9 Mayıs 2011 Pazartesi

Sosyalizm Cehennemine Giden Sisli Bir Yol Olarak Millî Ekonomi Fikri

Millî bir ekonomi fikri, bilhassa milliyetçi camia için tartışmasız doğru ve geçerli kabul edilen bir fikirdir. “Millî” kelimesinin taşıdığı “kolektif” değerin sınırları  orta konulmadığında,  bu sıfat,  totaliter sosyalistlerden, sosyal demokratlara kadar sol yelpazenin tamamının, uğrunda gerekirse kan dökülerek gerçekleştirmek için uğraştığı kolektivist bir devrim düzeninin hamalı haline gelmeye mahkûmdur.

“Millî ekonomi” ile ilgili ortaya konan en  sevilen örnek sanırım Venezuela. Doğal kaynakların “millileştirilme,” adıyla kolektifleştirilmesi, üretim araçlarının kolektifleştirilmesi ve her şeyin herkese bedava sağlanması diye kabaca özetleyebileceğimiz  sosyalist bir yapının gerek ekonominin tabiatı gerekse ahlâkî açıdan yeterince eleştirildiğini söylememiz mümkün değil.

Ciddi bir millî bütünlük problemi yaşayan ülkemizde, işin sosyolojisinden, tarihinden açıkça habersiz, ekonominin felsefesi hakkında tam anlamıyla bilgisiz milliyetçilerin, bu sebeplerden ötürü, “millî” sıfatını dahi kendilerine yakıştıramadan, bunu “ulusal” sıfatına dönüştüren sosyalistlerin peşine takılmasına şaşmamak gerekiyor.

Venezuela, örneği, bize yeni ne öğretmektedir? Bu örnek bize yeni hiçbir şey öğretmemektedir. Bu örneğin iktisat tarihi açısından yeri, serbest ticaret öncesi merkantilizme karşılık gelmektedir. Merkantilizmin temel  anlayışı, “zenginliğin” toprağın altındaki veya üstündeki varlıklardan devşirildiğidir. Dolayısıyla buna göre, gücü yeten  ileri ülkeler, bu varlıkları ellerinde bulunduran toplumlardan bu zenginlikleri almalı, bu toplumları da  “ medenileştirmelidir”.

Şüphesiz pek çok kişi, anlı şanlı sosyalist bir memleketin, sömürgeciliğin ekonomi politiğiyle nasıl ilişkilendirildiğini soracaktır. Buna şöyle cevap vermek mümkündür. Sömürgeciliğin bitmesi, hayatın bitmesi anlamına gelmiyordu. Güney Amerika’nın sanayi öncesi mahallî toplulukları, sömürgeci efendilerinin bıraktığı aşamadan geriye dönmemişlerdir. Bu, dünyanın her yerinde böyle olmuştur.

Eski sömürgeler, işgalcilerinin bıraktıkları maddî varlıkların yanında, fikirleri de tevarüs etmişlerdir. Sorun şudur ki sömürgecilerin, idarecileri eliyle yürüttükleri ve yerli halka dayatabildikleri bu  fikirlerin, yerli halkta hiçbir sosyolojik temeli oluşmamıştır. Bundan dolayıdır ki meselâ daha Belçika Kongo’yu resmen terk etmeden Lumumba ciddi bir direnişle ve vahşetle karşılaşmıştır. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’nin Hindistan’dan çıkması Hindistan’da millî birliğin sağlanmasında hiçbir yarar sağlamamıştır. Ancak  bir zor kullanıcının eli altında,sessizce yaşayabilen sayısız kabile ve kavim derhal ayrılmaya çalışmıştır. Keşmir sorunu hâlâ Hindistan’ın kanayan yarasıdır. Son dönem Pakistan’daki kurtarılmış Taliban bölgesi örneği de kabileci ilkelliğin, bütün dünyada bilinen liberal demokrat değerlere rağmen, burnunu sokabildiği her yeri nasıl paramparça edebildiğinin en kanlı örneklerinden biridir.

Demek ki devraldığınız fikirlerin içeriği,  mantığı/felsefesi ile vardığınız maddî sonuçların örtüşmemesi mümkündür ve hatta, eğer felsefeyi küçümsüyor, güce tapınıyor iseniz böyle olması neredeyse kaçınılmazdır.

Venezuela örneğinin özelliği nedir?   Bize örnek gösterilen Venezula’da “millî olmak” ne anlama gelmektedir?

Söylenen şudur: “Para eden her şey, paraya dönüştürülüp, “millete” pay edilmelidir.” Keza  Venezuela örneğinin sürekli tekrarlanan tek bir nakaratı vardır: Petrol! Bu örnek üzerinden gidilerek sürekli Türkiye’nin maden rezervlerine vurgu yapılmaktadır. Bu örneklere karşılık hiçbir yer altı zenginliğine sahip olmayan Japonya’nın refaha nasıl kavuştuğunun ise iktisat dışı izahları yapılmaya çalışılmaktadır.

“Para eden her şeyin paraya dönüştürülmesi”  işi, ekonomin temel faaliyetidir. Bu, belki önceden değer taşımayan şeylere bireysel zekâlarca bir “değer kazandırılması” anlamına gelir, yoksa elimize geçen her şeyi satıp savarak gelir elde etmek değildir… Petrol bu gün, gaz lâmbalarında veya arabalarımızda yakabildiğimiz için değil, asıl çok daha büyük değerler yaratan petro kimya endüstrisini beslemesinden dolayı değerlidir. Ve “gelişmiş ülkeler” petro kimya endüstrilerinin sahipleridir,  yalnızca petrol kuyularının sahipleri olmakla kalanlar değil.

O halde merkantilizmin, “ham madde temelli”, üretken olmayan, tüketici refah anlayışını benimsemek için mutlaka sömürgeci olmak gerekmiyor.  Sömürgecilerinizden kalan yegâne ilkel ekonomi politik felsefeyi sürdürerek de kolektivist olabilirsiniz. Kollektivizmin her çeşidinin dayandığı, “üretimin zaten yapılmış olduğu” yönündeki  kabulle temellenip işin sadece paylaşımdan ibaret olduğunu savunan yağmacılık fikri, Venezuela gibi geri bir ülkede  tüketici/müsrif merkantilizme bu açıdan rahatlıkla eklemlendirilmiştir.

Bu bakımdan, sürekli tekrarlanan  “millî” (sosyalistler için “ulusal”) sıfatı, gerçekten anlamlı mıdır? Bu sıfat ile anlatılan şudur: Yerin altındaki ve üstündeki bütün varlıklar millete aittir!

Millî bir egemenlik alanını anlatmak için bu önerme kullanılabilir. Yalnız buradaki muğlaklığı gidermek fikir namusu açısından elzemdir. Bu önerme, bir memlekette “mülkiyet” hakkının inkârı için kullanılamaz. Çünkü mülkiyet mutlak şekilde ve tartışmasız olarak bireysel bir haktır. Bir memleketin varlıklarının “millete” veya ulusa ait olduğunu söylediğinizde, bunların işletilmesini devlet eline bırakılmasını kast ediyorsanız, söylediğiniz şey, toprak kullanılarak üretilen her şey üzerinde de birinci tasarruf hakkının devlete ait olduğudur.

Çünkü nazari/kuramsal olarak “millete ait” saydığınız şeyin gerçek hayattaki “kullanıcısı” veya sahibi kaçınılmaz olarak devlet olacaktır. Sevimsiz bir örnek olması pahasına, batının Amerikalı göçmenlere açılmasına göz atmamız bu açıdan gereklidir.  Bir şekilde ABD otoritesine dahil edilen boş topraklarda, devlet sadece yerleşimcilerin birbirleriyle sulh içinde kalarak, arazileri paylaşması işini gözetmiş, kimseye kendi eliyle toprak paylaştırmamıştır.

Bir toprak parçasının bir millete ait olması ve vatanlaştırılması, o vatan sathında yaygın adalet ve emniyet işinin, millî egemenliğe dayalı şekilde, millî devletçe yürütüleceği anlamına gelir. Yani kural yürütücülüğü ve kural egemenliğinin sosyolojik etiketi anlamına gelir.

Bu, özel mülkiyet olmayan toprak parçalarının, bireyler tarafından mülk edinilmesi için bütün bir milletin oyuna müracaat edilmesi gerektiği anlamına gelmez, gelmemelidir. Fiiliyatta böyle bir şey mümkün olmadığından devlet, milletin, kendisi hakkındaki mutabakatının sınırlarını zorlayarak mülkiyet kavramını, hukukun doğal bir temeli değil de kendisinin vatandaşlara dağıttığı bir lütuf haline getirmeye başlar.

Millî egemenlik, milletin her bir ferdinin temel haklarının, devletle tecessüm eden millî mutabakatın teminatı altında olduğunun ifadesidir.  Millî egemenlik, millet ferdinin temel haklarının “vasisi” değildir, “emanetçisidir”.

İşte Venezuela örneğindeki sosyalist rejimin temelindeki anlayış, “millî egemenlik” denen millî mutabakat ürününün, millet ferdinin hakları üzerinde, vasi tayin edilmesi anlayışıdır.

Bu durum “milli egemenliğin” kayıt ve şart altına alınıp alınamayacağı sorusunu gündeme getirirse cevabımız, milletin her bir ferdinin temel haklarının, bu kavrama dayanan keyfi müdahalelerden korunduğu, korunması gerektiği olacaktır.  Bu durumun ülkemizdeki etnik ayrılıkçılıkça sömürüldüğü söylenirse bu kez cevabımız,  etnik ırkçıların “hak sömürüsünün”  dayandığı söyleminin geçerliliğinin tartışılması gerektiği olacaktır.

 Milletin meşru egemenlik alanında, egemenliğin temeli, milletin denen sosyolojik realitenin,  her bir ferdinin temel haklarının, devletin dahi zorundan korunması yönündeki kendiliğinden bir mutabakata dayanır. Dolayısıyla  hiç kimse, hiçbir hakkın, bu millî egemenliği yıkmak için kullanılmasını savunamaz ve böyle bir egemenlik fikrine karşı da  yeni bir hak ihdas edemez. Milletler, meşru  hukuk sağlayıcılık alanlarına, kendi tabelaların diken meşru maliklerdir. Hukuk  ve emniyet sağlayıcılık tekelleri bakımından, milletlerin vatanları onlara aittir. Fiilî olarak  ise bu vatanın maddî tasarrufu, topyekûn millete değil, tek tek milletin her bir ferdine aittir. Bu durumda bahçenizde  veya sahipsiz arazide masrafına katlanarak, riskini üstlenerek yaptığınız petrol sondajında elde ettiğiniz her şey maddî bir birey olarak size aittir.

Bu durumda büyük petrol şirketlerinin bizim ülkemizdeki kaynaklara el koyması tehlikesinden bahsedilebilir.  Vatan sathında iş görmek doğal hakkı, vatandaşlarımıza aittir. Bu hakkı kullanmak isteyen yabancılar olursa, devlet işte o zaman müdahil olur ve yabancı müteşebbisin, bizim topraklarımızda geçerli olan hukuk ve emniyet kurallarına uyup uymadığını denetler. Bu açıdan, belki ideal olan yerli müteşebbis ile aynı vergi oranına tabi kılınmasıdır ama maliyetleri zorlamayacak bir oranda fazla vergi vermesi istenebilir.  İktisadî kaynakların işletilmesi esnasında, temel haklara riayeti denetlemek ve  vatanın her bir köşesinde bu riayeti gözetmek dışında devlet, kaynakları işleyen müteşebbisin taabiyetine bakmamalıdır. Vatandaşlarımız gibi vergi vermeye, bizim yargı egemenliğimize tabi olmaya razı olan herkesin, bedeli mukabilinde, kaynaklarımızı işletmesine izin verilmelidir.

Söz konusu olan şey “satın alınan toprak parçasıyla egemenliğin devredilmesi” değildir.  Herhangi bir kaynağın işletilmesi için devletten izin alan yabancı, kaynağın  çıktığı mekânda tasarrufta bulunabilir ama bunun şartı, ona, o tasarruf yetkisini veren şeyin, bize ait olan bir hukuk birliği ve kural mutabakatı olduğunu kabul etmesidir. Dolayısıyla yabancı, edindiği toprak parçasında devlet kurmaya kalkamaz. Toprak edinmesini sağlayan hak teminatını, hakkının sebebini inkâr ederek yeni bir hak ihdas edemez. Taabiyetinin sağladığı haklar, taabiyetinin siyasal sınırlarından öteye geçemez. Bir İngiliz vatandaşının diyelim ki Didim’de edindiği gayrı menkul, bu açıdan İngiliz Kraliçesi’nin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanının bir parçasıdır.  Velev ki bizim taabiyetimizi kabul ederek, vatandaşımız olsun…

Mülkiyet hakkının millî egemenlikle ilişkisine değinmemizin sebebi, kaynakların veya her türlü varlığın “millîleştirme” adı altında kolektifleştirilmesinin, hukuken geçersizliğini göstermektir. Bir memlekette  yabancıların, sizin vatandaşlarınızla aynı kurallar altına işlettiği bir kaynağı veya işletmeyi kolektifleştirmekle, vatandaşınızın elindekini millet adına  gasp etmeniz arasında, kategorik olarak bir fark yoktur.

Kuralın paylaşılmasını, mülkiyetin paylaştırılması haline getirirsek mülkiyeti paylaştırmak yetkisine sahip olan her kim olursa, hayatımıza da onun tasallut etmesine  izin vermişiz demektir. Bundan dolayıdır ki mülkiyetin devlet eliyle paylaştırıldığı rejimlerin barışa ve mutabakata dayanması mümkün olmamıştır. Mülkiyetin devlet eliyle zorla paylaştırıldığı  ülkelerin tamamı, katliamların ve  ideolojik belirleyici, zor kullanıcı sınıfın egemenliğinin gerçekleştiği ülkelerdir. Nitekim,  Venezuela, devlet başkanının ebedi şef olmasının yolunun açılması ( demokrasinin lağvedildiği), eleştirilmesinin engellenmesi, herkesin “Padişahım çok yaşa!” demeye mecbur edilmesi gibi gerçekler, temel hakların devlet eliyle  tahrip edildiği ve bize “millî ekonomi” diye sevdirilmeye çalışılan sosyo ekonomik yapıların kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Mesele bundan ibaret değildir. “Millî “olduğu iddia edilen bu tür kolektivist rejimlerde yalnızca yabancılar,  temel haklardan mahrum bırakılmaz. Sözgelimi ülkenin her yanında bedava verildiği söylenen sağlık hizmetlerinin, eğitim hizmetlerinin “maliyeti” konusu hiç tartışılmaz. Bu sadece maliyet muhasebesinden ibaret değildir. Bu aynı zamanda temel hakları gözeten bir vicdanî muhasebedir. Bir sağlık hizmetinin bedava verilmesinin şüphesiz sarfa dayalı bir maliyeti olacaktır. Öte yandan, o hizmetin herhangi bir doktora bedelsiz olarak verdirilmesi, sözde “emekten yana” olan bir rejim tarafından yaratılan kölelik rejiminden başka bir şey değildir. Mesele, doktorlara devletin bir maaş verip vermemesi de değildir.  Mesele, o doktorun, devletin maaşına  “esir “edilmesidir.

Bir kaynağın “millî olduğu” iddiasıyla devlet tarafından işletilmesi,en sonunda milletin her bir ferdinin hayatının  devlet tarafından işletilmesine yol açacaktır.

Eğitim ve sağlıkta bize örnek gösterilen Küba, her yıl binlerce insanın, köpek balıklarına yem olmak pahasına terk ettiği bir ülkedir.

Bu açıdan “millî ekonomi” olarak benimsetilmeye çalışılan ekonomik düzenler, birer gasp ve yağma düzeninden başka bir şey değildirler.

Dolayısıyla bir memlekette “millî bir ekonomiden” bahsedeceksek bu, devlet emriyle  yürütülen ekonomik faaliyetler  ve  devlet tasarrufunda/vesayetinde  işleyen bir mülkiyet düzeni olamaz.

 Millî ekonomi ancak, Türk Milleti’nin hukuk birliği sahasında, hukuk ve emniyet sağlayıcı tekelinin tartışılmaz bütünlüğü altında, özgürce yürütülen ferdi ekonomik faaliyetler ve bunun temeli olan mülkiyet hakkı rejiminin adı olabilir. “millî ekonomi” sosyalist popülizmine kendilerini kaptıran milliyetçiler, “millî” sıfatının, adaletsizlik ve zulüm ile sömürülmesi neticesini göremedikleri takdirde, en büyük vebali yüklenecek kesimdir.

Bir ekonominin sağlığı,  ürettiği refahla ölçülür, üzerine yapıştırılan etiketle değil. Millet adına, milleti fakirleştiren bir zorbalık düzenine “ekonomi” demek onu ekonomi haline getirmediği gibi millileştiremez de. Refahın yaratıcısı gerçek  fertlerin korunmadığı bir sistem, en başta milletin kendisine yabancılaşmış demektir.  Sosyalizm zehrinin  “millî” sıfatı istismar edilerek kabul ettirilmeye çalışılmasına, milletçe hayır demezsek, tarihten silinmemizin bizden başka sorumlusu olmayacaktır.

Hiç yorum yok: