23 Aralık 2020 Çarşamba

Senin Niyetin Niyet Değil Birader!

 Akla hayale gelmedik saçmalıklar, akla hayale gelmedik makamlarda yer bulabiliyor. 

O zaman insan "Neden mükemmel olmalıyım ki?" diye kendi kendine soruyor?

Sahi, mükemmel olmalı mıyız? Ya mükemmel olamazsak? O zaman yok mu olmalıyız?

Felsefe istemiyorsun, biliyorum. Felsefe sana saçmalık gibi geliyor, değil mi? Ama öbür yandan...

Bir araba alırken  verdiğin paraya değip değmediğine de bakıyorsun, değil mi?

O halde... Aklın sadece araba, domates, peynir ve kırtasiye alırken kullanacağın basit bir mukayese aracından mı ibaret?

Bunlar senin ne işine yarıyor? Yani buraya yazdıklarım...

Sen ne "almak" istiyorsun? 

Ama daha da önemlisi almak istediklerini nasıl almak istiyorsun?

Ben sana söyleyeyim. Sen bedava yaşamak istiyorsun.

Hatta öyle bedava yaşamak istiyorsun ki nefret ettiklerinin, elde ettiklerinin yanında yok olmasını da  istiyorsun.

Ve sana bir sır vereyim: Ne kadar ilkelsen  o kadar yozsun.

Ve ne kadar yozsan, yok oluştan, yok etmekten daha fazla zevk alıyorsun.

Kürdistan falan kurmak istemiyorsun örneğin. Sadece Türk yok olsun istiyorsun.

Şeriat gelsin de istemiyorsun, örneğin... Sadece kravatlarıyla akıllarıyla görgüleriyle ve ulusal kimlikleriyle alabildiğine sömüreceğin ve yok edebileceğin Türklere tasallut etmek istiyorsun.

İş gene döndü dolaştı Türklüğe geldi değil mi?

O halde yoz kardeşim...

Gece ve gündüz hiç durmadan Türk nefreti kusmağa devam ettiğini de unutma e mi? Senin uyumadığın yerde bize de uyku haram.

Düşünüyorsam, mantığı kullanıyorsam... Bana dilimi, sevgiyi ve vatanımı veren insanlara faydalı olmayı gözetiyorum. Ya sen yozlaşmış kardeşim... Ya sen neyi gözetiyorsun?

16 Aralık 2020 Çarşamba

Felsefe Dışı Metinler 5: Sebepsiz Kaygılar 2: Sebepsiz mi? Hadi Oradan!

 Alt başlıklı devam filmi gibi oldu ama ne yapayım ki öyle...

Kaygı
Bir yandan kişisel diğer yandan genel bir şey yapmak nasıl saçma sapan bir iş. Blog yazmak böyle bir şey.

Bir zamanlar ne modaydı ama.

Okuma yazma bilip de bir blogda alabildiğine absürt alabildiğine kökten Türk dışı, alabildiğine Türk düşmanı, alabildiğine hümanist şeyler yazarak " Bakın ne kadar da insanım! O kadar insanım ki sıçmıyorum bile!"  dercesine ülkeden, ulustan falan olabildiğince uzak olduğunu, bir taraflarını yırtarcasına kanıtlamağa çalışan bir sürü insan durmadan blog yazıyordu.

Kaygılarım sebepsiz gibi görünüyor ama yarın ne halt edeceğimizin cidden hiç bir garantisi yok. 

Yani yarın, yargılarına, aklına falan güvendiğimiz ve ulusumuz diyerek sevdiğimiz  koskoca insan yığının, "Hadi şu kahrolası Türklüğü reddedip de Kürdistan'ı, Lazistan'ı, Çerkezistan'ı kuralım! Kurarken de bir iki Türk öldürüp Anayasayı yırtıp atalım!"  diye coşmaması için hiç bir sebep yok.

Adı "Türkiye" olan bu ülkenin meclisinde bebek katili bir vatan haininin  soyadını taşımakla gurur duyduğunu söyleyen adamlar hepimizin hayatı adına karar verebiliyorsa...

Belki benim kaygılarımın  bir sebebi vardır?

Beki sağlıklı olduğumuzu düşünüyorsak  hepimizin birazcık kaygılanması fena olmazdı ha?


9 Aralık 2020 Çarşamba

Felsefe Dışı Metinler 4: Sebepsiz Kaygılar

 Sebepsiz mi?

Emin değilim.

Cemal TEMİZÖZ'ün kitabını okudukça ihanetle nasıl da iç içe yaşadığımızı görüp yer yer dehşete kapılıyorum. Okumak mecburiyetinde miyim? Okumasam daha huzurlu olabilir miyim?

Muhtemelen evet.

Öbür yandan Henry JAMES okuyorum. Bakalım nereye varacak?

Hiç bir şey hakkında düşünmeden yaşamak mümkün mü? Muhtemelen mümkün. Öyle yaşayabilen bunca insan olduğunu düşünürsek...

"Sebepsiz kaygı" deniyor  ama sanırım kaygı zaten sebepsiz olduğu için böyle adlandırılıyor.

Doktorayı tamamlayabilecek miyim?

Kitaplar yayınlanacak mı?

Borçlar bitecek mi?

Ne tuhaf... Bir günlüğü sanal ortamda tutmak ne de tuhaf...

Tamam da düşünceler sürekli cevapsız kalırken...

Bu bir tür dilencilik mi acaba?

Belki de... 

Kim bilir?

7 Aralık 2020 Pazartesi

Felsefe Dışı Metinler 3: "Sahi Kime Ne?"

 

Bir  kitap tanıttım.

L. Ron HUbbard’ın “Korku” adlı romanını tanıttım. Bana biraz üstünkörü yazılmış gibi geldi.

Yılın ilk karı geceleyin yağmış. Kış  nihayet geldi.

Ne zamandır hikâye yazmıyorum. Aslında yazılmış hikâyeleri temize de geçmiyorum.  Zaten yazmanın ya da düşünmenin ne faydası var onu da bilmiyorum.

Türk vatanın adım adım bölündüğüne şahit olurken bunun dışına neyle ilgilenebileceğimi de bilmiyorum.

Cemal Temizöz’ün “ Siyasallaşan PKK Terörü’nü” okuyorum. İnsanların bir ruh hastalığını paylaşmak için  nasıl yarıştığını görüyorum.

Basit Felsefeler 1

 

Cevap alabilmek  için ne yapmak lazım? Belki en iyisi, hiç cevaplandırılmamaktır.

Belki de cevaplar beraberlerinde yıkıcı tayfunlar da getirirler, kim bilir?

Belki cevapsızlık iyi bir  şeydir ve her şeyi oluruna bırakmak en iyisidir.

14 Kasım 2020 Cumartesi

Felsefedışı Metinler 2

 

Stoacılar elimizde olmayan şeyler için üzülmememiz gerektiğini söylüyorlar.

 

O halde sonuçları elimizde olmayan bir  hayatı neden yaşıyoruz? Neden çalışıyoruz?

 

Hayat, ektiğin ekinin her yıl ölüp gitmesinden başka bir hal almıyorsa ve dünya sana hiçbir cevap vermiyorsa  sözlerin ve emeğin, iyi olmasını beklediklerinin  ısrarlı bir cevapsızlığı dışında bir karşılık bulmuyorsa, yaşıyor musun?

Felsefedışı Metinler1

 

Bazen insan kendisini çaresiz ve çözümsüz hisseder.

 

Ama daha kötüsü cevapsız hisseder.

 

Yalnızlık budur.

20 Eylül 2020 Pazar

Kimin Sorunu?

 


Sürekli bir sorunla karşılaşıyoruz canım ülkemde. Kürt sorunundan tutun da Ermeni sorununa kadar ne çok sorunumuz var, değil mi?

 

Tamam da bu ne demek? Meselâ sürekli söylenen “Kürt sorunu” ne demek? Sorun, “Kürt” diye ayrı bri mileltin bu topraklarda egemenlik hakkının olduğunu kabul etmemiz talebinden ibaret. Yani… Kürtleri yrı bir millet sayıp da “ Aha burası Kürdistan, topraklarınızı işgal ettiğimiz için özür dileriz. Şu kadar tazminat bu kadar bilmeme ne alın da ne olur, bizi affedin.” Dersek hallolacağı düşünülen bir sorun.

 

Ya da meselâ “Ermeni sorunu”. Ne bu Ermeni sorunu? O da şöyle: Ermenilerin bu toprakların asli unsurları olduğunu, bizim onlara soykırım yaptığımızı, haklarını gasp ettiğimizi, canları istediği zaman topraklarımızın  istedikleri kadarını alabileceklerini, aslında  devletimizin soykırımcı, işgalci ve yağmacı bir devlet olduğunu kabul edip özür dileyip bir de tazminat ödeyerek tatlıya bağlayabileceğimizi bize dayatan meşhur sorun. Aslında aynısını Kürtlerin bir kısmı da talep ediyor.

 

Ya da meselâ Kıbrıs sorunu… O nasıl bir şey? O da Kıbrıs’ta Türkiye’nin hakkı olmadığını kabul edip Kıbrıs Türklerini Yunanistan’ın insafına terk edersek sorun kalmayacağını bize dayatan meşhur söylem.

 

Şimdi bazılarımız “Ama canım, Ermenilerden de özür dileyelim artık.” Ya da…” Canım Kürtlerin hakkını yemedik mi yani?” falan diyebilir ve zaten medyada bunlardan başka bir şey söylenmiyor.

 

Tamam da bize dayatılan sorunlar gerçekten var mı?

 

Yani bir ülkeyi kuran ulusun, hele bunu bir savaşla başarmışsa, neyi nasıl tanımlayacağını ona dayatabilecek uluslararası  yaptırım gücüne sahip bir adalet Tanrısı falan  var mı? Ya da ulusların egemenlik haklarının ötesinde bir Tanrısal ahlakla falan mı yönetiliyoruz? Şüphesiz hayır. Bazı uluslar egemenlikleriyle yetinmeyip de savaş çıkarıyorlar diye ulusal egemenlikler ortadan kalkmıyor ya da  onların kategorik kötülüklerinden falan bahsedilmiyor.

 

Peki o halde egemenlik ne anlama geliyor? Egemenlik, “belirleyicilik veya tanımlayıcılık yetkisi” anlamına geliyor. Bu ne demek? Bu, bir ülkeyi kuran, kurucu ulusun, kuruluş ilkelerini, kurucu özneyi, kuruluş coğrafyasını tanımlama yetkisi anlamına geliyor. Yani? Bir ulus, kan dökerek elde ettiği topraklarda, kimin nasıl davranacağını, kimin kimi nasıl yargılayacağını, kimin vergi  toplayacağını daha da önemlisi, toprağın sahibinin kim olduğunu, hiç kimseye sormaksızın, hiç kimseye danışmaksızın, hiç kimsenin zorlamasına uğramaksızın belirleyebiliyorsa o ulusa “egemen ulus” deniyor. Demek ki bağımsızlık aslında  egemenliğin çocuğu.

 

Bu durumda şunu sormamız gerekiyor: “ Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ulus “Türk” olarak tanımlanmış mıdır?” Evet! Peki bu  tanımı yapan kurucu iradenin, kurucu öznenin egemenliğinin meşruiyetini sorgulamak hakkının  meşruiyetinin ve geçerliliğinin herhangi bir  kişi veya örgütçe sorgulanması  hakkı ve yetkisi var mıdır? Hayır, yoktur. Böyle bir işe kalkışan herks doğrudan doğruya Türk Milleti’nin düşmanı haline gelir.

 

Neden? Çünkü ülkeler laboratuar şartlarında  kendiliğinden yürüyen kimyasal tepkimelerin sonucunda ortaya çıkmazlar. Onlar “yaratılmalıdır”! ve hiçbir insani yaratım doğanın kendi içinde yürüyen kanunlarıyla meydana getirilemez.

 

Dolayısıyla egemen ulusun tanımlama yetkisi, o ulusun neyi sorun kabul edip neyi sorun kabul etmediği  sorununu da içinde taşır.

 

Dolayısıyla bu gün “Türk’e karşı Kürt egemenliğini zorla veya siyasal müzakere ile dayatmak ve kabul ettirmek” olarak  tanımlanabilecek Kürt sorunu denen sorun, öncelikle ahlak  dışı bir siyasal çarpıtmadır. Bu ülkede Türk egemenliği altında yaşayan hiçbir ulusaltı topluluğun, ulusa denk bir egemenlik hakkı iddia etmesi mümkün değildir. Egemenlik yalnızca ulusun bir parçası olan bireyler için vardır.

 

Dolayısıyla da bu gün Türk Milleti’ne “sorun” adıyla dayatılan durumlar, aslında onun egemenlik hakkını ortadan kaldırmak arzusunun bir ifadesidir.

 

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt kökenli vatandaşlar, diğer Ortadoğu ülkelerindeki gibi “toplumsan uzlaşmaz bir kültürel farkla ayrılan bir etnik azınlık” olarak tanımlanmamış, aksine Türk Milleti’nin ayrılmaz parçası olarak görülmüşlerdir. Dolayısıyla biz Türkler için herhangi bir “Kürt sorunu” yoktur. Aynı şey Ermeniler için de geçerlidir. Biz topraklarını Ermenilerin açık düşmanlık ve ihanetlerine rağmen ve savaşarak edindiğimiz için Ermenilerle herhangi bir sorunumuz, Ermenilere herhangi bir borcumuz yoktur.

 

Kıbrıs sorunu denen şey de KKTC’nin kuruluşuyla bizim için çözülmüştür.

 

Neden? Çünkü hiçbir egemen ulus “başka bir ulus veya topluluk  için geçerli olanlar” takımını benimsemez. Çünkü bunu  bir egemenlik hakkı olarak görür ve bu hakkın tartışılmasına asla izin vermez.

 

Demek ki  kendilerini nereye koyacaklarını bilemeyen kimliksiz ve vatansız  bir kısım medya mensuplarının sürekli tekrarlamalarıyla gerçek oldukları sanılan “sorunlar” aslında ancak tehditlere veya şantajlara oyun eğmemiz için bizi ikna etmeye çalışan düşmanların uydurdukları şeylerdir.

 

Örneğin İngilizler başkalarının onlara herhangi bir “sorun dağarcığı” dayatmasına izin vermediklerinde bu durum nasıl normal karşılanıyorsa Türk Milleti de  kendi egemenlik hakkından doğan eylemlerinin “herhangi bir sorun tartışmasına” feda edilmesine razı olmayacaktır.

 

Dolayısıyla Türkiye’de Türk olmayan herhangi birinin “sorunu”  Türk Milleti’ni asla bağlamaz.

 

 

 

13 Eylül 2020 Pazar

Türkiye'de Yayıncılık Üzerine



Her gün daha az kitap mı basılıyor, bana mı öyle geliyor? Yayın maliyetleri her gün sanırım daha da artıyor. İş sadece kitap basmakla da bitmiyor. Kitabı dağıtmak,  basmaktan daha pahalı bir iş. Kitaptan elde edilecek gelirin yarısını dağıtımcıya vermezseniz, kitabınız basılmış bir kâğıt tomarı halinde öylece kalıyor.

Tabii piyasa buna da bir çözüm buluyor. “Kendi kitabının masrafını üstlenen yazar” yayıncılığı son on yıldır aldı başını gidiyor. Kısa yoldan “yazar” olmak isteyenler için bu çözüm pek makul görünüyor. Çünkü yayınevi kitabın dağıtımını da üstleniyor.

Ben bu yayıncılık türüne Umberto Eco’nun “ Foucault Sarkacı” adlı romanında rastlamıştım. Yayıncı kitabın basım masraflarını yazardan aldıktan  ve ona  telifi bir miktar kitapla ödedikten sonra kalan kitapların büyük kısmını geri  dönüşüme yolluyordu. Maliyetini   bir başkasının sütlendiği hiçbir  şeyin değeri yoktur. Dolayısıyla kendisine bedavaya gelen ve üstelik kâr da bırakan bir  kitabın okuyucuyla buluşup buluşmaması, edebî bir şaheser olup olmaması yayıncıyı zerre kadar ilgilendirmiyordu.

Türkiye’de de yayıncılık anlayabildiğim kadarıyla böyle yürüyor. Belki  birkaç büyük yayınevi, eserleri ciddiyetle inceliyor ve  belli bir yayın politikasını izliyor ama  onların dışında kalan küçük yayınevlerinin hiçbir şansı yok. Yayınevlerinin bazıları akademik çevrelere yakın olduklarından, öğrenci talebini göz önüne alarak akademisyenlerin kitaplarını komik teliflerle basıp para kazanıyor. Telif karşılığında fatura fiyatının belli bir oranında sayıda kitap alan hoca kitap sahibi olduğu ve bu da doçentliğinde işe yarayacağı için mutlu olurken yayıncı da  kolay bir öğrenci talebi kaynağı bulduğu için mutlu oluyor.

Bir seferde yüz bin basılan pek nadir kitap, sözgelimi “market raflarında”, temizlik ürünlerinin ya da mangal kömürünün ya da kırtasiye malzemelerinin hemen yanında “ sezonluk ürün” olarak yerini buluyor. Kaldı ki bir seferde yüz bin basılan kitapların da pek azından ciddi bir edebî tatmin beklemek mümkün olabiliyor. Kitapların markette satılmasına karşı mıyım? Hayır,  buna  karşı değilim. Aksine mümkünde kitaplar mahalle bakkallarında da satılsın ki mahalle bakkallarının yerini alan yeni nesil zincir marketlerde da artık kitap bulmak mümkün.

Bir yandan bazı kitapların hamamböceği gibi ürediğini görüyoruz, diğer yandan  “ciddi kitaplar” bulmakta zorlanıyoruz.

Burada imparator hazretleri İbrahim Tatlıses’in arabesk müzikle ilgili olarak  “ Halk istiyor ki yapıyoruz…” savunması aklıma geliyor. İşin garibi şu: Markette çok satılacağı düşünülen kitaplardan iç birinin henüz kasa sırasında önümde olan herhangi bir müşterinin sepetinde görmedim.

Halk ne istiyor, hiç bilmiyorum.   Hayır hayır! Aslında halkın ne istediğini biliyorum. Vaaz, türban, imam hatip lisesi, kömür. Sait Faik’i kim ne yapsın?

7 Eylül 2020 Pazartesi

Amerika’yı Kaç Kez Keşfetmeliyiz?



Youtube diller seçeneğinde “İngilizce ( Amerika Birleşik Devletleri) diye bir seçenek var. Yıllardır “Türk” dememek için Türk yerine durmadan “Türkiye” denmesinin bir başka örneği gibi geldi…

Kardeşim! İngilizce, “İngiliz İngilizcesi”, “Amerikan İngilizcesi” diye ayrılır. Kültürleri oluşturanlar “toplumlardır”. Ülkelere ismini evrenlerde uluslardır. Dolayısıyla bir kültürel unsuru ülke adıyla anmak saçmadır. Kültürler onları oluşturan toplumların adıyla anılır!  ABD’de pek çok etnik topluluk mevcutsa da ülkenin kurucusu Anglo-sakson toplumun egemen kültürü, ülkenin  belirleyici-egemen kültürüdür. Bu yüzden içinde sayısız etnik yapı barındıran ABD’nin kültürü “Amerikan kültürüdür”.  “Amerikan” kabaca Amerika kıtasında yerleşik toplumları anlatmalıdır. Oysa ABD’nin kurucu Anglo-sakson toplumu John Locke’a dayalı bir anayasa, İngilizce’ye dayalı bir kültür ve İngiliz özgürlük anlayışına dayalı bir yaşam tarzını kurdukları ülkenin temeli yapmışlar. Ve bunu da hiç kimseye danışmadan, hiçbir etnik topluluğun rızasını “demokratik yollardan” almadan yapmışlar. Bu yanlış mı? Bunun doğruluğu veya yanlışlığı tartışılamaz çünkü bu “egemenlik” olgusunun yegâne var oluş şeklidir.

Dolayısıyla ABD, pek çok kültürün özgürce yaşandığı fakat bu özgürlüklerin de ancak ve yalnız kurucu WASP yaşam tarzının egemenliğine saygıyla var olabildiği bir ULUSAL DEVLETTİR.

Kültürden bağımsız bir sosyoloji, siyaset ve hukuk mümkün değildir ki bütün bunlar da kültürün sahibi ve oluşturucusu ULUSUN adıyla anılırlar: “Alman siyaseti”, “Fransız kültürü”, “İngiliz sosyolojisi”, “Rus ekonomisi” gibi…

Yani? Yanisi, biz Türküz! Ülkemizi kurarken kendi dilimize ve yaşam tarzımıza göre bir egemenlik  oluşturduk ve bunu da tartışılmaz kıldık. Bu duruma “Bağımsızlık” denir.

Türk olduğumuzu ve ülkemize kendi ismimizi verdiğimizi fark edebilmemiz için Amerika’yı daha kaç kez keşfetmeliyiz?

Bilmem anlatabiliyor muyum?

4 Eylül 2020 Cuma

Batman Neye Benzer? Hangisi Haklı?


Cumhuriyet Gazetesi’nin bir yazarı,  Batman’da meydana gelen bir tecavüz olayı ile ilgili bir şeyler yazmış, kızılca kıyamet kopmuş.

Vay efendim, bu yazar oryentalistmiş de bilmem neymiş… Bölgeyi bilmiyormuş, bölgeye gelseymiş de oradaki kadınlarla konuşsaymış, falan filan…

Yazar da “suçlayıcı” bir özür yayınlamış.

Cumhuriyet  Gazetesi’nin hali hazırda Türk ulusal devletine, Türk Ulusu’na nasıl baktığına şöyle bir baktığımızda, yazarı dava eden Kürtçü siyasetçilerden hiç de farklı olmadığını rahatlıkla görebiliyoruz.

Cumhuriyet Gazetesi acaba Türkiye’nin Türklere ait olduğuna inanıyor mu? Hayır!

Cumhuriyet Gazetesi “ Ne mutlu Türküm diyene!” diyebiliyor mu? Hayır!

Cumhuriyet Gazetesi Türkiye’de Türk Ulusa egemenliğini içine sindirebiliyor mu? Hayır!

Peki Cumhuriyet Gazetesi bütün bunlara “Türk” gözüyle bakmadığı zaman ancak Türk düşmanlığı etmiş olacağını biliyor mu? Şüphesiz evet!

O halde olan ne? Olan şu: Türk düşmanlığında buluşmakla “insan olacağını” sananlar, birbirlerine nasıl bakmaları gerektiğini bilemedikleri için tökezlediler.  Çok merak ediyorum, Kürtçüler, “metropollerdeki” Marksistlerin ve liberallerin Kürt’e nasıl baktıklarını bugüne kadar anlayamamışlar mıydı? Elbette anlamışlardı.  Fakat  şehit edilen her Mehmetçik’in, her öğretmenin  aralarındaki doku uyuşmazlığını örtebileceğini sanmışlardı.

Batman, Kürt Hizbullah’ı ile PKK’nın zamanında çatıştığı,  etnik ırkçı  Kürtçü bölücülüğün Diyarbakır’dan bile yoğun yaşandığı, Türk oldukları bilinen insanların gitmeden önce yakınlarıyla helâlleştikleri etnik ırkçı Kürt terörünün odak noktalarından biri. Biri şunu söyleyebilir: “ Batman’ı böyle anlatmanız, Batman’ı karalamak olmuyor mu?” Ben de şunu sormak  isterim: “ Batman’da Türk olmakla Bodrum’da Kürt olmak arasında ciddi bir emniyet ve konfor farkı var mı yok mu?” Ve sonra şunu sormak isterdim: “ Bir yerin karakteristiğini, o yerin sakinlerinin davranışları belirlemez mi?” Şu an için Batman PKK sempatizanlarının şekillendirdiği ve görünmesini istediği gibi görünmektedir.

Yeri geldiğinde “Falanca, Batman’a giremez!” falan diyenlerin, Batman’ın etnik ırkçı Kürt terörünün odaklarından biri olduğu söylendiğinde, bundan rahatsız olması hadsizliktir, iki yüzlülüktür, yalancılıktır.

 Ayrıca Cumhuriyet yazarını ihbar eden Batmanlılara şunları sormak isterim: “ Kızlarınızın dağa çıkmasından rahatsızlık duyuyor musunuz? Kızlarınızı dağa  çıkaran PKK’ya karşı  içinizden herhangi bir örgütlü tepki gösterdiniz mi; bırakalım örgütlü tepkiyi tek bir Batmanlı, PKK’yı etnik ırkçı, bölücü, düşman bir terör örgütü olarak tanımladı mı?” Ya da… “ Kızlarınızın başlık parasıyla satılmadığını  söyleyebilir misiniz?”

Batman Türk vatanının ayrılmaz bir parçasıdır. Batman, devleti kötü kullanan siyasilerin aymazlığından dolayı geçici bir süre  onu işgal edebilmiş PKKlıların etnik ırkçı terörizmiyle karakterize edilemez. Batman’dan  Cumhuriyet yazarını ihbar edenler bilmelidirler ki dava ettikleri yazar Batman’ı ne kadar az tanıyorsa, PKK’nın geçici gücüyle orayı işgal eden bölücü odaklar da Batman’ı temsil edemez!

İki yabancı, iki düşman birbirine düştü diye bu düşmanlardan birinin haklılığını falan tartışacak değiliz.

Türkiye Türklerindir.


Sivas Kongresi'nin yıl dönümü kutlu olsun!

3 Eylül 2020 Perşembe

Zaman Çayının Semizotları

 


Dün eski bir arkadaşım aradı. Uzun zamandır konuşmamıştık. Tuhaf bir biçimde beni özlediği için aradığını öğrendim.  Oysa arkadaşlarım beni pek özleyip de aramazlar.  “ Sen arıyor musun da aranmayı bekliyorsun?” diye soracak ilk müşterimizi kocaman kucaklayacağım.

 

Ne yalan söyleyeyim, ben arkadaşlarımın yanında kendimi pek başarısız bulurum. Dolayısıyla onları aramayı vakitlerini çalmak gibi görürüm.

 

Onlara bakınca… Sahi ben zamanımı nasıl geçirmişim diye  epey hayıflanırım.

 

Başarılı insanların çevresinde farklı bir arkadaş halesi oluşur. Bu, aynı şeyleri yaşamış insanlar arasındaki sağlam bir duygudaşlıkla beslenir. Başarısızlığın, özenilecek bir yanı yoktur ve zaten pek bol bulunur. Bu, bir şaraplık üzüm yetiştiricisinin ebegümecine ilgi duymaması gibidir. Ebegümeci davetsiz bir misafirdir.

 

Hayatın içinde böyle gelip geçeriz. Başarılı olanlarımız kendi çalışkanlıklarının ve zekâlarının ışıltısıyla hayran olunası bir fener alayı gibi yaşarken başarısızlarımız, üzüntülerin yağmurunda ıslanır, komplekslerin ağırlığı altında ezilir, pişmanlıklarının rüzgârıyla oradan oraya savrulur.

 

Evet… Zaman hepimiz için aynı akmaz.

 

Bazılarımızı semizotlarının aylaklık yataklarına sürükler. Daha doğrusu bizi sürüklenmek istediğimiz yerlere bırakıverir.

 

 


19 Ağustos 2020 Çarşamba

Blogu İcat Eden Zekânın Podcast Bönlüğü

Lütfen  tabirimi mazur görün ama bugünkü bilgimin onda biriyle on dakika bir blog açabilmişken bir ses dosyasını yayınlayabilmek için gerekenleri gördüğümde  ümitsizliğe ve karamsarlığa kapıldım.

Blog açmak için bir e-posta hesabı yetiyordu. Gerçi insanların artık okuyan primatlardan dinleyen primatlara doğru evrildiği düşünülürse  blog yazmak tam bir enayilik veya bunaklık gibi görünüyor.
Ve fakat... Altı üstü kaydedilmiş bir ses dosyasının   evrene salınmasından ibaret olan podcast yayınında yapılması gerekenleri bir yere kadar öğrenip de " Şimdi yayınınızın RSS feedinin bağlantısını kopyalayıp yapıştırın" gibi bir yere toslayınca "Allah podcastinizin de sizin de belânızı versin!" diye isyan edesim gelmedi değil.

Podcast  yayıncılığı bu kadar zor olmamalı diye düşünüyorum. Benim aklımdaki podcast yayını, herhangi bir ses kaydedici  programdaki dosyayı tek tuşla youtube gibi herhangi bir platformda kolayca paylaşabilmek gibi bir şey. Podcast yayıncılığının neden bu kadar zor ve dolaşık olması gerektiğini gerçekten anlamıyorum. 

Ayrıca teknolojik terimler çöplüğünde boğuluyorum.  "Yayınınızın RSS feedini gelin gözüme sokun!"  gibi sözde bilgilerden de açıkça midem bulanıyor.

Allah'tan elimin altında hâlâ blog var. Bir de ses dosyalarını Youtube'de  kolayca yayınlamak imkânı olmasa podcast yayıncılığı aslında beş para etmez bir vakit kaybı gibi görünüyor.. Evet karamsarım, evet tembelim evet teknoloji özürlüyüm.

Sorun şu: "RSS feedinin" sözde anlamını yazıp da " Bak seni bilgilendirdim işte!" diye üst perdeden konuşan abilerle bu  zıkkımları kullanıp da adamakıllı hiç bir içerik üretmeyen abiler de bana "boş yapıyormuş" gibi geliyor.

Olay bu. Ya podcast yayınını daha tüketici dostu bir hale getirin ya da  ben ağlamaya devam edeceğim. Başka soru?

2 Ağustos 2020 Pazar

Türkçülük Anormal Mi?

Türk Dünyasının Büyük Devlet Adamı: Ebulfez Elçibey

Daha dün gece liseden bir arkadaşımla lise sosyal medya gurubundan kovulmam konusunda konuşurken arkadaşım, siyasi bir konudaki aşırılığımın bir “tepkiyi”  tetiklediğinden bahsetti.

Siyaset özellikle bizim gibi geri  kalmış toplumlarda çok ciddi bir  toplumsal ayrışma sebebi.

Sorun şuydu: Benim PKK hakkında söylediklerim,  bir başka   dönem arkadaşıma “ters” gelmiş ve onda benim görüşüme simetrik bir tepki oluşturmuştu.

Peki ama  Türkiye’de PKK, siyasi meşruiyete sahip, insan haklarını koruyan,  ülke ve ulus çıkarlarına hizmet eden, arzulanır ve makbul bir örgüt müydü de benim PKK hakkında söylediklerim solcu dönem arkadaşımda  “anlaşılabilir” bir tepki doğurmuştu?

O arkadaşım herhangi bir paylaşım yapmasa da  hâlâ  grubumuzda ama ben kovuldum. Yani? PKK’yı savunmayı normal bir hak ve meşru bir tepki olarak gören  arkadaşım  fiilen “egemen”. Onun PKK’yı savunması  grup üyelerinde hiçbir nefret hissi uyandırmazken benim PKK’yı aşağılamam “aşırılık”, “ırkçılık”, “nefret suçu” gibi kabul edildi. Kısacası gruptaki taraflaşmada Türkçü olan ben azınlıkta ve  nefret edilesi anormal biri olarak görülürken bebek katillerini, etnik ırkçı bölücüleri bana savunan insan “normal” kabul edildi.

Peki ama “etik insan” neyi normal neyi anormal kabul etmelidir? İnsan yalnızca kabulleriyle tanınmaz, dışladıklarıyla ve hatta nefret nesneleriyle de tanınır.

(Kendi ordusundaki siyahi askerleri alabildiğine aşağılayan, kendi millî atleti siyahi Owens’ın başarısını resmen kabul etmeyen ABD, “Nazi ırkçılığına” karşı özgürlük mücadelesi verdiğini iddia edebiliyordu. Nazilerin ırkçılığından nefret etmek ona göre haklıydı ama Jessie Owens’ı görmezden gelmekte beis yoktu. Ya da kendi ülkesinde Rus Yahudilerini aşağılayan  Gürcü kökenli sosyalist Rus diktatör Stalin, kahramanca (!) Alman ırkçılığına karşı insanlığı savunuyordu…)

Kendimize sormamız gereken soru şu: Türkiye’de neden nefret ediyoruz? Ya da neden nefret etmeliyiz? Nefret etmemiz gereken şey, Türk adından ve egemenliğinden nefret eden, Türk askerini, öğretmenini, doktorunu vs öldürülmesi gereken birer düşman olarak kabul eden PKK Kürtçülüğü müdür yoksa “Ne mutlu Türküm diyene!” demeyi en mutlu bir iş sayan Türk milliyetçileri midir?

(Soru sana zor gelebilir onun için PKK’nın Atatürk’ten nefret ettiğini, onun kurucu kişiliğinden ve ilkelerinden nefret ettiğini, Türkçülerin de  onun kişiliğini ve ilkelerini sevdiğini söylesem belki daha kolay kavrarsın.)

Türkiye’de “etik insan”, Türk olduğunu reddetmeli, mümkünse Türklüğünü basit bir hayvan ırkı seviyesine indirmeli, Türklüğünden hiç bahsetmemeli ve hele Türklüğünü bir egemenlik kimliği olarak asla görmemeli ve dile getirmemeli.

Fransa’da Fransız olmanın ülkedeki “etnik azınlıklar” üzerindeki etkisi umursanmıyor. İngiltere’de  çocukların “etnik aidiyetleri”  ancak kendi evlerinde korumaları ve aksansız İngilizce konuşmaları öğretiliyor.  Almanya’da herhangi bir etnik grubun Alman Ulusu’nun siyasal egemenliğini tartışmaya açması dahi düşünülemiyor. Buna karşılık bu ülkelerde “aşırı sağ” denen milliyetçiler kınanıyor.

Türkiye’de “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünü telaffuz etmek Kürtlere soykırım uygulamak falan sayılıyor.

Aramızdaki fark şu: Gelişmiş ülkelerin kurucu bilinci, tıpkı bizde olduğu gibi milliyetçilik. Bu bilinç gerek bu ülkelerin bürokrasisinde gerekse toplumsal düzeninde zaten egemen olduğu için adeta “görünmez” oluyor. Bundan dolayı da bu ülkelerde “milliyetçilikten” bahsetmek bir tür aşırılık oluyor.  Sözde enternasyonalist bir sosyalist olan Bayan Mitterand, Enrico Macias’ın Arapça şarkı söylemesine “ Benim bulunduğum mecliste Fransızca’dan başka şarkı söylenemez!” diye izin vermezken “normal” kabul ediliyor ama Anayasa’mızın üçüncü  maddesi ırkçılık oluyor.

19 Mayıs bizim için şanlı bir mücadelenin yıldönümü olarak  coşkuyla kutlanırken anormal oluyor mesela… Buna karşılık aynı gün bir PKK destekçisi ve vatan hainleri kitlesinin önderi Selahattin Demirtaş tarafından “Pontus Soykırımı” olarak ilan edilirken bu alçaklık “normal” kabul edilebiliyor.

Diyarbakır’da Kürt olmayan biri hayatından endişe ederken meclisimizde adına milletvekili denen insanlar “  PKK ile toplumsal tabanımız aynı.” “ Biz sırtımızı YPG’ye, PYD’ye dayıyoruz!” diyebiliyor. Peki bu durum meselâ “insanî” mi, makbul mü ya da meşru mu?

 Modern, çağdaş, kabul edilebilir, arzu edilir hukuk devletlerinin istisnasız hepsinde, kurucu ulusun siyasi egemenliğinin, iradesinin ve kültürünün ortaksızlığı ve tartışılmazlığı “normal” kabul edilirken Türk’ün büyük atası Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün  üzerine titrediği Türk Ulusu’nun varlığı tartışmaya açılıyor, küçümseniyor ve bir nefret nesnesi haline getiriliyor. Neye göre?  

Katil Stalin’in “Ulusal Sorun” denen safsatasına göre… Nakşibendiliğin ya da başka sapkın grupların dinî metinlerine göre… Kürtçülerin bebek katili  liderine göre…

Başka sözüm yok sayın yargıç ama senin idrakinden emin değilim; sorun o…


1 Ağustos 2020 Cumartesi

Geri Ülkelerin Salak Hümanistleri



Bazı hümanist ve normalci abiler Türk adının ve egemenliğinin, insanlık dışı olduğunu düşünüyorlar.

Bu abiler Almanya’da Almanların, Fransa’da Fransızların egemenliğini tartışmayı düşünmüyorlar.

Geri zekâlılık bile sanırım medeni seviyeyle orantılı. Öğrenim ve zekâ düzeyi düşük ülkelerdeki hümanistler neden sonuç ilişkilerini gözetmekten uzak salaklar oldukları için olsa gerek ki ülkeyi kuran ulusu yok saymayı insanlığın gereği sanabiliyorlar.

Bir ülkede herkesin “ayrımsız” yaşayabilmesi için ayrımsızlığı sağlayacak bir kültürel kimlikte buluşması gerekir. Bu kültürel kimliği de ülkeyi kuran ulus temin eder. “ Temin etmenin” ne demek olduğunu anlayamayacak kadar salak hümanistlerle dolu bir memlekette yaşadığımız için yazının anlam kaybına uğradığını da düşünüyorum.

Neyse…

Bir ülkede “ayrımsızlık” yani “kanun önünde eşitlik”, kimliksizlikle sağlanmaz,  bir kimliğin bütünüyle egemen ve belirleyici olduğunun kabulüyle sağlanır ki  bu da ancak ulus devletlerinde mümkündür.

Deli Karikatürleri - YouTubePeki neden? Çünkü insanlar birbirlerini hayvanlar gibi popolarını koklayarak ya da suratlarının şeklinden tanımazlar. Medeniyet denen şeyi bu hayvani tanıma mekanizmalarını geriede bırakarak geliştirmişlerdir. Dolayısıyla kabile insanların birbirlerini tanıma mekanizmalarını sürdürerek medeniyeti yaşatabilmeleri mümkün değildir.

Örneğin Kürt feodalitesinin sözde değerleriyle ya da yalan biçimiyle  bir hukuk devleti kurmak ve onu yaşatmak mümkün değildir. Hukuk devletini yaşatabilecek düzeyde gelişmiş sosyolojik oluşum ve kimlikle Kürt, Ermeni, Sırp, Rum, Çerkez vs kimlikleri bağdaşamazlar. Bu kimlikler medeniyet, büyük kültür, temel haklar gibi modern hukuk devletlerinin yarattığı değerleri yaratabilecek olgunluğa erişememiş ve bundan sonra da asla erişemeyecek kimliklerdir.

Bu kimlikler ancak ırka ve kana dayalı bir aidiyet üretebilen kimliklerdir ki bu kimliklerin ulus yaşantısının oluşturduğu egemenliğe rakip veya ortak olabilmeleri mümkün değildir.

“Geri ülkeler”, nüfuslarının çoğunluğunun neden-sonuç ilişkilerini idrak edemediği ülkelerdir. Bunun sebebi, bu ülkelerde insanların, eğitimin ve öğretimin uzun vadeli yararlarını gözetemeyecek kadar düşük zekâ seviyesinde olmaları bu ve bu düşük zekâ düzeyini ısrarla sürdürmeleridir. Dolayısıyla “ulus”  gibi bir oluşumu idrak edemeyen geri ülke okumuşlarına ulus devletlerinin neden daha gelişmiş, arzu edilir birer hukuk devleti olduklarını  da anlatamazsınız.

Dolayısıyla geri bir ülkenin “hümanisti”, dünyada kimliksiz, aidiyetsiz, mensubiyetsiz, sorumsuz, yetkisiz, egemenliksiz, iradesiz “standart bir insan tipi” olduğuna, din gibi inanan bir salak tipolojisi sergiler.  Geri ülkenin hümanisti, gelişmiş ülkelere kaçıp hukuktan  ve çalışan nüfusun yarattığı refahtan alabildiğine yararlanmayı hayal ederken bu hukuk ve refah ortamını yaratan ulusun, değerlerinden, gururundan, tarihinden, ordusundan ve ekonomisinden habersiz  bir salaktır.

Dolayısıyla sırf adı “insandır”  diye herhangi bir topluluk veya kabile  üyesinin, kendisine “insan” değerini tanıyan ulus devletlerini yıkarak herhangi bir maymunsu şiddet egemenliğini, bunun yerine koyması düşünülemez. Kısacası… Ya ulus devletinde hukuk egemenliğini sürdürürüz ya da maymunsu tanışıklıklarımızın kıyametinde yok oluruz.





23 Temmuz 2020 Perşembe

Dinin Doğasına Dair 2


Religion & Humanity - THE BIOLOGICAL HUMAN
Tanrı'nın  dini yoktur. (Gandhi)

Bundan önceki yazıda, dinin varoluşuna dair bir şeyler düşündük. Yeterince düşünüp düşünmediğimizden emin değilim.

Dinler bütün insanlığa inmiş evrensel ve kapsayıcı öğretiler midir? Yoksa herhangi bir kültürün etkisiyle yaratılmış ideolojiler midir?

Bir önceki yazıda düşündüğümüz bir şeyi tekrarlamakta fayda olabilir.

Sınırsız bir varlıkla sınırlı bir varlığın temasında, sınırlı varlığın algıları, sınırsızlığı anlamasına yetebilir mi?  Eğer sınırlı varlığın algıları, sınırsızca açılırsa artık kendi varlığını idrak etmeye devam edebilir mi?

Ama daha önemli soru şu: Diyelim ki istisnai bir canlı Tanrı ile temas etti.  Tanrı ile temas etmemiş hemcinslerine bu teması aktarabilmesi mümkün müdür? Mümkün değildir.  Çünkü onun tecrübesini yaşamamış hiç kimsenin, onun “bildiklerini” bilmesi mümkün olmayacaktır.

Burada bir başka sorun şudur: Tanrı’nın varlığına dair  düşüncemiz, ancak ve yalnız onunla temas edebilmiş birilerinin var olduğu  söylendiği için mi gelişmiştir? Yani peygamberler olmasaydı, insanlar bir yaratıcı gücün var olabileceğini düşünemeyecekler miydi?

O halde sondan başlayalım: İbrahim’in meselinde anlatıldığı gibi insanoğlunun bir yaratıcı güce aklını kullanarak ulaşması, doğal bir çabadır. Çünkü insan anlam arayan tek canlıdır.

Buraya kadar  sorun yoktur. Sorun, anlam arayan insanın neden bu anlamı bulabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyduğundadır. Aslında insanın Tanrı düşüncesine ulaşabilmesi için bir aracıya da ihtiyacı yoktur. Neden buna ihtiyacı yoktur? Çünkü insan kendi sınırlılığı ölçüsünde, evrensel bir yaratıcının varlığını sezebilir de ondan. Cahil bir köylü için ekinlerine hayat veren Tanrı, yalnız ekinlerine  hayat vermez. Çiftçi ekinleriyle beraber  içinde yaşadığı hayat döngüsünün tamamının belli bir düzende sürmesini sağlayan büyük bir kurucu iradenin varlığını düşünebilir. Ama bundan ötesini düşünmeye pek yanaşmaz ve aslında bundan ötesini düşünmesi de gerekmez. Kaldı ki hayat döngüsünün yani varoluşunun devam ediyor olması,  çiftçinin tanrısının “merhametli” ve “ var edici” bir varlık olduğunu  düşünmek için yeterlidir.

Bir gün birisi gelip de “ Buğdaylarına can veren Tanrı cennetteki tahtında oturup  herkesi gözetiyor Emrinde şu kadar melek var.  Onun cennetinde şunlar şunlar var…” falan diyerek onu  anlayamadığı şeylere ikna etmeye çalışması, devlet müdahalesi gibi bir zorlama olmaksızın çiftçi için son derece saçma olurdu.

Neyse bugünlük bu kadar yeter.  Her şeyi birden düşünmek çok zor.



19 Temmuz 2020 Pazar

Dinin Doğasına Dair 1



Pin on Politics
Tanrı'nın dini yoktur. (Gandhi)
Dinle ilgili anlayamadığım birkaç şey var.

 Dinin iki iddiası var: Bunlardan biri  dinin Tanrı’nın emirlerinden ibaret olduğu. İkincisi de dinin, insanın mutluluğunun yegâne ve doğru kaynağı olduğu.

Dinin birinci iddiasındaki “emir”, aslında tamamen siyasi bir kavram. Neden siyasi bir kavram diye düşünüyorum. Haklısınız. Meselâ karbon atomunun Tanrı’nın emirlerine göre işlediği düşünülemez  mi?

Hayır… Yani hiç kimse kurmalı bir oyuncağa bir “emir” vermez. Kaldı ki kurmalı oyuncaklar yani iradesiz varlıklar kendi işleyişlerinin dışına çıkamazlar bir etkinleşme enerjisinden başka bir şeyle de harekete geçirilemezler. O halde meselâ güneşin varlığı ve işleyişi bir “emirden” ziyade  bir etkinleşme eşiğinin aşılmasından sonra meydana gelen hareketlenmeden ibarettir. Bu hareketin türü termonükleer bir reaksiyondur, o kadar.

(Başka bir yere daha yazıyorum. Oradaki yazılarım çok daha neşeli. Bu biraz tepkisel bir şey galiba. Ciddi yazılması gereken yerde inadına laubalilik edip de kendi mekânımda tozlu ve kuru şeyler yazmak. Şartlanma mıdır nedir?)

Tanrı var mı yok mu onu tartışmıyorum. Oraya girersek kıyamet kopar. “ Kopacaksa kopsun be!” diyenlerinizi duyar gibi  oluyorum. Mala davara yaramayan  aklımın, malınıza ve davarınıza yaramadığı gibi içimizdeki pek çok  mal-davar mantıklı adama da yaramadığının pekâlâ farkındayım.

Bu “mal-davar tabiatı”,  kendisini  önce teşbih/deyim noksanlığı ile belli ediyor. “Bir şeyi, kelimelerin sözlük anlamlarının ötesine taşımak medeniyeti”, ne yazık ki artık memleketimizde barınamadığı için kendileriyle ancak “var”, “yok”, “ gel”, “git”, ıh ıh!”, “hop!”   seslenişleriyle anlaşılabilen koskoca bir  kitleye “Abi bir dakika dur, dinle lütfen!” falan diyemezsiniz. Hele o kitle Tanrı’nın emirleriyle hareket ediyorsa önünde hiçbir şey duramaz.

Öncelikle aklıma gelen soru şu: “ Herhangi birimizin Tanrı’yla konuşması mümkün mü?” Hadi bunun mümkün olduğunu düşünelim ki varlığı kavranamaz derece karmaşık, büyük ve söz ötesi bir yaratıcının olası  sözcük hazinesini  ya da bilgilerini anlayabilmemiz mümkün olabilir mi? Diyelim ki içimizdeki herhangi bir seçilmiş bunu başardı,  bildiklerini bize aktarabilir miydi? Söz gelimi  Centurion Galaksisi’inde bildiğimiz bütün fizik düzenliliklerinden ötede var olan bir yıldızın içindeki reaksiyonlarda tüketilen bir elementi anlatacak. “ Bakın! Adı Velkanium olan bir element var. Aslında o  anladığımız gibi bir element değil. Bildiğimiz atomlardan oluşmuyor. Onun temel yapısı astrium!” falan diyebilir miydi?

Bana biraz eyyamcı gelse de  Mevlana Celâlettin Rumi’nin şu sözü doğrudur: “Karşınızdakine anlatabildiğiniz, onun anlayabildiği kadardır.”

Peki ama evrenin yaratıcısının sınırsız bilgisinin sınırlı algıya sahip herhangi bir varlık tarafından “anlaşılabilmesi” mümkün müdür?

Ama bunu da bir kenara bırakarak başka bir soruya doğru tırım tırım ilerliyorum: “ Tanrı neden bir dili diğerlerine tercih eder?”

“ Tanrı’nın işine  karışma!” diyecek abilerin ellerinden öpüp bu soruyu da es geçiyorum. Hadi Tanrı’nın işleri onu ilgilendirir ama “ dillerin sınırlılığı” sorununa gelince orada bütün olası kabadayılara bir “Höst!” derim yani…

Tanrı’nın dil tercihinin sebeplerini bilemeyiz ama seçtiği söylenen dillerin, dinlerin kaynakları olduğunu biliyoruz. Bunun da ötesinde, Tanrısal bilgiyi bize aktardığını iddia eden dillerin ait oldukları ulusların yaşantılarınca sınırlandırıldığını ve biçimlendirildiğini de biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Toplumların genel yaşam tarzlarına egemen olan değerlerin ve unsurların niteliğinden… Ne gibi?  Hayatları deve üzerine kurulu bir toplumun kelime haznesi buna göre dolar.

Soru şu: Yaşam tarzı kadını aşağılamak, kullanmak üzerine kurulu herhangi bir toplumun  dillinin kelime haznesinde meselâ adalete, mutluluğa, şefkate, merhamete dair kelimeler bulunma ihtimali ne kadardır?

Bana kalırsa daha önemli ve yakıcı soru şu: Tanrı  bütün insanlara mutluluğun yolunu göstermek için  deve çobanlığıyla ticaretle kölecilikle çok eşlilikle erkek egemenlikle karakterize edilebilecek bir toplumun kelime dağarcığını  mı seçmelidir?

Neyse… Bugünlük bu kadar yeter… Hepimizin çok daha önemli işleri var… Hayatınızı  günden güne  dinin emirlerine  göre kısıtlayan emirnameler boğazınızı  her gün biraz daha sıkarken kim böyle şeylerle uğraşır ki değil mi?




13 Temmuz 2020 Pazartesi

Neden Ambalajlı Süt?



Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri de  ben okuldan geldikten sonra yemeğimi yerken kapının çalması, sütçünün gelmesi ve annemin tencerelere doldurttuğu sütü kaynatmasıydı.  Niye derseniz, mis gibi tazecik sütü kaynadıktan sonra ılıtıp lıkır lıkır içmeyi çok severdim. Her ne kadar kaymağını ayırsam da o kaymak sonra birikir, kahvaltıda balla kavuşur, ekmeğime konardı.

Sonra aradan yıllar geçti. Ben büyüdüm. Haliyle biraz azalttım süt içmeyi. Ama yine de hiç vazgeçmedim süt sevgimden.
Eskisi gibi sütçü gelmiyor kapıya ama her yerde açıkta satılan süt görmeye başladım.  Neredeyse her köşe başında açık süt bidonları var. Her ne kadar kaynamış sütü bardağa koyup ılıttıktan sonra içmeyi özlesem de açıkçası ben açık süt almıyorum. Çünkü güvenemiyorum. Sizde de öyle mi?
Açık sütlerin nereden geldiğini tam bilmiyorum. Bunca virüs, bakteri, mikrop ortalıkta dolaşırken ben bu sütleri güvenip alamıyorum. Bu konuda biraz araştırma da yaptım. Açık süt hakkında öğrendiklerim bu konudaki şüphelerimi haklı çıkardı.


Öncelikle en şaşırdığım nokta şuydu; açık süt aldığımızda evde kaynatırken besin değerinde ve vitaminlerinde ciddi kayba neden oluyoruz. Zaten çocuklar ve yaşlılar sütü özellikle besin değeri için tüketiyor. Onu  da neden kaybedelim ki?  Ayrıca ambalajlı UHT ve pastörize sütler kontrollü bir şekilde ısıl işlemden geçtiği için besin değerini korurken, insan sağlığına zararlı mikrop ve bakterilerden arındırılıyor. Ama açık sütler denetlenmediği için bu sağlık riski hep var. Çok ürkütücü!

Bir de “ısıl işlem” kulağıma biraz garip gelmişti ki onu da araştırdım. Isıl işlem dediğimiz şey zaten tüm dünyada insan sağlığına zarar verme potansiyeli yüksek mikroorganizmaların sütten uzaklaştırılması amacıyla uygulanan bir teknolojik yöntem. Bu yöntem esnasında sütlere katkı maddesi de eklenmiyor. Ayrıca Isıl İşlem Görmüş İçme Sütleri Tebliği diye bir tebliğ var ve sütler bu tebliğe uygun olarak ısıl işlemden geçiriliyor. Tabii bir de işin teknolojik boyutu var. Isıl işlem olarak kullanılan pastörizasyon ve UHT teknolojileri, tüm dünyada kullanılan, sağlık otoriteleri tarafından da kabul edilmiş en ileri teknolojiler. Teknolojiye güvenmenin ve kendi faydamıza kullanmanın güzel bir örneği yani süt meselesi.

Ben bu nedenlerle ambalajlı sütleri tercih ediyorum anlayacağınız. Zaten açık süte en başında soru işaretiyle yaklaşırken, şimdi bu araştırmalarımla tamamen uzaklaştım, ambalajlı pastörize ve UHT sütlere güvendim. Eğer hala soru işaretleriniz varsa lütfen konuyu burada bırakmayın ve siz de biraz araştırın.
Bir boomads advertorial içeriğidir.