Kadın üzerindeki tartışmalar
bazen bana korkunç geliyor.
Çünkü bu tartışmaların hiçbirinde
kadın “irade sahibi” bir canlı olarak görülmüyor. Kadın ya Tanrı’nın veya
erkeğinin hizmetinde bir cins olarak
kabul ediliyor.
Öyle ki bu iki sahip arasında, sınırlı bir yetkiyle hareket edebilen ama sonsuz bir “namus sorumluluğuyla” yüklenmiş olarak
görülüyor.
Türkiye Cumhuriyeti, insanın kanun önündeki eşitliği ilkesine göre
kurulmuş bir devlet. Cumhuriyet bize,
kadın veya erkek olmamız fark
etmeksizin, egemenlik alanındaki her
türlü vatandaşlık hakkından ayrımsız
olarak yararlanabileceğimizi
söylüyor. Bu, tamamen Atatürk’ün ileri görüşlülüğünün eseri.
Cumhuriyetin “kanun önündeki
eşitlik” imkânı, Türk vatandaşlarının,
etnik kökenlerinden, inançlarından ve cinsiyetlerinden bağımsız olarak kendi
fayda dizinlerini oluşturabilmelerini ve buna göre özgürce hareket
edebilmelerini sağlıyor.
Burada tek bir şey gerekiyor:
İrade!
Cumhuriyet bize hareket
edebilecek imkânları veriyor ama o imkânları kullanıp kullanmamamız konusunda,
bizi zorlamıyor. Nitekim özgürlükçü bir hukuk devletinde, olması gereken de
budur.
Cumhuriyetin akılcı kuruluş felsefesinde,
özgürlük de sorumluluk da bireyin ellerine bırakılıyor. Cumhuriyet, insan
iradesinin, gönüllü de olsa bir başkasına devrini hukuk ve ahlâk dışı buluyor.
Bundan dolayı da öğrenime özel bir önem veriyor.
Kadın, Cumhuriyet’in en önemli medeniyet göstergesi ve hedefi. Kadına irade
sahibi olduğunu, “Hayır!” diyebileceğini gösteren, Cumhuriyet.
Cumhuriyet, belli başlı bazı
toplumsal kurumları sürdürürken kadının
konumuyla ilgili bütün bakışları alt üst ediyor. Dinin, ( Artık hiç kimse dinin
özünde, kadın erkek eşitliğini va’z ettiğini söyleyerek kendini teselli etmeye
çalışmamalıdır…) bir kurum olarak kadını erkeğin eksik türü olarak
sınıflandırdığı artık inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü din bir kurum olarak
kadına “irade” sahibi bir rol tanımaz. “Kadının çalışmak mecburiyetinde
olmaması” kadına tanınmış bir hak değildir. Bu, kadına erkek tarafından bir rol biçilmesinin, hayattaki yerinin erkek
tarafından belirlenmesi gerektiğinin ifadesidir. Dinin, kadın özgürlüğüyle ilgili bundan başka da bir
“hak” söylemi yoktur. Çünkü din, bizatihi “erkek anlatımlı” ve “erkek merkezli”
bir kurumdur. ( Sadece bu bile onun, “va’z edilen bir inançtan” ziyade “icat
edilmiş” bir kurum olduğunu gösteremeye yeter.)
Dindarlık, dini günlük hayata
olduğu gibi uygulamaksa ki öyledir, herhangi bir dindarın, dinin kadına biçtiği
bu rolü reddetmesi tartışması çok zordur.
Çünkü din bir kurum olarak kadını
bir kere “erkekten eksik” bir canlı türü
saydığı anda, zaten onu “cüz’i irade” dışına itmiştir. Böylece “irade” sadece
erkeğe nasip edilmiş bir “ilâhî nimet” halini alır. Din adına savaştığını
söyleyen şeriat hayalcileri sürekli “bilek zoruyla” elde edilmiş cariyelerin
hayalleriyle güdülenirler. Öyle ki bu dünyada olmazsa öbür dünyada, din adına
gösterilen hırçınlık mutlaka kadınların sınırsızca kullanıldığı bir cinsel
nimetler deniziyle ödüllendirilecektir. Şimdiler de adına “seks cihadı” denen
sapkınlık bu beklentisini daha fazla erteleyemeyen ve ölmeye de pek gönlü
olmayan riyakâr korkakların icadı olarak
“din piyasasına” sunulmuştur.
Burada hiç sözü edilmeyen şey ise
kadının iradesidir. Hiçbir “cihatçı”, herhangi bir kadına, cinsel ilişki için
rızasını sormaz. O sadece gücünün yettiği kadını, gücünün yettiği herhangi bir
mal gibi alır ve “kullanır”. “Kadınlar
sizin tarlanızdır…” diye ağızlara
pelesenk edilmiş hadis de bu sapkınlığın tartışılmaz aklayıcısıdır.
Din denen kurum, insanlara
yepyeni bir toplumsal getirmemiştir. Çünkü herhangi bir “toptan ve standart
toplumsal düzen” tasarımı söz konusu olamaz. Din adına kabul edilmiş toplumsal
düzen, peygamberin sürdürülmesinde sakınca görmediği Arap örfünün bazı
parçalarıyla daha sonra bu denetimin de ortadan kalkmasıyla kindar bir canavar
olarak geri dönen, cahiliye dönemi Arap
örfünün ta kendisidir. Dolayısıyla Müslümanlar arasında Müslüman toplumlara ait
olduğu sanılan kadınsız, müdahaleci, baskıcı şer’i rejimler, bu ilkellikten
başka bir şey değildir.
Hal böyle olunca, kenar mahalle dindarlığının siyasetinin
kadının iradesine seslenmesi de söz konusu olmuyor. Çünkü kenar mahalle dindarlığı, kadını ancak gözden
ırak tuttuğunda, kendisini güvende hisseden cahiliye Arap’ı hayranı kitlelerin “din” anlayışı. Şunu bir kere daha
tekrarlamakta fayda var: Din, ancak bu şekilde var olabiliyor. “Bundan
başka bir din” maalesef yok. Çünkü İslam adına konuşacak olursak; din denen
kurumu oluşturanlar, bizatihi cahiliye Araplığını Allah ve peygamber adına kutsayanlar… İslâm tarihindeki “aydınlanmacı”
bir takım çıkışlar, zaten kurumsallaşan ve “din” haline gelen inancın, kültürel donukluğuna ve
hırçınlığına rağmen ortaya konan teşebbüsler.
Buraya kadarki tahlillerimiz
uluslaşmış bir toplumda, “başka tercihlerin” yapılabildiği özgür toplumsal
düzen içindeki dinin konumuyla ilgiliydi.
Kürtler gibi uluslaşamamış
topluluklarda durum daha da vahimdir.
Çünkü uluslaşmış toplumlardaki
kültürel çeşitlilik, kapalı toplumsal yapılarda bulunmuyor. Dolayısıyla “birbirinden
farklı bireyler” diye bir kavram bu
topluluklarda ortaya çıkamıyor. Hayata
karşı verilen savaşta ve belki de hayatları savaşmaktan ibaret olan
topluluklarda, otoriteye “Hayır!” diyebilecek birinin varlığı sadece hayaldir
Bir de böyle bir toplumsal yapının dinle güdülendiği düşünülürse… Kürt
toplumsal yapısında, kadının erkeğin oyuncağı olması sadece bu yapının
doğal hiyerarşisinden kaynaklanmamaktır.
Bu hiyerarşik yapının büyük ölçüde dinle tahkim edilmesi etnik erkek egemen
kültürün kökeni konusunda önemli bir açıklama sunmaktadır.
İşte Türk Cumhuriyeti, bütün bu
ilkel düşünüş biçimlerine karşı toplumu, “irade sahibi” bireyler olarak yapılandırmışken
irademizi bu noktadan geriye, kabileci ilkelliğe gitmek için kullanmış olmamız
ürkütücüdür. Kadınlarımızın irade sahibi eşler olmaları yerine, “Erkekleri
tarafından beslenen damızlık
zevceler/cariyeler” haline getirilmesi büyük ölçüde Müslüman erkek
ilkelliğinin ürünüdür. Dinin, erkeğe dair “Kadının yerine karar veren üstün
cins” anlayışı, kadınımızın iradesini
sakatlıyor. Kadınlarımıza, Arap örfüne göre örtünerek hangi ilkel
toplumun sembollerini benimsediklerini bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Bunun
kalıcı çaresi ise kadının kendi başına düşünen ve karar veren, “Hayır!”
diyebilen irade sahibi bir insan
olduğunu, kızlarımıza öğretmek…
4 yorum:
"Kadınlarımızın irade sahibi eşler olmaları yerine, “Erkekleri tarafından beslenen damızlık zevceler/cariyeler” haline getirilmesi büyük ölçüde Müslüman erkek ilkelliğinin ürünüdür. Dinin, erkeğe dair “Kadının yerine karar veren üstün cins” anlayışı, kadınımızın iradesini sakatlıyor. Kadınlarımıza, Arap örfüne göre örtünerek hangi ilkel toplumun sembollerini benimsediklerini bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Bunun kalıcı çaresi ise kadının kendi başına düşünen ve karar veren, “Hayır!” diyebilen irade sahibi bir insan olduğunu, kızlarımıza öğretmek…" ANA FİKİR MÜKEMMEL.
Kadına biçilen rol konusu çok açık olmasına rağmen, bu konuda kadının tutumu bir çeşit özgürlükten kaçış sendromu gibi...
Tarihten bir yaprak olmuş... Unutmayıp da yorumlayan yazarımızın aklına , eline sağlık.Evet... Bahsettiği özgürlükten kaçış psikolojisi başlı başına incelenmeye değer bir durum.
Bu konuda yazmasını çok isterdim şahsen...
Her zaman bekliyoruz, dükkân sizin sayın yazarımız!
Selcen Hanım gene üşenmemiş, özenle okuyup beğendiği yeri aktarmış, sağ olsun.
Her zaman bekliyoruz Selcan Hanım, fakirhaneyi boş bırakmayalım.
Eksik olmayın, saygılar.
Yorum Gönder