Birkaç sene önce, Cüneyt ÜLSEVER, Anadolu girişimciliğinin muhafazakâr yönüyle Protestan ahlâkı arasında, “iş ahlâkı” ve tevekkül yönünden bir benzerlik kurduğunda kıyamet kopmuştu. O bunu, ülkede liberal demokrat bir rejimin yerleşmesi için bir fırsat olarak görüyordu. İş dünyasının, İstanbul tekelinden kurtulacağından ve refahın, ülkenin her yerinde birden üretileceği ümidini taşıyordu.
Ortalama tahsili üç buçukuncu sınıf olan halkımızın, dördüncü sınıftan terk gazetecileri, akademi esnafı vs. üzerinde cidden, uzun uzun düşünülüp söylenmiş, özet düşüncelerden, kıt akıllarınca kavrayabildikleri bir iki kelimeyi, sözlük anlamlarına göre alarak “dünya basiti” yorumlar yaptılar, konu da öylece kaldı.
Aslında ÜLSEVER bir gerçeğin ucunu yakalamıştı ama o da her Türk çocuğu gibi sui zannı ayıp bellediğinden olsa gerek; ucundan yakaladığı gerçeği güzel görmeye çalışmıştı.
O gerçek, Türkiye’de siyasal dinciliğin ahlâkî kabulleri, itikadî ve amelî özellikleriyle neredeyse tamamen Protestan Hıristiyan bir özellik taşıdığıydı.
Protestanlar insanın bir günahla doğduğuna inanır. “ Masumiyet” insan ömrünün sonuna kadar elde edilmesi gereken, neredeyse imkânsız bir erdemdir. Bu erdeme ulaşabilmek için her şeyden önce hayata, “kabul edilmiş” bir cemaatin ve ruhbanın onayıyla başlamak gerekir. Hıristiyanlık bütün mezhepleriyle bir cemaat dinidir. Cemaat ibadetin mütemmim cüzüdür. Ruhban da cemaatin… Bir Hıristiyan’ın dine mensubiyeti, onun ferdî iradesine değil, cemaatin ve ruhbanın kabulüne bağlıdır. Dağ başında tek başınıza Tanrı’dan affınızı dileyemezsiniz.
Hıristiyanlık’ta günah ve sevap doğrudan imanla ilgilidir. Protestanlara göre cennet, tam bir masumiyetle bile kazanılamaz. O ancak Tanrı’nın belirsiz bir lütfuyla kazanılabilir. Cennete giriş neredeyse imkânsız olmakla beraber, bu dünyada zevke en az yer verecek şekilde en sıkı şekilde çalışmak ve ibadet etmek, en azından Tanrı’nın lütfunu kazanmak ihtimalini arttırabilir. Bu yüzden Protestan ahlâkının temelinde, bu dünyaya ait ne varsa, hepsi şeytanî ve kötüdür. Protestanlar için zevk günahın ta kendisidir. Bunun yanı sıra, kendi içlerinde yorum farklarına dahi son derece hoşgörüsüzdürler. En doğru ve hakiki yoruma iman etseniz dahi, günah işliyorsanız imanınız zedelenir ve dininizi kaybedebilirsiniz.
Protestanlık hükümdarı kendiliğinden kutsal ve eleştirilmez kabul eder. 8. Henry’nin İngiltere’nin dinini değiştirmesindeki en büyük sebep belki de budur.
Buraya kadar naklettiğimiz acizane bilgimizin içinde, Hıristiyan, Hıristiyanlık, Protestanlık kelimelerinin yerine “İslâm” ve “Müslüman” kelimelerini koyduğunuzda, şaşırtıcı bir şekilde hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz. Bunu görüvermenizin sebebi, İslâm’ın, siyasal İslamcılarca günlük hayatta rastladığımız yaşanma ve anlaşılma şeklinin, bununla neredeyse birebir aynı olmasındandır.
İslâm, kendine kadar olan bütün dinlerden apayrı şekilde, ferdin vicdanına ve aklına teslim edilmiş tek dindir! O zamana kadar ruhbanların koruyuculuğunda olduğu sanılan dinin koruyucusunun yalnızca Allah olduğunu beyanla, şirkin önüne yıkılmaz bir set çeken tek dindir! İbadette ve tövbede Allah’a aracı koşulmasını doğrudan şirk sayan tek dindir! “Amel imandan bir cüz değildir!” diyerek imanı, yalnızca Allah’ın yargısına bırakan ve böylece iman üzerinden bezirgânlık edilmesini de şirk sayan tek dindir! Uçakta seyahat ederken, gemide denizi seyrederken, otobüste kitap okurken, sabah kalktığınızda, gece yattığınızda, yalnızca kalpten bir tasdik ve samimi bir ikrarla içine giriverdiğiniz tek dindir! Sizi ne ruhbana ne cemaate muhtaç eder.
“Allah sizin kalplerinize bakar!” diyerek “Müslüman” etiketinizin değil, mümin bir kalbin samimiyetinin değerine dikkat çeker. Müslümanların hepsinin mümin sayılmasını şart koşar. Bir Müslüman’ın diğerinin imanı hakkında bühtan etmesini hele de hüküm vermesini yasaklar.
Sizi, sabah akşam boş ibadetle Cennet’i kazanamayacağınıza dair uyarır. Merhamet etmediğiniz, yalan söylediğiniz, kibir gösterdiğiniz, sui zanda bulunduğunuz, gıybet ettiğiniz, kul hakkı yediğiniz, riyaya saplandığınız müddetçe, ibadetlerinizin ve sözde hayırlarınızın bir değeri olmayacağını ve daha kötüsü iman etmiş sayılmayacağınızı söyler. Kendi nefsiniz için işlediğiniz günahları, başkalarının takdiri için ettiğiniz ibadete üstün tutar.
Müslümanlık “güzel ahlâk” için gelmiştir ve “güzel ahlâk sahibi” de “Elinden ve dilinden, herkesin emin olduğu kişidir!” yani İslâm ahlâkının temeli, şekli, dış görünüşü düzeltmek değil, “Zarar vermemek iradesi göstermektir.”
Şimdi… Hıristiyanlık ve İslâm’ın, aklımızın erdiğince farklarını dile getirdikten sonra, memleketimizdeki siyasal İslamcı’ların yaşayışlarının, bu ikisinden hangisine daha fazla benzediğine bakabiliriz.
Ülkemizde siyasal İslâmcı’lar “Müslüman” olarak yalnızca kendi mensuplarını kabul ederler. Sıkça işittiğiniz “Bu ülkede Müslümanlara çok eziyet edilmiştir!” gibi cümlelerin anlamı budur. Bir Müslüman, kendisiyle asgari benzer özellikleri gördüğü herkesi din kardeşi sayar. Kaldı ki kendisini Müslüman olarak ilân eden hiç kimseyi kendinden ayırt edemez! Oysa bir Hıristiyan için bırakınız aynı dinin mezhepleri arasındaki farkı, aynı mezhep içindeki farklı yorumlar dahi birbirini dışlamakta tereddüt etmez!
Bir Müslüman, yalnız Allah’a karşı, yalnız ve ancak kendi aklı ve kalbi ile sorumlu olduğunu bilir. İbadetini yalnız yapabilir, tövbesini kesinlikle tek başına ve aracısız Allah’a arz eder.
Bir Hıristiyan için ise cemaatle yapılmamış bir ibadet geçersizdir. Ruhbana itiraf edilmeyen günahların affedilmesi düşünülemez. Bu gün siyasal İslamcı’lar istisnasız şekilde cemaatler/tarikatler halinde yaşarlar. Cemaat/tarikat mensubu, imamından/şeyhinden izin almadan adım atamaz. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır..” sözü, memleketimizdeki siyasal İslamcıların en temel düsturudur. Siyasal İslamcılar, cemaatleri güdülecek sürü, mürşitlerini de çoban addeder. Bu aynen Hz. İsa’yı ve sonra onun kilisesini çoban, Hıristiyanları da İsa’nın koyunu olarak gören Hıristiyan anlayışına benzer.
Siyasal İslamcılar “Dinde zorlama yoktur!” ayetini neshedilmiş sayar, din kardeşlerine her türlü zor kullanmayı, “onlardan sorumlu olmak” diye savunurlar. Oysa Allah, peygamberi dahi hiç kimsenin imanından mesul kılmamıştır. Diğer yandan, Hıristiyanlıkta kişinin dini, doğrudan doğruya mensup olduğu cemaate ve onun ruhbanına bağlıdır. Kilise geçmişte din adına korkunç katliamlar yapmıştır ve aforoz hâlâ kilisenin, Hıristiyanlar için kullanabileceği bir tehdittir.
Bir siyasal İslâmcı için hayatın her anı, “dinle” ilgili olmalıdır. Buradan murat, hayatın her anında Allah ile beraber olmak, günah işlerken bile onun bizi gözettiğini bilmek ve nedameti ona arz etmek değildir. Siyasal İslâmcı için hayatın her anının dinle geçmesi demek, toplumsal hayatın ürünlerinden, içinde doğrudan dinden bahsedilmeyen her şeyden uzaklaşmak demektir. Ona göre dünya bütünüyle kirlidir. O yüzden bu dünyada konuşulmaya değen, daha doğrusu konuşulması “helal” tek mevzu dindir. Bu arada, meselâ sıradan bir Müslüman olarak din ile ilgili fikirlerinizi konuşmanızdan bahsetmediğimi hatırlatmalıyım. Onlara göre bir “sohbet”, “daha fazla Müslüman” birinin diğerlerine nasihat etmesinden ibarettir. Bundan dolayıdır ki herhangi bir siyasal İslâmcı radyoda, meselâ müzikal olarak oyun havası kıvraklığında olup içindeki Allah, Muhammet vs kelimelerinden dolayı “ilâhi” diye anılan pek çok garabetle karşılaşmanız mümkündür. Oysa bizzat Hazreti Peygamber, dünya nimetlerinden zevk aldığını ifade etmiş, sevginin, aşkın, cinselliğin, merhametin, tevazuun, sohbetin her yönünü bizzat yaşamış, en somut örnek olarak karşımızdadır. Bugün, onun hayatını anlatan kitaplarda, yatak odasında eşleriyle nasıl konuştuğuna, onlarla ilgili hissettiği arzuları nasıl ifade ettiğine dair bir sürü örnek bulabilirsiniz. Peygamberi “insan” olan bir dinin mensupları bu gün, insanın topraktan yaratılmış bedeninin her yönünden tiksinmekte, o bedeni de maddi dünya ile beraber bir tür necaset olarak kabul edebilmektedir. Kadınlara yönelik örtünme aşırılığının, çirkinleştirme arzusunun temelinde, dünyaya bu sapkın bakış vardır. Bu açıdan siyasal İslâmcıların din kabulü ve dinî yaşantısının “sünnetle” uzaktan yakından ilgisi yoktur. Onlar, ulaşılması imkânsız bir günahsızlık ideali ve maddî dünyaya duydukları sınırsız nefretle peygamber ahlâkından ziyade püriten Protestan ahlâkına yakındırlar.
İslâm açık şekilde “Amel imandan bir cüz değildir!” derken siyasal İslâmcılar sürekli, günahsızlığı bir ideal olarak dayatıp bunu da “imanı kurtarmak” bahanesiyle yapmaktadırlar. Hıristiyanlıkta, bilhassa Protestanlıkta amelin imanla doğrudan ilişkisi kurulmuştur. Dolayısıyla “daha az veya daha çok Hıristiyan” diye derecelendirmeler yapılabilir. Oysa İslâm’da “daha az, daha çok Müslüman” diye bir derecelendirme yoktur! İslâm’da takva, Müslümanlar arasında bir üstünlük ölçüsü sayılmamışken bu gün siyasal İslamcı kitle “uzman Müslümanlarla” doludur. İslâm takvayı, insanlar arasında bir üstünlük ölçüsü saymayıp dinde ruhbanlık kurumunun oluşmasını engellemişken siyasal dinciler, takva kavramını, diğer Müslümanlar üzerinde zihni tasarrufa yetkili makamlar oluşturmak için kullanmışlardır. Hali hazırda Müslüman ülkelerin tamamında mutlaka, “herkesten üstün ve eleştirilemez” bir din profesyonelleri sınıfı bulunmaktadır. Bizde bu sınıfın oluşumu, cemaatlerin ve tarikatlerin bünyesinde, uzun zamandır sürmektedir.
Bunun yanında değerli ilâhiyatçı Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün son dönem eserlerinde üzerinde sıklıkla durulan ve örneklendirilen Kur’an üzerinde tahrifat gayretleri, dinler arası diyalog çalışmaları gibi oluşumlar, siyasal İslâmcılığın Yudeo-Hıristiyan örgütlenmelerle ilişkisini ortaya çıkarmıştır. Bu ilişkiler sadece ilahiyat sahasında kalmamakta, dünyanın, yeni Yudeo-Hıristiyan tasarımının parçası olmaya kadar varmaktadır. Burada dinin siyasal bir araç olarak kullanılmasıyla meydana getirilen çarpıklık ve boşluk, kültürel olarak siyasal İslamcılara göre epey üstün bir durumda bulunan Hıristiyan dünyası tarafından doldurulmaktadır.
Diyalog adına, Türk örfünün, Türk dinî yaşantısının, Türk kültürünün “resmi tarih” aşağılamasıyla yok sayılması ve adeta hiç kimsenin bilmediği sanılan yepyeni yapay tarih yorumlarının oluşturulması, siyasal İslam’ın kimler tarafından güdülendiğinin çok önemli işaretleridir. Siyasal İslâm, şiddet eğilimi, tekfir etme, bağnazlık, güce tapınma ve riya gibi özelliklerinin, kendisini daha 18. yyda cadı avlarında onlarca kadını yakıp daha sonra kendi “üstün dinin gereği” gittiği her yeri yangın yerine çeviren Protestan/püriten yobazlığına nasıl yaklaştırdığını keşfetmiştir, daha doğrusu bu, kendisine keşfettirilmiştir.
Evet Cüneyt ÜLSEVER, birbirlerini kıyafetlerinden, bıyık kesimlerinden tanıyan, amaca varmak için her yolu “Düşmanın silahıyla silahlandığını” düşünerek mazur gören, parasının varlığını, en lüks çantalar, baş örtüleri, arabalarla gösteren, “modern” bir dindar girişimci grubunu teşhis ediyordu… Ama onun, hepimizin değerlerine ne kadar yabancılaştığını, artık “biz” derken bambaşka birilerini kast ettiğini, belki de görmek istemiyordu.
Ne yazık ki bir farkı teşhis etmekte hepimiz geç kalmıştık. Protestan müteşebbisler, bütün taassuplarına rağmen, ebedî mutluluğun yalnız ve ancak Tanrı’nın lütfu olduğunu düşünerek onun hükmüne ipotek koymaktan kaçınıyordu. Oysa ülkemizde siyasal İslâm, giyiminden, okuma listesine ve cemaatlerce oluşturulan aile çevresine kadar “tamamlanmış” dindarlığının Cennet’in garantisi olduğu fikrine körce bağlanmıştı. İşin daha acı yanı, Protestanlar, dinlerini, iş ahlâklarının temeli saydıkları için refahın kendilerine gelmesini ümit ediyordu. Oysa ülkemizde siyasal dinciler, dini, “servet edinme cemaatleri” oluşturmak için kullanıyorlardı. Şüphesiz bu tespitler bazılarına “din kardeşlerine karşı sui zan” gibi görünecektir. Buna rağmen, politikada şantajı araç olarak kullanan dinci medyaya ve onların maddî destekçilerine –ki kimlerin kredi kartlarının nasıl kullanıldığı bile ortaya çıkmışken- baktığımızda, olayın, ÜLSEVER’in terbiyeli iyimserliğini ezip geçen bir zorbalık hikâyesi olduğunu ister istemez görüyoruz.
Türk Milleti, kendi geleceğine, hangi siyasî kadroların tesir edeceğine, bir an önce karar vermelidir. Karısının başını örterek, badem bıyık bırakarak, yarı Arapça konuşarak ikbal edineceğini, siyasal İslamcılığın şantaj kültüründen korunacağını sananlar çok yanılmaktadırlar, Eğer vicdanlarını cemaatlere teslim ederek cennetten ipotekli bir köşke yatırım yaptığını, hâlâ düşünen varsa, umalım ki o çok beğenilen Kuzey Irak’ta evlerini, “haremlerini” din kardeşleriyle paylaşan işgalci askerler, kendi kapılarını çalıp da yatak odalarını kullandığında, aynı iyimserliği gösterebilirler? Neden mi böyle karamsarım? Çünkü siyasal İslâmcılar her şeye rağmen, onları yabancı askerlerin tecavüzünden koruyabilecek tek orduyu da yok etmeden, korkarım öfkelerini dindiremeyecekler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder