasından önce geldiğini gösterir. Yani önce barışçı bir düzen vardır ve sonra, bu düzen içindeki kötü örnekleri ayıklayarak düzenin devamını sağlayacak bir mekanizma kurarız. Benzetmedeki çok büyük hataya rağmen daha kolay anlaşılabilmesi için daha da Türkçe’si: Çalışan bir araba önce dahinin kafasında var edilir, tamirciler daha sonra bu mekanizmayı öğrenerek çeşitli arızaları giderir. Benzetmenin yanlışlığı şuradadır: Toplumsal düzen bir insan tasarımının eseri değildir, davranışlarımızın önceden bilinemeyen sonuçları arasındaki kendiliğinden yürüyen bir elemenin sonucudur. Burada benzetmeyi zayıf bir illiyet bağıyla” düzen” kelimesi üzerine kurdum.

Demek ki mahkemeler hukuk fikrinin “zanaatkârlarıdır”. Ama bu benzetme de gene hatalıdır. Çünkü bu benzetme de poizitif hukuk düşüncesine yaslanarak yapılmıştır. Mahkemelerin aynı zamanda “sanatkâr” oldukları hukuk rejimi, Anglo-sakson, “common law” rejimidir.

Bu iki hukuk felsefesi arasındaki fark çok önemlidir. Çünkü bu iki farklı felsefe hukuk idealine ulaşıp ulaşmamak yönünden birbirinden çok farklı neticeler verirler.

Bu bahsi burada şimdilik kesip Türkiye’deki iki örnek olayı incelemek sanırım faydalı olur.

Bunlardan birincisi otuz yılı geçtiği için zaman aşımına uğradığı söylenen PKK davasıdır. Şimdi içeride sözüm ona “ağırlaştırılmış müebbed hapis cezasını” çeken bebek katili dahi bu davada beraat etmiştir.

İkinci örneğimiz ise başlayalı neredeyse dört yıl olan Ergenekon davasında tutukluluk süreleri ve bu sürelerle ilgili bakanın açıklamasıdır. Bakan tutukluluk süresinin uzatılmasının kanunun gereği olduğunu söylemiş.

Her iki dava da “kanuna uygun” yürümektedir. Peki ama acaba her iki davanın kanuna uygun yürümesi, kendi düzeni için hizmet edilen toplumun huzuruna, vicdanına gerçekten hizmet etmekte midir? Bir kanunun, herhangi bir uygulayıcının keyfi yorumuna göre uygulanması, hukuk adına yeterli midir? Veya.. Bütün mesele, kanunlara sahip olmamız ve onları hiç tartışmadan, hukuk idealine göre sürekli denetlemeden, doğrudan uygulamak mıdır?

Yukarıdaki paragraftaki soruları sormamıza sebep olan felsefe pozitif hukuk felsefesidir. Bu felsefe bize hukukun bir tasarım olduğunu, dolayısıyla kanun yapıcıların her konu hakkında birer kanun yapması ve mahkemelerin de bunları olduğu gibi uygulamasıyla adaletin sağlanacağını söyler. İşte bundan dolayı hâlâ alenen suç işleyen, her beyanı alenî birer suç olan kısaca sürekli cürm-ü meşhud işleyen etnik terör örgütü mensuplarının, sırf kanunda yazılı bir usul var diye işledikleri suçtan beraat ettirilmeleri belki kanuna uygundur ama bu durumun hukuka uygun olmadığı da gün gibi aşikârdır.

Keza, tutukluluk süresinin bir cezaya dönüşmemesi için yapılan düzenlemenin hayata geçirilmemesi ve bu düzenlemenin aksi mevzuatın da aynı anda var olduğunun söylenmesi gene bir hukuk garabeti ama bir kanun tapınıcılığı olarak karşımıza çakmaktadır. İlgili bakan “Kanun çok açık” demiş. Mutlaka kanun açıktır ve öyle de olmalıdır ama buna mukabil kanunların, kendilerine uyması gereken hukuk karineleri de belirsizliklerin, her türlü hafifletici sebebin, usul hatalarının sanığın lehine kullanılması gerektiğini de çok açık emreder!

İşte bir hukuk devletiyle bir kanun devleti arasındaki farkın yol ayrımı burada başlar. Kanun devletinde adalet mekanizmasının en üst basamağı ve âmir mercii kanunlarken hukuk devletinde bu âmir, hukuk karineleridir.

Kanun devletinde, kanunun gereği yapılırken şüphelinin veya sanığın yargılanıyor olması dışında bir şeye dikkat edilmezken hukuk devletinde, yargılamaya giden her sürecin ayrı ayrı usule uygunluğu denetlenir ve usule uygun olmayan uygulamanın esasına da bakılmaz, o uygulama derhal reddedilir, dava konusu haline getirilmez, konuyla ilgili dava açılmaz.

Kanun devletinde yazılı kanuna harfiyen uymak dışında bir gerek ve yeter-şart yoktur. Kanun yapıcının meşruiyet şartı sağlanmışsa artık o bir tür tanrıdır. Meşru yasama organının her söylediği, hukuka uygun olsun olmasın, “kanun” diye adlandırılıp, devletin zor kullanma mekanizması, bu “kanunlara” göre işletilir. Hiçkimse Hitler ve Stalin’in kanunsuz insanlar olduğunu sanmamalıdır. Bu iki katil ve insanlık düşmanı bütün işlerini anayasalarına ve yasama organlarının kanunlarına uygun yapmışlardır. Sosyalizmin insan mezbahası SSCB’de, GULAG’ın ceza kamplarına hiçkimse “yargılanmadan” gitmemiştir.

Hukuk devletinde ise kanunların mantığa uygun yapılması ve yorumlanması, sanığın tartışılmaz derecede açık suçluluğu mahkemece tespit edilmeksizin, masumiyetin bütün haklarından yararlandırılması ve aynı zamanda kanun uygulamasının kamuoyu vicdanını mümkün mertebe tatmin etmesi arzulanır.

Bu açıdan bakıldığında “özel suçlamaya muhatap” oldukları gerekçesiyle Ergenekon sanıklarının tutukluluk sürelerinin bir tür infaza dönüştürülmesi, “kanuna uygun” addedilirken, aynı tür “özel suçlamayla yargılanan” ve yargılanma süresince sürekli suç işleyen etnik terör örgütü üye ve yöneticilerine “kanuna uygun olarak” zaman aşımı uygulanması tam bir çelişkidir.

Yapılanlar bir kanun devleti açısından doğrudur ama anayasada sanırım, slogan olsun diye söylenmemiş olan “hukuk devleti” açısından son derece rahatsız edicidir.

En başa dönecek olursak… Bir hukuk devleti, iyi bir bilgisayar oyununa benzer. Size oyun sahanızda bir tutarlılık evreni sunar, ahlâkî bir dayanakla yaptığınız işin doğruluğuna, haklılığına sizi ikna eder.

Bir kanun devleti ise oyun salonlarındaki oyunlara benzer. Bütün yapmanız gereken vurmanız gerekenleri vurmaktır, çünkü “kanun çok açıktır”.

Birilerinin, insanların mutluluğunu ve masumiyetini düşünmeksizin, sadece gücüne dayanak kılmak için ürettiği oylama ürünlerine “kanun” demeye devam ettiğimiz müddetçe, kanunların uygulanmasından murat edilen adalete ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Sanık Mehmet HABERAL için “Suçlu olmasa içeri alınır mıydı?” diyen insanların yaşadığı bir memlekette sanırım zaten hukukun çoktan vefat ettiğini söyleyebiliriz. Bari bilgisayar oyunlarındaki zevkimiz biraz gelişse…

28 Aralık 2010 Salı

Türk Milliyetçiliğinde Cemaatleşmenin Yozlaştırıcı Etkisi II


....
Türk Ocağı’nın bir sembol olarak içine düştüğü bu vahim durum, cemaatleşmenin, milliyetçiliği nasıl çiğ bir dinciliğe sürüklediğinin en açık delilidir. Bir diğer delil ise Anadolu’da bölünmeye açık davetiye çıkarak Anayasa değişikliğine milliyetçilerin “evet” demesidir. Cemaatleşme vicdanları susturmakta, akılları felç etmektedir. Dolayısıyla etiketi milliyetçi olan pek çok insanın bugün zihniyeti, tohumları dindar seçmene yakınlaşma gayretleriyle atılan siyasallaşma sürecinin meyveleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçi camiadaki yaygın tarikat bağlantısının Türk Ocağı çatısı altında bile izinin sürülebilmesi, etnik ırkçılığa, etnik ayrılıkçılığa, enternasyonalist ve sözde ulusalcı solun hakaretlerine, siyasal dinciliğin vatansızlığına ( Bu bir hakaret değildir, Anayasadan Türk adını sileceğini söyleyen siyasal dinci bir partidir. Siyasal dinciliği de AYM kararı ile onanmıştır.) karşı tartışılmaz bir acz sergilenmesinin sanırım en önemli sebebidir.

MHP’nin siyasî kaygılarla oy tabanını genişletme çabaları bugüne kadar Türk Milliyetçiliğinde tek ve tartışılmaz kaygı olmuş, bu kaygı, milliyetçi hareket içindeki her türlü yaratıcı faaliyeti baskılamış, bir vakit Ülkü ocaklı gençler sürekli Türk Ocağı faaliyetlerini boykot etmişlerdir. Bugün milliyetçi camia neden dizilerde kendisinin kötü gösterildiğinden şikâyet ediyorsa, partinin sığ sloganları ve “ağabeylerin” fikrî saltanatı dışında neden hiçbir şeye önem vermediğini kendisine sormalıdır.

Çünkü milliyetçi camia hâlâ aslında sadece bir cemaattir! Bir cemaat olarak da kendi hastalıkları ve zaafları konusunda konuşulmasını engellemek dışında hiçbir istikrarlı tutum sergileyememektedir. İşin garip tarafı geçmişi dinci akımlarla yakınlaşmak gayretiyle dolu olan MHP bugün daha seküler bir tavır sergilerken, Türk modernleşmesinde çok önemli bir yer tutan kurucularının aksine Türk Ocağı, Türk adına ve örfüne düşman, Arap örfünü topluma demokrasi yoluyla dayatmak dışında hiç ir amacı olmayan siyasal dinci bir partiyle paralel hareket edebilmekte, “hükûmeti yıpratmamak” adına, açık bir bölünme taslağı olan sözde açılıma bir eleştiri bile getirememektedir.

Ülkenin sürekli bölünmekle tehdit edildiği bir dönemde, Türk Ocağı’nın bütün yaptığının yetkililerin keyiflerine göre ayda yıla yayınlayacağı bir iki bildiriden ibaret olması kurucu, ecdadın hatırasına saygısızlıktır.

Oya Türk Ocağı en azından her hafta, milletleşme, milliyet, milliyetçilik, etnisite, demokrasi, siyasal akımlar ve milliyetçilik ilişkisi gibi konularda mutlaka ama mutlaka bir bildiri yayınlamalıdır. Gene Türk milliyetçiliğinin kaynakl dergisi “Türk Yurdu”, bunlar ve benzeri konulardan her birini her ayki sayısında özel bir dosya olarak ele almalıdır.

Peki böyle mi olmaktadır? Türk Ocağı resmi sanalağ sayfasına girdiğinizde yazıların ancak beşte birinin yukarıdaki konularla ilgili olduğunu, görürsünüz. Sayfada her gün bir yerleri bombalanan, her gün evlâdını şehit veren, evlâdı sakat bırakılan bir ülkenin gündemiyle ilgili hemen hiçbir şey bulamamanız sizi şaşırtmamalıdır. Çünkü Türk Ocağı’nın mevcut kadrosunun zihniyeti de zihinlerini ve vicdanlarını şeyhlerine, “ağabeylerine” ipotek eden dinci cemaatçilerle aynı potada erimiştir.

Bu cemaatçi zihniyetin, milletleşmenin özündeki hukuk birliğinin ve onun eseri olan devletleşmenin önemini anlaması beklenemez. Bu cemaatçi zihniyetin, “güce ve iktidara karşı” vicdanın sesini savunması da beklenemez. Bu cemaatçi zihniyetin, yoksulluktan kırılan bir ülkede kocalarına ellerindeki her ziyneti vererek onlarla omuz omuza mücadele ederek Türk Ocağı binasını kuran Türk kadınlarının himmet, izzet ve iffetini anlaması da beklenmez! Kadınları erklerin şeytanı olarak kabul eden cemaatçi ilkelliğe bulaşan ve kadını ikinci sınıf bir zekâ olarak görüp de Arapçı bir paranoya ile onları kek, börek yaptırılması gereken bir tür kafasızlar güruhu olarak kabul eden zihniyet Türk örfünün ocağını ifsat etmektedir!

Türk milliyetçiliği, Türk’ü özünden uzaklaştıran ve Araplaştıran cemaatçilik zehrinden artık arınmalıdır! Cemaatçiliğin, işleri adalete göre tartan ferdî zekâları ve ferdî vicdanları susturduğu artık görülmelidir! Bir memlekette felsefeyi, zihni hareketliliği sağlayan ferdî akılları susturan cemaatçilikle mücadele edilmeli ve bu yabancılaştırıcı, iğdiş edici adet artık terk edilmelidir.

Türk milliyetçileri Arap gibi giyinip Arap gibi kadın kötülemekte benzeştikleri için Müslüman değillerdir!

Türk milliyetçileri içki içtikleri veya kadınlı erkekli toplandıkları için de Müslümanlıktan çıkmayacaklardır!

Ama Türk milliyetçileri, düşünme, akıl etme işini “ağabeylerinin” keyfine bırakıp ferdî aklı bir tehlike olarak kabul ettikleri, ferdî vicdanların eleştirisine kulak tıkadıkları için bu gün başkalarının çarpık tarih metinlerinin kuklaları olarak kalmaktadırlar!

Cemaat, kendi aklı ve varlığı konusunda şüphesi olan zayıf mahlûkun bir ihtiyacıdır!

Türk milliyetçileri, kölelikten İmparatorluk kurmaya gitmiş Cengiz’in, Çin sarayını kırk çeriyle basıp kesin bir ölüme atılıp “uzlaşma” gibi bir şeyi aklından bile geçirmeyen Kürşat’ın, kefenini üzerine giyip kendisinden on kat güçlü Bizans ordusuna boyun eğmemiş Alparslan’ın torunlarıdır!

Onlar, güce boyun eğmek, aklı ve vicdanı susturmak ile kendini belli eden cemaatçiliği daha fazla içlerinde barındıramaz! Cemaatçilik Türk ahlâkının üzerine giydirilmiş bir Emevi-Arap deli gömleğidir ve bütün amacı da Türk’ün büyük gücünü bağlamak, söndürmektir! Türk milliyetçiliği siyasal dinciliğin bütüncüllüğünden ve fanatizminden uzaklaşmadıkça fikrî ve vicdanî fakirliğindne kurtulamayacaktır!
Türk milliyetçileri Mustafa kemal’in “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” sözü yerine kırmızı kitaplardaki hurafeleri rehber kabul ettiği müddetçe hem kendilerini hem Türk Milleti’ni bir yok oluşa sürüklediklerini artık fark etmelidirler! “Fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller” ancak çocuklarımızın ruhlarını cemaatlere peşkeş çekmekten vazgeçtiğimizde yetiştirilebilecektir.

Ne mutlu Türküm diyene!

BİTTİ

27 Aralık 2010 Pazartesi

Tür Milliyetçiliğinde Cemaatleşmenin Yozlaştırıcı Etkisi I


Türk Milliyetçileri eleştiriyi sevmez. İşin açığı eleştiriden hoşlanan bir insan evlâdı bulmak da son derece zordur ama…

Çünkü eleştiri bize eksikliklerimizi hatırlatır ki bu da gayet tatsız bir iştir.

Bu, insanın genel eğilimidir amma… Eleştiriden asıl hoşlanmayanlar cemaat yapılarıdır. (Şimdi doğrudan cemaat desek, herkes sadece dinci cemaatlerden bahsettiğimizi sanacak…)

Cemaat nedir de eleştiriden hoşlanmaz?

Cemaat, az sayıdaki somut kurallar etrafında toplanarak birbirlerine benzeşmeyi esas alan insanların, katı ve kapalı beraberliğidir. Benzeşmenin esas alındığı bir ortamda, “benzemeyen”, kendiliğinden dışlanır.

Cemaatte insan varlığı birkaç şeye bağlıdır. Öncelikle cemaate kabul edilmeniz gerekir. Bu her ne kadar cemaatin toplu kararı gibi görünse de hiçbir cemaatte kararlar topluca alınmaz. Bu, dinci cemaatlerde nasıl böyleyse, dünyada sosyalist devrimleri yapanlar için de böyledir. Sözde proletere diktatörlüğü olduğu söylenen hiçbir sosyalist diktatörlük ir avuç seçkin dışında karar vericinin olmadığı insanlık dışı baskı rejimleri olmaktan öte gidememişti, hâlâ da gidemiyor. Cemaate kabul edilmek varoluşun, ferdin ötesinde onu aşkın bir yapının ellerine bırakılması demektir.

Var oluşun, ferdin ötesinde, onu aşkın bir yapının ellerine bırakılması demek, ferdin, aklını ve vicdanını bu yapıya teslim etmesi demektir.

Klasik tasavvuf terbiyesinde, insanlığından, ahlâkından şüphe duyulmayan bir rehbere/mürşide bağlılıkta kendini gösteren böylesine bir teslimiyet, tasavvuf kurumunun yozlaşması, kesintiye uğramasıyla baş veren dinî cemaatlerde, sebepsiz ve körü körüne iradesini cemaate teslim etmek haline dönmüştür.

Peki bunların Türk milliyetçileriyle ilgisi nedir?

Her fikrî beraberlik özü itibariyle bir cemaat benzerliği gösterir. Çünkü en nihayetinde fikirleri benzeşenlerin, aynı şeyleri düşünerek kurdukları beraberliklerdir. Buradaki fark şudur. Fikrî beraberlikler, fikrin kökenine çok aykırı olmadıkça, fikirdaşların görüşlerinin önemsendiği beraberlikledir. Oysa cemaatler, cemaat liderinin fikrinden zerrece ayrılmamayı esas alan katı beraberliklerdir.
Türkiye’de Türk milliyetçiliği bir fikrî beraberlik olarak teşekkül etmiştir. Osmanlı’nın kurucu ve egemen gücü olan Türk’lerin, büyük yenilgilerin ardından, tartışılmaz, nihaî bir egemenlik sahasını ellerinde tutabilmeleri için ruhlarında küllenmiş büyük erdem ateşinin yeniden harlanmasıyla ortaya çıkmıştır.

Türk milliyetçiliğinin fikir babalarının çoğunluğu dönemin sosyalizm romantizminden etkilenmiş de olsalar, Müslüman bir öze dayanan, buna mukabil, metodoloji ve yönelim olarak batıcı insanlardı. Onlar kendilerini, batıya muhtaç ilkeller olarak görmüyorlardı ama içinde yaşanılan dünyadaki gelişmelerde batının felsefi ve bilimsel yerini de fark edebiliyorlardı.

İşte bundan dolayıdır ki Türk milliyetçiliği, bir mürşidin peşinden giden müritler sürüsü şeklinde meydana çıkmamıştır. Türk milliyetçiliğinin fikir babaları, kendi bölgelerinde birer yıldız gibi parlayan entelektüel insanlardı.

Türk milliyetçiliğinin bu batılı felsefî özü 1969’daki büyük kırılmayla beraber bozulmuştur. O güne kadar toplumun doğal batılılaşma sürecinde öncü olmuş milliyetçiler, artık köylüleşmenin popülizmi ile siyaset yapmak tercihine saplanmışlardır.

Şüphesiz siyasi bir hareket olarak büyük kitlelere ulaşmak niyeti önemliydi. Ama burada Ağaoğlu, Akçura, Gaspıralı, Gökalp ve Atsız’ın çizdiği “Türk” merkezli batılılaşma çizgisi, merkezin Türk’ten islâmcılığa, köylü, kapalı toplumcu bir yapıya kaydırılmıştır.

Siyasi Türk milliyetçiliği, “halka ulaşmak” adına, kurucularının entelektüel çizgisini bir kenara bırakmış, işi köylüce bir muhafazakârlığa dökmüştür.

Halka ulaşmak adına yapılan bu dönüşle milliyetçilik, artık Türkiye’de fikrî evreni kuşatan ve yönlendirici genel bir düşünce olmaktan çıkıp halkın peşinden giden ve içeriksiz bir tepkisel siyasî harekete doğru yozlaşmıştır.

Bu yozlaşmanın temelinde, fikir beraberliği olarak kurulmuş milliyetçiliğin, gerek partileşme gerekse halka inmek adına dindarlaşmasıyla, bir cemaat halini benimsemesi vardır.

Önce karizmatik ve otoriter bir lider olarak Türkeş’in bütün düşünceyi tekeline alması, bunun yanında halka yeni bir yorum getirmek yerine bir köylü dindarlığının peşinden gidilerek oy sağlanacağı yanılgısı Türk milliyetçiliğinin bütün felsefî faaliyetinin donmasına ve sonrasında parçalanmasına sebep olmuştur. “Türk İslam Ülküsü” gibi düşünceler Türk milliyetçiliğini, “makbul” ve kavranabilir bir köylü dindarlığına doğru çekmek gayretinden başka bir şey değildir. Dindarlaşma gayretiyle sürdürülmüş bu köylüleşme, Türk milliyetçiliğini, kurucularının, fikir babalarının yenileştirici, yorumcu, felsefî ve öncü rolünden uzaklaştırmıştır.

Özü itibariyle herhangi bir ideolojik manifesto içermeyen milliyetçilik, sadece millî değerlere bağlılık ve geleneksel toplumsal dayanışma üzerine bir ideoloji yaratmak istemiş ve “Dokuz Işık” gibi zayıf bir doktrin meydana getirmiştir. Bu doktrinin temel özelliği, savunulmak istenen dayanışma duygularının tam anlamıyla sosyalist bir kalıpta sunulmuş olmasıdır.

Komünizmin silâhlı tehdidinin en sıcak yaşandığı dönemde, ülkemizde KGB yönetiminden doğrudan para alarak siyaset yapan yerli işbirlikçiler sürekli kan dökerken milliyetçiler maalesef içinde bulundukları derin ideolojik boşluğun farkına varamamışlardır.

Çünkü 1969 kırılmasından sonra, gerek lider karizması gerekse dindarlaşma gayreti ile beraber içine düşülen cemaatleşme hali, ideolojiyi tartışacak, yeni fikirler üretecek, bir fikrî gelenek oluşturacak aydınların yetişmesini engellemiştir. Bu durum hâlâ devam etmektedir. Hatta bu durum maalesef Türk milliyetçiliğinin kurucu kurumu olan Türk Ocağı’nda da mevcuttur. Türk Ocağı, memleketin yangın yerine döndüğü günlerden, millî mücadeleye varana kadar Türk Milleti’nin bekası için canlarını, mallarını çekinmeden veren kurucularının aksine sözde “milliyetçi- muhafazakâr” ve hatta siyasal dinci sığ siyasi partilerin dümen suyuna sokulmuş ve entelektüel gücü kırılmıştır.

Bugün Türk Ocağı’na hâkim zihniyet, kurucularının yok olan bir imparatorluğun düşmanlarına karşı dik duruşlarından ziyade, İstanul’daki işgal güçleriyle uzlaşmaya çalışan okumuşların “akl-ı selim” diye kabul ettikleri işbirlikçiliğe yakındır. Türk Ocağı, siyasî milliyetçiliğin lider karizması ve dincilikle uzlaşma gayretlerinin onu ittiği fikri fakirliği ve kafa karışıklığını gidermesine yardımcı olmak yerine bugün siyasal dinci iktidarın yabancılaşmış, Arap örfçüsü zihniyetini milliyetçiliğe aşılamak gayretindedir. Bunun en kötü örneği de geçmişinde pek çok kadın üyesi olan, kaıdnlı erkekli ilk toplantıyı düzenlemiş bir yüce kurumun bu gün Türk kadınlarını “Hanımlar İcra Heyeti” denen ikinci sınıf bir oluşuma hapsetmesidir. Bu yapılanmayla kadınların erkek işine karışmaması, mahremiyeti ihlal etmemesi, dine aykırı davranmaması endişeleri açıkça gün ışığına çıkmaktadır.


(Devam edecek)

Kim Kimin Ekmeğini Yiyor?


İçişleri bakanımız “ Bu iş biterse MHP’de biter…” gibi bir şey söyledi.

Güya mevcut çatışma ortamından yararlanan MHP imiş ve bundan “ekmek yiyormuş”.

Yaklaşık on yıldır bir de bu basit akıl yürütme kullanılır oldu ama gereği gibi değil. “Bundan kimin menfaati var?” sorusu dedektif romanları için hayli kullanışlıdır. Aslına bakılırsa komplo teorilerinin havalarda uçuştuğu, faillerin bulunamadığı son zamanlarda da kullanışlı bir akıl yürütmedir ama o kadar uzun boylu değil…

Birincisi, kimin neyi nasıl yaptığı alenen biliniyorsa bu akıl yürütmeye müracaat edilmez. “Başkaldırıyoruz!”, “Yasaları beklemeyeceğiz!” gibi sözler edip de bizim egemenliğimize kafa tutan adamlar ortadayken “Kimin işine yarıyor?” diye sorulmaz. Eğer Türk adına bir düşmanlık söz konusuysa, bu düşmanlığa karşı bir tepkinin gelişmemesi zaten anormal olurdu.

Eğer böyle bir tepki gelişiyor ise bu tepkinin örgütlenmesi ve siyasî sahada temsil edilmesi kadar da doğal bir şey olamaz. Yani? “ Çatışma MHP’nin ekmeği” demek, millî varlığımızın düşmanlarına karşı yöneltilen tepkilerin asılsızlığını iddia etmek demektir. Buna benzer bir konuşma, milletin bir bölümünün millî meselelerde diğerlerine göre daha hassas ve uyanık olmasını hazmedememek demektir. Kendisini, milletin tamamının temsilcisi ve diğer partileri de illegal veya anormal oluşumlar gibi göstermek kibriyle iktidar partisi artık bütün akıl yürütmeleri ifsat etmiştir.

İkincisi, aslına bakılırsa milletleşmesini tamamlamış, millî bütünlüğünün artık tartışma konusu yapılmadığı ülkelerde “milliyetçi” bir harekete gerek kalmaz. Yani bütün partilerin millî varlığa saygı duyduğu, onun kanadı altında siyaset yaptığı, millet için var olduğu memleketlerde zaten milliyetçi bir partiye artık gerek kalmamıştır. Bugün dünyada durmadan örnek gösterilen federasyonu yaşayan ülkelerde bile federasyon, açıkça millî birlik ve bütünlük altında yaşatılmaktadır. Hiçbir ABD eyaletinde Amerikalılık tartışılmaz. Hiçbir Alman, eyaletlerin Alman kimliği dışında örgütlenmesini düşünmez. Dünya da “İngiliz Milletler Topluluğu” denen bir yapı varken etnik ırkçılıkla federasyonu savunmak, karşısında en doğal ve meşru bir duygu olan milliyetçiliği bulacaktır.

Milliyetçilik, millî varlığa düşmanlığın var olduğu durumlarda kendini belli eden ama sulh zamanında, milletin ruhunda, küller altında, kor halinde de olsa hep varlığını sürdüren bir ateştir. Millet var olduğu müddetçe milliyet, milliyet var olduğu müddetçe de milliyetçilik hep olacaktır.

Bugünlerin ülkemiz için özelliği, etnik ırkçılığın ülkemizi ikinci bir “düvel-i muazzama” gibi istila etmeye kalkışmasıdır.

Bundan dolayıdır ki milliyetçilik közü tekrar alevlenmiştir. Bunda yanlış bir şey var mıdır?

Eğer milliyetçilik, milletin varlığı konusundaki sürekli bir uyanıklık ve hassasiyetten ayrılıp da açık bir yabancı düşmanlığına dönüşüyorsa zaten o zaman özünü kaybeder, milliyetçilik olmaktan çıkar. Etnik ırkçılarla Türk milliyetçilerinin sürekli kıyaslanmasındaki temel ve kasıtlı yanlışlık budur.

Türk Milliyetçileri ırktan bahsetmemelerine ve hukuka dayalı yani barışçı bir beraberliği milletleşmenin temeli saymalarına rağmen haksız yere ırkçılıkla suçlanmakta; beraberliği(!) ırksal ayrılığın şemsiyesi altına hem de çatışma ve düşmanlıkla sokmak isteyen etnik ayrılıkçıların ırkçılığı ise görmezden gelinmektedir.

Bu durumda, aynı soruyu iktidar için sorduğumuzda, iktidarın, etnik ırkçılıktan yararlandığı ve etnik ayrılıkçılıktan ekmek yediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Etnik ayrılıkçılıkla, etnik ırkçılıkla çatışmadığı için barışı(!) tesis ettiğini söyleyebilen bir partinin, “yediği ekmeğin” helâlliğini acilen sorgulaması gerekir.

Son olarak şunu söylememiz gerekiyor. Milliyetçi bir parti ancak iki halde ortadan kalkar. Birincisi, yukarıda bahsettiğimiz gibi milliyetçiliğin, bütün partiler tarafından idrak edilebildiği bir ülkede…

İkincisi artık milletin egemen olamadığı ve açıkça işgal edilmiş bir ülkede.

Onun için meşru siyasî partileri bozgunculuğun temsilcileri gibi göstermeye kalkanların gayri meşru örgütlenmelere karışı aynı cesareti gösterememeleri halinde en azından susmaları hem onların hem milletin hayrına olacaktır. Madem millî bütünlüğümüzün müdafaasını yapamayacaksınız, o halde bunu yapanları, düşmanla bir tutmamanız vicdanî bir borçtur.

Eğer mevcut hal değişmeden devam eder ve daha da kötüleşirse evet… MHP ekmek yiyemeyecektir belki ama öyle bir halde, AKP diye de bir parti artık var olmayacaktır, çünkü ülkemiz etnik ırkçılığın ve onun sahiplerinin işgaline uğramış olacaktır.

26 Aralık 2010 Pazar

Sivas’ın Doğusunda Hükûmet Var Mı?


Hükûmet, ısrarla terörün açılımın önünü kesemeyeceğini söylüyor. Açılım nedir? Açılım, ülkenin bir milletten oluşmadığını, çeşitli etnik kimliklerden oluştuğunu kabul ederek, toplumu resmî şekilde etnik kompartımanlara ayırmak demektir. “Türkiye’de sadece Türk’ler yok!”, “Türk, buradaki etnik gruplardan yalnızca biri!”, “Anayasa’daki Türk kimliği ayrıştırıcıdır!”, “Sen “Ne mutlu Türküm diyene! Dersen o da Ben Türk değilim ki! Der” benzeri cümlelerin tamamı, zaten Türk milletleşmesine duyulan soğukluğun birer örneğidir.

Peki “açılımla” ne yapılıyor? Etnik ırkçılığın farklılık söylemi benimsenip Türk adının anılmamasına çalışılıyor…

Etnik ırkçılığın kabileci asabiyesi benimsenerek Türk adının siyaseten silinmesine çalışılıyor.

Etnik ırkçılığın “ayrı dil” söylemi aynen uygulanarak bir kabile diline resmî televizyon tahsis ediliyor…

Peki bu yapılanlar gerçekten barışı getiriyor mu? Etnik ırkçılar yapılanlara ve söylenenlere bakarak “ PKK bir terör örgütüdür, ifade hürriyeti hakkının korunmasında biz hükümetimizle kendi bildiğimiz gibi konuşuruz, kimseyi tehdit etmeyiz!” mi diyor?

Yoksa “ Kendi savunma gücümüzü kuracağız!” mı diyor?

Peki hükümetin söylemleri ile etnik ırkçılığın iddiaları arasında ne fark var? Veya… Hükûmetin iki dilliliği sadece resmen tanımaksızın hayatın her alanına sokmasına veya sokulmasına sessiz kalması, Türk Milletini bir kabile gibi görmesi, teröristlerle Türk Ordusunu bir kefeye koyması, ordu mensuplarını sürekli terörist ve darbeci olmakla itham etmesi acaba Kürt kökenli vatandaşlarımızın teröre ve etnik ırkçılığa ilgisini azaltıyor mu?

İktidarın açılım söylemi, içinde sadece terör müdafaası bulunmayan, bunun dışında tam da etnik ırkçıların, terör eylemlerini meşrulaştırmak için kullandıkları mantıktan (!) ibaret görünüyor.

Görünen o ki patlıcana “balican” dediği için ayrı bir dil kullandığını sananlar, hükûmetin sosyo ekonomik önlemleriyle, açılım popülizmiyle falan ilgilenmiyor. Mevcut iktidar döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, daha evvel fak-fuk fon olarak bilinen ve istisnai bir çözüm olan yeşil kart muazzam yaygınlaştırılmıştır. Ayrıca çocukların okullara devamını sağlamak için yapılan “şartlı nakil transferi” gibi uygulamalarla bölge halkı paraya boğulmak istenmiştir.

Bütün bunların ötesinde, iktidar “Sivas’ın doğusuna gidemiyorlar!” söylemiyle ayrımcılık ve etnikçilik tutkusunu alenen beyan etmiştir. Hükûmetin seçim emniyeti, partileşme teminatı, can ve mal güvenliği gibi konuları ülkenin her yerinde istisnasız sağlaması gerekirken , muhalefetin memleketin bazı bölgelere girememesinden bir de memnuniyet duyması, zaten etnik ırkçılığın fiilî egemenliğini kabul etmesi demektir.

İktidar “Sivas’ın doğusu” söylemiyle, bölge halkını , kendisiyle PKK arasında bir tercihe itip kendisine mecbur etmeye çalışmaktadır.

Bir milletin toplumsal yapısının etnik aidiyetlere parçalanmasıyla, ülkenin bir bölümünün “gidilemez” olması adına ne denirse densin etnik ırkçılığın hedefleridir ve bunları konuşmak ancak etnik ırkçılığın elinin güçlenmesine hizmet eder.

Zaten etnik ırkçılık, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının tamamını PKKlılaştırmaya çalışmakta ve her gösteride “Halk PKK, PKK halk!” sloganları atılmaktadır. İktidarın bu konudaki suskunluğu ve tepkisizliği de zımnen etnik ayrılıkçılığın desteklenmesi gibi algılanmaktadır.

Oysa etnik ayrılıkçılık yandaşları ne TRT “Şeşle” ne “şartlı nakil transferi” ile ne yeşil kartlarla ilgilenmektedir. İktidarın sözde çözüm için yaptığını söylediği hiçbir iş etnik ırkçıları ilgilendirmemekte ve müteşekkir de kılmamaktadır.

İktidarın söyledikleri ya gerçekte umursanmamakta veya tam anlamıyla etnik ırkçılığın söylemleriyle örtüşmektedir.

Etnik ırkçılar savaşla kazanılmış ve hakkındaki tartışmalar savaşla bitirilmiş bir meşru devleti “demokrasi” istismarıyla yıkmaya çalışırken iktidar da “daha fazla demokrasi” safsatasıyla sorunu çözeceğini sanmaktadır. İktidarın “daha fazlasını” vermeye çalıştığı demokrasi, etnik ırkçılığın devleti yıkmak için kullanmak istediği çarpık demokrasiden başka bir şey değildir ve ne yazık ki bu gerçeği sadece iktidar görememektedir.

Hayalî terör örgütlerinin soruşturulması sırasında özensizce hırpalanan masumiyet karinesinin, çocuklarımızı yakıp parçalayan göstericilere tem tekmil uygulanması da son derece manidar ve üzücüdür.

Etnik ırkçılık özü itibariyle insanlık dışı ve gayrı meşru bir faaliyettir ve silâhsız da olsa siyasette kendisine yer bulamamalıdır. İktidarın yapması gereken, her gün gözünün önünde işlenen sayısız açık suçu, faillerine ve siyasi sonuçlarına, oy kayıplarına aldırmadan soruşturmaktır. Eğer iktidarın etnik topluluklar hayali gerçekleşirse, zaten artık kendisinin de Sivas’ın doğusuna gitmesi mümkün olmayacaktır.

Bir ülkenin toplumsal bütünlüğünün iktidarca tartışmaya açılması demek bütünlüğün reddedilebilir olduğu anlamına gelir ki zaten etnik ırkçıların reddiyeciliği doğrudan bu çarpık “tartışma fetişizminden” beslenmektedir.

Toplumun bütün kesimlerini kucaklaması gereken bir iktidar toplumu etnik kompartımanlara ayıramaz! Toplumun suça bulaşmış kesimlerini de benimseyen bir iktidar, toplumun, uğruna yaşadığı değerlerin hiçbir öneminin olmadığını, katille maktulün, hırsızla mağdurun aynı kişiler olduğunu söylüyordur. İktidar yetkisinin aldığı milletin düşmanı etnik ırkçıların liderlerini (Seyit Rıza gibi) “Bizdendir” diye benimseyen bir hükûmet bindiği meşruiyet dalını kesiyor demektir.

Böyle bir anlayışın, etnik ırkçılığın şiddet tehdidini bitirebilmesi mümkün değildir. Söyledikleri, etnik ırkçılıkça umursanmayan bir partinin, hâlâ karşısında bir muhatap varmış, politikaları etkili oluyormuş gibi yapması da ancak gözbağcılık olarak nitelenebilir. Eğer milletin bir kesimi etnik ırkçılıkça güdülür hale gelmişse, yapılacak iş, etnik ırkçılığın söylemlerini kullanarak o kesimden oy almaya çalışmak olmamalıdır.

Etnik ırkçılığın tek uzlaşma şartı, kendisine kayıtsız şartsız teslim olunmasıdır ki “Sivas’ın doğusu” söyleminin kullanan bir parti, ister iktidar osun ister muhalefet fiilen Sivas’ın doğusunu etnik ırkçılığa teslim etmiş demektir ve böylece ancak etnik ırkçılıkla uzlaşarak orada bulunabildiğini itiraf ediyor demektir.

Hükûmetin öncelikli görevi, devletin ve onun sahibi Türk Milleti’nin etnik ırkçılıkça tehdit edilmesinin önünü almaktır. Muhalefeti ülkenin batısına hapsetmek için etnik ırkçılığın söylemlerini paylaşmak tam anlamıyla siyasi bir intihardır. Eğer bu intihar teşebbüsü fesihle sonuçlanmaz da mevcut söylemler tekrar iktidara getirilirse toplumsal barış geri dönülmez şekilde bozulup ülke hem toplumsal hem de siyasî olarak bölünebilir.

Hükûmet etnik ırkçılığa yaranmak adına Türk adının inkârına sığındıkça aslında ne etnik ırkçılarca önemsenmekte ne de Türk Milleti tarafından sempatiyle karşılanmaktadır…

Sivas’ın doğusu siyasete kapatılıyorsa bundan yararlanmak ahlâka ve hukuka sığdırılamaz. Sivas’ın doğusunu siyasete açamayan bir hükûmet, muhalefeti halktan kopmakla aşağılayacağına bu durumu engelleyememiş olanın kendisi olduğunu en azından kendine sessizce itiraf etmeli ve milleti daha fazla meşgul etmekten vazgeçmelidir. Milletimize düşen de devleti terör karşısında aciz bırakanları seçimde görevden almaktır.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Etnik Irkçılığın Maymunlar Cehennemi Rüyası


Bizim ortanca kız, şimdilerde bizim evin demirbaşı olan tombilik teyze kızıyla bazen didişiyor. En küçük kardeşlerini uyandıracak olmasalar belki işlerine karışmam… Ama en nihayetinde gelip benim hakemliğime müracaat ediyorlar. Nedir peki dertleri? Çocuklar arasındaki tipik oyuncak kavgası! Biri diğerinin oyuncağı ile izinsiz oynadığında kıyamet kopuyor! Elbette bütün çocuklar oyuncakları seviyor. Ama yeğenimiz, her istediğinde, başkasının oyuncağı ile istediği gibi oynayacağını sandığında önüne bir engel çıkıyor.

Bu şüphesiz yeğenimiz için tatsız bir durum. Onun zevk aldığı bir durumun başkasının iznine bağlı olmasını kabul etmesi zor. Ama ne yapalım ki hayat böyle! Eğer şimdi, her istediğini, bir başkasının onayı olmaksızın derhal elde edebileceğine dair bir fikre kapılırsa; bu gelecekte onun için hiç iyi olmayacaktır. O halde oyuncakla oynayabilmenin yani ondan bir fayda sağlamanın şartları konusunda şimdiden sıkı sıkı eğitilmeli…

Herhangi bir işte sonuçları kabul edilebilir kılan iki şey vardır: Birincisi sonucun faydalı olup olmamasıdır. İkincisi ise sonuca ulaşmamızı sağlayan anlam dağarcığımızı.

Bu ikisinden ikincisi aslında birinci derecede önemlidir.

Yani?

Bir işin kötü bir anlama dayanarak yürütüyorsak o işin sonucunun faydasından bahsetmemiz söz konusu değildir.

Neden böyledir? Çünkü “faydayı” arzu edilir kılan, neye iyi neye kötü dediğimizdir. Bu da anlam dağarcığımızla belirlenir.

Bir sonuç başkası için faydalı iken bizim için faydasızsa, bu, iki tarafın da “faydadan” farklı şeyler anladığı anlamına gelir.

Komşumuz kendisine bir araba almayı faydalı bulabilir. Oysa bizim arabalara bir ilgimiz yoksa bunun onun için ne ifade ettiği bizi ilgilendirmez. Araba almayı faydalı bulan biri, araba satmayı kendi faydası için vasıta bilen biriyle bir araya gelir ve karşılıklı fayda vasıtaları mübadelesi ile istediklerine ulaşırlar.

O halde bu basit iktisadî analize göre mesela fuhuş veya uyuşturucu sektörleri de kendilerince, birilerine fayda sağlamaktadır…

Mesele şu ki birilerinin bir şeyleri “fayda” olarak telâkki etmesi, toplumsal yapımızı oluşturan kurallara ve o kuralların temelindeki “zarar vermemek iradesine” yani ahlâka aykırı olduğu takdirde bu fayda mülâhazasına itibar edilemez.

Dolayısıyla herhangi bir anlaşmazlık halinde, ilk olarak tarafların hedefledikleri faydaların ne olduğu ortaya konur, sonra bu faydaların makbul olup olmadığına bakılır. Bir adamın amcasının mirasından faydalanması için onu öldürmesi sonuçta şüphesiz ona bir fayda sağlayacaktır Ama bu faydanın elde ediliş şeklinin bizim için önemli olması, faydaya giden yolların yargılanması gerekliliğine işaret eder. Yani bir adamın ispatlanamamış bir cinayet vasıtasıyla elde ettiği bir maddî kazanç veya herhangi bir faydanın, geçerli olmaması, hepimizin “zarar vermemek irademizi” kullanarak vardığımızı büyük mutabakatın sonucudur.

Hal böyle olunca ülkemizdeki etnik ırkçılık probleminde fayda mülâhazalarını kıyaslamak, sorunun tek çözüm yoludur. Çünkü bir çatışma durumu varsa, muhakkak taraflardan birinin talepleri ve fayda mülâhazası, meşruiyet sınırlarını aşmaktadır.

O halde Türk Milleti ve etnik ırkçı Kürt’lerin ( dikkat edilire burada bazı Kürtleri kast ediyoruz, hepsini değil…) neleri arzuladığını ve bu faya telâkkilerinden hangisinin meşru olduğuna kısaca bakalım.

Etnik ırkçılar iki ayrı resmî dil, iki ayrı resmî toplum, iki ayrı resmî idare bölgesi arzuluyorlar. Bu hedefler onların “fayda” olarak kabul ettiği şeyler…

Ya Türk Milleti ne istiyor? Kendi meşru vatanında, millî bütünlüğünü koruyarak ilelebet yaşamak… Bu da milletimizin fayda kabulü…

Şimdi bu iki talebin haklık iddialarını mukayese edelim.

Etnik ırkçı Kürtçü’lere göre Kürt diye ayrı bir ırk var ve bundan dolayı bu ırk, kendi “bölgesinde” kendi kararlarını verip kendi hayatını yaşayabilmeli…

Her şeyden önce artık insan topluluklarının ırksal farklılığına vurgu yapmak meşru değildir. Çünkü bu tip doğuştan gelen özelliklerin herhangi bir hak kaynağı olmadığı uzun zaman önce anlaşılmıştır. Nasıl beyaz doğan bir insanın Güney Afrika’da herhangi bir ırksal üstünlüğü kalmamışsa, sırf siyah oldukları için AfroAmerikalı vatandaşlarına ABD’nin bir imtiyaz sunması mümkün değildir.

Dolayısıyla “Her şeyden önce insanım!” diyen birinin ırka dayalı bir farklılığı vurgulaması ahlâksızca bir çelişkidir. Peki Türkiye’de durum nedir? diye Milletimizin bir parçası olan bir kabile toplumu, Türkiye’de kendilerine ait yerel dilleri ve ırkî farklılık iddiaları dışında hiçbir şekilde ayrıştırılamamakta ve sadece bu iki fark ile bizim meşru egemenlik hakkımıza karşı isyan edilmektedir.

Burada etnikçiliğin ırkçı temeline ne kadar dikkat çeksek azdır. Çünkü kendi kendisini ancak aşiretinin fiziksel yakınlığıyla tanımlayabilen insanların siyasi kabulleri kaçınılmaz olarak ırkçıdır. Çünkü fiziksel yakınlık, akrabalık, genetik türdeşlik kabile yaşantısının tek ve nihaî erdemidir.

Peki sırf birbirlerini tanıyan insanlardan oluşan bir kabile var diye, siyasî yapının bu kabilenin arzularına, genetik yakınlık, akrabalık, ırkî türdeşlik algısına göre değiştirilmesi mümkün müdür? Bundan da öte meşru mudur? Elbette böyle bir arzunun gerçekleştirilmesi ne meşrudur ne de mümkündür.

Türk Milleti, kendi milletleşme macerasında tek bir devleti, pek çok hanedanla yönetmiş, kadim bir millettir. Milletleşme macerasında, bünyesine sayısız kabileyi, kavmi katmıştır.

Bunu da sağladığı hukuk biriliği ile gerçekleştirmiştir. Eğer böyle olmasaydı, kabilelerin, kavimlerin mensubiyet şuurlarını aşan bir beraberlik kuramazdı.

Dolayısıyla Türk Milleti’nin milletleşme macerası, onun devlet tecrübesiyle mütemmim cüzdür. Devlet tecrübesinin hukuk sağlayıcılığı ile tanımlanmasından dolayı da Türk milletleşmesi, Kürt kabilesinin genetik yakınlık algısının çok ötesinde bir soyut mutabakata dayanmaktadır. Dolayısıyla kuruluşu, teşekkülü, rızaya ve mutabakata dayalı bir yapının fayda mülâhazaları ile ırkçı beraberliğin imtiyaz taleplerini bir kefeye koymamız mümkün değildir.

Gene bundan dolayıdır ki etnik ırkçı Kürtçülüğün kendisi, taleplerinden de öte başlı başına insanlık dışı bir siyasî tavırdır.

Etnik ırkçılar, bir şeyleri elde etmenin yolunu, yordamını bilmeyen çocuklar veya zekâ özürlüler gibidirler. Kendilerini aileden sayanları, ailenin anlamını bilmeksizin inkâr ederek, onlardan bir şeyler talep edebileceklerini sanmaktadırlar.

Fayda talebi, ancak, ortak fayda algısı, kabulü sağlandığında meşrudur. Bu da aynı anlam dünyasını benimsemeyi gerektirir. Eğer biriyle aynı şeyleri anlamlı bulmuyorsanız sizin için faydalı olanı anlamasını beklememelisiniz. Hele talepleriniz onun varlığına saygısızlığa varıyorsa sorun sizin taleplerinizden ibarettir. Dolayısıyla elinize sopa alıp da bir insana veya gruba, gayri meşru, ilkel ve ahlâksız taleplerinizi , fayda mülâhazalarınızı kabul ettirmeye çalışırsanız, çözüm, bu algınızın kabul edilmesi değil, sizin engellenmeniz olacaktır.

Demokrasi, kabilelerin ilkelliklerini, oy sayısıyla dayatabilmeleri anlamına gelmez. Demokrasiden bunu anlayanlar, demokrasinin hukukla sınırlandığını, sınırlanması gerektiğini ve ancak bu şekilde anlamlı olduğunu anlayamayacak kadar ilkel adamlardır. Dolayısıyla insan hayatlarını, inanlığın ilkel dönemlerine ve hayvansal orijine daha yakın bir takım adamların şiddet tehditlerinin insafına terk edemeyiz.

İnsanlığınızı korumak istiyorsanız kabile ilkelliğinin, akrabalık saplantısının, ırksal türdeşlik hırsının, sahip olduğunuz soyut değerlerinizi , siyaset yoluyla yıpratmasına izin vermemelisiniz. Aksi takdirde “Ben sadece insanım!” deyip sessiz kaldığınızda sizi insanlık ailesine katan milletinizi de kaybedersiniz. Bundan dolayıdır ki etnikçiliğin siyaset arenasında temsil edilmesi kesinlikle engellenmelidir.

Türkiye’yi bir maymunlar cehennemine çevirmemek için etnik ırkçılığa, etnik ayrılıkçılığa ve etnik teröre kararlılıkla“Hayır!” demeliyiz.

24 Aralık 2010 Cuma

Siyasî Dinci Öfkenin Hedefi İzmir



Bir siyasetçi İzmir’in hayat tarzına müdahale edilmeyeceğini söyledi…

Bu siyasetçimiz siyasî dincilikle malul bir siyasi partinin yetkilisiydi. İzmir hakkındaki akıllara zarar benzetmeleri dışında konuşmasının asıl önemli noktası bence İzmir’in hayat tarzı hakkındaki sözleridir.

Kimsenin İzmir’in hayat tarzına müdahale etmeyeceğini söylerken aslında İzmir’in hayat tarzının kendisine göre anormal olduğunu zımnen ifade ediyordu.

Bu ifade birkaç açıdan fevkalâde sakattır. Öncelikle bir iktidar partisinin, bir memlekete belli bir hayat tarzı empoze etmeyi ima bile etmesi veya memleketin herhangi bir yerindeki hayat tarzının “müdahale edilebilir” olduğu imasını uyandırması dahi demokrasiyle bağdaşmayacak bir ifadedir.

“İzmir’in hayat tarzına müdahale edilmeyeceğinin” söylenmesi, İzmir’in, hayat tarzına müdahale edilmekten muaf tutulduğu anlamına gelir ki bu aynı zamanda “Canımız isterse hayat tarzınıza da gayet güzel müdahale ederiz!” anlamına gelir. Bu aynı zamanda İzmir ayarında olmayan illerde hayat tarzına müdahaleye başlandığının da zımni bir itirafıdır.

Zaten içkili yerlerle ilgili yürütme uygulamaları zaman zaman gündeme gelmektedir. Nitekim internetten alkollü içki alışverişinin yasaklanması, özgürlüğün ilk verilecek taviz olduğu güvencesine dayanmaktadır.

“İzmir’in hayat tarzı” dendiğinde zaten bu hayat tarzının, siyasî dinciliğin normlarına uymadığı, “normalin” dışında , ayrı bir şey olduğu söylenmiş oluyor.

Oysa çok yakın zamana kadar İzmir’in hayat tarzı denen şey toplumumuzun ortalama hayat tarzı idi.

O halde sürekli ötekileştirmenin kötülüğünden bahseden popülist siyasi dinciliğin bu hayat tarzı söyleminin özelliği nedir?

Öncelikle şunu belirtmeliyiz. İzmir, siyasî dinciliğin, toplumun ortalamasını belirleyemediği birkaç şehrimizden biridir. Çünkü çok eski bir ticaret şehridir ve şehir kültürü, kültürel çeşitliliğin seküler bir halde yaşandığı bir yapı arz etmektedir. Zaten siyasî dincilerin İzmir’e duydukları büyük öfkenin ve onu eli yüzü kirli bir çocuğa” benzetmelerinin sebebi de budur. Çünkü İzmir’de insanlar, kendi hayat tarzlarını bireysel olarak yaşamanın kültürünü geliştirmişlerdir. Siyasî dinciliğin beslendiği cemaat yapısı için bu en büyük tehlikedir. Herkesin kendi aklınca yaşaması cemaatçi yapılar için bir kirlilik ve günahtır.

Bununu siyasî yansıması, demokrasiyi bir cemaatler savaşı haline getirmektir. Böylece oy sayısı elde edilen silâh anlamına gelmektedir. En güçlü silâhı elde eden kimse, toplumun geri kalanına, istediği her şeyi yaptırabileceğini düşünür.

İktidar partisinin bilhassa içkiyle ilgili uygulamaları ve beyanları, içkiyi “hayat tarzının dışına atmak” gayretleri bu anlayışın hayata geçirilmesidir.

Peki ama bu siyasî dincilik midir?

O halde siyasî dinciliğe biraz daha derinden bakmalıyız.

Siyasî dincilik bir kapalı toplum ideolojisidir. Bir arada ancak kayıtsız şartsız benzeşerek yaşayabilen insanların dindarlığının siyasi ideolojisidir. Onlar için din ancak beraber yaşandığında var olabilen bir toptan hayat tarzı kılavuzudur. Ve eğer bunu hayata geçirmek demokrasi ile olacaksa o zaman demokrasi kullanılır. Eğer kanlı bir devrim gerçekleştirilecekse, “amaca giden her yol mubah olduğundan” ( Bu açıdan siyasî dinciliğin ahlâkı ile sosyalizmin teleoljik ahlâkı birbirinin ikizidir.) öyle ya da böyle iktidar muhakkak elde edilmelidir.

“Demokrasi bizim için bir tramvaydır!” vecizesi zaten her şeyi ortaya koyuyordu.

Siyasî dinciliğin esas hedefi ne demokrasidir ne de ifade hürriyeti. Siyasî dinciliğin tek hedefi, bütün toplumu kendisini partileştiren cemaatin hayat tarzına zorlamaktır. Amaç kutsal olduğundan yapılacak her türlü zorlama da meşru sayılacaktır, sayılmalıdır.

Hele bir de “demokrasi”, devletin hükûmetlerin keyiflerine göre “sosyal adalet” dağıttığı bir sadaka paylaşımı olarak algılanıyorsa zaten ferde ve temel haklara dayalı bir hukuk devleti anlayışı çoktan cennete yollanmış demektir. Sosyalistlerin “demokratik solcularının” veya “sosyal demokratlarının” oy çokluğu yoluyla yapmak istedikleri mülkiyet ilgası, gaspı nasıl “demokrasi” adıyla meşrulaştırılıyorsa siyasî dinciler de temel haklara din adına müdahale etmeyi aynı ilkesizliğe dayanarak savunurlar.

Cemaatleri dışında bir hayat bilmeyen insanlar için fert ve onun temel hakları diye bir şey söz konusu değildir. Onlara göre, ferde düşen tek şey, cemaate hizmet etmek mükellefiyetidir.

Siyasî dincilik, dikkat edilirse meselâ kılık kıyafetle ilgili iddialarını metodolojik bireyciliğe değil, kollektif kimliklenmeye dayandırmaktadır. Onlara göre bir kadının hiçbir cemaate mensup olmaksızın örtünmesi mümkün değildir. Zaten cemaat, örtünme şekillerini öyle bayraklaştırmıştır ve katılaştırmış ve sahiplenmiştir ki kadının ferdi tercihinin cemaat mensubiyetlerinin üstüne çıkması imkânsız kılınmaktadır. “Müslümanlar” denerek, memleketim ortalama Müslümanları dışında bir tuhaf dinî grup oluşturulmakta ve bu gurubun siyasî tercihlerine göre iktidar yürütme aygıtını kullanmaktadır. İktidar partisinin “Müslüman” algısı, hepsi tek tip giyinen kadın ve erkeklerin “ulemalarına”, “şeyhlerine” danışarak robotlaşa hareket ettikleri bir düzenin tektür parçaları anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki “içki içen Müslüman” gibi bir şeyin var olamayacağı veya var olmaması gerektiği kanaatiyle devletin zor kullanma yetkisini kendi toplumsal tasavvurlarını gerçekleştirmek için alabildiğine işletmektedirler.

Bundan dolayıdır ki, içki içen, saçı açık, denize giren, kadınlı-erkekli toplanabilen insanların “hayat tarzı” önce bir “güvence” beyanıyla kendiliğinden toplumun geri kalanından izole edilmektedir. Bu bir anlamda o insanlara, Medine sözleşmesiyle hayat tarzları güvenceye alınan Yahudi’ler gibi davranmaktır.

Bu kolektif kimliklendirme refleksi zaten siyasî dincilikle etnik ırkçılığın buluşma noktasıdır aynı zamanda. Bundan dolayıdır ki etnik ırkçılar başörtüsü istismarına ses çıkaramazken, siyasî dinciler de ifade hürriyetinin kolektivist sömürüsüne karşı çıkamamaktadır.

Türkiye, toplumun varoluş sebepleri olan değer ve normlarının, demokrasi istismarıyla siyaseten yıpratıldığı ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu gidiş, “ortalama Müslüman’ın” önce gayrı Müslim gibi izole edileceği daha sonra da birilerinin din kabullerini uygulamaya zorlanacağı bir düzenedir. Zaten iktidar vekilinin “kakafoni” söylemi de “cemaate uymayan” bir çok seslilikten şikâyetin beyanıdır. Bu beyan aynı zamanda “çözümün tek ve tartışılmaz temsilcisi ve faili” olmak iddiasıdır. Neden böyledir? Çünkü siyasî dincilik tartışılmazlığını, kendine göre tartışılamayacak ilâhî emirlere dayandırır.

Önümüzde iki seçenek var: Ya bütün Türkiye İzmir olacak… Veya “sıradan Müslümanlar” ancak İzmir gibi izin verilen birkaç getto şehirde yaşamaya mecbur bırakılacak… Bunu bir hayal sanıyorsanız, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve Türk adının Anayasa’dan kaldırılmasını savunan iki grubun, siyasi dinci iktidar kanadı ve etnik ırkçı Kürtçü siyasetçilerin söylemlerindeki benzerliği bir kere daha gözden geçirmenizi hararetle tavsiye ederim.

19 Aralık 2010 Pazar

Bugün Sanatçıya Ya Yarın?


Türkiye, terörle ve şehir eşkıyalarıyla mücadele ederken Mersin'de akıllara durgunluk veren bir olay meydana geldi. Dehşet, Adnan Menderes Bulvarı'nda faaliyet gösteren bir türkü barda yaşandı. Oto galerisi sahibi Metin Baydar, iddiaya göre yanında yeğeni Ş.P. ile birlikte türkü bara gitti. Saat 23.00 sıralarında gittiği barda uzun süre alkol alarak eğlenen Baydar, sahnedeki Sarp Öztürk'ten (36) Kürtçe türkü söylemesini istedi. Ancak Kürtçe bilmediğini dile getiren Öztürk, "İsteğinizi yerine getiremeyeceğim" dedi.

HER YERDE ARANIYOR
Aldığı yanıt üzerine öfkelenen cani, saat 01.00 sıralarında bardan ayrıldı. Yaklaşık 1 saat aradan sonra mekana dönen Metin Baydar, kapanmak üzere olan barı tabanca ile bastı. Silahını çekerek bara dalan saldırgan, evine gitme hazırlığında olan Sarp Öztürk, gitarist Göktay Okçu (37) ve garson Ramazan Koç'a (21) kurşun yağdırdı. Silahıyla dehşet saçan şehir eşkıyası, olay yerinden kaçarak izini kaybettirdi. Polis Baydar'ın peşine düşerken yaralılar hastaneye kaldırıldı. Ancak Öztürk, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı
” Basından *


Bazı dostlarım , olaylara “gereğinden” daha öfkeli baktığımı, sağduyudan uzaklaştığımı söylerler ve en nihayetinde Facebook’ta olduğu gibi beni listelerinden silerler.

Elbette bir suç işlendiğinde, sanığa bakışta insafı elden bırakmamak esastır. İçinde bulunduğu sosyo-psikolojik durum, çevresinin etkisi vs hep davranışlarında etkili olmuştur, illâ ki olmuştur. Buraya kadar tamam…

Bunun yanı sıra, “güçlü” olanın zayıfa merhamet göstermesi, daha hoşgörülü davranması da esastır. Çocuklarla uğraşırken onlara kuralları, yetişkinlere hatırlatır gibi hatırlatmayız. Ama bizimle beraber olmanın şartının mutlaka kurallara uymak olduğunu kesinlikle öğretiriz. Bundan dolayıdır ki yetişkin bir insanın “Bilmiyordum” bahanesi, işlediği suçun suç olmak özelliğini ortadan kaldırmaz.

Önümüzde gerçek bir olay var.

Olay adi bir suç olarak görünüyor. Biri kızıp diğerini vuruyor. Buraya kadar öfke hafifletici sebep olarak görünüyor. Öyle ya, mesela evlilik dışı bir ilişki de kocanın öfkelenerek suç işlemesi hepimizin hoş görü sınırlarından faydalanabilir.

Peki sanık neden öfkeleniyor? Bir sanatçının Kürtçe bilmemesinden!..

Bir sanatçının Kürtçe bilmemesi normal midir? Evet. Çünkü herkesin Kürtçe bilmek mecburiyeti yoktur. “Neden Türkçe bilmeliyiz ki?!” diye sözüm ona sivrilik edeceklere cevabımız basittir: “Çünkü burası TÜRKİYE!” Kaldı ki köyünden hiç çıkmamış birkaç yaşlı dışında bu gün Türkiye’de, iletişimin şu çağında Türkçe’yi hiç işitmediğini söyleyecek adama gülerler. Kaldı ki bu bile bağlayıcı değildir, çünkü bu ülkeyi kuran Türk Milleti bu ülkede kendi dilini egemen kılmak hakkını en nihayet istiklâl harbi ile cümle âleme kabul ettirmiştir! Bütün dünyada egemenlikler bu tip nihaî çözümlerle, düşmanlara kabul ettirilir ve ondan sonra da bir daha tartışılmaz. Egemenliğin, alâmetlerinin dahi tartışılmaya kalkışılması savaş sebebidir. Ve bir savaşta kişiler seçtikleri taraflara göre muamele görür!

Etnik ırkçı Kürtçü tayfası sürekli ilân edilmemiş ve Türk Milleti tarafından kabul edilmemiş bir savaştan bahsetmekte ve fakat hâlâ savaşın tarafı kabul ettikleri bir devletin maliyesinden maaş almaktadırlar.

Gelelim mevcut olayımıza. Bu olayda etnik ırkçılığın salt “siyaset” ve dağ ekseninde kalmayıp toplumsal bir tabana yayıldığını görüyoruz. Bu örnek etnik ırkçı zihniyetin tahammülsüzlüğünün ve içerdiği faşist dürtünün ve ırkçılığın çok önemli bir örneğidir. Hayatı kendi ailesi dışındakileri tehdit olarak görmekle geçen insanlardan buna benzer tepkiler beklenebilir. Kendi çocuklarını, ailelerinin kararıyla katletmeyi , benliğinin bir parçası yapmış insanların her problemi, şiddetle çözmeye çalışması belki onların düşünebildiği tek şey olabilir.

Ama bu insanlar Türkiye’de yaşadıkları ve Türkiye de bir hukuk devleti olduğundan dolayı ilkelliklerinin arkasına sığınamazlar. Hele hemşehrileri artık büyük şehirlerde iş tutup, mülk edinip yaşarken sanki bir hukuk mekanizmasından hiç haberi olmamışçasına “kendi adaletini sağlamak” fikrini kimse bu memlekette kabul ettiremez.

Etnik ırkçı terör işte böyle bir toplumsal yapının ürünüdür. Ve etnik ırkçılığın yapmaya çalıştığı, bu ilkelliği ve vahşeti, kanunlardan bağışık kılmaktır.

Sanatçıyı vuran adam, bizim “insanlık” diye bildiğimiz kurallı hayattan haberi olmayan, böyle bir hayatın kaynaştırıcı, bütünleştirici etkisinden korkan ve onu yıkmaya çalışan, dağdaki hemcinslerinin şehirdeki bir örneğidir.

Bu, “Kürt’ler hayatınızı cehenneme çevirecek!” tehdidinin canlı bir örneğidir.

Bu örnek, özgürlüğün “kendi başına yaşayabilmek” sorumluluğunu kabul edemeyip, “başkasının eliyle sağlanması” gerektiğini sanan Marksizm beslemesi kabileciliğin bir örneğidir.

Neden böyle söyledik? Marksizmin özgürlük anlayışı, ihtiyaçların giderilmesine dayanır ve bundan dolayı da “özgürlük zorunluluktur!” gibi sözde diyalektik bir sivri akıllılıkla ortaya konur.

Yani? Eğer ekmek almak için çalışmak, ıstırap çekmek zorunda değilseniz, kanalizasyon, metro, sağlık hizmetleri siz elinizi bile kıpırdatmanda size sunuluyorsa ancak o zaman “özgürsünüzdür” ve “insanca” yaşıyorsunuzdur. Elbette hiçbir maliyetin söz konusu olmadığı, yani edinilen şeylerin yaratılmasının kime nasıl mal olduğunun bilinmediği bir yerde, mallardan yararlananlar için durum cennet gibidir. Oysa şu gerçek her zaman bir yerlerde bekler, ölmeden bekler! “Biri daima öder!”

İşte durmadan “insanca yaşamaktan” bahseden Marksistlerin durmadan şiddete bulaşmalarının, insanları GULAG’lara atmalarının, ’80 öncesi yaklaşık 12 500 eylemle ülkeyi kana boyamalarının ardındaki sapkın güdü, “komünist olmayanlara ödetmekle” ortaya çıkmıştır.

İyi de mesele neden buraya gelmiştir şimdi? Şundan… Sanatçıyı vuran yaratığın, toplumdan beklentileri, kabilesine/ sürüsüne veya aşiretine durmadan pompalanan ideolojiyle şekillenmiştir de ondan… O ideoloji de sosyalizmdir!

Kürt topluluğu yıllarca, milletleşme macerasına geç katılmanın verdiği geç kalmak telâşı, kompleksi ve sosyalistlerce sürekli kaşınan “ihmal edilmek” duygusunun tesiriyle milletin geri kanlına karşı bir öfke ve nefret ile bilenmiştir. Bugün büyük şehirlerde Kürt varlığına karşı kıpırdanmaya başladığı söylenen öfke, asıl Kürt topluluğunun kendi içine kapanmak ve yabancı düşmanlığının tehir edilmiş bir yansımasıdır.

Çünkü Kürt topluluğu “özgürlüğü”, kendi başına var olmak, fert olarak, kendi hayatını kazanmak, seyahat etmek olarak algılayamamıştır. Hayatı, bireysel yaşanan bir şey değil de bir sürü yaşantısı olarak kabul eden insanlara bunun “normal” olduğunu söyleyen, insanları “sınıf” denen yapay gruplaşmada zorla eşitlemeye çalışan bir ideoloji, şüphesiz “hukuk devletinin” temeli olan metodolojik bireycilikle uzlaşamazdı.

Dolayısıyla böyle insanların özgürlükten anladığı, “ihtiyaçların bir otorite tarafından giderildiği ve insanların ancak beraber yaşayarak var olabildiği ilkel bir ortaklaşa düzenin” yaşanmasıyla şekillenebilirdi. Sosyalizm tam da aşiret hayatının ilkelliğine uygun bir ideoloji olarak, bu topluluğun insanlarına devletten geçinmenin doğal olduğunu aşılamıştı.

Dolayısıyla bir aşiret mensubunda, bir kapalı toplum insanında “başkalarının seçimleri” diye bir şey söz konusu değildi, olamazdı. Bir arada yaşamadıkça var olamayan ve kendi başına geçinmekten, rızaya dayalı mübadeleden habersiz ve bundan ölesiye korkan insanlar bir yandan, hayatı bir çatışma olarak kabul eden ve böylece beyinlerini uyuşturan sosyalizmle besleniyor, bir yandan da herkesi kendileri gibi yaşamaya mecbur etmek istiyorlardı. Onlar için “özgürlük” seçmemek iradesi anlamına gelmiyordu. Onlar için özgürlük, herkesin kendileri gibi olmaya mecbur edilmesiyle yaşanan tuhaf bir şeydi. Dolayısıyla evet… Bir türkü barda Kürtçe bilmediği için söylemediğini açıkça belirten, bunun da saygı göreceğini sanan bir insan evlâdı, özgürlük anlayışı, ancak benzerleri ile beraber yaşayabilmekten ibaret olan biri tarafından katledilebiliyordu.

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir ama akıllı insanlar için. Etnik ırkçı Kürtçüler Türkiye’yi “Iraklaştırarark” kendi keyfi feodal egemenlik sahalarını kurmak istiyorlar. Ve eğer kurarlarsa ne yapacaklarını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Kerkük’ün işgali, Türk emlâkinin gaspı ve tapu kayıtlarının imhası, Anayasa’da Türkmenlerin yok sayılması, Soranî dışındaki Kürt şivelerinin dahi yasaklanması, akıl ve vicdan sahipleri için zaten yeterince ibretlik örnekler. İşte Irak’ta gücü yettiği için Türkmen'leri fiilen yok eden zihniyet bugün Türkiye’de Kürtçe bilmemeye dahi tahammül edemediğini ve anladığı tek dilin de şiddet olduğunu artık açıkça göstermeye başlamıştır.

Etnik ırkçı PKK’nın bize dayattığı şeylerin omurgasının “ hakların eşitliğine(!) dayalı bir sosyalist düzen” olması bu açıdan tesadüf değildir.

Hayatları sürekli aşiretin korumasında ve bunun yanında muazzam baskısıyla şekillenen insanların kendi başlarına işe girmeleri, evlenmeleri neredeyse imkânsızdır. Belki hayat arkadaşı olacak gençle el ele tutuştuğu için katledilen sayısız genç kız cinayetleri gazetelerin üçüncü sayfalarında hemen her gün yer alıyorsa… “Aile meclisi kararıyla” namusun korunması için kadınlar boğuluyorsa… Kendi kardeşlerine tecavüz eden çocukların ruhlarına sokulan canavarlık, aşiretin kararıyla hasır altı ediliyorsa…

Türk Milleti bir kere daha ciddi şekilde düşünmelidir. Egemenliğine ortak olmak isteyen etnik ırkçılığın kardeşliğinin ne olduğunu görmedikçe, vatanında kalıcı bir barışı tesis etmesi zor görünmektedir. Barış, haksıza boyun eğerek değil, haksızın saldırganlığı ortadan kaldırılarak sağlanır.

Artık dağdaki Türk düşmanlığı şehirlerde ortaya çıkmaktadır. Bugün elinde sazıyla gönül telimizi titreten bir sanatçıya ve yarın kim bilir kime?


*http://www.takvim.com.tr/Guncel/2010/12/18/turku_barda_kurtce_cinayeti

CHP’den Ne Köy Olur Ne Kasaba


CHP kurultayı ne işe yarar?

CHP Türk Milleti’ne ne verebilir?

Salona solcu teröristin resimleri asılmış… Yani? Memleketi kocaman bir GULAG’a çevirmek için kan döken insanların gölgesinde kalmış bir parti, bize umut vermeye kalkıyor…

CHP korkunç bir kafa karışıklığı içinde… Ne milletini tanıyor, ne dünyayı okuyabiliyor, ne iktisattan haberi var ne de etik biliyor.

Dolayısıyla bütün yaptığı “Her ne istiyorsanız devlet size yapacak!” demekten öteye gidemiyor.

Her aileyi sigortalı yapacaklarını söyledi genel başkanları.. “Bu parayı nerden bulacağımızı soruyorlar! Bu parayı buluruz, fakirin hakkını da koruruz!” diye gürledi sayın Gandhi…

Evet mesele “paranın bulunmasıdır” ama para ağaçtan toplanmaz. Para ağacı ancak büyüdükçe ürün veren, ancak topraktan besin alabildiği zaman, alabildiği kadarını verebilen bir ağaçtır. Yani aldığı minerale ve suya, alabildiği karbondioksite göre fotosentez yapabilecek bir yapısı vardır. Yani Türkçe’si üretimsiz para olmaz! Üretmeden para harcıyorsanız yaptığınız birbirinizi bir takım kâğıt parçalarıyla kandırmaktır. O kadar ki gün gelir o kâğıt parçalarının bir kamyon dolusu bile bir ekmek almaya yetmez. Çünkü parayı birilerinin elinden alınıp diğerine verildiğinde besleyici bir gıda sandığınızda onun yaratılmasındaki emeği, fikri ve zamanı yok sayıyorsunuz demektir.

Nitekim Sayın Gandhi “O paray buluruz!” derken buradan iki en fazla üç ihtimal çıkarabiliriz.Gerçi kendisi daha sonra üretime önem vereceklerini söuylüyor ama gene de “kimin üreteceği” sorusunu es geçiyor. Geçmek zorunda çünkü kendi başına üretim yapan bir müteşebbisin, kendiliğinden kapitalist olacağını ve yaptığı üretimin riskini karşılayacak bir kâr edip lüks içinde yaşamak isteyeceğini görmek istemiyor.

Ne yapıyor? Müteşebbisi ve sermayedarı görmezden gelip, üretilen malları ve bu malların bedeli mukabili birbirimize sunduğumuz ortak mübadele aracını, bunların elinden alıp ev kadınlarına dağıtmak istiyor.

Veya… “Canım matbaalar emrimizde değil mi, basarız parayı herkesi paraya kavuştururuz!” gibi bir cin fikirlilik peşinde?

Veya.. “Canım o kadar zengin adam var, mallarını müsadere eder, halka veririz!” gibi bir salaklığın hâlâ hümanizm olduğunu sanıyor?

Veya “Bize borç verecek adam mı yok?” diye düşünüyor?

Her halükârda görünen o ki, CHP’nin ekonomi mantığı “Ne pahasına olursa olsun”cu bir nevi eşkıya mantığı… Çünkü “Biz bu parayı buluruz!” söylemi, bir siyasi partinin, temel hakları dikkate almaksızın, yani iktidarının temel haklarla kısıtlı oluşuna aldırmaksızın, kendine göre gereken her şeyi yapacak kadar gözü kara ve şedit olduğunun bir göstergesidir. Bir hukuk devletinde devlet, vatandaşlarıyla “ Ne pahasına olursa olsun” mantığıyla ilişki kurmaz. “Ne pahasına olursa olsun” ancak varoluşsal bir mücadelede gelinebilecek bir noktadır ki o noktada zaten bütün kurumlar ve kurallar düşman tarafından çiğnenmiştir, aynen bugün bizim meclisimizde “Ben Türk değilim ki!” diyerek benim vergilerimle beslenip her gün bizi ölümle tehdit eden hainlerin bizi sürüklemeye çalıştıkları nokta gibi…

Bu noktada CHP’nin 70’lerdeki enternasyonalist, vatansız özüne döneceğine ilişkin bir belirti olarak PKK avukatının parti meclisine seçilmesi kararının ardından Gandhi Bey’in şu sözlerinin garabeti oldukça çarpıcı:

Ulusal Kurtuluş Savaşı ile özgürlüğün kazanıldığını, mücadele edildiğini, şehit verildiğini anlattı.

Ağzını açıp da o savaşı veren ulusun kim olduğunu, bir PKK avukatını kırmamak için söyleyemeyen bir adam hâlâ “Atatürk’ün partisini” yönetmek iddiasını sürdürüyor…

Görünen o ki CHP, PKK belası bitirildikten sonra 80 öncesi ülkeyi kana bulayan sol terörün yeni besiyeri olmaya hazırlanıyor. Zaten şu sıralar milliyetçilere yönelik hakaret ve iftiraların tekrar ısıtılması, servis edilmesi de bunu gösteriyor. Hangi şeref ve ahlâkla Türk askerine silâh çektiklerinin, sayısız milliyetçiyi şehit ettiklerinin, sayısız milliyetçiye işkence ettiklerinin, insanlık düşmanı liderlerin resimlerini ve bayraklarını taşıdıklarının hesabını verememiş insanlar bu gün özlerine dönmekte ve PKKyı aralarına almaktadırlar. Evet CHP 70’lere dönmekte, PKK’nın siyasal ve silahlı öğretmenliğini yapan eski haline gelmektedir.

Şu tarihten sonra CHP’nin herhangi bir “ulusal” terim kullanması, ahlâka ve hukuk mantığına aykırıdır. CHP kendi içine PKKyı alarak Türk Milletiyle ilişkisini kesmiştir. CHP bundan sonra rakı içilen, denize girilen yerlerde de artık PKK yandaşı, bir bölücü olarak görülüp de terslenirse hatanın kimde olduğuna şaşmamalıdır.

Neden Hepimiz “Soney” Olmadık?



Ağabeyi tarafından 10 günlük eşiyle birlikte öldürülen Soney Vural dün 14 Aralık’ta son yolculuğuna çiçeklerle uğurlandı.
Soney’in duvaklı tabutu Surp Kevork Ermeni Kilisesi’ne dualar eşliğinde getirildi. Soney’in acılı annesi Hatun Öğmen’in feryatları kilise avlusunda yankılandı. Saat 14:00de başlayan tören için kilise duyuru panosuna asılan ilanda Soney’in evlilik soyadı olan Vural yerine kızlık soyadı olan Öğmen’in kullanılması dikkat çekti. Kilisedeki cenaze töreni yaklaşık yarım saat sürdü
.”*


Toprağı bol olsun Hrant DİNK’in öldürülmesi, bir yazar, okumuş olmasından dolayı büyük yankı uyandırdı. Kendisi bütün solcu, dinci etnik ırkçı bilgi kirliliğine rağmen, etnik ırkçı bir insan değildi. Ermeni’lerin etnik ırkçılıktan kurtulup bir millî kimlik kazanabilmesi ümidini taşıyordu. Katilinin etiketine bakarak yapılan bütün sığ analizlere rağmen artık onun katlinde, diaspora denen ırkçı öfke odağının rol oynadığı kanaati gitgide daha fazla yerleşiyor.

Ama bir başka cinayet daha işlendi ve bu cinayet Dink cinayeti kadar popüler olamadı. Çünkü öldürülen, sizin benim gibi Türk adı taşıyan sıradan Ermeni asıllı bir vatandaşımızdı. Çünkü onu öldüren kişinin etnik ırkçı öfkesi, etnik ırkçılığın korkunç tabiatını gözler önüne seriyordu.

Çünkü Ermeni asıllı yurttaşımız evliliği ile milletleşmemizin binasına bir taş koymuştu. Çünkü millî bütünlüğümüze hiçbir ırkî ve dinî farkın engel olamayacağını göstermişti. Çünkü adına “millet” denen büyük ve yüce oluşumun ırkın, kabile bağlarının, aşiret ilkelliğinin çok ötesinde olduğunu sevgisiyle göstermişti.

Katilin bir Ermeni olmasını kimse kınamadı, bu haber hemen hemen hiç duyulmadı. Ermeni’lerden, bu yapılanı kınayan hiçbir açıklama gelmedi ki işin en acısı da buydu. Bu duruma bakınca aile meclisi kararıyla katledilen kızların, kadınların katlini kendi içlerinde saklayan, o dünyaya düşman ilkel adamların hali gözümün önüne geldi. Acaba Ermeni’ler artık, Türk’le evlenen kızlarını kendilerinden saymıyor muydu? Bir Türk’ün işlediği cinayet için dünyayı ayağa kaldıranlar, aynı cinayeti bir Ermeni işlediğinde neden hep birden “Soney” olmuyorlardı?

Bunun sebebi basittir. Hepsi birer devletle ödüllendirilmek istenen millet altı oluşumların etnik ırkçı, ilkel psikolojisi içinde” vicdana” yer yoktur. Onlar için önemli olan kendi ilkelliklerini keyiflerince yaşayacakları, “yabancıdan arındırılmış” bir ülkede yaşamaktır. Bütün etnik ırkçılar, etnik grupların milelleşmenin siyasi ve hukukî güvencesinin yaşandığı ülkelerde yeşerir ama kendilerine hayat hakkı tanıyan bu ortamı fark edemez. Bu gaflettir ama.. Aslında daha kötüsü hiçbir etnik ırkçı bu hürriyet ortamını içine sindiremez. Çünkü bu ortam, etnik ırkçının ırkçı zihniyetini aşan daha büyük bir toplum telâkkisinin eseridir ve etnik ırkçı kırk yıl uğraşsa kendi başına bu kadar karmaşık ve gelişmiş bir yapı tesis edemeyeceğini bilir. Bu yüzden Ermenistan kendi içine kapanık, kindar, saldırgan ve mütecaviz bir ülkedir ve bu yüzden Ermeni’ler mesela Türkiye ve Azerbaycan’daki toplumsal hayata katılmak veya ABD’ye kapağı atmak dışında bir çare düşünememektedir. Bu yüzden dünyadaki sınırlı Ermeni nüfusunun en az yaşadığı yer Ermenistandır.

Bu cinayet, tehcire yol açan Ermeni vahşetinin günümüzdeki küçük bir örneğidir. Bu şunu göstermektedir ki Ermeni toplumunun varoluş felsefesi, milletleşmeye katılmak değil de kabilecilik ve yabancı korkusu ile sürdürülmeye çalışıldıkça Ermeni’ler kendi yarattıkları nefret ve düşmanlık kısır döngüsünden kurtulamayacaklardır.


Etnik ırkçılıklar okyanusların içindeki kayalıklardır… Kendilerinin, okyanusların bir parçası olduğunu inkâr ettikleri müddetçe kaskatı ve yalnız kalırlar ama ne rüzgârın ne de denizin onları aşındırmasını engelleyebilirler.


*
http://news.am/tur/news/41752.html

17 Aralık 2010 Cuma

İki Çarşaf Arasında Türkiye


Türkiye CHP kurultayına kilitlendi. Öbür yandan , bir belediye başkanının işleriyle ilgili tartışmalar, aldı başını gidiyor.

CHP solcu muymuş, solcu nasıl olunurmuş, Güneydoğu’da kişi başına düşen geliri arttıracak sosyal demokrat önlemler nasıl alınırmış gibi bir alay palavra gündemimizi işgal ediyor. Hiçkimse ağaların düğünlerinde yerlerde sürünen dolarlardan, gelinlere takılan eşek yükü altınlardan bahsetmiyor.

İki büyük gelişme son günlerde bir çığ gibi üstümüze geliyor ve iktidarla muhalefetin bütün dertleri, bir belediye başkanı hakkındaki soruşturma ve parti kurultayı!

Etnik ırkçı PKK taşeronu BDP, “İki dilliliğe fiilen geçiyoruz!” diyerek fiilî bir bağımsızlık ilânı yaptı, ne iktidardan ne muhalefetten ses var! Hayır hakkını yememek lâzım MHP bu duruma derhal tepki verdi ama sosyalist enternasyonalde BDP ile itibarlarını düşünen CHP “halkların kardeşliği” adına olsa gerek bu duruma gıkını bile çıkarmadı! Varsa yoksa çarşaf, torba, hokka bilmem ne listeler!

Öbür olay Ermeni’lerin toprak taleplerine imkân veren ABD temyiz mahkemesi kararı!

Normalde, bir memlekette, milletin seçtiği bir hükûmet,i devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik hele toprak ve bağımsızlık gibi talepleri nasıl karşılar? Bunların ikisine de itiraz eder, uluslar arası arenada diplomatik ilişkilerini buna göre tanzim eder, ve kendini seçen milletin ezilmemesi için elinden geleni yapar, değil mi?

İmdi… Bu memleketi binyıldan fazla bir zamandır vatan yapıp kendi adını bu topraklara veren, bu toprakların fatihi ve meşru egemeni olan bir milletin kendi coğrafyasında, birileri, bir yerlerin adını Türk Milleti’nden izin almaksızın, hatta onu hiçe sayarak değiştirmeye kalktığında, bu açıkça işgal ve bölünme anlamına gelir! Çünkü bir yere ad vermek oranın sahibine düşer! Bir yerin adını değiştirebilen kişi yarın oranın sahipliğini de değiştirebilir demektir. Yani yapılan hiçbir iş anlamsız ve birbirinden bağımsız değildir! Birilerinin tutup da yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmesi fiilen haritayı değiştirmektir! Harita bir kâğıt parçası değildir! Harita egemenlik alanımızın tapu senedidir ve bu senedi, bedeli ödenmeksizin kimseye devretmeyiz!

Ermeni’ler de kendi vatanımızı bizden “mahkeme” yoluyla almaya çalışıyorlar. Normal değerlere sahip ve millete ait bir hükûmetin ne demesi lâzımdır? “kardeşim, bu topraklar üzerindeki mahkeme haklarınızı, bu toprakların sahibi olan Türk Milleti’ne ihanet ettiğinizde kaybettiniz!” Kaldı ki soykırımla suçlanan Türk Milleti tehciri geçici bir çözüm olarak düşünmüştü. Bu durumu kalıcılaştıran kendisi değil, düvel-i muazzamanın politikaları ve Ermeni’lerin bu politikalara alet olmalarıdır. Ermeni’ler hem Türk vatandaşı olmamak hem de bu topraklarda hak talep etmek istemektedirler. Bu vatanın parçası olmayan insanların bu topraklardan bir şey talep etmesi mümkün değildir.

Bu vatanın bir parçası olanların da bu vatanı dille, coğrafyayla, siyasetle bölmeye hakları yoktur! Çünkü onlara bu vatanı sağlayan, Türk Milletidir! Eğer Türk Milleti, kendinden güçsüz, milletleşememiş, kendi başına siyasi irade kurması imkânsız toplulukları da kendinden bilerek siyasi iradesine ortak etmeseydi, bugün Anadolu’da etnik ırkçılık yapabilecek Kürt kalmazdı. Türk Milleti’nin tabiatından gelen büyük hüsn-ü kabulüne ihanet edenlerin acilen vatandaşlıktan çıkarılmaları, bu vatana sadık insanlara karşı vicdanî bir borçtur.

Peki değerli hükûmetimiz, insanların masumiyetlerini kendi yandaşı medya ile sürekli karalamaya çalışırken, suçları ispatlanmamış insanları vicdanen çoktan mahkûm edip yaftalarken, fiilen her gün cürm-ü meşhud olarak işlenen Anayasa suçlarına neden sessiz kalmaktadır?

Memleketimizde “Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun” kalkması “vatana ihanet” suçunu ortadan mı kaldırmıştır? Vatan mı yok olmuştur, yoksa hıyanet mi de bu gün “ Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!” diyen adamın milletvekilliği ve hele vatandaşlığı hâla sürmektedir?

CHP gerçekten özüne dönmüş, göründüğü kadarıyla… Vatan ve milletle ilgili bütün duyarlılıkları “faşizm” ve “ırkçılık” olarak damgalayan o enternasyonalist, köksüz solculuk görünen o ki Gandhi Beyle yeniden vücut bulmuş.

Bundan sonra kolay kolay tek başına iktidar olamayacak bir ütopist sol partinin ne yaptığı belki çok önemli olmayabilir ama sözde “millî iradeyi” temsil eden bir hükûmetin, etnik ırkçılığın Türk düşmanlığına, açıkça işlediği ırkçılık ve nefret suçuna, terör taraftarlığı suçuna ve “millî iradeye” açıkça başkaldırdığını söyleyenlere karşı, ellerinde hiçbir güç bulunmayan Silivri sanıklarına gösterdiği öfkenin onda birini bile göstermemesi çok düşündürücüdür.

Vatanımız fiilen bölünmektedir! Toplumsal yapımız etnik ırkçılığın etkilerine karşı savunmasızıdır ve hükûmetin bu konuda hiçbir hassasiyeti yoktur! Çünkü hükûmet olan partinin Türk adıyla, Türk Milleti ile uzaktan yakından alâkası yoktur! “Türk adı Anayasa’dan çıkarılmazsa demokratik açılım ilerleyemez” mealinde beyanların kapanma sebebi sayılmadığı bir memlekette, bağımsızlıktan da hürriyetten de bahsetmek abesle iştigaldir! Çünkü böyle bir şeyi ancak Türk düşmanı işgalci bir yönetim söyleyebilir. Alman Anayasası’ndan Alman adı , Fransız Anayasası’ndan Fransız,ABD Anayasası’ndan Amerikan ismi çıkarılmazken Türk adını en temel hukuk metninden silmek demek, fiilen Türk devletinin bitirilmesi demektir!

Yakında Doğu ve Güneydoğu’ya “özerk güvenlik birimlerinin” (PKK) denetiminde gidilip gelinebilirse, bir yerin ismini sorduğunuzda “Öyle bir yer yok burada!” denip de Kürtçe ismini bilmeye mecbur bırakılırsanız ki şu anda olmakta olan budur, hâlâ kardeşçe ve demokratik bir ülkede bir bütün halinde yaşadığınızı iddia edebilecek misiniz?

CHP’nin ezelden istediği şey buydu ve bu gerçekleşmek üzere olduğundan gönül rahatlığı içinde çarşafıyla, nevresimiyle oynayabilir, CHP’den bu vatan için herhangi bir duyarlılık beklenmemesi gerektiği bundan otuz yıl önce zaten anlaşılmıştı.

İktidar partisi ise, Arapçı enternasyonalist siyasi dinciliğiyle zaten Türk adına duyduğu soğukluğu her gün dile getirmektedir. Ve bu halde hâlâ bir “millî iradeden” bahsedebilmektedir. İradesine vekillik ettiği milletin adını silmeye çalışan bir iktidar olabilir mi? İradesine vekillik ettiği milleti “etnik grup ” diye küçülten bir hükûmet hangi ülkede vardır?

Kayserililer her gün önünden geçtikleri Sahabiye Medresesi’ni, Gevher Nesibe Şifahanesi’ni eğer müteahhite verip yıktırmadılarsa, yazın göğüslerine Kur’an asıp kursa yolladıkları çocuklarına o binaların kitabelerini bir okutsunlar! İlk gençliği Kayseri’de geçmiş bir insan olarak etnik ırkçılıkla mücadelede kırka yakın şehit vermiş bir kadim Selçuklu şehrinin, Arapçılıkla, Türk düşmanlığıyla nasıl barışık kalabildiğine gerçekten şaşıyorum. Bırakın sevgili Kayserililer! Size belediye başkanı mı yok? Tutun ki belediye binanız yandı bitti, kül oldu! Vatan elden giderken neden sesiniz çıkmıyor?! O medrese’nin önünden geçerken hiç mi vicdanınız sızlamıyor?

Atatürk’ün partisi olmakla övünüp sosyalist enternasyonalde kalmayı itibar sebebi sayan CHPli’ler! Bu size tuhaf ve yaralayıcı gelmiyor mu? Ülkeyi bölmeye çalışan Marksist bir ırkçı parti ile aynı platformda, aynı sıralarda oturmak vicdanınıza zul gelmiyor mu? Aynı sıraları paylaştığınız “enternasyonalist” sosyalistlerin hangisinden vatanınızın bütünlüğüne bir destek bulabildiniz?

Bu gün biri sosyalist, diğeri siyasi dinci iki enternasyonalist parti bu vatanın kaderi üzerinde söz sahibi ise bu korkunç bir çelişkidir. Demokrasi, milletin seçimle yok edilmesi, intihara sürüklenmesi, değildir! İnsanın kendi kendini öldürmeyi seçmesi dahi irade ile meşrulaştırılamazken, “millî irade” adıyla milletin yok edilmesi, adının silinmesi hiç kabul edilemez! Birinin listesi çarşaf, öbürünün kıyafeti! Türkiye iki kirli çarşaf arasında yalpalayıp duruyor, inşallah tökezleyip düşmez!


Türkiye’de Muhafazakârlığın Sosyalizme Dönük Yüzü ve Hayalî Arabamız II

* -Hey baksana, bütün parayı bize veriyor, aynen söz verdiği gibi...
- Elindeki senin cüzdanın...



....


Lâfı bu kadar neden uzattım? Şundan dolayı:

Birincisi, mevcut iktidarın dünya görüşünün Türk örfü ile ilgisi yoktur. Mevcut iktidar partisinin kurucuları ve mensuplarının pek çoğu, Arap örfünü din zanneden insanlardır. Dolayısıyla bir örfü koruyorlarsa eğer, o örf Türk örfü değil, Arap örfüdür. Demek ki muhafazakâr denen siyasi dinciler aslında bambaşka bir şeyleri muhafaza etmeye ve bizi de buna zorlamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda onları kendi muhafazakâr siyasetçilerimiz olarak görmek hatadır. Mevcut siyasi dinci kadro, Türk örfünden olduğu kadar Türk adından da nefret etmektedir. Nitekim demokrasiyle alâkası olmayan Anayasa hayallerini temeli, ifade hürriyetini genişletmek ve doğru sınırlara çekmek değil, Türk adını kendi Anayasasından silmek vardır. Demek ki mevcut siyasi dinci kadro muhafazakâr değil, aksine yabancılaşmış bir gruptur.

İkincisi, mevcut iktidar da diğer bütün iktidarlar gibi vergilerden elde edilen havuzu “gelir” zannetmekte, vergilendirilmiş tüketim mallarından elde ettiği para yetmiyor gibi her türlü sosyal hizmeti de hesapsız bir peşin ödemeyle sunmaktadır. Şöyle bir bakıldığında devletin bedava sağladığı sanılan hizmetlerin hiç biri bedava değildir. Sağlık hizmetini bedavaya aldığınızı sanır ve fakat hizmetin bedelini çok önceden ve defalarca ödemiş olduğunuzu aklınıza bile getirmezsiniz. Demek ki devlet denen tanrı kompleksli yapı bile “Bedava ekmek yoktur!” kanunundan kaçamamaktadır. Bordrosuna bakmayı akıl edemeyenlerden oluşan bir toplumda, brüt maaşının ne kadarının vergiye ve kesintilere gittiğini bilemeyen insanların makarna, kömür dağıtımı gibi sadakalarla ağzının sulanması gayet doğaldır. Bunları yapan iktidarlar ve onların sözde destekçisi bürokratlar bütün hesaplarını(!) istendiği zaman sağılabilecek bir vergi mükellefi kitlesine bağlamaktadırlar. Bu kabulünün temelinde de kaynakların, ara mallarının ve tüketim mallarının ve elbette paranın “kamu malı” olduğuna dair saplantılı bir kolektivist görüş yer almaktadır.

Bunların yanı sıra ülkemiz iktidarlarının hiç biri, ihracatı, ithalatı, imalatı kimin yaptığını bilmez. Bu yüzden de birilerinin yapıp ortaya koyduğu katma değerin parasal karşılığı üzerinden ahkâm kesip ihracatı arttırıp ithalâtı azaltmaktan, daha çok kredi vermekten, daha çok insana “iş” vermekten rahatlıkla bahsedebilirler. Bir devlet memurunun işe alınmasının dört kişinin işsiz kalması anlamına gelmesi, bir basit hesaplama işiyken bunu hesaplamaktan aciz iktidarlar tacirlerin kârlarını tartışmaya açabilmektedir. Kaldı ki sözde “işe aldığı” memurların ne iş yaptığını, ürettiği katma değerin ne olduğunu, kaç milyon liralık kaynak israfına sebep olduğunu görmeye yanaşmamaktadırlar.

Kendisinin yapmadığı ihracat ve ithalatta, kendisinin muhatabı olmadığı borçlanmaları, vergi mükelleflerinin paralarıyla kapatmaya çalışırken gene aynı kolektivist saplantıyla hareket etmektedirler. Üzerinde hesaplar yaptıkları hiçbir malın yaratıcısı olmadıkları halde, bunlar hakkında maliyet mülâhazalarına girip bazı iş kollarında doğrudan doğruya fiyat emredebilmektedirler. Bunun en berbat iki örneği akaryakıt ve ilâçtır.

Sağlık hizmetlerinde kendi sermayelerini riske eden kapitalistler olarak eczacıların sattıkları ürünler üzerinde hiçbir haklarının olmaması ve adeta devlet emrinde çalışan kamu eczacıları gibi bütün şartları tek taraflı belirlenen bir alışverişe mecbur bırakılmaları açıkça zorbalıktır. Borçlar hukukunda şartların kısıtlanması yoluyla sözleşmeye mecbur bırakılma durumuna ikrah denmektedir ve ikrah sözleşmeyi geçersiz kılan bir durumdur. Oysa devlet hayatın her alanını tekeline alarak insanlara hiçbir söz hakkı bırakmamaktadır. Ve bu durum ne sağ ne sol iktidarlarda değişmiştir. Keza bir bakanın akaryakıt satıcılarının kâr hadlerini fillerine dolayıp bunu AB ülkeleriyle kıyas etmesi üstelik piyasanın en meşru işlemlerinden olan iskontolandırma, taksitlendirme gibi şeyleri birer hile gibi sunması, kabul etmesi ancak sosyalist bir diktatörlükte görülebilecek bir hırçınlıktır ve ayıptır. Bakanın satıcıları kârlarından dolayı zımnen “hırsız” kabul etmek yerine, akar yakıttaki akıl almaz vergilendirme üzerinde düşünmesi, medeniyetin icabıdır ama, “devletçi” ekonomi ile devletin Tanrı olacağını sananlar için bunu düşünmek kâbus gibi bir şeydir.

Kaldı ki bu ekonomik zorbalık, asgari ücret tespitiyle, tarım ürünlerine taban fiyatı biçmekle, vs sürdürülmektedir. Türk ekonomisine şöyle bir baktığımızda hemen her sektör, devletin doğrudan veya dolayı fiyat müdahaleleri ve ağır vergilendirmesiyle karşı karşıyadır.

Kendisini “sağ” sayan bir iktidarın alışveriş ve sözleşme hürriyetlerine bu kadar alenen ve hoyratça müdahale edebildiği bir iktisadî rejim kapitalizmden çok sosyalizme yakındır.

Burada ayrıca bütün toplumu, Arap örfüne göre şekillendirmek gibi bir hedefle yürütülen toptancı politikalara bakıldığında ki bunun en can alıcı örneklerinden biri, içkili yerlerle ilgi sürekli olarak yürütmenin fiilî müdahaleleridir. Bu toplumsal müdahaleler yavaş yavaş arttırılmakta bir zamanların “Homo sovieticus” saplantısına benzer bir “Homo islamicus” tasavvuru yavaş yavaş her yerde yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

İnsana ve ekonomiye bu toptancı ve tasarımcı bakışı ile Türkiye’de siyasi dincilik, temelleri sözde sömürge karşıtı sosyalist Arap kökten dincilere atılan kolektivist dinciliği, demokrasinin araçlarını istismar ederek ve hukuk süzgecinden geçirilmeksizin topluma aşılamaktadır. Toplumun genelini ilgilendiren konuları “ulemaya sormak”, “Türk’ü Arap’ın eli ayağı yapmak”, anlayışının nihaî hedefinin Türk adının Anayasa’dan çıkartılması olduğu da açıkça belirtilmiştir. Türk vatanında Türk adına tahammül edemeyen bir siyasi dinci kadronun “muhafazakâr” olduğundan bahsedilemez. Hele hayatın her alanını yasamayı kullanarak yürütmenin müdahale alanı haline getirip plânlamak, buralara komuta etmek anlayışı liberal bir demokrasiyle asla bağdaşamaz. Siyasi dinciler Türkiye’de insana emretmek, onu baskılamak, onu şekillendirmekle ilgili tasavvurlarını, kendilerine en yakın ideoloji olan sosyalizmle gayet net bir şekilde ilişkilendirmiştir. Türkiye büyük gerçeklerin küçük etiketlerin gölgesinde kaldığı bir ülke olduğu içindir ki sözde sağ iktidarların fiilî sosyalist müdahaleleri Türk Milleti’ni fakirleştirmeye devam etmektedir.

Türkiye eskiden yabancılaşmış ve işbirlikçi sosyalistlerden çektiğini bu gün fiilî sosyalist, yabancılaşmış enternasyonalist dincilerden çekmektedir. Bir toplumun hem kimliğine hem de iktisadî temellerine yabancı olunduğunda ulaşılacak tek yer parçalanma ve iflâstır. Bu gün Türkiye’de yaygın endişelerin sebebi de bunlardır. Türkiye, mevzuat yoluyla hukuk karinelerinin çiğnendiği kolektivist anlayıştan uzaklaştırılmadıkça ne refaha ermesi ve ne demokrasiyi sağlıklı şekilde tesis edebilmesi mümkün olacaktır.

Bu yüzden hesap ettik, kitap ettik şimdilik araba almamaya, karar verdik. Ama hayalimizde hâlâ geniş bir aile için konforlu bir araba almak var. Hayırlısı…


BİTTİ.

16 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye’de Muhafazakârlığın Sosyalizme Dönük Yüzü ve Hayalî Arabamız I

* -Hey baksana, bütün parayı bize veriyor, aynen söz verdiği gibi...
- Elindeki senin cüzdanın...



Şahsen taksiye binmeyi çok daha ekonomik buluyorum. Hayır, hayır.. Bunu ben keşfetmiş değilim. 2001 veya 2002’deki bir büyük ekonomi toplantısında bir Japon bakan bizim ekonomiden sorumlu o zamanki bakanımıza bunu söylediğinde kafamda bir ampul patlamıştı. Bizim bakan alicenaplık gösterip Japon bakana, kendi evinde yemek ısmarlamak istiyor ve makam arabasıyla ( herhalde elçiliğimizin tahsis ettiği bir araç?) gitmeyi teklif ediyor. Japon akan: “Ne gerek var? Taksiyle gideriz?” demesin mi? Bakanımız bu başıbozukluğa son derece şaşırarak “nasıl yani? Sizin makam arabanız yok mu?” diye soruyor. Ali topu tut… hande ip atla, Bak Ali bak! Ne görüyorsun? B.k! Japon bakan daha da şaşkın bir halde: “Biz hesapladık, böylesi daha ucuza geliyor!” diyor…

Hayır, elbette hayır! Buradaki anahtar kelime ne “makam arabası”, ne “Ali”, ne “ip” ne de “tut”!... Buradaki anahtar kelime “hesaplamak”…

Yukarıda anlatılan anekdotu bu dünyada yaşamayan, yani Japonya’nın ve bizim ekonomik durumumuz hakkında hiçbir fikre sahip olmayan birine anlatsak bizim gibi ortalama bir Türk zekâsına sahipse muhtemelen Japon bakana “salak” diyecektir. Dilinin beynine bağlı olduğunun farkında olan biri ise… İki eşitten birinin neden hesaplama yaparken diğerinin yapmadığına çok şaşıracaktır.

Bazı uyanıkların ne diyeceğini hemen söyleyeyim mi? “Bu bahsettiğin koalisyon hükûmetiydi, onlar Türkiye’yi krize soktu! Hehehe! Nasıl yakaladım ama, nasıl yakaladım?!” İşte bahsettiğimiz şebelek zekâsı tam da budur… “Ama böyle küçümser lâflar etmeye hakkın yok!” şeklinde çenesini kaldıranlara şunu hemen belirtmeliyiz. Her basın toplantısında, etraflarına umursamaz ve bomboş bakan, her beyanları bir “ders” gibi tepeden bakıcı kabine üyelerimize de bu lâfları edecek kadar duyarlı değilseniz, sıradan bir insanın tarzı hakkında hiç konuşmayacaksınız! “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır” demiş atalar. Ama tabii, doğru dürüst deyim, atasözü bilmeden her sözü “bakan sözü”, “kabine sözü” haline getirip eğip bükerek ucubeleştiren dehşetengiz politikacılarımız var oldukça bunu beklemek safdillik.

Evet, içi boş tartışmaları birer üslup sorununa indirgeyip de nezaket yarışıyla memleketi kurtaracağını sananlara muhtemel cevabımı verdikten sonra devam edebilirim…

Yukarıda aktardığım anekdotun hangi hükûmet devrinde gerçekleştiğinin bir önemi yok. Çünkü bu, Türk hükûmetlerinin genel karakterinin bir örneğidir. Ve sol bir partinin koalisyonla da olsa hükûmet ettiği bir dönemde geçmektedir. Yani? Bu tablonun bu gün de değişmemiş olduğunu görmemiz bize şunu gösteriyor, hükûmetlerimiz sağıyla soluyla aynı ekonomik bakışı paylaşıyor. Nedir o bakış? “Ana akım “ denen ekonometrik, plânlamacı iktisat felsefesi. Yani başbakanlarımız sosyete pazarına çıkarak “Bakalım hangi iktisat felsefesi bize uygunmuş? Hımmm! Bunun kolları kısa geldi.. Bu göbeğimi açık bıraktı.. Hah bu tam omuzlarıma oturdu, hanım da beğenir bunun rengini, kaça bu hemşerim?” şeklinde bir iktisat felsefesi seçmiyor elbette. Belki de öyle seçiyorlardır. Çünkü kullandıkları iktisat felsefesinin göbeklerine nasıl oturduğu malûm ama hayatımıza uymadığı, acı ve açık bir hakikat…

İmdi… Burada bir başka konuya zıplayıp dikkatleri biraz havalandıracağız! Muhafazakârlık! Mevcut hükûmetimizin “muhafazakâr” olduğu yönünde dehşetli bir mutabakata var. Yani, sosyalistlere göre ilkel, geri ve sömürücü değerleri koruyup, o pis, kapitalist düzeni korumaya çalışan tipler …
Liberallere göre ise aynı ABD’de şükran günü kutlayıp hindi yiyen, Amerikan askerlerini sevip dünya devi olmaktan yana olan , devletin paylaştırıcılığından hazzetmeyen, güz günlerinde Maine’e gidip yaprak seyreden orta-üst gelir seviyesindeki nezih insanlar… ( Blogun Amerika’daki takipçileri yanlışım varsa düzeltsin lütfen… Bunları televizyondan “emdiğimiz” bilgilere dayanarak söylüyoruz. Yaşasın “Türk Malı!”)

Peki muhafazakâr nedir? Değişimin her türlüsünü kökten reddedip çakmaktaşıyla yaşamayı, kabilenin tabularına uymayı isteyen adam mıdır? O çiğ ve gerzek sosyalist mizaha bakarsanız evet…

O halde lâfı fazla uzatmadan muhafazakarlığa, yeterince geniş ama mutlaka sınırlı ve kapsayıcı bir tanım getirmeye çalışalım. Muhafazakârlık, toplumların, örflerindeki âni ve keskin değişmelere karşı gösterilen dirençtir.

Peki buradaki anahtar kelime nedir? “Ali” yok, “tut” yok, “ip” yok? Nereden bulacağız yahu bu kelimeyi biz? Yıllık, kişi başına okuma zamanı ortalama 16 sn olan bir milletin elbette bu anahtar kelimeyi bulması imkânsız ama hadi biz söyleyelim: “Örf”!

“Örf de ne be? “ diyen uydurukçular için de bir tanım getirelim de sonra başımıza kalmasın: Örf, bir toplumun, kendiliğinden doğan düzeninin temelini oluşturan ve kayda geçen veya geçmeyen bütün değer ve normlarıdır. Yani bir toplumda neyin iyi ve neyin kötü kabul edildiğini belirleyen genel prensiplerdir. Yani büyüklerin elini öpmenin genel bir doğru olduğu bir toplum ile teyzelerine adıyla seslenen Frenkler arasındaki farkı belirleyen büyük gelenekler salatasıdır.

Demek ki her toplumun kendine göre bir örfü var. Mesele şu ki örf, toplumsal gelişmişlik seviyesine göre ayrıntılanır, cevap vermek kabiliyeti artar. Aşiretler, kabileler ve kavimlerde örf, basit, az sayıdaki somut kurallara ve liderlerin keyfî iradesine dayanır. Bundan dolayıdır ki kabilelerin, milletleşmiş toplumların gerçekten köklü ve derinleşmiş örfünü ve bu örften kaynaklanan büyük hukuk yapıcılığını anlamaları imkânsızdır.

Burada da önemli olan nokta, her milletleşmiş toplumun kendine gör bir değer ve normlar endeksine sahip olduğudur. Yani Müslüman Türk toplumunda denize girmek, rakı içmek veya kadınlı erkekli toplantılara katılmak “normalken”, diğer Müslüman toplum veya topluluklarda bunlar “tabudur”. Şunu belirtmeliyiz ki diğer pek çok Müslüman topluluk tabularını dinleştirmiş topluluklardır. Dini tabularla yapıştırarak onun cevap kabiliyetini sakatlamış ve onu kendi ülkelerinde insan için faydasız bir hale getirmişlerdir.




Devam edecek...

10 Aralık 2010 Cuma

İki Halk Söyleminin Yanlışlığı Ve Muhtemel Trajik Sonuçları




Her şeyden önce “halk” kelimesinin, sosyo-ekonomik bir tabakanın ilerisinde bir anlamda kullanılmasının tam da Marksist çataldilliliğin işi olduğunu hatırlamalıyız.

Çünkü halk kelimesini, “kabile”, “kavim”, “millet” kelimeleri yerine kullanmaya kalktığımızda hiçbir soruya cevap veremez hale geliriz. Çünkü “halk” kelimesinin kapsamı, meselâ tarihi ve hukukî derinliği olan bir büyük siyasi yapının, yani milletin oluşum sürecini açıklamakta acizdir.

Bir kere “halk” kelimesinin bu laubali ve özensiz kullanımını anladıktan sonra Türkiye’deki toplumsal ayrışma tehlikesine daha sağlıklı bakabiliriz.

Dikkat edilirse şimdilerde “ulusalcı” olan sol dahi hâlâ “halklar” söylemini kullanmaktadır.

Burada terimin yanlış kullanımının yanı sıra, bu terimle, “birbirleriyle uzlaşmayan temel farklılıklara sahip, ayrı toplumsal yapıların” ifade edildiğini, edilmek istendiğini hatırlamalıyız.

Bu açıdan bakıldığında Kürt’lerle Türklerin birbirlerinden Filistinliler ve Yahudiler, Ruslar ve Çeçenler gibi apayrı iki toplumsal yapı olduğunu düşünmeliyiz.

Hakikat böyle midir? Hakikatin böyle olup olmamasından önce birbiriyle kıyaslanmaya, kıyaslanarak farklılıkları ortaya konmaya alışılan iki toplumsal yapının kıyaslanamazlığına dikkat çekmemiz icap ediyor.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bazılarının bütün ısrarlarına ve kabul ettirmek için savurdukları tehditlere rağmen, Kürt’lerin bir millet olmadıklarıdır. Etnik ırkçı Kürtçüler Türk varlığına düşman oldukları ilk günden bu yana bunun farkındadır ve bu durumu düzeltmek için sürekli “devletleşmeye” çalışmaktadır.

Kürtler ancak en fazla “kavim” denebilecek bir toplumsal yapıdır. Burada onların kavim lup olmadıkları bile ciddi şekilde tartışmalıdır. Çünkü üç beş köylük feodal egemenlik alanları dışında modern devletin öncülü olabilecek bir kavimsel beraberlik meydana getirememişlerdir. Yapıları bu gün hâlâ ailesel bağlılığın ötesine geçememiştir. Dolayısıyla Kürtler ve Türk’lerden bahsederken nelerden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.

Türk’ler tarihin çok eski döneminde, çeşitli kavimleri bir hukuk çatısı altında toplamış büyük bir siyasi iradenin sahibi bir millettir! Dolayısıyla bu iki farklı toplumsal yapıyı sırf birer isim taşıyorlar diye aynı kefeye koymak ve birbiriyle mukayese etmek mümkün değildir.

Bir “halk” diye Türk varlığından ayrılmaya çalışılan Kürt toplumsal yapısının böyle sayılabilmesi için Türk denen yapıdan hemen hiç etkilenmemiş, kendi başına bir kültür geliştirmiş, örfleri tamamen ayrı, dini farklı, toplumsal karışmasının da hemen hemen olmadığı bir hal sergilemesi gerekir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz örnekler de dahi kısıtlı da olsa evlilikler yoluyla toplumsal karışmalar meydana gelmiştir.

Peki bir Kürt’ü bir Türk’ten ayırt etmenizi sağlayacak bu uzlaşmaz farklılıklar nerededir? Bir dil olduğu söylenen yerel anlaşma vasıtasının farklılığı dışında ki onun artık Türkçe, Farsça ve Arapça’dan sentezlenmiş bir yerel kültür ürünü olduğu uzun yıllardır bilinmektedir. Bunun en tartışılamaz delili Kürtçe sayıların olmaması bunların tamamen Farsça telaffuz edilmesidir.

Bir Kürt ile bir Türk’ü ne görünümüne, ne genetiğine ne de kanına göre birbirinden ayırt etmemiz mümkündür, her ne kadar etnik ırkçılar bütün söylemlerini buna dayandırsa da…

Kırsal kesimde yörenin şartları gereği ve kapalı toplumun özelliğinden dolayı sürdürülen bir takım mahalli adetlerin Türk kültürüyle kıyaslanacak bir büyük kültürü işaret ettiğini söylemek ancak etnik ırkçı bir burnu büyüklükle mümkündür.

Burada ayrışmanın dayandırılmak istendiği farklılık sadece etnik ırkçılığın kafasında ısrarla sürdürmeye çalıştığı hayalî bir farklılıktır. Sanki Türkiye’de Türkçe’yi hiç bilmeyen, ömrü boyunca duymamış, hiç Türk görmemiş sayısız Kürt varmış da bunlar uzlaşamaz bir farklılık olarak bir arada yaşamaya engelmiş gibi göstermek, etnik ırkçılığın basitliği, bayağılığıdır. Bütün bunların ötesinde evlenmeleri artık yok saymak alışkanlığı yerleşmiş bile olsa evlilikler yoluyla ne kadar Türk’ün Kürtleştiği ne kadar Kürt’ün Türkleştiği bilinememektedir. Kaldı ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki tarihi belgelerin ışığında bunun da tespit edilmesi artık mümkündür ki Kürtleşmiş çok sayıda Türkmen köyünün bu kayıtlar ışığında kökenlerine ulaştığını söyleyebiliriz.

Öyleyse Kürt’lerin “ayrı bir halk” olduğu söyleminden geriye ne kalmaktadır? Sadece ırkî farklılık! Yani? Asırlar boyu Türk medeniyet dairesinde gördüğümüz bir topluluk olarak Kürt’lerin hiç kimseyle karışmaksızın, saf bir ırk olarak farklılıklarını koruduklarını söylemeye varan bu ifade bütün sosyolojik dinamiklere aykırı olduğu gibi ahlâkî açıdan da kabul edilmez ve açık bir ırkçı söylemdir.

Böylece “Kürt” dendiğinde, fizyonomisiyle, soy sop ilişkileriyle anında ayırt edilebilecek insanların var olduğu söylenmektedir. Bu da doğaldır çünkü etnik ırkçılar kültürel farklılık yönünde Türk’lerle ne kendilerini mukayese edebileceklerini ne de ayrılığı gösterebileceklerini bilmektedirler.
Bu ayrılık/farklılık söyleminin bütün dayanağı ırkçı bir inattır.

Bunu tespit ettikten sonra, ırka dayalı bir farklılığın resmen tanınması ve siyasi bir ayrışmayla neticelendirilmesi halinde ne olacağına bakmalıyız.

Her şeyden önce, “iki halk” söylemi, millî kimliğini aynı vatanı paylaşmak ve aynı devleti kullanmakla belirlemiş bir milletin varlığını reddetmek demektir.

Bir memlekette iki “halk” varsa ancak bu iki halk birbirine yakın nüfustadır ve birbiriyle kesin şekilde kültürel farklar sergilemektedirler. Irak Kürt’leri ve Arapları gibi… Burada sorulması gereken soru şudur: “Neden Irak’ta Türkmenler ve Kürtler birbirlerinden ayırt edilebiliyor da Türkiye’de bunu yapmak imkânsız?”

Bunun pek çok sebebi var, fakat her şeyden önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin millî bir devlet olması ve Kürt topluluğunun bu yapının ayrılmaz bir parçası , Türk kimliğinin yerel bir tonu olması ve bundan dolayı yasama yürütme ve yargı erklerinin kullanımında toplumun geri kalanından ayrılamayacağı kabulünün siyasi birliğin temeli olmasındandır.

Oysa Irak böyle değildir. Çünkü Irak bir harita devletidir. Toplumsal gerçeklere değil, emperyal ihtiyaçlara göre çizilmiş bir yapboz sahasıdır. Dolayısıyla böyle bir devlette, farklılıkları giderecek bir uzlaşma noktası bir büyük kültürel merkez geliştirmek mümkün değildir. Türkiye’de Kürtler millî devletin adalet sağlayıcılığından ayrımsız yararlanırlarken, Irak sun’i devletinde resmen işaretlenmekte, yaftalanmaktaydılar. Ne Irak ve Suriye’de Araplar ve ne İran’da Fars’lar, Kürtleri bir kardeş ve millî bir unsur olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla Irak’ın yapısı ile Türkiye’nin yapısını karşılaştırmak hele Irak gibi bir ilkel kabileler koalisyonunu Türkiye’ye “model” diye sunmak hüsn-ü zanna göre ahmaklık, şüpheciliğe göre “ihanettir”.

Türkiye’de egemen Türk Milleti’nin, kendinden ayırmaksızın meclisine soktuğu, emniyetini tevdi ettiği, savunma sırlarını kendilerine açtığı insanları ırken ayırmakta ısrar ettiğinizde artık Türk Milleti için “evdeki yabancıdan” farkınız kalmaz. Bu, ailenin reddi anlamına gelir. Bu da ev mahremiyetini artık paylaşmak yetkinizin/hakkınızn artık olmadığı anlamına gelir. TBMM’de hem Anayasaya, Türk Milleti’nin bölünmez bütünlüğüne yemin edip hem de “Ben Türk değilim ki!” dediğinizde, içinde barındığınız, sizi dışarının karından, yağmurundan koruyan evi inşa eden ev sahibinizin güvenine ihanet etmiş olursunuz. Bu, açıkça “emniyeti suiistimal” etmek demektir.

Bütün aileler yabancı kanların karışmasıyla meydana gelir ve aileye anlam veren de kan değil, o kanı taşıyanların bir arada bulunmakta gösterdikleri sadakattir. Eğer bu sadakat gösterilmez de, ahde vefasızlık edilirse artık aynı kanı taşımanın bile bir anlamı kalmaz.

Etnik ayrılıkçı Kürtler ( dikkat edilirse Kürt siminin önündeki sıfat ile bütün Kürt’leri kast etmediğimizi vurguluyoruz), inatlarını, ahde vefanın yarattığı derin insancıl anlamı reddetmeye kadar vardırmışlardır.

“İki halk” söylemi, millî bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde kabul edilemez. İki halktan bahsetmek egemenliği ırka dayalı bölmek demektir ki bu da pamuk ipliğine bağlı bir bağımsızlık ve bölünme hali demektir. Eğer Türk Milleti’nin egemenlik hakkı/söz hakkı denen bir şey varsa bu söylem onu reddetmektir ki ya bu durumda ülke ikiye bölünür ve bölünen kısım ve onun etnik bakiyeleri toplumsal hayattan dışlanır ve ikinci bir mübadele yaşanır. Ya da bu söylem ile milleti bölmeye çalışan herkes yargı önüne çıkarılır ve suçlarının derecesine göre vatandaşlıktan çıkarılır veya bazı haklarından mahrum edilir.

“İki halk” söyleminin bu iki ihtimal dışında bizi bir yere götürmesi mümkün değildir. Bu iki ihtimalin “insancıl”, “demokratik” olduğunu savunanlar var ise onları da ciddi birer piskopatoloji örneği olarak klinikte onları tedavi etmemiz elzemdir.