30 Ekim 2016 Pazar

Türkiye’de Geri Evrimin Yarattığı Cins: Homo simplex


 Uzaya giden ilk tür değiliz.

Bizden önce  en az bir köpek ve bir şempanze, bu onuru bizden aldı. Onlara basit komutlara uymaları “öğretildi” ve onlar da bir kapsülü idare ederek dünyaya dönmeyi başardılar.

Peki ama bu bize ne anlatır?

Bu bize zekânın o kadar da esşiz bir şey olmadığını anlatır. Araç yapmak konusunda pek çok primatın başarılı olduğunu  yeni yeni öğreniyoruz. Hatta kapuçin maymunlarının  gerekli uyarımla kendi aralarında  ekonomi bile kurdukları  keşfedilmiş.

O halde kendi ülkemizde nasıl yaşadığımızı, ne hale geldiğimizi, artık ciddi ciddi düşünmenin zamanı gelmiştir.

Hayvanların üç amaçları vardır:  Düşmana yem olmamak, beslenmek ve üremek. Bu üç amaç da hayatta kalmanın gerekleridir.

İnsan da bu amaçları taşır ama hayvanlardan farkı bu amaçları için gerekli doğal donanımının olmamasıdır. İnsan “zeki olmak mecburiyetindedir.” İnsanın “zeki olmak mecburiyeti” onun “akıl” denen melekesini geliştirmesini sağlamıştır.

Kürklü bir hayvan için “elbise  dikmek” mecburiyeti yoktur. Ama insan buna mecburdur. İnsanın, hayatta kalmak için gereken her şeyi kendi başına “edinmesi” bile mümkün değildir. Bir noktada insanın “yaratmaya” başlaması gerekir.

İşte insan sürülerini hayvan sürülerinden ayırıp da ona “toplum” denmesini sağlayan şey, bu gerekliliktir.

Bu gerekliliği keşfeden insan türüne “H.sapiens” yani “zeki insan” denmiştir.

Bu sözlerim dünyanın geri kalanıyla ilgilidir. Türkiye’de ise durum tamamen başka.
Çünkü Türkiye’de “insan” türü bahsedilen evrimsel aşamaları geçmemiştir. Belki de Türkiye için evrimde bambaşka bir yola sapmış bir insan türünden bahsetmeliyiz.

Gerçi Türkiye kendi  içinde de homojen değil. “İnsanlaşmanın” gerektirdiği soyut değerleri alaya alarak kabile hayatına dayalı bir petrol imparatorluğu kurmayı hayal eden, Kürt kabileci zihniyeti ile ülkenin kurucu felsefesini sahiplenen Türkler arasında ciddi bir gerilim var.

Fakat zekâ ve “değerler” açısından Türkiye ortalaması berbat bir halde. Türkiye’de iktidarı belirleyen çoğunluk kitlesinin ki bunun, aslında çarpık  bir manivelayı ( partiler ve seçim kanunları) hareket ettiren bir matematik diktası olduğunu artık herkes biliyor, bu ortalamaları belirlediği de acı bir hakikat.

Türkiye’de doksan yıl içinde seçmen davranışlarının yönelimine bakıldığında, Türkiye’yi “çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine” taşıması düşünülen bir toplumsal düzenin, seçmen eliyle ne hale getirildiği dehşetengiz biçimde ortada. Peki, ama bizi çağdaş uygarlığın ötesine taşıyacağı düşünülen toplumsal düzen yalan mıydı? Elbette yalan değildi. Çünkü “kurumsal” , “değere dayalı”, “ bireysel hukukçu ”, “ akılcı”, “kurallı” bir toplumsal düzenin, “olması gereken şey olduğu “insan” türünün her tecrübesinde görülebiliyordu. Çünkü başka türlüsü denendiğinde, düşülen yanlışlar bir bir elenmişti.

Peki ama ülkenin yönetimini belirleyen seçmenler, dünyanın geri kalanındaki Homo H.sapiensler gibi davranmamışlar mıydı? Görünen o ki Türk seçmen profili artık evrim ağacındaki cinsteşlerinden farklı bir hale gelmişti.

Bunu nereden anlıyoruz? Bunu, Türk seçmeninin  ( Bölücü, etnik ırkçı ve  İslamcı kesimler için belirtelim ki bu tanıma  etnikçilik ilkesizliğini  ve ilkelliğini görmezden gelerek Kürtleri de katıyorum.) eylemlerinin sonuçlarına bakarak anlıyoruz.

Peki ama neden, eylemlerinin nedenlerine bakmıyoruz da sonuçlarına bakıyoruz? Çünkü Türk seçmenleri çok farklı sebeplerden dolayı siyasal islam’ı ve Kürt etnik ırkçılığını destekliyor ama  ulaşılan sonuçlar daima aynı  oluyor.

Peki bu nasıl gerçekleşiyor? Türk seçmeninde, H.sapiens cinsinin ayırt edici özelliği olan “sebep-sonuç ilişkisi” kurma yeteneğinin ya hiç olmadığını ya da  bir “geri evrimle” bu yeteneğin, tedricen ortadan kalktığını görüyoruz. Bunu, yapılan sayısız söyleşide, kamuoyu yoklamalarındaki ciddi tutarsızlıklarda vs . hep görüyoruz.

İnsanlar adalet istiyor ama yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını tahrip eden yasaları onaylıyor.
 
İnsanlar refah istiyor ama seçtiklerinin  hoyrat israfını gözü kapalı destekliyor.

İnsanlar özgürlük istiyor ama her türlü şiddeti gözü kapalı destekliyor ve hatta günlük hayatlarında şiddeti uyguluyor.

İnsanlar hayatta kalmak istiyor ama hayatta kalmanın insana özgü biçimlerini tahrip ettiklerini göremiyorlar ve daha kötüsü görmek de istemiyorlar.

İnsanlar yaşamak istiyor ama  toplu bir intihar fantezisi yaşamayı “güvenlik” sayıyor.

Memleketimizde barışı ve demokrasiyi bebek katili Kürt teröristlerinin, IŞİD yanlısı siyasal İslamcıların ve onların yardakçıları librallerle sosyalistlerin savunması, eğer Türk insanının geri evrimi için bir delil teşkil etmiyorsa; artık akıldan ve mantıktan bahsetmemiz de gereksiz, demektir.

O halde  ( İçine Kürt kökenlileri de katarak) Türk seçmen profilini oluşturan insanlar artık Homo H.sapiens değildir. İki ayak üzerinde dik yürümesi, alet edavat geliştirmesi ( ki içine Kürt kökenli seçmenleri de katarak ) ne yazık ki Türk seçmenini H. H.sapiens saymamıza artık yetmiyor.  (Kaldı ki alet edavat kullanımında dahi bu kitlenin son derece geride kaldığını görmek için sadece trafiğe bakmak yeterli gibi geliyor.)

 Çünkü bu seçmen kitlesinin, insanlara ait soyut değerleri, yargılayıcı/eleştirici zekâsı, vicdana dayalı akıl yürütme kapasitesi bulunmuyor.

Çünkü bu seçmen kitlesinin, insan olarak kalmak arzusu ve iradesi bulunmuyor.

Bu seçmen kitlesi, gerçek insanların her türlü ürününe talip olarak yaşayan ama o ürünleri meydana getiren ahlâkî ve akılcı sorumlulukları paylaşmak istemeyen; üstelik bahsedilen ahlâkî ve akılcı sorumlulukların, insan olmanın temel şartları olduğunu sanırım bundan sonra da asla anlayamayacak  bir kitle.

Bu kitlenin artık evrim ağacında yeni bir adının olması gerekiyor. Çünkü aynı görünüşteki homo H.sapiensleri son ferdine kadar sömürüp yok ederek en nihayetinde kendisinin de yok olacağını bilmeyen ve bir tür virüs olarak yaşayan bu kitlenin ayırt edilmesi , dünyada dine veya etnisiteye dayalı olarak yaşamak isteyip de aynı zamanda batı medeniyetinin ürünlerinde hak iddia eden   insan cinsini tanımamız ve kendimizi bu cinste korumamız için de şart.

İnsanca davranışın soyut ilkelerinden, değerlerinden, ayrıntılarından ölesiye korkan, H.sapienslerin üreitmini isteyen  ama kendisi herhangi bir şey üretmekten aciz, hayatını ancak hayvansal düzeyde en basit ihtiyaçlara yönelik olarak yaşayan bu  primat cinsine belki de artık Homo simplex  ( Basit insan) denmelidir.

Bu insan cinsine Homo primitivus da demek belki mümkündü ama  ilkel insanın gelişme potansiyeli bana bu adlandırmanın,  bahsedilen seçmen kitlesi için  içinde taşımadığı bir  ilerleme arzusunu çağrıştıracağını düşündürdü.

Oysa Homo simplex herhangi bir ilerleme, gelişme arzusu taşımayan, insan olmanın gerekleriyle ilgilenmeyen ama H.sapiens’in üretiminden yararlanarak konfor elde edilebileceğini ve bundan ötesinin de ona asla gerekmeyeceğini, dolayısıyla asla gelişmese de H.sapiens’in değerleri sayesinde hayatta tutulacağını düşünen insan cinsi.

Bu cinsin hayatta kalmasını sağlayan şey, H.sapiens’in, bu cinsin, onun değerlerini paylaştığına dair iyi niyeti ve kural sadakati.

Oysa Homo simplex için  kurallar sıkıcı ve  çapraşık. ( Kuvvetler ayrılığının ayağımıza bağ olması, Allah’ın bizi okumuşların şerrinden muhafaza buyurması…).

Homo simplex için  demokrasi muz düşüren bir sopa ( Demokrasi  bizim için bir tramvay).

Homo simplex için  bilmeden yargılamak en kolayı. ( Farabi ve İbn-i Sina kâfirdi).

Homo simplex için erkek lider, kadın damızlık. ( Son 14 yılda kadına yönelik her türlü şiddetin %1400 artmış olması).

Homo sipmlex için lider, değişmez   bir yönetici. Bir tür sürü lideri….( Mises demokrasiyi, “yöneticilerin barışçı biçimde değiştirilebildiği rejim” olarak tanımlıyordu.)

Daha  pek çok  davranışıyla H. Sapiens’ten başka türlü bir canlı olduğunu gösteriyor, H. Simplex.

Bu cins, insani her türlü gelişime ( İçine Kürt etnik ırkçılarını da kattığımı bir kez daha tekrarlıyorum) karşı bilişsel olarak kapalı, ( bilinçli demiyorum, çünkü içinde herhangi bir farkındalık yok, şartlanma var…) “toplumlaşmanın” değerlerinden habersiz,  toplumsal kimlik oluşumunu da ancak hayvanî kan bağlarıyla açıklayabiliyor. ( Türkiy’ede uluslaşmanın en büyük iki düşmanı bu yüzden, Araplaşarak Müslümanlaşacağını sanan İslamcılarla Türk’e kendi akıllarınca köken bulmaya çalışan Kürt kabileciliği)
 
H. simplex, tedbir alınmazsa  insanın yapay zekâ ve uzay yolculuğu geliştirmenin eşiğinde olduğu bir dönemde H. Sapiens’i yok edebilecek bir cins. Biz aslında Türkiye’de, dünyaya hızla yayılan bu cinsin bir bölümünün diktası altında yaşıyoruz ve bu cinsin fiilî şiddeti önünde hâlâ lâikliğin ve hukukun ince duvarları duruyor.

H. simplex’in ülke yönetimine müdahalesi acil olarak engellenmeli. Bu da belli bir öğrenim düzeyinin altındakilerin oy vermek hakkından  mahrum edilmesiyle    bir ölçüde sağlanabilir. Çünkü H. Simplex bilgiye ve uzmanlığa duyduğu sınırsız haset ve öfkeyle varoluş temellerimizi fütursuzca tahrip ediyor.



22 Ekim 2016 Cumartesi

Gerçek Bir Korku Olarak İslamofobi


İslam dünyayı yönetecek. Hollanda için şeriat.
İslamofobi diye bir kavram neredeyse on yıldır hayatımızı işgal ediyor. Terimin kökeni 11 Eylül saldırılarına dayanıyor ama özellikle son on yıldır yaşananlar sanırım terimi daha bir kristalize ediyor.

İslamofobiye hep “korkanlar”  cephesinden bakıldı veya bu terim hep korkanların korkuları eleştirilerek ele alındı.

Bu terim kullanılırken korkanlara sürekli “ İslâm’dan korkmanız gerek yok; gerçek İslâm’da şiddet yoktur!” mesajı verildi.

İslamofobi eleştirilerinin ana akımı, bu tavrın aslında patolojik veya anormal olduğu istikametinde.

Peki ama İslamofobi gerçekten haksız bir önyargıdan mı ibaret?

Bu soruya “ Evet” diye cevap vermek ne yazık ki o kadar da kolay değil.

Burada “İslam’ın”, özünde ne olduğu ve nasıl yaşandığı açmazıyla karşılaşıyoruz. İslâm’ın özünde ne olduğuna dair cevaplar  genellikle es geçiliyor. Gayrimüslimler  bunu araştırdıklarında, önyargılı ve düşman olmakla suçlanırken Müslümanların eleştirel yaklaşımları da “ihanet”  suçlaması altında  nefretle karşılanıyor. Kısaca: İslâm’ın akla dayanan, tarihi v felsefi bir eleştirisini yapmak mümkün olamıyor.

Bunun sebebi de daha en başında meydana gelmiş olan “inanç” ve “din” ayrımının, göz ardı edilen,  bin yıllara dayanan, politik birikimli zehirli etkisi.

“Politik birikimli zehirli etki”den kastım nedir?

İnsanlara yanlışlarından dönmeleri ve davranışlarını doğru bir ahlâkî ölçüyle “sınırlandırmalarını”  söyleyen inancın, bütün insanlara “ne yapmaları gerektiğini emreden bir siyasi manifestoya” dönüşmesi ile birlikte “ ne yapılması gerektiğine” dair her an verilmesi gereken binlerce cevaba ihtiyaç duyulması sorunu ortaya çıkmıştır.

Bir önceki paragraf önemlidir. Çünkü “yapılmaması gerekenleri” söyleyip gerisini müminin aklına ve vicdanına bırakmakla; mümine, her an ne yapması  gerektiğini  emretmek, bambaşka  sonuçlar doğuran, bambaşka eylemlerdi.

Şeriat bölgesi duyurusu
“İnanç” birinci yolu seçmişti. Çünkü inanca göre insanın var olabilmesini engelleyen her davranış durdurulmalıydı. Bunlara “kötü” deniyordu ve meydana geldiklerinde anlaşılmaları kolaydı. Öte yandan  herhangi bir davranışın yaygınlaşması halinde zararlı olup olmayacağı, insanı hayatta tutan  beraberliği yıkıp yıkmayacağını anlamak da kolaydı ve bunun için göklerden gelen mesajlara ihtiyacımız yoktu. Kötünün yıkıcı tabiatını anlamak için aklımız yeterliydi.

Oysa “din”, ikinci yolu seçti. Din, insanlara ne yapacaklarının sürekli söylenmesi gerektiğini  va’z ediyordu. Bunun sonucunda da o bir siyasi yöntem veya rejim haline geldi.

Çünkü insanlara sürekli ne yapmaları gerektiğini söyleyebilmek öncelikle şeriat ve ibadethane/ruhban kurumlarını gerektiriyordu.

Bu iki kurumla beraber din artık topluma kendisini yasa olarak  kabul ettirip muktedir oldu. Böyle yapmayan bir din mevcut olabilir mi? Böyle bir “din” var olamaz çünkü zaten “din”,  Tanrı adına iktidar olmak demektir. İktidar olmak imkânlarını dinin elinden aldığınızda şeriatı ve ibadethaneyi ortadan kaldırıyorsunuz demektir ki o zaman din de ortadan kalkar.

 Bu durumda da geriye sadece bireyin, kendi vicdanıyla uyacağı bir ahlâk ve ahlâkî sınırlama için vicdanını besleyen  saf ve kişisel bir inanç kalır.

Bunlar ne anlama gelir? Bunlar şu anlama gelir ki İslâm’ın bir din olarak hâlâ var olması, Tanrı adına iktidar/zor kullanımının hâlâ var olabilmesi anlamına gelir. Hristiyanlığın elinden iktidar olmak imkânları kesin şekilde alındığı içindir ki batılı insan, “özgür” kılınabilmiştir.

Oysa “İslâm âlemi” denen ilkellik  haritasında İslâm –artık Türkiye’de bile- doğrudan doğruya hayata hükmeden bir iktidar mevkiindedir. İslâmî terör, bir tutuculuk eylemi değildir. İslâm’ın din tabiatından kaynaklanan bir iktidar edinme biçimidir. İslâm’a göre iktidarın nasıl elde edileceğine dair hiçbir ölçü bulunmadığından, terör, şeriatı ilelebet yürütecek, değişmez  bir ruhban egemenliğini sağlamak için başvurulan yegâne “meşru” yol olarak İslâm âleminde uygulanmaktadır.

Özetle İslamofobi, basit bir önyargı değildir. İslamofobi, şeriatı ve ruhbanlarıyla insanları kendisine itaat ettirmek isteyen bir siyasi rejimden duyulan, gerçek ve haklı bir korkunun adıdır.

Avrupa kanserdir, İslam cevaptır.
Türkiye’nin görünüşte lâik hali, şeriatın insanlık dışı yıkıcılığını gizleyen bir örtü gibidir. Lâikliğin Türkiye’de resmen yıkıldığı gün, dünyadaki İslâm coğrafyasındaki kanlı katliam haritasının tamamlandığı gün olacaktır. ( Bu arada “İslâm tarihindeki” adil ve güzel sayfalar İslâm’ın eseri değildir. İslâm’ı kendi akıllarıyla ve  vicdanlarıyla uygulayan Türklerin eseridir. Yani yorum, aslı aşmış ve onu insanileştirmiştir..)

Batılılar, İslâm’dan tarihi, akılcı ve vicdani sebeplerle korkarken bizim korkmamamız, henüz şeriata geçmemiş olmamızdan ve bunun yanı sıra dini hâlâ Türkçe yaşayabileceğimizi sanmamızdandır.

Din bütün yıkıcı gerçekliğiyle karşımızda durmaktadır.




12 Ekim 2016 Çarşamba

Türkçülüğe Karşı Türk Milliyetçiliği

Türk milliyetçiliği, bir noktadan sonra Türkçülüğün içini boşaltmıştır.


Uzaktan ve birazda sisli bir havada sezebildiğimiz kadarıyla “Türk milliyetçiliği”,  kendine “Türkçü” dememenin bir yolu haline getirilmiştir.

“Türkçü” terimi, özünde, “Türk’ü, dünyanın merkezi haline getirmek” olarak anlaşılabilir.

Bu, bölünmez bir kavrayışla dünyayı Türkçe algılamak bilinci ve arzusudur.

Türkçülük öncelikle sosyolojik bir gerçekliğin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeklik de imparatorlukların salt siyasal güçlerinin toplumsal kimliklenme ihtiyacını gideremediği, dahası bu ihtiyacın yol açtığı siyasal erk ihtiyacının, imparatorlukları bölmesi gerçekliğidir.

Dünyada, kendisinden daha büyük bir toplumsal gerçeklik olmayan nihaî kimliklenme varsa o da  “uluslaşma”dır. Bunun sebebi  dilin aşılamamasıdır. İnsanlar  birbirlerini dille tanır.

Ortak bir dille anlaşan insanlar, ancak  bundan sonra birbirleriyle adalete dayanan bir ilişki kurmayı tasarlayabilir. İşte uluslaşma, insanlar arasında bu tasarının gerçekleştirilebileceği tek kimliklenme biçimidir.

Bu yüzden de Türkçülük, toplumsal temelde edinilebilecek en geniş algılama  biçimi olan uluslaşmayı esas alarak dünyanın merkezine Türk’ü koyar.

Bunun “pratik”  sebebi diplomasidir. Çünkü diplomasi ancak ve yalnız “uluslar arasında” vardır ve mümkün olabilir.

Gelin görün ki “Türk Milliyetçiliği” , “millet” kelimesini Osmanlıca’daki “ümmet” karşılığıyla örtüştürerek işin içine “dinî” bakışı da sokmuş, Türkçülüğü  tabiri caizse sulandırmıştır. Bunun sebebi, dünyaya “din gözüyle”, “Müslüman gözüyle” ya da “ümmet gözüyle” de  bakılabileceğini sanmasıdır.

Oysa dünyada ümmet gibi bir gerçeklik olmadığı gibi dünyaya hem ulus hem ümmet gözüyle bakabilmek de mümkün değildi.

Ziya Gökalp’in “Türkçülük” dediği bakış ve tavır, siyasi bir sığlıkla “ Türk milliyetçiliği” haline getirildiğinde, bunun alt metnindeki felsefe; “Dünyaya Müslümanlaşmış bir Orta  Asya kavminin gözünden bakmak” haline geliyordu.

Oysa dünyaya “Müslüman” gözüyle bakmakla Türk olarak bakmak arasında fark vardı.

Öncelikle dünyaya Türk olarak bakmanın felsefi bir bütünlüğü varken “Müslüman olarak bakmanın” hiçbir felsefi bütünlüğü, mantığı, tarihi ve kültürel alt yapısı yoktu. Bunun sebebi de Müslümanlığın, “kültürü  aşamaması” idi. Bugün Müslümanlık denen şey Arap kültüründen ibrettir. Öyle ki Arap kabileciliği, tevhid inancının ulusal yorumlarla, geleneklerle yaşanmasına dahi “bidat” terimiyle hatta “küfür” diyerek karşı çıkacak kadar yobaz ve kıyıcıdır. Bu yüzden de dünyada bir ümmet meydana getirebilecek “standart İslam” diye bir şey var olamadı ve olamayacaktır da.

Türk milliyetçiliği denen tavrın felsefesinde, yapılanmasında dinin ayrılmaz bir yeri vardır. Öyle ki Türk milliyetçiliği dini, uluslaşmanın temellerinden biri sayar. Oysa tarihin büyük bir bölümünde din, ancak  hanedanların  nüfuz mücadelelerinde kullanılan siyasi bir tercihten ileri gidememiştir.

Türk Milleti’nin yaşayışında dinin önemi, dinin kendi öneminden ya da ululuğundan gelmemiştir.  Dünyada hiçbir ulus dinine kendi ulusal/ millî ögelerini ve millî bakışını Türkler kadar çok ve belirgin yerleştirmemiştir. Kısacası İslâm Türk’ü ne yüceltmiş ne de onu zenginleştirmiştir. İslâm ancak Türklerle karşılaştıktan sonra insanî ve müşfik bir öze sahip olabilmiştir. İslâm, ancak Türk’ün ona verdiği anlam kadar yücelebilmiştir.

Oysa “Türk Milliyetçiliği” denen siyasal bakış,  Türk’ü, İslâm’ın “altına “yerleştirerek İslâm’ı, Türk’ten büyük, Türk’ü aşan bir felsefi kategori olarak kabul etmiştir ki bunun  siyasal sonucu,  MHPli denen siyasal milliyetçilerin,  bugün en nihayetinde  siyasal ümmetçiliğin toplumsal cephanesi haline gelmesi olmuştur.

İşte “Türk Milliyetçisi” denen daha ziyade siyasal  bakışa sahip “ana kitle”,   dünyaya “derenin Arap yanından” bakmayı tercih eden kitledir

“Türk Milliyetçiliği”, dünyaya bölünmez bir Türk bakışıyla bakmanın, dini millete feda etmek olacağını sanan,  dünyaya dinle bakılmazsa cehennemde yanılacağını sanan, dünyaya Türk olarak değil de “Müslüman Türk” olarak bakarsak şerefli olunacağını sanan büyük bir kitlenin ve siyasi kadronun felsefi bir şaşılığından başka bir şey değildir.

“Türk Milliyetçiliğinin” yanlışlığı, bu terimi kullananların yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Yoksa Türk Milleti’ni, dünyadaki üç yüz milyona yakın nüfusuyla bölünmez bir bütün olarak görüp  dini öncelemeksizin, dini bir hayat ve siyaset tarzı olarak  kabul etmeksizin benimsemek “Türk Milliyetçiliği” teriminin gerçek içeriği olmalıdır.
 
Çözüm ancak Türk’e dönmektir. Türk’ün, dini aşan bir toplumsal gerçeklik olduğunu kavramak, işin başıdır.

Şu unutulmamalıdır ki “Türk”, dine feda edilebilecek basit bir toplumsal kimlik değildir.

Ve  yine unutulmamalıdır ki siyasetin nihai hedefi olan erk ediniminde, ancak bir ve yalnız bir  kimliğe yer vardır. Türk milliyetçileri denen kitle, o yere Türkle beraber İslâm’ın da oturabileceğini sanan bir kitledir ki bunun cezasını Türk Ulusu, Müslüman şeriatının kıyıcılığına maruz kalarak çekmektedir.  Umalım ki  Türk milliyetçiliği denen siyasal  tavrın temelindeki “Türk İslam Ülküsü” denen felsefi şaşılık ve  Arapça cennet fırsatçılığı, Türkiye’den Türk adının silinmesine sebep olmasın.