16 Mayıs 2011 Pazartesi

Plânlı Ekonominin Yetersizliği

Ekonomi bir davranış olarak çok kabaca, insanların, çeşitli mallar üretip bu malların mübadelesi ile de faydalarını arttırma faaliyetidir.

İnsan emeğinin de insanın kendisinin ve başkasının üzerinde beklenti ve hesap oluşturacağı ve mübadeleye sokulabilecek bir mal olduğu göz önüne alındığında, tanım hemen hemen kavrayıcı hale gelir.

İnsanlar ellerindeki “faydaları” yalnız ve ancak iki türlü arttırabilirler. Ya yağmayla… Ya da mübadele ile... İki insan arasında, herhangi bir fayda değişikliği yapmanın bunlardan gayri bir yolu yoktur. Ekonomiye devletin müdahale ettiği ortamlarda bu şartlardan ayrılamaz. Çünkü devlet de hukuk karşısında normalde herhangi bir şahıs kadar sorumludur. Devletin, kuruluşundaki büyük toplumsal mutabakat, ona kayıtsız şartsız küçük bir Tanrı olması için değil, diğer herkes kadar sorumlu tutulabilecek  sınırlı bir koruyucu tekel olması için sağlanmıştır.

Dolayısıyla özünde ekonomi, “fertlerin” yürüttüğü bir faaliyetler ağıdır.  Bu ağda her ilmik kendine en yakın ilmiklerin bilgisine en fazla sahiptir ve daha uzak ilmiklerle ilgili bilgilere daha zor ulaşabilir.  Çünkü herkes aynı anda yalnızca bir yerde var olabilir. Bu uzaklık fiziki mesafeyi anlattığı kadar, işbölümündeki ilgisel mesafeyi de anlatır. En nihayetinde hiçbir aktör, gelişen iletişim imkânlarına rağmen ekonomik ilişkiler ağının bütünün bilgisine ulaşamaz. Çünkü bu, sınırlı kaynakların varlığından dolayı imkânsızdır. Onun için insanlar daima kendilerini en çok ilgilendiren şeylere zaman ayırırlar.

Sosyalist  felsefeye göre ise devlet “herkesin, her şeyi olmak” zorundadır. Sağlığını korumayanların doktoru, müsrif insanların para babası, çalışmayan işçilerin işvereni, herkesin öğretmeni, herkesin taşıyıcısı olmak zorundadır. Buna göre insanlar, bedava nakledildikleri, her zaman para kazanabildikleri, her zaman istihdam edildikleri, her zaman kendilerine öğretildiği için hayatlarından endişe etmeden, çok daha fazla çalışacak ve mutlu olacaklardır! Dolayısıyla bu kadar açık görünen bir dünya cenneti varken insanların kapitalizm gibi bir çıkarcılık ve bencillik çukuruna yuvarlanmaları tamamen bir tarihsel sapmanın eseridir ve devrim, bunu kökten değiştirecektir!

İşte en liberal görünen karma ekonomilerin bile temelini oluşturan kolektivist mantık budur! Totaliter bir sosyalizmde, devlet,  halk adına, faydaların ne olması gerektiğine dair nüfusa dayalı plânlar yapar, kelle başına ne kadar ayakkabı, kitap, ceket, ekmek üretilmesi gerektiğinin “normalarını” ( Rusça’dan) tespit eder ve halkın fabrikaları, halk için o emtianın üretimini gerçekleştirir.   Dolayısıyla  toplumun bütün ihtiyaçlarını “bilimsel metotlarla”   ölçerek, insanları geçinmek için değil, halka hizmet etmek için  gönüllü ve  özgür bir çalışmaya teşvik etmek mümkün hale gelir!  Böylece insanlar maaşlarını, ulaşım, eğitim, sağlık gibi şeylere harcayarak fakirleşmez, hayatlarını güzelleştirecek zevklere yönelebilirler. Böylece akşam işinden çıkan ampul fabrikası işçisi, devlet tarafından kendine sağlanan bedava ulaşım, ceket ve yiyecek sayesinde, karısıyla rahatça operaya gidebilecektir.

Buraya kadar bahsettiğimiz işleri yapabilen herhangi bir devletin,  aşması gereken iki büyük sorun vardır.
Birincisi, herhangi bir testereyi üretmekte harcanacak kaynakların tam ve kesin miktar bilgisine sahip  olmak…

İkincisi kaynaklar, sermaye  malları ve son sıra tüketici mallarının “gerçek değerlerini” tespit edebilmek…

Eğer bu iki şart kusursuz ve otomatik bir şekilde sağlanabilirse, bütün yapmamız gereken bir teknokratlar ordusu kurup işleyen plânlar yapmak veya daha iyisi, malların üretim ve dağıtımıyla ilgili bir  otomatizasyon sistemi kurmak ve her şeyi ona bırakmak…

Bunun da ön şartı, hep aynı malların, hep aynı nüfusla üretilip tüketilmesidir. Böylece değerler arasındaki oranın hep sabit kalabileceği bir dengeye ulaşılmış olacaktır. Öyleyse bu kadar açık ve basit bir mutluluk reçetesi neden uygulanmamaktadır?

İlk olarak herhangi bir mal, eğer topraktan çıktığı şekliyle tüketilmiyor da  bir takım üretim faktörleri ile beraber tüketici malı haline geliyor ise üretim faktörlerinin her birinin ayrı ayrı miktarları tüketici malının miktarını etkileyecektir. Bu durumda meselâ ayakkabı üretiminin plânlanması için yıllık  deri üretiminin, kösele üretiminin, iplik üretiminin  zamk üretiminin vs tam olarak bilinmesi gerekir.

Plânlamadaki  bu nokta, yani mal miktarı bilgisinin yokluğu şunlardan kaynaklanır:

Malların  miktar bilgisinin üretim faktörlerinin görece tüketiminin bilgisinin yokluğu ve zamanlamada limit aşılmazlığı…

Birden fazla üretimde kullanılacak üretim faktörlerinin varlığında, bu malların ilgili planlardaki tüketimlerine göre birbirleriyle göreli tüketimlerinin plânlanması mümkün değildir. İki üretimde kullanılan bir p  üretim faktörünün, hangi üretimde öncelikle tüketilmesi gerektiğine, hiçbir plânlamacı objektif bir cevap veremez. Bu da belli bir tüketici malının miktarının kendiliğinden azalması anlamına gelecektir. Üretim faktörü p bir üretimde değil de diğerinde daha çok sarf edildiğinde, kendisiyle birlikte tüketilen bütün üretim faktörlerinin de sarfiyatı azalacaktır. Elinizdeki deriyi, plan gereği meselâ   mont yapımında kullanırsanız, ayakkabı üretmek için elinizde daha az deri kalacaktır. Bu durumda meselâ elinizde çok miktarda stoklanmış köseleyi, ancak elinizde kalan deri miktarına  göre kullanmanız gerekecektir.

Bu engel, iş bölümü karşısında plâncıların doğal yetersizliğini bize gösterir. İş bölümü, birileri öyle buyurduğu için değil, üretim faktörlerinin, her birinin birbiriyle görece tüketiminin, birbiriyle ilişkili  “uzman üreticiler” arasındaki iletişim sayesinde en verimli şekilde gerçekleştirilebileceğinin  keşfedilmesinden başka bir şey değildir.    Üretim sadece somut mallarla ilgili de değildir. Hizmet sektöründe sarf edilen emeğin  ürünü olan hizmetler de en nihayetinde birer tüketici malıdır.

İş bölümü cehaleti, sadece mevcut hal ile ilgili  olmadığı gibi asıl  sorun  yenliklerin durumuyla ilgilidir. Bir plânı belli malların üretimine yönelik yaptığınızda, kendi kendinize tüketiciye neyi emrederseniz onu tüketeceği için sorun olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda, ekonominiz, tüketim malları  yönünden tam anlamıyla sabit ve kapalı kalmak mecburiyetindedir. İnsanlara yeni bir ihtiyacın varlığını hissettirmemeli, ancak siz ürettiğinizde onların elde etmesini sağlayabilmelisiniz.  Hiçbir  yeni tüketici malı olmazsa hiçbir yeni üretim faktöründe de bahsedilmeyecek, hep aynı araçlar kullanılıp gidecektir. Bunun neresi kötüdür? Öncelikle Çin Halk Cumhuriyeti gibi nüfusa açıkça müdahale etmeyecekseniz, nüfusu sabit tutmak için geç kürtaj, siyasi idamlar gibi seçenekleriniz yoksa nüfusun artışını  engelleyemezsiniz.  Üretimle ilgili nüfusa dayalı plânlarınızı, üretim faktörlerinin birbirleriyle görece sarfiyatlarıyla ilişkilendirmeye kalktığınızda ise hiçbir bilgisayarın kaldırmayacağı bir karmaşayla karşılaşırsınız. Şunu unutmamamız gerekir ki enflasyonun hesaplanmasında kullanılan yüz küsur  mal, ekonomi denizinde bir damla bile değildir. Dolayısıyla  ekonomi, Marx’ın sandığı gibi ilkel bir  kabile insanının hayatını idame ettirmesi için gereken zaruri ihtiyaçların temininden ibaret değildir!

 Bilhassa nüfus hareketinin durumuyla  kendini belli eden “zamanlamada limit aşılmazlığı” sorununa geliyoruz. Matematikte, her attığı adım, önceki adımının yarısı olan bir adamın, bir noktadan diğerine asla varamayacağı öyküsü bizi, tam kesinliğin ancak varsayımsal olarak mümkün olduğu düşüncesine götürür. Sayı doğrusundaki sayılar, hareketi kesintisiz süren bir koşucunun, ulaştığı yerlerle ilgili keyfi görece ölçeklendirme işaretleridir.   O işaretler, koşucunun, işaretten işarete zıplayarak gittiği anlamına gelmez. Bize aynı şartlar içinde iki koşucunun toplam olarak aynı yolu alacağına dair gitgide  küçülen birimler sunar. Bir ucuna a ve diğer ucuna b dediğimiz  x cmlik bir cetvel üzerinde hareket eden iki böcek, mutlaka a’dan b’ye ulaşacaktır. Sorun şuradadır: Elimizde x cmlikten daha küçük bir  ölçme birimimiz yoksa, böceklerden birinin herhangi bir anda ne kadar yol aldığını nereden bileceğizdir? Aslında bu o kadar zor bir soru değildir. Elimizdeki cetveli, birbiriyle eşit aralıklarla konulmuş çizgilerle  böldüğümüzde, bir cetvel elde ederiz ve herhangi bir anda böceğin başlangıç noktasına uzaklığını rahatlıkla bulabiliriz.

Bu  çözüm de iki açıdan kördür:
Birincisi böceğin hareket edeceği ve geri gitmeyeceği kabulüne dayanır.
İkincisi,  cetveli oluşturduğumuz çizgi aralıklarının ne zaman yeterli hassasiyetle ölçüme imkân vereceğini bize söyleyemez.

Burada cetvel oluşturmak plânlamanın kendisidir. Bir politbüro veya teknik kadro meselâ yıllık olarak bir malın toplam üretimini tayin eder. Bu, elimizdeki x santimlik çizgisiz cetveldir. Ve böylece üretici böceğe x santim kadar yürümesi emredilir. Neden emredilir? Aksi takdirde plânlamanın anlamı kalmaz! Planlamayı yapanlar, üretimin başladığı ve bittiği yeri kendilerince tespit etmişlerdir ama bu seferde bunun hangi zamanda yapılması gerektiği sorunu ortaya çıkar elbette. Bu durumda, cetvelin hangi aralıklarda bölünmesi gerektiği ve böceğin ne kadar zamanda ne kadar aralık kat etmesi gerektiği sorunu ortaya çıkar. Bir ayakkabı fabrikasına ayda elli bin ayakkabı ve böylece yılda altı yüz bin ayakkabı üretmesi emredilir ve sorun halledilir.

Acaba gerçekten halledilmiş midir? Üretim faktörlerinin miktarı konusundaki anlık bilgisizliğimiz, üretim sürecini doğrudan etkiler. Yani böceğin hareket etmemesi ihtimali vardır. Bu durumda bir cetvelinizin olması, onu yürütmeye yetmeyecektir. Veya… Elinde deri kalmamış bir ayakkabı fabrikasında yıllık üretim kotası emirlerinin hiçbir anlamı yoktur. Plânlamada kullanılan ölçeklendirme, bize ancak değişken bir davranışın, bir doğru üzerindeki keyfi eşitlenmiş izdüşüm noktalarını verir. Bir  sarhoş da bir ayık  da tuvalete giderken aynı mesafeyi yürür, ama bu bize sarhoşun o mesafeyi hangi  deneme yanılmalarla, yalpalamalarla kat ettiğine dair hiçbir bilgi vermez. Planlama, ayığın tuvalette düz bir çizgi üzerinde gitmesine göre yapılır. Buna göre ayık, yoluna hiçbir engel çıkmayan, tam anlamıyla sağlıklı, tuvalete gitmeye kesinlikle istekli ve başka hiçbir işi olmayan nazarî bir inandır.

Oysa sarhoş, içkiden dolayı algıları bozulmuş, mesafeleri kestiremeyen, dengesi bozuk, belki de olduğu yerde, ihtiyacını gidermekte  mahzur görmeyebilecek bir adamdır. O belki geldiği yolu geri gidip dışarı çıkacaktır.

Bir plânlamanın işletilebilmesi ancak birinci tip olan “ayık” nazarî insanın, bir şekilde temin edilmesiyle mümkündür. Üretmesi emredilmiş, üretmeyi istemesi emredilmiş, üreteceği  ve “zamanında” üreteceği kesinleştirilmiş bir emekçi için bütün yapılması gereken emredileni yapmaktır. Sorun şudur ki deri stokları  tükendiğinde işçinin ne kadar istekli olduğunun veya plânlamalardaki aritmetiğin  kusursuzluğunun hiçbir önemi olmayacaktır. Planlamacılar, ayık insanın cetvelin çizgilerinden zıplayarak ilerlemesini ister.

Serbest piyasa sarhoş adama benzer. Sarhoş bir adam için her an, kendi başına önemlidir. Onun için ayakta kalmak, her an önemlidir. O bunun “ölçümünü” bilmese de bir an için bile kendini kaybetmemek gerektiğini bilir. Elbette körkütük sarhoşluktan bahsetmiyoruz. Ancak belli bir yere kadar görebilen, bundan dolayı da attığı her adımda çevresini kollayan bir insan, algılarının, yeteneklerinin izin verdiği ölçüde, çevresindeki eşyalardan yararlanır ve konumunu ayarlar. Bazen durur, bazen geriler. Bazen vazgeçer?  O ölçümleri hayata geçirmek için  zıplamaz, o, mesafe denen şeyi anlamlandıran hareketi gerçekleştirir. An be an gerçekleştirdiği ve doğrusal olmayan hareketlerin her biri, hiç  bir  ölçme birimin ölçemeyeceği, yani ölçme birimlerinin anlamsız kaldığı bir limit durumuna işaret eder. Şüphesiz piyasa aktörleri de kendilerine göre cetveller yani planlar bulundururlar, bunlar beklentilerin denkleştirilmesinde standartları teşkil ederler. O halde plânlama neden anlamsız olmalıdır. Eğer  her ölçüm sistemi en nihayetinde anlık hareketler için bir yetmezlik limitiyle malulse piyasa aktörleri neden cetvel kullanır veya üretimlerini plânlamaya kalkarlar?

İşte bu noktada, devletin aşması gereken iki büyük sorundan ikincisine yani kaynaklar, sermaye  malları ve son sıra tüketici mallarının “gerçek değerlerini” tespit edebilmek sorununa ulaşırız. Plânlamanın ölçümde,  duyarlılık yetmezliğine yol açan limit sorunu, piyasada aşılmıştır.

Bir planlamacı için sadece cetvelin çizgilerinde zıplayabilen bir  “ayık” varken, bir piyasa aktörü için anlık olarak iki çizgi arasında sürekli hareket eden bir sarhoş söz konusudur. Ayık, iki çizgi arasında bir yerde durdurulamaz, zıplayan bir adam ayağını öbür taraf basmazsa düşer.  Çünkü hareket emri buna izin vermemektedir.  Bu durumda, onun zıplayacağı çizgileri o kadar sık çizmelisiniz ki durduğunda ayağı, iki çizgiye birden basarak düşmesin. Bu şu anlama gelir. Planlamacı bir ekonomide bütün üretim faktörlerinin birbirleriyle görece  tam bilgisine her an ulaşmamız mümkün olmalıdır. Sorun şudur ki bu limit düşüncesine göre şu anlama gelir:  Ayık adamın düşmeden sürekli hareket etmesini sağlamak için çizdiğimiz çizgiler bir müddet sonra o kadar sıklaşır ki elimizdeki ölçme birimlerini kaybederiz, hepsi, ölçülemeyecek sıklıkta yığılır, dümdüz bir çizgi haline gelir ve ölçüm imkânımız kalmaz. Sosyalizmin iktisadî hesaplamadan mahrum oluşunun sebebi budur. 

Oysa bir sarhoş, düşeceğini anladığında, iki çizgi arasında herhangi bir yerde durabilir.  Piyasada meseleler şunlardır: İki çizgi arasındaki herhangi bir anlık hareketle ilgili kesin bir ölçüm yapılamasa da sarhoşun bir sonraki adımıyla ilgili bir tahmin yürütülebilir. Burada sarhoş benzetmesini kullanmamızın sebebi şudur ki o,  hareketini, bir öncekine göre tahmin etmeye çalıştığımız ama bu konuda otomatik bir tutarlılık taşımayan bir aktördür. Bu yüzden piyasadaki her aktör Mises’in enfes şekilde izah ettiği gibi  gelecekteki doğru hareketi, sarhoşun bir  önceki hareketine dayanarak tahmin etmeye  çalışan spekülatörlerdir. Bunu nasıl yaparlar?

Mesele şudur: Sosyalist plânlamacılık çizgiler arasında durarak düşmeye veya  ölçülemez sıklıktaki çizgilerle hesaplama yeteneğini kaybetmeye mahkûmdur, çünkü çizgilerle ölçtüğümüz şeyden yoksundur: Fiyatlar.

 İki  birim arasındaki veya bütün bir üretimin toplam bilgisinin, anlık  üretim açısından yetersiz kalmasının esas sebebi,yalnızca  bir plâna göre belli bir sayıda üretilen mal miktarının, “fayda” açısından hiçbir şey ifade etmemesindendir. En başta  belirttiğimiz gibi ekonomi bireyler tarafından yürütülür. Çünkü insanlar için daima elde edilmesi gereken faydalar vardır. Çünkü hayat bu faydaların en büyüğüdür ve sürdürülmelidir. Hayatın sürdürülmesi, bizatihi bir kesintisizliktir. Biz onuna ilgili olarak ancak hayalî cetveller yardımıyla, hayali  duraklar arasında tahminî ölçümlere dayanırız.

Bunu yaparken de her faydaya, yalnız ve ancak içinde bulunduğumuz ana göre belli bir değer veririz. O faydayı bu an için elde etmemin ne kadar acil olduğuna dair verdiğim cevap benim için o faydayı o kadar değerli kılar.

Bir üretici, üretimi için gereken üretim faktörlerinin miktarlarıyla ilgili bir plân yapar. Amaç, mümkün olan en hızlı ve ucuz şekilde üretmektir. Buna karşılık, üretim faktörlerinin miktarlarında beklenmedik bir değişiklik olduğunda ( sarhoş yalpaladığında), üretici, iki çizgi arasının daha uzun zamanda kat edildiği anlık bilgisinden hareketle, üretimin istenen hızda sürdürülebilmesi için üretim faktörünün aciliyetini tespit eder ve bu aciliyetin bedelini öder. İşte piyasada hareket süreklidir. Piyasada cetveller sadece göstergedir. Plânlı ekonomide ise emirnameler…

Planlamacı bir ekonomide,  bir malın üretiminin kimin faydasına olacağına, planlamacılar karar verir. Tüketiciye, üretilen malın, kendisi için önemi sorulmaz.    Keza üretim faktörlerinin hepsi devletin elinde olduğundan, önemli olan sadece plâna uyulmasıdır.  Plâna uyuldukça, kaynakların veya sermaye mallarının miktarlarının ne olduğu önemsizdir. Ne de olsa Marx “artık üretim sorunun  aşıldığını, meselenin sadece paylaşımla ilgili olduğunu” söylememiş midir?

Plânlı bir ekonomide, bir kaynak tükenirse hiçbir şey olmaz! Çünkü kaynakların tükeninceye kadar kullanılmasının hiç bir ölçülebilir yanı yoktur. Bundan dolayıdır ki ülkenin refahı için durmadan yer altı kaynaklarından bahsedenler, “yerden çıkan şeyin” bedelsiz olduğu kanaatiyle hareket etmektedirler. Bu yüzdendir ki  plânlamacı sosyalist ekonomilerde verimlilik gözetilmemiştir, gözetilememiştir. Verimlilik, üretim faktörlerinin miktarıyla ilişkilendirilecek bir  başka ölçücü fayda algısı yaratılamadığı için zaten sosyalizmde mümkün olamamıştır.

Mesele ekonominin, devlet tarafından toptan yönetilmesinden ibaret değildir. Mesele, devletin, üretim yapanları sözde serbest bıraktığı ama fiyatlandırmaya sürekli müdahale ettiği karma ekonomiler için de aynıdır. Kendi ürettiği malları fiyatlandırmayan devlet, başkalarının ürettiği mallara konusunda çok daha bilgisizdir. Oysa karma ekonomi sözde modeli, “adalet”, “eşitlik”, rekabeti korumak”  bahaneleriyle bir tür düzenlilik ve kararlılık gibi kabul edilmektedir. Tam sosyalist ekonomiler nasıl “anlık değer ölçümünü” yapamıyorsa, karma ekonomiler de devlet müdahalesi sonucu anlık değer ölçümünü köreltir, bozar, tahrip eder! O yüzden ister tam isterse karma ekonomi ile yarım müdahalecilik her seferinde aynı zararlı sonuçları doğurur. Adalet, “bir politbüronun, aklı evveller heyetinin uygun gördüğü mal dağılımı” değildir. Adalet,  devlet tarafından dahi sebep olunan hak ihlallerinin, tam olarak tazmin edilmesidir sadece.

Adaleti, her şeyin herkese dağıtılması diye savunanların varacağı yer, ancak plânlamacıların keyfî diktatörlüğü olacaktır. Plânlamacılar sırf yer altından çıktığı  için elması , kömürle birlikte sobada yakarak  yoksullara adalet getirdiklerini sanan insanlardır. Plânlamacıların cehaletlerini bu kadar cesurca savunmalarının sebebi, cehaletlerinin bedelini, başkalarına ödetebilecekleri bir rejimde kendilerine sıfır maliyetli maaşlar alabilmelerindendir.  Maaşı artmadığı halde haline şükreden insanların fukaralığı, plânlamacıların “bedava ekmeklerinin” maliyetidir. Bir yerde sömürü arıyorsanız, karşılığı verilmeyen değerleri kimin elde ettiğine bakınız. Ve sonra söyleyin, evinizde neyi kullanıyorsunuz,  olağanüstü bir fikrin eseri olan ve bedelini vermeksizin elde  etmekten utanacağınız buzdolabınızı mı? Yoksa aklınızın ermeyeceği hesaplamalarla maaşınızın üçte birine  el koyan plânlamacıların pânlarını mı? O ikisinden biri size yalan söylüyor, düşünün bakalım hangisi?

Hiç yorum yok: