9 Kasım 2021 Salı

Yeni Bir Vatandaşlık Anlayışına Doğru

 

Türkiye’de Vatandaşlık Sorununa Farklı Bir Bakış

 

“Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatandır.” Sözünü ezelden beri hiç sevmemişimdir.

 

Bu söz, insanı yiyip içen fakat değer ve değer yargısı taşımayan bir evcil hayvan mesabesine indirir.

 

Ama gözden kaçan bir başka kötü yanı daha vardır ki o da “vatanın” sahipliği konusunu  anlaşılabilecek en yanlış hale getirmesidir.

 

Öncelikle insan sadece doyduğu yerde yaşamayan bir canlıdır. Tam da bunun aksine insan yaşadığı yeri “doyulacak” veya” bereketli”  kılmaya çalışan bir canlıdır.

 

Aksi olsaydı insan, kendisine ekmek veren  başka insanların  sağmal ineğinden başka bir şey olamazdı. Böyle insanlarla da ne devlet kurulabilir ne de adalet sağlanabilirdi.

 

Aslında böyle insanların kurduğu  bir sürü sözde  devlet var. Fakat bu devletler, hukuk sağlayıcı, ulus devletleri değil. Onlar, elleri silâhlı üç beş kabile mensubunun güçlerini diğerlerine dayattığı bürokratik çetelerden ibaret.

 

“Vatandaş” kelimesi, vatan kelimesine eklenen işteşlik ekiyle “ aynı vatanı paylaşan insanları” ifade etmek üzere  türetilmiştir; tıplı meslek-taş, pay-daş, arka-daş gibi… Demek ki bu kelime bir paylaşımı ifade etmektedir.

 

O halde “vatandaşlık” nereden geliyor? Annemizden şans eseri dünyaya geldiğimiz bir yerden mi  kaynaklanıyor? Yoksa başka bir kaynağı mı var?

 

Vatandaşlığın kaynağı, doğulan coğrafya değildir. Çünkü doğulan coğrafyanın bir “vatan” olabilmesi için oranın herhangi bir ulus tarafından önce “vatanlaştırılmış” olması gerekir. Bu da ilgili toprak parçasının kan dökülerek elde edilip yine kanla korunmak istenmesiyle ortaya çıkar. Yani “vatandaşlığı” sağlayan vatan hiç kimseye gökten inmez. O bizzat kanla elde edilir ve kanla korunur. Ve bundan dolayı da herhangi bir ulus, kanı  pahasına elde ettiği  hiçbir toprak parçasını, kanını dökmeden teslim etmez.

 

Demek ki “vatandaşlığı” sağlayan vatan, insan iradesinin bir ürünüdür, vatan doğal şartların sonucunda kendiliğinden oluşmuş bir hayat alanı değildir.

 

Dolayısıyla “vatandaşlık” da  toprağı vatan yapan ulusla aynı vatanı paylaşmak demektir. Sorun şudur ki hiç kimse bir millete mensup olmaksızın, o  milletin vatanlaştırdığı toprakları  paylaşamaz. Bu, vatanlaştırılmış toprak parçasının elde edilme ve korunma şartlarını kabul etmek anlamına gelir.

 

Bir ülkede doğanlar o ülkeyi kuran milletin dilini konuşacakları ve o milletin değerleriyle büyütülecekleri düşünüldüğünden o ülkenin “ doğal vatandaşları” sayılırlar. Dünyaya gelmek kendi seçimimiz olmadığından,  herhangi bir ülkeyi vatanlaştıran ulusun içine doğmakla bu seçimsizliğimizin karşılığı olarak içine doğduğumuz milletçe korunuruz.

 

Buradaki temel ve fakat bir o kadar ihmal edilen sorun şudur ki bir vatanda doğmuş olmak ancak ve yalnız içinde doğulan vatanı korumak, kollamak ve sevmek şartlarına bağlı kalındığı sürece vatandaşlık için bir  geçici gerekçedir. Yaşam hakkını içinde elde ettiğimiz, yaşam hakkımızın doğuştan korunduğu ve diğer temel haklarımızı da  içinde kendiliğinden elde edebildiğimiz vatan, ancak milletin diğer fertlerinin ortak değer yargılarıyla korunduğu içindir ki vatanı var eden milleti reddetmek, vatanı korumaktan vazgeçmek ya da vatanı  kuran milletin savaş mücadelesinde onu yalnız bırakmak gibi bir hakkımız yoktur.

 

Bundan dolayıdır ki kanunen yazılmamış bile olsa  içinde doğduğumuz anda  temel haklarımızın, ulus egemenliğinin organlarınca teminat altına alındığı vatanın birliği, bütünlüğü ve devamı konularında  “aykırı” düşünmek gibi bir hakkımız olamaz. Bu konulardaki her türlü aykırılık bu yüzden doğrudan doğruya “ vatan hainliği” olarak görülür.

 

Dolayısıyla her biri birer menfaat olan hiçbir hak, ister doğal ister kazanılmış olsun, vatanın mileltiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine kullanılamaz.

 

Bugün Türkiye’deki durum ise doğrudan vatana ihanet sayılması gereken eylemleri yargılayacak kanuni kodlardan mahrum olmamız, vatana ihanetin “bedelsiz” kılınmış olmasıdır.

 

Vatandaşlık kanunumuz  mevcut belirsizlikleri için yetersiz kaldığı için de zamanla meydana gelen değişikliklere yeterli hızda ayak uyduramayan  yasama faaliyetlerimiz yüzünden, açık vatan hainliği eylemleri, kanunun boşluklarında barınarak ülkeyi zehirlemeye devam edebiliyor.

 

 

O halde ne yapılmalıdır?

 

1-     Hıyanet-i Vataniye Kanunu acilen yürürlüğe sokulmalıdır.

2-     Türkiye’nin açık ve tartışmasız Türk vatanı  olduğu kanunlaştırılmalıdır.

3-     Türk vatanında, vatanı oluşturan Türk Ulusu’nun egemenlik hakkının bölünmez ve tartışılmaz olduğu kanunlaştırılmalıdır

4-     Bu kanunla vatandaşlığın ancak ve yalnız Türk vatanına bağlılıkla mümkün olduğu kayıt ve şart altına alınmalıdır.

5-     Geniş ve doğal toplumsal kaynaşmayla  meydana gelmiş uluslaşmamıza karşı kendi ırksal kökenlerini Türk Ulusu’na bir egemenlik ortağı olarak  dayatmaya kalkanlara bir “vatandaşlık yemini” ettirilerek vatandaşlıklarının, Türk Ulusu’nun kanıyla elde edilmiş Türk Vatanında  Türk  Ulusu’nun sağladığı  haklar sayesinde  var olduğu  beyan ettirilmelidir.

6-     Buna uymayanlar derhal vatandaşlıktan çıkarılarak  sınır dışı   edilmeli ve mülklerine el konuşmalıdır.

“Vatandaşlık yemini” nasıl pek çok ülkede farklı ırklardan veya farkılı uluslardan gelenlere, vatanın ve hukukun tekliğini, egemen ulusun  gücüyle   kabul ettirmek için uygulanıyorsa bizde de aynı şekilde kullanılmalıdır. Böylece hiç kimse Türk vatanında doğmanın, kayıtsız şartsız ve bedelsiz bir hak olduğunu düşünemeyecektir.

 

Günden güne etnik terör, nüfus terörü ve fiili şeritçılıkla işgal edilen Türk vatanında, bu yüzden artık yazılı kanun metinlerinin ötesinde farklı, etkin ve ulusal bir vatandaşlık felsefesi geliştirmemiz  elzem olmuştur.

 

Sözlerimizi bugün kendisini rahmet ve minnetle andığımız Yüce Atamız ATATÜK’ün sözüyle bitirelim:

“ NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”

3 Kasım 2021 Çarşamba

Yazar Dediğin Ne Yapar?

 

 


İnsan  ha deyince konuşamıyor. Her zaman bir video çekmek de mümkün olmuyor.

 

Tamam da yazmayınca ne oluyor? Belki de şimdi “Yazınca ne oluyor?” diye sormak lâzım. Çetin Altan, “Bir adamın yazar olup olamayacağını anlamak için onu bir odaya  iki saat kapatıp ne yazdığına bakmak lazım.” gibi bir şey demiş. Haklı mı? Bence haklı.

 

Yemek arası tatlı mahiyetinde yazmakla hayatını yazıya vakfetmek arasında  dağlar kadar fark var.

 

Yazar, hayatını yazıya vakfeden insandır.

 

Yazar yazmadan yaşayamayan insandır.

 

Yazar, işin sonunda bir ekmek elde edemese de yazıyı vicdanî bir borç sayan insandır.

 

Yazar, başkalarına geçici, buharlaşan hayaller gibi görünen evleri, kasabaları, şehirleri, ülkeleri sözcükleriyle kuran, ebedileştiren insandır.

 

Yazar, başkalarının himmetine, kayırmasına ihtiyaç duymadan  üreten insandır.

 

“Yazar” etiketi almakla tatmin olup olmadığını kendine soramayan insan, yazar olamaz.