29 Mayıs 2016 Pazar

Türk Nasıl Düşünmelidir?


Türkiye’nin içine düşürüldüğü etnik ve dini fesat sorununa nasıl yaklaşmalıyız?

Basın yayının dayattığı, “genel kanaat”, Kürtlerin kendi ülkelerini kurmaya hakları olduğu, bunun önüne geçilemeyeceği, uluslararası  şartların da bunu gerektirdiği vs  yönünde.

Türk Ulusu’na, biz ne istersek isteyelim batının zaten Kürtlere bir devlet kurdurduğu ve bu devletin de bizim topraklarımızdan bir parça almasının kaçınılmaz olduğu kanaati  kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Konunun teknik, siyasî, hukukî, diplomatik yönleri üzerinde yürütülen tartışmaların  hiçbir objektif yönü olmadığı gibi zaten bu tartışmalar objektif olmak niyetiyle de yapılmıyor.

Bütün bu tartışmaların tek amacı Türk’ü teslime zorlamak. Çünkü bir ulus kendiliğinden düşmana teslim olduğunda artık ordusunun vs hiçbir anlamı kalmayacaktır.

Yapılan sözde tartışmalarda Türk tarihinin düzmeceliğinden tutun da Türk adının sahteliğine kadar pek çok konuda  bütünlüklü bir  beyin yıkama faaliyeti sürdürülüyor. Türk insanına kendi yurdunda işgalci, katliamcı olduğu kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bunun yaygın adı “ psikolojik savaş”.

Psikoloji öyle büyük bir güç ki mantığın bütün  sınırlamalarını aşabiliyor. 1919’da İzmir’e bütün gösterişiyle ayak basan efsun alaylarına karşı çıkan  Hasan Tahsin’in ruh hali bütün bir ulusu etkileyebiliyordu. Buna karşılık tek bir Türk’ün kendilerine karşı çıkmasından bile korkan Yunan birlikleri, çok geçmeden, ayak bastıkları iskelelerden denize dökülüyorlardı.

Bugün Türk Milleti, aslı astarı olmayan  bir kara propagandanın bombardımanı altındadır. Kürtçü ve şeriatçı işgalcileri ulusumuza alabildiğine yalan söylemektedir.

Bu yalanların iki yönü var: Birincisi kendi varlığımızdan utanmamızı sağlamak istiyorlar. İkincisi de karşımızdaki işgalci ve işbirlikçi güçlere karşı aşağılık kompleksine girmemizi istiyorlar.

Türk evlâdı, bu çağda uyanık olmalıdır.

Uluslar dünya şartlarını düşünmezler, dünya şartlarını belirlerler. Diplomasi egemen ulusların kendi aralarında belirledikleri şartları diğerlerinin  “doğal” diye kabul ettikleri bir silâhsız savaş alanıdır. Bu savaş asla bitmez. Bu açıdan çatışmasızlık barış anlamına gelmez. Çünkü aslında meselâ İngiltere’nin petrol kaynakları için Barzani katiline destek olması, bizim sınırlarımızın güvenliğini tehdit etmek demektir ki bu da aslında savaş ilanı veya tehdididir.

Ulusların dünyanın şartlarını “belirlemesi”, uluslaşmanın “öz saygı”  duygusunun bir sonucudur. Uluslaşma, devletleşmenin,  kendiliğinden sağladığı bir toplumsal durum değildir. “Uluslaşma” ancak  kendi başına ve kendi şartları içinde  yaşayabileceğine  sürekli ve sarsılmaz bir güçle inanan toplumlarda  devletleşmeye koşut olarak gelişebilir. Başka ulusların ve toplumların yardımlarından medet uman toplumlar asla uluslaşamazlar. Bu yüzdendir ki meselâ Kürt toplumu, uluslaşma trenini kaçırmıştır.

Uluslaşma, ulusun bireyleri arasında, tarihten köken alan ciddi bir üstünlük ve farklılık duygusuyla beslenir. Bunun sanıldığı gibi  insanlık dışı bir yönü yoktur. Çünkü kendi çocuklarının iyiyi ve güzeli hak ettiğini düşünen insanların bu öncelemeleri, atalarının kendileri için bunu düşünmüş olmasından dolayıdır.

İnsanlık ailesinde bir kısım toplumların siyasal egemenlik  kurarak uluslaşma aşamasına girdikleri günden bu yana “insanlık” belli  ve tanınan bir geçmişten, şerefli ev aydınlık bir geleceğe uzanmak arzusundaki uluslarla  yaşatılmaktadır.

Kabilelerde  tanınan, açık ve hatırlanan bir tarih yoktur. Kabileler ve diğer bütün kapalı toplumlarda “geçmiş” ancak efsanelere ve masallara dayalı, belirsiz, sisli bir kabulden ibarettir. Bu yüzdendir ki meselâ Türk tarihine Çinlilerden, İtalyanlar’dan vs yazılı kanıtlar bulabilirken “Kürt tarihi”, “Sırp tarihi” vs  diye bir şey yoktur. Ulusaltı topluluklarda tarih, egemen ulusların çıkarlarına göre oluşturulmuş birer kurmacadan ibarettir. Bu yüzdendir ki  Kürdoloji Enstitüsü, Fransa’dadır.

Bütün bu  şartlar ve  tutumlar bize bir gerçeği açıkça göstermektedir: Hiçbir ulus kendi tarihine ve egemenliğine “başkasının gözüyle” bakamaz, bakmamalıdır. Uluslararası ilişkilerde “empati” yoktur!

Bu Türklük bilincinin uluslararası ilişkilere bir tepkiden ibaret olduğu anlamına gelmez.

Bu, Türk Ulusu’nun kendisini, “büyük” sayılan devletlerden aşağı görmemesi gerektiği anlamına gelir. Bu, Türk Ulusu’nun diplomaside ve kendi ülkesinde   kendi anlam dağarcığını ve sözlüğünü oluşturması  gerektiği anlamına gelir. Hiçbir ulusal devletin mekanizması, başka ulusların terminolojilerine veya doktrinlerine göre işlemez, işletilemez. Bu yüzdendir ki ülkemizde bir “Kürt sorunu” olduğunu söyleyen batılı ülkelerin objektif olduğunu düşünmemiz mümkün değildir.

Türk Ulusu, devlet şeklini ve  vatan bütünlüğünü tehdit eden Kürtçü ve şeriatçı şiddete bu yüzden asla kulak vermemeli ve direnmelidir. Hiç  bir ulusun   kendisinin ve devletinin meşruiyeti başka  ulusların onayına muhtaç değildir. Devletleri başka uluslarca kurulmuş ve bağımlı kılınmış ulusaltı toplumlar, bu kuralın dışındadır.

Türk Ulusu’nun varlığı doğal, meşru ve tartışılmazdır. Türk Ulusu’nun her devleti de aynı şekilde tartışılmaz egemenlik kullanıcılarıdır.

Türk evlâdı, kendisini şartların oyuncağı  bir kurban gibi göremez, görmemelidir. Türk evlâdı Türkçe’nin, Türk tarihinin, Türk egemenliğinin  dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olduğunu gerektiğinde kanıyla savunmaya hazır olduğunu tüm dünyaya duyurmalıdır.


Türk’ün düşüncesi ancak bu olabilir.

Hiç yorum yok: