11 Eylül 2018 Salı

Biz Ve Onlar



Kim Kimden Acaba?

Türk toplumunda, “aslında Türk diye bir ırkın veya ulusun  var olmadığına” dair yapılan sayısız hayasız ve cahilce propaganda sonrası ciddi bir parçalanma  eğilimi gözlüyoruz.

 Artık toplumumuz, Türklük çerçevesinde bütünleşmiyor.

Asına eskiden Türk toplumu denen büyük yapı, şimdilerde, birbirlerini kokularından ve dokularından tanıyan etnikçilerin, inanca göre ayrışmış tarikatların-mezheplerin ve menfaatlerine göre birbirlerini kayıran menfaat odaklarının eğreti koalisyonu haline gelmiş durumda.

Bu yapı için andımızın,  Türk vatanı uğrunda şehit düşmenin, Türk dilini korumanın, bir kural koymak ve  değer korumak yetkisi olarak Türk egemenliğini korumanın herhangi bir anlamı yok.

Bu yüzden de herhangi biri “biz” dediğinde kimden bahsettiğini anlamak zorlaşıyor. Çünkü meselâ yaygın siyasi tercihlerine ve onları güdüleyen  hâkim söylemlere bakıldığında, Kürtler için Türkler “yabancı”, “işgalci”, “sömürücü” insanlar.

Keza artık  meselâ Müslümanlık, sıradan insanların Türk anlayışı ve gelenekleri çerçevesinde yaşanan yaygın bir ahlâkî kabul olmak dışında doğrudan doğruya Arap gibi yaşamanın adı olmuş durumda.

Buraya kadar gözlemlerimizi ortaya koyduk. Bu gözlemleri zaten  azıcık bile Türklük bilinci taşıyan herkes, her gün yapabiliyor.

Düşünmemiz gereken, toplumun yarısını oluşturan bu kabileler koalisyonunun nasıl meydana geldiğidir.

Elbette bugüne bir anda gelinmedi.  

Önce enternasyonalist sol vardı. Enternasyonalist sol, proleter ahlâkının ve emeğin savunulması için ulus gibi “geride kalmış”, burjuva üst yapılarının terk edilerek  gerekirse silahlı isyan yoluyla bir işçi diktatörlüğü kurulması için çabalıyordu. Sorun şuydu ki zaten içerik olarak hiçbir tutarlılık ve açıklama taşımayan enternasyonalist sol,  hedef kitlesince  anlaşılamadığı gibi sevilmedi de. Hatta hedeflediği etnik Kürt kitlesi bile  onu yeterince sahiplenmedi.

Popülist sağın DP tecrübesi bile toplumu bugünkü kadar kabilelere bölmemiş olabilir.

Oysa ANAP ile yeniden iktidara gelen  sağ popülizm ile  devletin bütünlüğünü korumağa yönelik bütün hukuki normlar ortadan kaldırıldı.

Toplumumuz uluslaşmayı yeterince içselleştirebilmiş olsaydı muhtemelen yapılan hiçbir kötülük onda bir cevap bulamayacaktı.

Böylece meselâ Kürt’lerin,  ulaşımı yakın zamana kadar ciddi şekilde zor olan yörelerde asırlardır yaşadıkları yalıtılmadan kaynaklanan kapalı toplum  psikolojilerinin alabildiğine istismar edilebilmesinin önü açıldı. Böylece bu topraklarda Kürt olmanın ikinci sınıf sayılmak anlamına geldiği söylemi insanlara kolayca kabul ettirildi.  Kürt köyleri, ulaşımlarındaki iletişim sorunlarını uydu  çanaklarıyla çözmeğe çalışırken  bu kez de kendilerine aslında pek de benzemeyen ama şivelerini çat pat anladıkları Irak Kürt’lerinin ve PKK terörünün Avrupa lüksü içinde yaşayan kollarının  siyasal propagandasına maruz kaldı.

Kürtçü etnikçiliğini ve terörünün sebeplerini açıklamak bu açıdan nispeten daha kolaydır.

Asıl büyük sorun, Atatürk devrimlerine  dayanan ve  devrimlerin hedeflediği “Türk medeniyetini”  aşılayan bir  eğitimden geçen  büyük çoğunlukta yaşanan yabancılaşmaydı.

Peki ama bahsedilen çoğunluğun yaşantısı günlük gülistanlık mıydı? Akranlarımın babaları döneminde de Anadolu’da ulaşımın ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra 90’lara kadar kayda değer bir şehirleşmeden bahsedilemeyeceğini ve aslında bu  şehirleşmenin de göç eden kitleleri dönüştürmeğe ve uygarlaştırmağa yetmediğini  söylemek mümkün.

Bu geç şehirleşme şu anda Doğu Anadolu’da hâlâ yaşanmakta ve terör korkusuyla şehirlerini terk eden yerli Türk çoğunluğun yerini bir Kürt köylü dalgasının doldurması olgusu hâlâ devam etmektedir. Hatta meselâ son yerel seçimlere kadar PKK varoşları dolduran bu Kürt köylü kitlesine Türk’lerden ev almamalarını, onların evlerinin nasıl olsa ele geçirileceğini söylemişti.

Şehirleşemeyen, kozmopolitleşemeyen, şehrin çetrefilli kurumlarından ürken ve bütün bu kurumları özellikle kendi dini değerlerine karşı bir tehlike addeden geniş kitleler uluslaşmanın getirdiği ve hedeflediği hukuk devleti, usul hukuku, nezaket, zararsızlığa dayalı ahlâk normlarından ısrarlı bir şekilde uzak kaldılar.

Kürt köylerinin doğuda ve güneydoğuda yaşadığı  kendine özgü coğrafi izolasyonu, şehirlere göçen Türk köylü kitleleri gönüllü bir biçimde yaşamağa başladı.  60’lardan itibaren sinemamızda “toplumsal” duyarlılıkla çekilen filmlerde kutsanan şey, hep şehri benimseyemeyen ve ona uyamayan köylü kitlelerinin “dramıdır”.

Buraya kadarki tespitler beylik sözler sayılabilir çünkü bunlara benzer sayısız analiz yapılmıştır. Sorun şudur ki bu zorunlu ve gönüllü yalıtılmışlıkların, yalnızca fiziki bir geçici ayrılmanın ötesinde sonuçlar doğurması olmuştur.

Şehri kendisine düşman sayan Müslüman Türk ile başına gelen her şeyi Türk’ün düşmanlığı sayan Kürt köylüsü, kendisini toplumun yaygın değerlerinden ve normlarından ayırabilmeyi başlıca amacı saydı ve bu ayrılmayı sürdürmek görevini de kendisinden sonraki nesle devretti.

Peki ama bu kitlelerin şikâyetleri gerçekçi miydi? Hiç kimse bunu sorgulamadı. Siyaseti, oy paketlerini elde etmekten ibaret gören Türk politik sığlığı, solda Kürt ve Alevi hoşnutsuzluğunu, sağda ise uyumsuz köylü kitlelerinin şehir korkusuyla beslenen öfkeli dindarlığını hedefledi.  Politik esnaflık için uluslaşmanın politik endişeleri ve hedeflerinin yerine kabile asabiyelerine dalkavukluk etmeyi daha kolay kabul etti. En nihayetinde devletin temellerini kendisine düşman bilerek  sağdığı  hoşnutsuzluk oylarıyla rejimi kökten değiştirecek kadar güçlendi.

Bugün uğradığımız rejim değişikliğini sağın üstüne yıkan sol siyaset hâlâ Kürtlüğü Türk’e alternatif bir egemenlik kimliği olarak kışkırtmağa çalıştığını, her türlü ulusaltı yapının hoşnutsuzluğundan yararlandığını ne yazık ki fark edemiyor. “Kürt’lerin memnuniyetini”, bölünmüş bir Türkiyeden Kürdistan yaratarak sağlayabileceğini hâlâ düşünen sol siyaset esnafının, bugün gelinen noktada sağ kadar büyük bir suçu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şartların yarattığı izolasyonların sağcı ve solcu politika esnafının istismarıyla sorun geçici bir siyasi körlük olarak kalmadı, kalıcı bir rejim sorununa dönüştü. Bu ayrışma bugün toplumda bazen terör tehdidi bazen sandık istismarıyla korku yaratan, Türklükten nefreti başlıca kimliklenme aracı yapan, neredeyse kalıcı yaklaşık %60lık bir seçmen kitlesinin doğmasına sebep oldu.

Bu kitlelerin şikâyetleri gerçekçi miydi? Hayır. Bu kitleler kendi toplumsal yapılarının değişiminden duydukları korkuyu asimilasyon, inkâr, etnik eritme mazeretleriyle dile getirdiler.

Yüz binlerce turistin neredeyse çırılçıplak denize girip alabildiğine içtiği sahillerde amelelikten müteahhitliğe veya emlâk zenginine dönüşen Kürt köylüleri, sahilleri dolduran turistlerin güvendiği şeyin veya onların mülkiyetlerini sermayeye dönüştürmelerini sağlayan şeyin, Türk’ün uluslaşmasıyla ortaya  çıkmış uygarlık ortamı olduğunu idrak etmekten kaçınarak dedelerinden devraldıkları feodal değişim korkusu ve etnik öfkeyi, sözde düşman ve işgalci Türk toplumu içinde yaşatmaya devam etti.

Keza Kurtuluş Savaşı’nı idare eden   kahraman heyetin Osmanlı’nın son dönemindeki modernleşmenin varisleri olması da  kırsaldaki izole Müslüman Türk köylüsünde, hazmetmekten korktukları bir yabancılaşma izlenimi yarattı. Bu heyetin “gâvur ittihatçılar” olarak itham edilmesinin sebebi sanırım ki budur.

Dolayısıyla Türkiye’de çok ciddi bir “biz ve onlar” sorunu ortaya çıktı. Burada asıl sorun şudur ki ülkenin bütünlüğünden yana olan milliyetçi ve vatansever insanlar, hâlâ ülkeyi elinde bulunduran, Türklüğ’ü faşizm, hayalcilik, ırkçılık sayan, Atatürk’e düşmanlıkta birleşen %60lık dinci/ Kürtçü koalisyonunun tabanını “bize” dahil saymakta ısrar ediyorlar. Bu elbette vatanı ve milleti sevmenin bir gereği…

Gözden kaçırılan nokta şu ki bahsi geçen %60lık kitlenin ülkenin geri kalanıyla hemen hemen hiçbir ortak değer yargısı ve normu bulunmuyor ve bu koalisyonu oluşturanlar da kendilerinden başka hiç kimseye ki kendi aralarında da ortak bir Türk düşmanlığı dışında bir müşterek kabul etmeyerek “biz” demiyor. Sol kendi hayalci enternasyonalizmi içinde bir bebek katilinin avukatını Atatürk’ün kurduğu partinin en yaşamsal yerinde koruyup kolluyor, sağ, ülkenin Türk düşmanı bir Arap ülkesi haline gelmesini dini bir vecibe sayıyor ve bu karmaşa içinde çocuklarımıza Türklük bilinciyle bir “biz” kimliği edindiremeyerek  ulusumuzun ölmesini seyrediyoruz.

Bu basit ve geçici bir sosyal çatlak mıdır yoksa ülkeyi kalıcı olarak değiştirecek ciddi bir siyasal yarılmanın belirtisi midir? İşte üstünde düşünülmesi gereken sorular bunlardır.

Bazen iyi bir şarkı pek serinletir insanı...

2 yorum:

selcen dedi ki...

KOrkarım ciddi bir siyası yarılma bu...

Afşar Çelik dedi ki...

Siyasi değişimden bile sonra devam edecek bir nefret ayrışması halini aldı gibi... Maalesef... Gene bekleriz. Saygılar.