Ulus-al devlet öldü mü?
Ödlek öcün aldı mı?
Türkiye’de son on yılın belki de
en sevilen hurafesi, “Ulus-devletin sonuna gelindiği”… Fukuyama’nın ( Ki kendisini henüz okumadım
fakat demir perdenin yıkılışının, tarihi meydana getiren gerilimi bitirerek
tarihin sonunu getirdiğine dair fikirlerini okumuşluğum vardır.) “Tarihin Sonu”
adlı fikrinden mülhem başta liberaller olmak üzere dev bir soysuzlar korosu “bir şeyleri bitirmenin”,
“sonunu getirmenin” telâşını yaşıyor.
Her şeyden önce “ulus devlet”
diye bir kavramın olmadığını, doğrusunun “ulusal devlet” olduğunu
hatırlatmalıyız. “Ulus devlet”, liberal hainler korosunun tanımıyla ulusla
devletin bir sayılması anlamına gelen faşizan bir terim. Fakat ne yazık ki bu
terim tamamen hayal ürünü. Çünkü gerçek dünyada ulusla devletin “organik” ir
bütünlük sergilediği hiçbir devlet yok.
Uluslaşma ile devletleşmenin
birbirine bağlı olarak gelişmesi kesinlikle gerekli. Buna karşılık ulus ve
devlet organik bir birleşme meydana getirebilecek ve böylece yekvücut hareket edebilecek
yapılar değil.
Buna karşılık ulus, adalet ve
emniyet tekeli olarak devleti şekillendirecek, ona kendi kültürel damgasını
vuracak olan öznedir.
Ulus devlete karşı olan batılılar “her yönüyle aynılaşmış” insanlardan
oluşan bir yapıyı hayal ediyorlar. Sorun şu ki uluslaşma bir aynılaşma işinden
ziyade bir mutabakat işidir. Aynılaşma ancak kabile yapılarında bir “amaç”
olarak belirir. Ulus yapıları, egemen bir ulusaltı topluluğun sağladığı
siyasal güç altında , diğer ulusaltı
yapıların zamanla bu yapıyla uzlaşmaları, kurucu ulusaltı yapının kültürünün bu
yapılarca benimsenmesi ve egemen yapının
verdiği ortak bir soyadı altında meydana
gelen siyasi ve hukuksal bütünleşmeyle meydana gelir. Dolayısıyla bu süreçte
ulusaltı yapıların kan bağlarının belirleyiciliği ortadan kalkar. Yeni “kan
bağı”, ortak duygular, ortak değerler, ortak normalar geliştirilen diğer
yapılarla meydana getirilir. Kabile yapılarında “soy” doğrudan doğruya
belirlenebilir bir kan bağına dayandırılırken uluslarda “soy” ortak değerlerin paylaşıldığı bir büyük
aileye dayandırılır ki o ailenin adı “ulustur”. Dolayısıyla bir ulusal devlet,
kabile ötesi bir “medeni” beraberliğin esridir
Devletin işleyişi, “derinliği”,
kapsayıcılığı da bu anlamda kendisini
kuran toplumun gelişmişliğiyle orantılı.
Eğer devlet denen zor kullanma
mekanizması bir kabile tarafından kurulmuşsa onun işlevi büyük ölçüde “zor
kullanmaktan” ibaret kalacaktır.
Eğer devlet, bir “ulus”
tarafından veya “uluslaşma yeteneğine sahip olan” bir topluluk tarafından
kurulmuşsa o artık büyük ihtimalle “zor kullanıcıdan” daha fazlası haline
gelmiş bir örgütlenme olacaktır.
Bir kabileye ait “devlet”,
devletin en basit işlevi olan “yaygın zorlama” dışında başka bir iş
bilmeyecektir. Çünkü bir kabilenin/ topluluğun bütün ihtiyacı, üyelerinin
doğaya ve diğer kabilelerin zorlamasına karşı korunmasıdır. Bir kabile hayatını
sürdürmek dışında bir iş göremez. Yeni kanunlar
yapamaz, geleneklerinin geçerliliği üzerinde kafa yoramaz.
Kürtler, Ermeniler, Rumlar,
Sırplar ve adını anmaya gerek olmayan
diğer topluluklar bu nevidendir. Bunlar için önemli olan yalnızca bozulmaz ir kan bağıyla kendilerini dış dünyadan
ayırıp beraberliklerinin siyasetini
de tarihi düşmanlıkların ve kinlerin meşrulaştırmasına dayandırmaktır.
Şüphesiz yukarıda saydığımız
topluluklar artık bir kabile olamayacak kadar kalabalıktır ama kabilenin kapalı
toplum yapısını sürdürmek dışında, bir var oluş mantıkları ve dahası çareleri
de yoktur. Çünkü nüfusları artık kültürel etkileşimle genişleme yeteneğini
kaybetmiş, organik artık dışında çoğalma çareleri kalmamış, kendi üretici ve
dönüştürücü kültürlerini geliştirememiş, kan bağı aidiyetinden dolayı kültürel
etkileşim yeteneğini kaybetmiş topluluklardır.
“Hayali bir altın çağda dünyanın
hâkimi oldukları ve sonra bir takım siyasi kalleşliklerle tahtlarından edildikleri”
dışında bir tarihleri de yoktur.
Evet bu gün dünyada bu tip
kabilelerin devletleri çoğalmıştır. Bunun iki sebebi var gibi görünüyor.
Birincisi imparatorluklar devri
bitmiştir. İmparatorluklar devri bitince bundan en fazla zarar gören Türk
devletinin içinden odun talaşından hallice “devletler” çıkmıştır.
İkinci aşamada,
sömürgeciliğin imparatorluk sonrası
haritacılığının eseri olan devletlerin içindeki kabile yapıları da
sömürgeciliğin 20 YY. enerji
politikaları ile imparatorluk bakiyesi bu yapay harita devletlerinin içinde, bu
devletleri parçalamak üzere ateşlenmiştir. Meselâ Kuzey ırak Kürt yığışması,
Kuzey Suriye Kürt silâhlanması vs… Bunun yanı sıra savaş koşullarının
kendilerini bir arada yaşamaya ittiği bir takım etnik federatif beraberlikler
de kurulmuştur. Çekoslovakya, Yugoslavya gibi… Gerçi bu arada SSCB’yi de
anmamız gerekiyor ama onun kurucu unsurunun kesin ve tartışılmaz şekilde Ruslar
olması onları bu kabile devletlerinden ayrı bir kategori yapıyor.
Özellikle ikinci aşamada bazıları
bir ölçüde bağımsız kurulmuş gibi de olsa özlerinde ulusal bir bilinç taşımadıkları için bütünlük
sergilemesi mümkün olmayan, dolayısıyla ancak etnisiteye dayalı federatif
paylaşımla varlığını sürdüren bir takım devletler artık varlıklarını daha fazla
sürdürememişlerdir. Buna karşılık SSCB Rus hegemonyasının ve kültürel
baskısının eritemediği ve asla eritemeyeceği büyük bir Türk ulusal bakiyesinden
dolayı federatif yapısını, bütün zorbalığına rağmen daha fazla sürdürememiştir.
Bugün meydana gelmiş aşırı etnikleşmiş devlet yapılarının tamamı,
uluslaşamamış kabilelerin/etnisitelerin
, farklılıklarla bir arada yaşamak yeteneğine sahip olamamaları,
varoluşlarını kine ve öfkeye dayandırmaları, kültürel üretimden ve
dönüştürücülükten mahrum olmaları ve organik nüfus artışı dışında bir çoğalma
şekli bilmemelerinden dolayı ortaya çıkmıştır.
Meydana gelen şey ulusal devletlerin
bitmesi değildir. Meydana gelen şey, ulusaltı topluluklarının uluslaşmış
toplumların organizasyon gücüne duydukları kıskançlıkla “devletleşme” çabalarıdır.
Parçalanmış devletlerin hiç
birisi ulusal devlet değildir, buna dikkat edilmelidir. Ulusal devletin
bittiğine örnek olarak gösterilen parçalanmalar, bir arada yaşamayı zaten hiç
bilememiş ya da SSCB’de olduğu gibi
uzlaşmaz ve başat kültürel aktörler olan ulusal yapıların birbirinden
ayrılmasıyla meydana gelmiştir.
Ulusal devletin sonunun geldiğini
söyleyenler kendi devletlerini kurdukların sanan kabilelerin, kendilerini
dünyaya birer ulus olarak tanıttıklarını
görmezden gelmektedir.
Dünyada ulusal devletler bitmemiştir.
Örneğin Suriye’deki büyük insanlık dramı, etnik devlet kurmak vahşetinden kaçan
insanların özellikle ulusal devletlere sığınması bunun kesin kanıtıdır.
Çünkü o insanlar, eşit yurttaşlar olarak
görülecekleri ve özgürce yaşayacakları
ülkelerin sadece ulusal devletler olduklarının farkındadır.
Çünkü o insanlar her etnisitenin kendi
mahallesine kafa kesmesiyle meydana getireceği çetelere “devlet” denemeyeceğini
farkındadır.
Çünkü o insanlar “millet adına karar verecek” mahkemelerin
olmadığı yerde “din adına” veya “aşiret adına” karar verecek zorbaların
olacağını yaşayarak görmüşlerdir.
Bugün dünyada ulusal kimliğinden
vazgeçerek kendiliğinden bölünmüş, demokratik mekanizmalarla kendisini etnik
egemenlik alanlarına ayırmış tek bir ulusal devlet var mıdır? ABD mi, Almanya
mı, Fransa mı, İngiltere mi, Rusya mı bölünmüştür veya bunlarda bizimkine
benzer bir bölücü parti vardır?
Tam aksine dünyada, uluslaşmanın
tarihi derinliğine sahip olmuş az sayıdaki büyük toplumsal yapıya dayanan ulus
devletlerin hiç birinde, en ufak bir bölünme gayreti veya eğilimi yoktur. Bu
devletlerin hepsi istisnasız şekilde dil, hukuk ve emniyet tekellerinin ulusal egemenlik altında
korunması için âzâmî gayret sarf
ediyorlar.
Bugün başta liberaller olmak
üzere Türk düşmanı bütün enternasyonalist ihanet kampının bize tersten okumaya
çalıştığı gerçek, işte budur. Ulus devlet ölmemiştir, önemi her geçen gün daha
artmaktadır. Çünkü medeniyetin kabile vahşetine karşı korunması için insanlığın
önünde başka bir seçenek yoktur.
3 yorum:
İslam dünyası en ilkel ve arkaik haline dönme durumunda iken Türk müslümanları onların kuyruğunda kendi yıkımlarını hazırlarken,cennet ve huri hayali ile uyurgezer haldedirler.
Ulus devleti "öldür"üp üzerine "aşkın insanlık/din birliği"ni kurmak fantezisi gariptir sadece Türkiye dinci /sol/ enternasyonalist / humanist kesimlerinde ciddiye alınıyor.
"Şeriat cenneti" olmadı, "sosyalist cennet" olmadı şimdi "etnik cennet" arıyorlar. Tüm dünyada genlerine kadar işlemiş sağlıklı, kimi açık kimi gizli milliyetçiliklerden inşa edilmiş ulus devletler sapasağlam dururken.
Ulus olmayanın "homo sapiens karşısında neandarthal" bile olamayacağını anlamak için daha ne kadar PKK/YPG ve IŞİD seyretmek gerekiyor?!
Hocam konuyla ilgili sorsam: Kültürel dönüştürücülük ifadesi var, bunu tarihsel perspektiften biraz açabilir misiniz. Şöyle ki uluslaşmanın hukuk birliğinin tamamlayan tarihsel temel burada yatıyor ve bazı etnisitelerin uluslaşamama sebebi de burada.
Saygılar, selamlar...
Yorumlar o kadar güzel oluyor ki böylesi akılları uyarmaktan dolayı çok mutlu oluyorum. Dönüştürücü kültür incelenmesi, düşünülmesi gereken bir olgu. Bu konuda ayrı bir yazı yazılmalı belki de. Aklınıza, elinize sağlık.
Yorum Gönder