Şimdi, bu yalnızca bir araya getirilmiş görünecek blokların bir simülasyonundan ibaret. |
Herhangi bir şey düşünürken belli
bir bağlama bağlı kalmak düşüncenin tutarlılığı için elzemdir. Bu, “ Düşüncemi
neye dayanarak ve nereye kadar geliştirmeliyim?” demektir.
Bu soruların cevaplarını her
zaman düşünmek bize doğru düşünmek için ışık tutar. Aksi takdirde yanlış düşünceleri değiştirmemiz mümkün
olamaz ve bu düşünceler birer dini söylem gibi aklımıza çakılır kalır.
Bunları düşünmenin asıl faydası,
felsefi tartışmalarda önümüze çıkan bağlam saptırmacılığını aşabilmemizi
sağlamasıdır.
Özellikle herhangi bir ideolojik
tartışmada, konunun teorik bağlamı, özellikle sosyalistler tarafından sürekli
pratikteki sözde aksi örneklerle yanlışlanmaya çalışılır.
Burada gözden kaçırılan veya
maksada göre göz ardı edilen şey şudur: Teorik ( ki buna açıkça idealist bir
bakış diyebiliriz…) tartışmanın sınırı
nerede biter? Bu soruyu daha anlaşılır şekilde acizane fesefi bakışımla ilgili olarak şöyle sormak
isterim: “İradî olanla doğal olanın
sınırı nasıl gözetilmelidir?”
Bu ne anlama gelir? Fikirlerimizi
veya oluştururken doğa ile sınırlanırız.
Doğa fikirlerimizi/düşüncelerimizi iki şeyle sınırlar: Duyularımızın
sınırlılığıyla ve irademiz dışında var
olan olgularla…
Şurası herhalde açıktır ki biz
doğayı ancak duyularımızın sınırlarınca anlayabiliriz. Birileri bu fikre “
Duyularımızın ötesindeki dalga boyları…” diye başlayan bir tiratla karşı
çıkarsa ona, gelişen teknolojinin algı ötesi alanı, , günden güne algı
sınırları içinde kalacak şekilde görünür kıldığını söyleyerek karşılık veririz.
Kızıl ötesi görüş dürbünleri, elektron mikroskopları vs hep doğanın duyu sınırlarımız içinde anlaşılabilmesini
sağlayan gelişmelerdir. Bu da insanın, duyu/algı sınırlarının farkında olduğunu
ve doğayı bu sınırlar içinde kalacak şekilde kendisine tercüme etmeye
çalıştığını gösterir.
Bu sınır genişlemez. Sadece buluşlar
bu sınırlar içinde kalarak doğayı anlayabilmek gücümüzü arttırır.
İkinci olarak kaçınılmazlıklar
gelir.
Kaçınılmazlıklar doğayla
ilişkilerimizi oluşturan sınırlarla belirir.
Ama kaçınılmazlıkların bir de
iradî olan yönü vardır. Burada Hayekle çelişmek istemem ama şu kadarını göz
önüne almalıyız: Bugüne kadar gelmiş
kültürel birikim ve “kendiliğinden doğmuş davranış kuralları takımı” olguları
tarihin yaratmadığı tarihsel olgular olarak bugünkü seçimlerimizi bir ölçüde
etkileyecektir.
Tarihsel birikim veya tortular düşünme
biçimimiz üzerinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Çünkü tarihsel
birikim, kimliğimiz için bir tutarlılık ve geçerlilik ölçüsü sunar.
“Tarihsel tortunun” objektif bir
geçerlilik testi yapılamaz. Çünkü tarihsel tortu iradî seçimlerin,
kendiliğinden gelişen olgularla beraber meydana getirdiği bir fosil yapıdır. Bu
belki fazlasıyla fizyokrat bir bakış gibi görünebilir ama durum budur. Bu objektif geçerlilik testini saf rasyonel
olarak yapmaya kalksanız bile karşınıza “Kime göre rasyonel?” sorusu
çıkacaktır. Bu soruya herhangi bir
gelişmiş batı ülkesinin normlarına göre cevap verdiğinizde karşınıza, “o
normların saf rasyonel testlerinden geçip geçmediği” sorusu çıkacaktır.
Tarihsel tortunun etik bir testi
de yapılamaz. Çünkü “etik” için benimseyeceğiniz ölçüler de kaçınılmaz olarak başka bir kültürel birikimin tortusu olmak zorundadır.
Çünkü her ne kadar insan olanın belli başlı bazı objektif ölçüleri varsa da bu
objektiflik, kültürü aşamaz. Bu da şu anlama gelir ki kültürü ve “
toplumsal kendiliğinden oluşmuş davranış
kurallarını” aşan ve bunları kökten değiştirebilecek bir evrensel
objektif ahlâk kurulamaz!
Bu bizi nereye getirir?
İdeolojik tartışmaların teorik
zemininde kalmaksızın pratik örneklerle yanlışlamaya gitmek mümkün değildir, bu
çaba açıkça safsatadır.
Sözgelimi liberalizm ve sosyalizm
tartışmalarında “Ama ABD’de kapitalizm bir sömürüdür!” gibi bir cevap açıkça safsatadır.
Bu düşünüş tarzı insanların
herhangi bir ideolojinin robotları olduğu kabulüne dayanır; insan
eylemlerindeki irade unsurunu en baştan yok sayar. Biraz daha derin bir düşünsel tabakada ise az önce bahsettiğimiz
tarihsel tortunun varlığından habersiz olunduğunu gösterir.
Gene de şu unutulmamalıdır: Bütün
felsefî tartışmalar ancak ve yalnız üzerinde
anlaşılmış, uzlaşılmış bir metodolojik birey kabulü ile yürütülebilir.
Bu da insana dair ortaya konan
önermelerin, insanın en genel ve
değişmez eylemlerine göre
değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Ama bu başka bir
tartışmanın konusudur. Bu daha ziyade uluslararası ilişkilerin doğası
hakkındaki bir tartışmanın temelini oluşturur.
O halde felsefî veya ideolojik
bir tartışma imkânsız mıdır? Herhangi
bir fikrin yanlışlanması mümkün değil
midir? Veya bu kabul zaten tarihsel tortuyu kendiliğinden anlamsız kılmaz mı?
Bu mevcudun/gerçekliğin nerede,
hangi noktada tartışılması veya ölçü edilmesi gerektiği düşünülerek
cevaplanabilir.
Ne demektir?
Meselâ sosyalizm tartışılırken
sosyalizmin genel kabullerinin bir tutarlılık ve geçerlilik testi yapılmalıdır.
Bunu yaparken üstünde uzlaşılmış metodolojik bireyin tarihsel tortunun ötesinde
kalan genel eylemleri göz önünde bulundurulur. Sosyalizme temel teşkil eden “Mülkiyet
hırsızlıktır!” sloganı ( Bu açıkça bir slogandır, herhangi bir felsefi
derinliği olamayacak kadar saldırgan indirgemeci bir cümledir…) bu açıdan genel
insan eylemiyle dolayısıyla metodolojik bireyin iradesiyle uyumlu mudur değil
midir ancak böyle tartışılabilir. “Hırsızlık” denen suçun ancak herhangi bir genel iyinin ve özelde bir hakkın
ihlaliyle var olabileceği düşünüldüğünde
dahi mülkiyetin inan doğasının bir parçası olduğu kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
O halde meselâ sosyalizmle ilgili tartışmalarda daha SSCB
tecrübesine varmadan bile “genel insan eylemi” plânında bir yanlışlama
mümkündür.
O halde mevcut duruma ( bazıları
bunun tek gerçek olduğunu düşünebileceğinden bundan kaçınıyorum) ne zaman
müracaat etmeliyiz?
Mevcut duruma ancak tartışmanın
teorik yönü hakkında tam bir mutabakata varıldığında bakılmalıdır.
Bu da şu anlama gelir: Gene
sosyalizmden devam edecek olursak, sosyalizmin “idealarının” günlük hayatta ne
kadar gerçekleştirildiğine bakılır. Söz gelimi sosyalizm “ideal” halin üretim
araçlarının mülkiyetinin kollektifleştirildiği hal olduğunu, iddia ettiğinde,
mevcut halde, bunun yapılıp
yapılmadığına bakmak gerekir. Üretim araçları proleter diktanın eline
bırakılmış mıdır? Evet. Peki sonuç,
önermenin öngördüğü, toplumsal mutluluk ve adalet ile uyuşmuş mudur? Hayır!
Öyleyse önerme yanlıştır!
Kapitalizmle ilgili tartışmalarda,
genellikle ideolojinin başına bir “vahşi” sıfatı getirilmesi hümanizmin gereği
sayılır. Oysa bu açıkça saçmadır.
Çünkü “kapitalist” denen sermaye
grubunun işçiyle olan ilişkilerinde yaşanan bazı çatışmalar, ideolojinin
kaçınılmazlığı sayılmıştır. Acaba böyle midir?
Her şeyden önce kapitalizmin bir
ideoloji olmadığı, Marx’ın Pazar ekonomisine yönelik bir nitelemesi olduğu
gözden saklanmıştır.
Liberalizmin teorisinde işçi ve
sermayedar rakip veya Marx’ın sandığı gibi düşman sınıflar olarak mı kabul edilmiştir? Hayır… Peki liberalizm,
işverenin işçinin hakkını yemesini ideolojik bir şart olarak mı öngörmüştür?
Hayır! O halde iş veren, işçinin hakkını
yediğinde, liberalizmin önermelerine mi uygun davranmaktadır? Hayır!
Liberal teoride herkes hem
üretici hem tüketici olarak mı kabul edilmiştir? Evet. Peki liberalizm tüketiciyi, ekonomik olarak
korunması gereken temel birim olarak kabul etmiş midir? Evet! Peki bunu bir ütopyanın gereği olarak mı önerir, yoksa
ekonomi denen insan eyleminin doğasına dair bir keşif olarak mı? Şüphesiz bunu bir
keşif olarak önerir. O halde maliyetleri düşürerek daha ucuza mal üreten bir
üreticinin davranışı liberalizmin kapsamına uygun mudur? Evet! Bu durumda
liberalizmin “Pazardaki rekabetin
maliyetleri düşürücü ve tüketiciyi koruyucu bir sonucu vardır!” önermesi
doğrudur.
Peki meselâ ABD’de ki kendisi kapitalist olarak bilinir; devlet
kayırması için uğraşan lobilerin etkisiyle meydana gelen kötü sonuçlar liberal
önermelere uygun mudur? Hayır! Çünkü zaten fiyatları ve tüketici davranışlarını
çarpıtan kayırmalar ve müdahaleler, “kapitalizm” olarak adlandırılan liberal
teorinin kapsamına daha en baştan aykırıdır!
O halde teorik tartışmalarda
insan eyleminin genel özelliklerine dair bir uzlaşma sağlanamazsa; objektif bir mukayese ve yanlışlama yöntemi bulmak da imkânsızlaşır. Daha sonra
mevcut halin insan eylemlerinin genel özellikleriyle uyumuna bakılır. Daha
sonra da mevcut hali meydana getiren
insan eylemlerini güdüleyen fikri temellerin, insan varoluşuyla uyuşup uyuşmadığına
bakılır.
Hiç kimse insanın “benliğini”
inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.
Hiç kimse, insanın edindiklerini benliğinin bir parçası saymasını inkâr ederek bir önerme
meydana getiremez.
Hiç kimse, insanın “daha
fazlasını” arzu etmesini reddederek veya inkâr ederek bir önerme meydana
getiremez.
Dahası hiç kimse bir “önerme” ile insanı baştan aşağı
biçimlendirebileceğini iddia edemez. Bu son nokta Hayek’in “kurucu rasyonalizm”
olarak tanımladığı fikrin özüdür.
Burada son olarak birkaç şey
söylemek istiyorum:
Öncelikle ortaya konan herhangi
bir önermenin bir “icat” mı yoksa bir “keşif” mi olduğu anlaşılmalıdır.
Herhangi bir “Olmalıdır!”
cümlesi, herhangi bir filozofun ütopyasını mı ifade etmektedir?
Yoksa bu cümle, yararlılığı genel olarak görülmüş ve fakat bazen kendisinden sapılan bir
davranış kuralını mı ifade etmektedir?
Bu farklılık da aslında felsefi
tartışmanın en başındaki uzlaşma için şarttır. Bu anlaşılmaksızın tarafların,
soruna nasıl ve hangi açıdan baktıkları anlaşılamayacaktır.
Elbette herhangi bir sorunu
çözmek için bir araya gelirken ortaya konan maksat açıkça ifade edilmeden böyle bir tartışma açıkça hayaldir.
2 yorum:
Gayet tutarlı ve mantıklı bir teklif, Yöntem metod ve tanımlar olmaksızın bir yere varmak gerçekten güç.
Peride Hanım,
Serinkanlılığınız ve birikiminiz güven verici. Eksik olmayın.
Lütfen yazılarınızdan bizi mahrum bırakmayınız. Saygılar.
Yorum Gönder