Bunun sebebi, millî bütünlüğümüz hususunda, PKK yandaşları dışında herkesin tartışılmaz şekilde mutabık olduğuna inanmamdı.
‘90ların ikinci yarısından itibaren telaffuz edilen “ Milliyetçiliğin MHP’nin tekelinde olamayacağı” düşüncesi yüreğime su serpiyordu. Bu ifade ile bütün partiler, millî meselelerimizin her hükûmet için aynı değere ve öneme sahip olacağı güvencesini veriyorlardı. Dolayısıyla 2007’e kadar benim için MHP artık görevini tamamlamış ve kendini feshetmesi gereken, marjinalleşmeye aday bir ideolojik misyon partisiydi. Eğer memleketimizde, farklı ideolojilerine rağmen bütün partiler milletimizi, onun bütünlüğünü ve dünya üzerindeki soydaşlarımızın problemlerini birinci öncelikle ele alacak idiyse MHP açıkça işlevsiz hale gelmiş demekti.
Bana bu rahatlığı veren bir ölçüde Merhum Ecevit’in ‘90ların başında telaffuz ettiği “Dış Türkler bakanlığı kurulmalıdır!” cümlesi idi. Demek ki artık enternasyonalist, köksüz ve bundan dolayı uluslar arası KGB operasyonlarının taşeronları arasında yer almış sol kampta bile Türk adının önemi anlaşılmıştı… Artık geçmişe bir sünger çekilerek millî sorunlarımız üzerinde ciddiyetle bir araya gelebilirdik.
Millî hassasiyetin, Türk siyasetinin asgari müştereki olması, siyasetin, toplumu izlediği, onun ihtiyaçlarını ve hassasiyetlerini öncelediği anlamına geliyordu. Bu durumda, en mantıklı tercih, milletin çoğunluğunun teveccüh gösterdiği kitle partilerinin temsil ettiği mutabakat hükûmetlerinin başa gelmesiydi.
2007 bu açıdan tam bir kırılma noktası oldu. O vakte kadar bu inancımızı, iyimserliğimizi besleyen bir gelişme var gibi görünmesine rağmen işler o noktadan itibaren tam tersine döndü. AKP, millî hassasiyetleri izleyen parti imajının, topluma verdiği güvenini, “toplumu tasarlamak” için kullanmaya başladı.
İdeolojiler üstü bir millî duyarlılık ve millî mutabakat hissinin temsilcisi ve hizmetkârı olmak zımnî iddiasını, “ne pahasına olursa olsun edinilmiş oy çokluğunun mutlak iktidarı” olmak iddiasına dönüştürdü. Demokrasiyi sosyolojik ve dolayısıyla hukuksal bağlamından kopararak mutlak iktidarların, denetlenemez ve sorgulanamaz güç odağının, çoğunluk oyuna dayalı onay mekanizması haline getirdi.
Halk kendi çoğunluğunun, iktidarı değiştirebildiğini görüyor ve bundan bir zafer sarhoşluğu duyuyordu. Geri kalan, sadece çoğunluk oyunu almış iktidarın, canı ne isterse onu yapabilmesiydi. Halkın çoğunluğunun, mutlak şekilde iktidar olduğunu görmesi, bu çoğunlukta bir tür Tanrı kompleksi yaratıyordu. AKP hükûmetlerinin keyfî, yer yer fütursuz beyanlarının ve işlerinin arkasında, halkta yaratılan bu Tanrı kompleksi vardı.
AKP kurucularının belediyelerde edindikleri sempatiyle iktidara taşıdıkları, “gecekondu muhafazakârlığında” (Erdal ERTÜRK) mündemiç, şehir yaşantısından dışlanmak kompleksi, bir tür siyasî mağduriyet duygusu şeklinde halka arz ediliyordu, yansıtılıyordu. Bu öyle başarılı bir yansıtma operasyonu olmuştu ki asılları “millî görüş” geleneğine dayalı, Türk kimliğine yabancı ve hatta düşman, Arap hayranı, Emevici siyasal dinci bir kadro, bir anda milletin yeni Demokrat Partisi haline geliyordu.
Millet, bu kadronun “gömlek değiştirmek” beyanından, onun millî meseleler konusunda kesin duyarlılığını ve bu meseleleri herhangi bir ideolojinin önünde tuttuğu intibaını ediniyordu. Ve ayrıca artık yıllarca mağdur edilmenin, küçük görülmenin intikamını alabileceği duygusunu taşıyordu.
Bu operasyonun millet bilincinde yarattığı imaj artık şuydu: “ Biz çoğunlukların mutlak gücünü temsil ediyoruz. Biz seçkinci baskıcı kadrolara karşı koyabilmenin, onların haddini bildirmenin tek yoluyuz! Bizim çoğunluğumuza üye ol ve istediğimiz her şeyi yapabildiğimiz bir kudret imparatorluğundan sen de faydalan!” Bu bilinç altı mesaj o kadar etkili oldu ki türbanla ilgili hiçbir mesele hallolmamasına rağmen türban, inanılmaz güçlü bir mensubiyet göstergesi olarak toplumda hiç olmadığı kadar hızlı yayıldı. Küçük memurlardan, yüksek bürokratlara kadar herkes bu kadir-i mutlak çoğunluk iktidarına mensup olduğunu göstermek için yarışmaya, karılarının başını örtmeye, sözde Müslümanca bıyık bırakmaya başladı.
Artık “kitle partisinin” millî bir mutabakata, “millî bir duyarlılığa” dayanması gerekmiyordu. Kitle partisi, ideolojisizliğin yanında kimliksizliğin partisi anlamına geliyordu. Kitle partisi artık kitlenin mutlak iktidarının, diktatörlüğünün partisi anlamına geliyordu. Öte yandan bu kitle partisi millet sosyolojik gerçeğini aşamıyordu. Sürekli , adı konulmamış, ne idüğü belirsiz bir “millet” lafzını geveleyip duruyordu. Kendine göre tanımladığı bir “ güç odağına mensubiyete” dayandırdığı “milleti” ile yeni kitlesel siyasal İslamcılık, “menfaatleriyle kimliklerini eritmiş” insanlardan oluşan yeknesak bir kitle yaratabileceğini sanıyordu. Böylece aynı menfaat sağlayıcı kadir-i mutlak güç odağına mensup olan herkes “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, kim olursa olsun…”, istediği her şeyi yapabilen, sorgulanamaz büyük bir “milletin” parçası olacaktı. İnsanları menfatlerini kolayca elde edebilecekleri bir büyük organizasyonun parçası haline getirebileceklerini gördüklerinde, yen siyasal İslamcılar, artık bütün sosyolojiyi tepeden tırnağa dizayn edebileceklerini düşünmeye başladılar.
Bu kanaat, gecekondu muhafazakârlığının ve sığ dinci tonlu milliyetçiliğin köylü/ kapalı toplum zihniyetinin sığ “ABD toplumsal düzeni algısından” kaynaklanıyordu.
Köylü milliyetçilerimize ve kenar mahalle dindarlarımıza göre Amerikan toplumu, sadece menfaatlerin bir arada tuttuğu bir toplumdu. Herkesin, zengin ve dağıtıcı bir devletten yana olan menfaati, o devleti ayakta tutmayı sağlıyordu. Demokrat Parti memleketi ne kadar Amerikanlaştırmıştı, bilinmez ama tatminsiz kenar mahalle bilincinin komplekslerinde “ tedarik edici kadir-i mutlak hükümete taabiyet” sözde Amerikan formülü ciddi bir yankı bulmuştu.
Böylece partilerin ideolojileri, anlamsız, hatta aşırı ve tehlikeli görülmeye başlandı. “CHP, MHP ve PKK ruh üçüzüdür!” gibi talihsiz beyanların arkasındaki ana fikir, “ Herhangi, bir fikri savunmak, aşırılıktır! Fikrinizin olması gerekmiyor! Bizden, mutlak güçten yana olmanız, fikir sahibi olmanızdan daha önemlidir!” bilinç altı mesajı, toplumu, hiçbir darbe yönetiminin yapamadığı kadar depolitize ediyordu.
Böylece “hiçbir fikrî omurgası olmayan, sadece iktidar olmak için iktidar olan” hükûmet fikri, halkı hem düşünmek zorluğundan ve mesuliyetinden kurtarıyor hem de mensubiyeti belli etmekle kavuşulacak büyük menfaatler ile rahatlatıyordu.
“Menfaat ve güce dayalı ayrımsızlık” fikri o kadar sınır tanımazdı ki Habur’dan ellerini kollarını sallayarak giren bebek katillerinin ve onların yandaşlarının bile bu fikir içinde eriyebileceği sanıldı. “Menfaat ve güce dayalı mensubiyet” fikri, sadece menfaat dağıtımı ile toplumu kimliksizleştirmedi. O,aynı zamanda “gücünü keyfî kullanabileceğini” en sert şekilde göstererek de mensuplarındaki Tanrı kompleksini güçlendirdi.
Yeni siyasal İslamcılığın bu çarpık kitle partisi anlayışı, milletin, kendiliğinden meydana gelmiş bütün dayanaklarında ciddi çatlaklara yol açtı. Adı “Türkiye Cumhuriyeti” olan bir ülkede “Türk” adını marjinalize edip etnik hırçınlıklar ve komplekslerin de menfaat dağıtımıyla tatmin edilmesi için bu adı silmeye yönelik ölçüsüz bir hırçınlık sergilendi. Türk adı, memleketin işgalcisi herhangi bir etnik azınlık seviyesine indirgendi. Milletin millî gururunu yok ederek kimliğini anlamsızlaştırmak için şehit cenazelerine haber yasağı getirilmesinden, etnik ırkçılığın açık suçlarının korunmasına kadar her yol denendi. Denizli’de, İzmir’de, memleketin her yerinde, bebek katili Apo’nun posterlerinin taşınmasına, terör örgütüne açıkça taraftar olunmasına varan suçlara karşı hiçbir kovuşturmanın yapılmaması, tevili imkânsız vakalardır.
İşte ilkesizliğin, ideolojisizliğin, kimliksizliğin ve Türk düşmanlığının başlıca cari değerler haline getirildiği mevcut siyaset ortamımızda MHP bütün entelektüel boşluğuna rağmen devletin sahibi, vatanın egemeni büyük Türk Milleti’nin varoluş mücadelesinin yegâne temsilcisi olarak kaldı. Son yıllarda aynı toplumsal bilinç ve duyarlılığı taşıyan HEPAR’ın varlığı da bize menfaatlerin, derin tarihi köklere sahip bir uluslaşma sürecini akamete uğratmaya yetmeyeceğini gösteriyor. Kömürle makarnayla oyunu satın aldıktan sonra seçmenin size emanet ettiği iktidar hakkını, seçmeninize yeni bir kimlik tasarlamak için kullanamayacağınızı gösteren tek meclis partisi MHP idi.
Bu açıdan MHP, Türk siyasetinde, siyasi gücü kötüye kullanarak millet aleyhine tasarruflara imza atanların karşısında bir uyarıcı olarak hep var olacak gibi görünüyor. MHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin, iktidar gücünün istismarı ile Türksüzleştirilmesinin önündeki en büyük engeldir.
MHP, millet nezdindeki itibarını arttırmak için millet kavramına yöneltilen sapkın kolektivist, siyasal dinci eleştirileri cevaplayacak bir fikrî alt yapıya artık kavuşturulmalıdır. Millî egemenliğin temel haklar ve demokrasi için nasıl bir gereklilik olduğunu millete anlatabilecek donanıma kavuşmalıdır.
Milletleşmenin etnik/ırksal bağlılıkları aşan nasıl bir hukukî ve sosyolojik süreç olduğunun canlı örneği olmalıdır. En önemlisi, MHP artık siyasetin, mensupların kayıtsız şartsız nemalandığı bir çoğunluk elde etme savaşı olmadığını, gene mensupların muhaliflere ölçüsüz ve sorgulanamaz bir şiddet uygulayabileceği bir çoğunluk diktası olmadığını göstermelidir.
Bu yüzden MHP artık siyasetini, taşra yöneticilerinin tayin ve kayırmalarından öte, milletin tamamına yönelik makro bir fikir üretimi haline getirmelidir. Siyasetin, hükûmet eliyle insanların beslendiği bir sadaka dağıtımı işi olmadığını, insanların kendi rızklarını temin ederken devlet dahil hiçbir zor kullanıcıdan korkmadan dürüstçe çalışabilecekleri bir ortam sağlamak işi olduğunu idrak etmeli ve böylece siyasal dinciliğin kömür/makarna sadakası rejimini tarihe gömmelidir. MHP’nin “iktidar eliyle devlet imkânlarının dağıtılması” anlayışını terk etmesi şu açıdan gereklidir: Bu çarpık siyaset, Türkiye’de, oy satın almayı kendine profesyonel iş edinmiş “kitle partilerinin”, MHP’den çok daha iyi yaptığı bir iştir. MHP “millet için” siyasetinin milletin nezdinde artık “midesini menfaati peşinde koşan ahlâk umursamazı seçmenler” kovalamak olmadığını, millet iradesinin kömür ve makarnadan çok daha yüksek bir anlamı olduğunu, millete göstermelidir.
Bu açıdan MHP yeni dönemde çok önemli bir fırsatla ve mesuliyetle karşı karşıyadır. MHP etnik ırkçılığın ve siyasal İslamcılığın Türk düşmanlığı ve menfaat şartlamasıyla yürüttükleri politikalarına karşı birinci büyük engeldir. El verir ki bu dönemde HEPAR da onunla birlikte mecliste, milletsizleştirmeye, bölmeye, iktidarsızlaştırmaya karşı milletin yanında yer alabilsin.
Türk milliyetçilerine düşen görev, bir yandan MHP’nin yasama organındaki yerini almasını sağlamak diğer yandan, bunun kendi başına yetmediğini bilerek artık ciddi bir felsefî gayretle MHP’nin cevap vermek kabiliyetini güçlendirmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder