16 Şubat 2015 Pazartesi

Teorinin Ve Pratiğin Sınırı Üzerine

Şimdi,  bu yalnızca   bir araya
getirilmiş  görünecek  blokların
bir simülasyonundan ibaret.

Herhangi bir şey düşünürken belli bir bağlama bağlı kalmak düşüncenin tutarlılığı için elzemdir. Bu, “ Düşüncemi neye dayanarak ve nereye kadar geliştirmeliyim?”  demektir.

Bu soruların cevaplarını her zaman düşünmek bize doğru düşünmek için ışık tutar. Aksi takdirde   yanlış düşünceleri değiştirmemiz mümkün olamaz ve bu düşünceler birer dini söylem gibi aklımıza çakılır kalır.

Bunları düşünmenin asıl faydası, felsefi tartışmalarda önümüze çıkan bağlam saptırmacılığını aşabilmemizi sağlamasıdır.

Özellikle herhangi bir ideolojik tartışmada, konunun teorik bağlamı, özellikle sosyalistler tarafından sürekli pratikteki sözde aksi örneklerle yanlışlanmaya çalışılır.

Burada gözden kaçırılan veya maksada göre göz ardı edilen şey şudur: Teorik ( ki buna açıkça idealist bir bakış diyebiliriz…) tartışmanın sınırı  nerede biter? Bu soruyu daha anlaşılır şekilde  acizane fesefi bakışımla ilgili olarak şöyle sormak isterim: “İradî olanla  doğal olanın sınırı nasıl gözetilmelidir?”

Bu ne anlama gelir? Fikirlerimizi veya oluştururken doğa ile sınırlanırız.  Doğa fikirlerimizi/düşüncelerimizi iki şeyle sınırlar: Duyularımızın sınırlılığıyla ve irademiz dışında  var olan olgularla…

Şurası herhalde açıktır ki biz doğayı ancak duyularımızın sınırlarınca anlayabiliriz. Birileri bu fikre “ Duyularımızın ötesindeki dalga boyları…” diye başlayan bir tiratla karşı çıkarsa ona, gelişen teknolojinin algı ötesi alanı, , günden güne algı sınırları içinde kalacak şekilde görünür kıldığını söyleyerek karşılık veririz. Kızıl ötesi görüş dürbünleri, elektron mikroskopları vs hep  doğanın duyu sınırlarımız içinde anlaşılabilmesini sağlayan gelişmelerdir. Bu da insanın, duyu/algı sınırlarının farkında olduğunu ve doğayı bu sınırlar içinde kalacak şekilde kendisine tercüme etmeye çalıştığını gösterir.

Bu sınır genişlemez. Sadece buluşlar bu sınırlar içinde kalarak doğayı anlayabilmek gücümüzü arttırır.

İkinci olarak kaçınılmazlıklar gelir.
Kaçınılmazlıklar doğayla ilişkilerimizi oluşturan sınırlarla belirir.

Ama kaçınılmazlıkların bir de iradî olan yönü vardır. Burada Hayekle çelişmek istemem ama şu kadarını göz önüne almalıyız: Bugüne kadar  gelmiş kültürel birikim ve “kendiliğinden doğmuş davranış kuralları takımı” olguları tarihin yaratmadığı tarihsel olgular olarak bugünkü seçimlerimizi bir ölçüde etkileyecektir.

 Tarihsel birikim veya tortular düşünme biçimimiz üzerinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Çünkü tarihsel birikim, kimliğimiz için bir tutarlılık ve geçerlilik ölçüsü sunar.

“Tarihsel tortunun” objektif bir geçerlilik testi yapılamaz. Çünkü tarihsel tortu iradî seçimlerin, kendiliğinden gelişen olgularla beraber meydana getirdiği bir fosil yapıdır. Bu belki fazlasıyla fizyokrat bir bakış gibi görünebilir ama durum budur.  Bu objektif geçerlilik testini saf rasyonel olarak yapmaya kalksanız bile karşınıza “Kime göre rasyonel?” sorusu çıkacaktır. Bu soruya herhangi bir  gelişmiş batı ülkesinin normlarına göre cevap verdiğinizde karşınıza, “o normların saf rasyonel testlerinden geçip geçmediği” sorusu çıkacaktır.

Tarihsel tortunun etik bir testi de yapılamaz. Çünkü “etik” için benimseyeceğiniz ölçüler de kaçınılmaz olarak  başka bir  kültürel birikimin tortusu olmak zorundadır. Çünkü her ne kadar insan olanın belli başlı bazı objektif ölçüleri varsa da bu objektiflik, kültürü aşamaz. Bu da şu anlama gelir ki kültürü ve “ toplumsal  kendiliğinden oluşmuş davranış kurallarını” aşan ve bunları kökten değiştirebilecek bir  evrensel objektif ahlâk kurulamaz!

Bu bizi nereye getirir?

İdeolojik tartışmaların teorik zemininde kalmaksızın pratik örneklerle yanlışlamaya gitmek mümkün değildir, bu çaba açıkça safsatadır.

Sözgelimi liberalizm ve sosyalizm tartışmalarında “Ama ABD’de kapitalizm bir sömürüdür!” gibi bir  cevap açıkça safsatadır.

Bu düşünüş tarzı insanların herhangi bir ideolojinin robotları olduğu kabulüne dayanır; insan eylemlerindeki irade unsurunu en baştan yok sayar. Biraz daha  derin bir düşünsel tabakada ise az önce bahsettiğimiz tarihsel tortunun varlığından habersiz olunduğunu gösterir.
Gene de şu unutulmamalıdır: Bütün felsefî tartışmalar ancak ve yalnız üzerinde  anlaşılmış, uzlaşılmış bir metodolojik birey kabulü ile yürütülebilir. Bu da insana dair  ortaya konan önermelerin, insanın  en genel ve değişmez eylemlerine göre  değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Ama bu başka bir tartışmanın konusudur. Bu daha ziyade uluslararası ilişkilerin doğası hakkındaki bir tartışmanın temelini oluşturur.

O halde felsefî veya ideolojik bir tartışma imkânsız mıdır?  Herhangi bir fikrin yanlışlanması mümkün  değil midir? Veya bu kabul zaten tarihsel tortuyu kendiliğinden anlamsız kılmaz mı?

Bu mevcudun/gerçekliğin nerede, hangi noktada tartışılması veya ölçü edilmesi gerektiği düşünülerek cevaplanabilir.

Ne demektir?

Meselâ sosyalizm tartışılırken sosyalizmin genel kabullerinin bir tutarlılık ve geçerlilik testi yapılmalıdır. Bunu yaparken üstünde uzlaşılmış metodolojik bireyin tarihsel tortunun ötesinde kalan genel eylemleri göz önünde bulundurulur. Sosyalizme temel teşkil eden “Mülkiyet hırsızlıktır!” sloganı ( Bu açıkça bir slogandır, herhangi bir felsefi derinliği olamayacak kadar saldırgan indirgemeci bir cümledir…) bu açıdan genel insan eylemiyle dolayısıyla metodolojik bireyin iradesiyle uyumlu mudur değil midir ancak böyle tartışılabilir. “Hırsızlık” denen suçun ancak  herhangi bir genel iyinin ve özelde bir hakkın  ihlaliyle var olabileceği düşünüldüğünde dahi mülkiyetin inan doğasının bir parçası olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

O halde meselâ  sosyalizmle ilgili tartışmalarda daha SSCB tecrübesine varmadan bile “genel insan eylemi” plânında bir yanlışlama mümkündür.

O halde mevcut duruma ( bazıları bunun tek gerçek olduğunu düşünebileceğinden bundan kaçınıyorum) ne zaman müracaat etmeliyiz?

Mevcut duruma ancak tartışmanın teorik yönü hakkında tam bir mutabakata varıldığında  bakılmalıdır.

Bu da şu anlama gelir: Gene sosyalizmden devam edecek olursak, sosyalizmin “idealarının” günlük hayatta ne kadar gerçekleştirildiğine bakılır. Söz gelimi sosyalizm “ideal” halin üretim araçlarının mülkiyetinin kollektifleştirildiği hal olduğunu, iddia ettiğinde, mevcut  halde, bunun yapılıp yapılmadığına bakmak gerekir. Üretim araçları proleter diktanın eline bırakılmış mıdır? Evet. Peki  sonuç, önermenin öngördüğü, toplumsal mutluluk ve adalet ile uyuşmuş mudur? Hayır! Öyleyse önerme yanlıştır!

Kapitalizmle ilgili tartışmalarda, genellikle ideolojinin başına bir “vahşi” sıfatı getirilmesi hümanizmin gereği sayılır. Oysa bu açıkça saçmadır.

Çünkü “kapitalist” denen sermaye grubunun işçiyle olan ilişkilerinde yaşanan bazı çatışmalar, ideolojinin kaçınılmazlığı sayılmıştır. Acaba böyle midir?  Her şeyden önce  kapitalizmin bir ideoloji olmadığı, Marx’ın Pazar ekonomisine yönelik bir nitelemesi olduğu gözden saklanmıştır.

Liberalizmin teorisinde işçi ve sermayedar rakip veya Marx’ın sandığı gibi düşman  sınıflar olarak mı  kabul edilmiştir? Hayır… Peki liberalizm, işverenin işçinin hakkını yemesini ideolojik bir şart olarak mı öngörmüştür? Hayır! O halde  iş veren, işçinin hakkını yediğinde, liberalizmin önermelerine mi uygun davranmaktadır? Hayır!

Liberal teoride herkes hem üretici hem tüketici olarak mı kabul edilmiştir? Evet.  Peki liberalizm tüketiciyi, ekonomik olarak korunması gereken temel birim olarak kabul etmiş midir? Evet! Peki bunu  bir ütopyanın gereği olarak mı önerir, yoksa ekonomi denen insan eyleminin doğasına dair bir keşif olarak mı? Şüphesiz bunu bir keşif olarak önerir. O halde maliyetleri düşürerek daha ucuza mal üreten bir üreticinin davranışı liberalizmin kapsamına uygun mudur? Evet! Bu durumda liberalizmin “Pazardaki  rekabetin maliyetleri düşürücü ve tüketiciyi koruyucu bir sonucu vardır!” önermesi doğrudur.

Peki meselâ ABD’de  ki kendisi kapitalist olarak bilinir; devlet kayırması için uğraşan lobilerin etkisiyle meydana gelen kötü sonuçlar liberal önermelere uygun mudur? Hayır! Çünkü zaten fiyatları ve tüketici davranışlarını çarpıtan kayırmalar ve müdahaleler, “kapitalizm” olarak adlandırılan liberal teorinin kapsamına daha en baştan aykırıdır!

O halde teorik tartışmalarda insan eyleminin genel özelliklerine dair bir uzlaşma sağlanamazsa;  objektif bir mukayese ve yanlışlama  yöntemi bulmak da imkânsızlaşır. Daha sonra mevcut halin insan eylemlerinin genel özellikleriyle uyumuna bakılır. Daha sonra da mevcut hali  meydana getiren insan eylemlerini güdüleyen fikri temellerin, insan varoluşuyla uyuşup uyuşmadığına bakılır.

Hiç kimse insanın “benliğini” inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Hiç kimse, insanın  edindiklerini benliğinin  bir parçası saymasını inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Hiç kimse, insanın “daha fazlasını” arzu etmesini reddederek veya inkâr ederek bir önerme meydana getiremez.

Dahası hiç  kimse bir “önerme” ile insanı baştan aşağı biçimlendirebileceğini iddia edemez. Bu son nokta Hayek’in “kurucu rasyonalizm” olarak  tanımladığı fikrin özüdür.

Burada son olarak birkaç şey söylemek istiyorum:

Öncelikle ortaya konan herhangi bir önermenin bir “icat” mı yoksa bir “keşif” mi olduğu anlaşılmalıdır.

Herhangi bir “Olmalıdır!” cümlesi, herhangi bir filozofun ütopyasını mı ifade etmektedir?

Yoksa bu  cümle, yararlılığı genel olarak görülmüş  ve fakat bazen kendisinden sapılan bir davranış kuralını mı ifade etmektedir?

Bu farklılık da aslında felsefi tartışmanın en başındaki uzlaşma için şarttır. Bu anlaşılmaksızın tarafların, soruna nasıl ve hangi açıdan baktıkları anlaşılamayacaktır.

Elbette herhangi bir sorunu çözmek için bir araya gelirken ortaya konan maksat açıkça ifade edilmeden  böyle bir tartışma açıkça hayaldir.













2 yorum:

Peride dedi ki...

Gayet tutarlı ve mantıklı bir teklif, Yöntem metod ve tanımlar olmaksızın bir yere varmak gerçekten güç.

Afşar Çelik dedi ki...

Peride Hanım,

Serinkanlılığınız ve birikiminiz güven verici. Eksik olmayın.

Lütfen yazılarınızdan bizi mahrum bırakmayınız. Saygılar.