30 Ocak 2009 Cuma

Felsefe ve Hakikat








Sosyalizm Ve Kapitalizmin Yol Haritalarıyla Ulaştıklarımız Üzerine…
İster pozitif bilimleri isterse sosyal bilimleri çalışalım daima belli bir düşünce biçimine göre davranırız. Bu düşünce biçimi bizim “felsefemizdir.”



Felsefe bize gidilecek yol hakkında rehberlik eder. “Doğru” hakkındaki kanaatlerimizi sahip olduğumuz felsefeye göre belirleriz.



Aksi takdirde davranışlarımızda tutarlılık kaybolur ve tolum içinde yaşama şansımız azalır. Çünkü felsefemiz” bize tutarlı ve tahmin edilebilir davranışlar için yol göstermiyorsa beklentileri karşılayamayız.



Kendimizi savunmak dışında insan öldürmeyeceğimiz konusunda kendiliğinden oluşmuş bir mutabakatı “batıl” sayan herhangi bir felsefeye sahipsek insanlar bizi kendileri için tehlikeli addederler mesela…



İnsan davranışı bu yüzden felsefeden bağımsız olamaz.
Bu yüzden herhangi bir toplulukta önce felsefemizle tanınırız. Bu şekilde oradaki insanlara bizden hangi davranışları beklemeleri gerektiğini söylemiş oluruz.
Mülkiyetin gayrı meşru olduğunu düşünen birinden aldığımız mesaj, sahip olduklarımıza dair herhangi bir duyarlılık taşımadığı ve hatta bunlara karşı bir düşmanlık beslediği yönündedir mesela.



Felsefenin, amaca yönelik ve kurala uyan “eylemin” rotasını belirlemesinin sebebi, kendisine göre sonuçların elde edilmesini hedeflemesindendir.
Bu yüzden bir insan eylemini –belki davranışınız demeliyiz- değerlendirirken, yargılarken genel kabul göre, toplumun çoğunluğunun beklentilerini şekillendiren, “adil davranışı” adil olmayandan ayırmamızı sağlayan genel felsefeye göre bir tutarlılık testi yaparız.
Şüphesiz toplumun bu mutabakatının “doğruluğunun” nereden bilinebileceği sorusu sorulabilir. Bu sorunun cevabı toplumun bizatihi varlığıdır. Eğer bir toplumdan, yani varoluşumuzun korunması için diğer bütün seçeneklerden daha iyi bir seçenekten bahsedebiliyorsak bu da amaç güden ve kural izleyen insanoğlunun bu iki özelliği ile var edebildiği tek beraberlikten bahsediyoruz demektir. Toplumlaşmak, zayıfıyla, kuvvetlisi ile her birimizin varlığının korunmasına dair bir mutabakatsa “doğrudur”.



Bu beraberliğin teminatı olan kurallar da amaçlarımızı kendilerine göre sınırlar ve beklentilerimizin yönünü belirler.



Burada bir yol ayırımına geliyoruz.
Herhangi bir felsefenin diğerine üstünlüğü veya kabul edilebilirliğinden bahsetmemiz mümkün olabilir mi? İnsanlar neden şu felsefeye göre değil de bu felsefeye göre hareket etmelidir?
Aslında bu sorunun cevabı yukarıda verilmiştir…
Buraya kadarki akıl yürütmelerimizin asıl amacı son ekonomik krizle ilgili olarak yürütülen tartışmalardaki felsefi tutarsızlığı araştırmaktır.



ABD dünyada kapitalizmin bilinen en geniş şekliyle yaşandığı bir ülke iken bu krizi yaşaması kapitalizmin veya daha genel anlamda liberalizmin felsefi olarak sorgulanmasına yol açtı.
Görünüşe göre zaten yanlış olan bir felsefe olarak liberalizm refah üretemiyor üstelik ahlaki bir alt yapıdan da mahrum olduğu ortaya çıkıyordu. Öyle ya, liberal bir sistemde “olmayan” paralarla oynanabiliyorsa bu sistem ahlakî anlamda yanlış olmalıydı.



“ Çürütülmesi en zor olan yalan yarısı doğru olan yalandır” diye bir söz vardır. Burada kapitalizme dair öne sürülen eleştiriler bu kabildendir. Bu yazıda kama ekonomilerin neden liberal sayılamayacağını ispat etmek yerine sosyalist rejimlerin neden refah üretemeyeceğini felsefi temlerine dayanarak göstermeye çalışacağız.
Marx bilinen toplumsal normların ve değerlerin aslında ”yanlış” bir tarihsel egemenlik ilişkisinin dayatmaları olduğunu öne sürüyor ve bu egemenlik ilişkisi yıkıldığında “doğru” ve adil bir toplumsal düzene geçileceğini savunuyordu.



Bu kadar kökten ve büyük bir iddia hâlâ idrakimizi zorlamakla beraber ihtiva ettiği romantizm pek çok idealisti büyülemişti.



Marx’a göre insanlar arasındaki menfaat çatışmalarının temelinde özel mülkiyet yatıyordu. Ona göre bütün bir toplum aslında çatışma temelinde bir araya geliyordu. O halde çatışmayı doğuran şeyi ortadan kaldırdığımızda ebedi barışa kavuşabilirdik.
Her ne kadar özel mülkiyetin ilgasını “üretim araçlarıyla” sınırlandırmışsa da neyin üretim aracı sayılması gerektiğine dair o çelikten belirsizlikle daha en başında kuşatılmış ve boğulmuştu.
Marx topyekün bir değişim öneriyor ama ütopyacı olmadığını iddia ediyordu. Oysa “olması gerektiğini” söylediği toplumu tanımlıyor ve bunun için şiddeti de içeren bir manifesto sunuyordu.



Ona göre üretim araçları kolektifleştirildiğinde, üretim ilişkileri ve biçimi değişecek, buna bağlı olarak sınıf bilinci de değişecekti. Dolayısıyla bir “melekler toplumu” yaratılabilecekti.
Onun önerdiği gibi evrimsel olmasa da devrim gerçekleşti. Rusya da özel mülkiyet aynen Marx’ın öngördüğü gibi ( öngörü tahmin etme değil, şart koşmak, anlamındadır)ilga edildi. Üretim araçları proleter diktasına devredildi. Tarım işletmeleri birleştirilip kolektifleştirildi. Hatta bu kadarla da kalınmadı haneler de kolektifleştirildi, büyük evlerin her bir odasına birer aile yerleştirildi. Böylece herkes barınma konusunda “eşit” hale getirildi.
Marx’ın felsefesi, maddi dünyanın değiştirilmesi ile bu dünyanın emrettiği bilinçlerin, algıların değişeceğini iddia ediyordu. Felsefesi, insanların “muhtaç” olmaktan kurtarılması üzerine kuruluydu, temel ihtiyaçları giderilmiş bir insan, daha fazla ne isteyebilirdi ki? Ekmeği ve işi garanti altına alınmış bir insandan daha özgür kim vardı?



Sovyetler Birliği dev bir kolektif işletme haline getirildi, dünyada işsizliğin olmadığı belki de tek devlet Sovyetler Birliği idi.



Sanırım buraya kadar Sovyetler Birliği’nin kuruluş felsefesini ve bu felsefeye uygun davranılıp davranılmadığını yeterince gösterdik. Marx’ın felsefesi o kadar ulvî görünüyordu ki bu derece kutsal bir metni tartışmak ve hele onun uygulanması önündeki engelleri ne pahasına olursa olsun kaldırmamak zaten düşünülemezdi. Zaten Marx yerleşik burjuva üst yapısının normatif ahlâkının proleterler için geçerli olmadığını da göstermiş idi. O halde devrimin yolunu temizlemek için proleterlerin önünde hiç bir engel kalmıyordu. Lenin’in 1918’deki iç savaşı desteklemesi bu felsefeye ve mantığa dayanıyordu. O bir iç savaşı, proleterlerin düşmanların tanıması ve temizlemesi için bir fırsat olarak görüyordu ve bu yüzden ÇEKA’yı sürekli tedhiş eylemlerine sevk etti.



Marx üretim araçlarından bahsederken, onların neliğine ilişkin bir tanımlama getirmemiştir. Ona göre bunlar kömür, petrol, su gibi doğada bulunan şeylerdir. Her ne şart altında olursa olsun var olacaklarını varsaymıştır. Üretim araçlarının doğal bir fenomen olduğuna dair bir felsefe, onların “yaratılmış” mallar oldukları gerçeğine uzak kalmıştır. Bu yüzden üretim araçlarının tabiatına dair yanlış ir yol levhası bizi bambaşka bir yere götürmektedir. Dolayısıyla onların mülkiyetinin, onların yaratılma sebebi olduğu gerçeğini idrak edememiştir.



Bunun makro planda sonucu Sovyetler Birliğ’inin teknolojide geri kalması olmuştur.
Marx “kapitalist üretim biçiminden” vazgeçildiğinde yabancılaşmanın ortadan kalkacağın iddia ediyordu. Oysa “üretim biçiminin” de insan yaratıcılığının bir ürünü olduğu gerçeğinden da uzak düşüyordu ve Sovyetler Birliği o zaman kadar bulunabilmiş en verimli yöntem olan seri üretim bandını, kapitalist batıdan ödünç alarak kullanmaktan başka bir şey yapamadı. Marx’ın önerdiği sosyalist üretim biçiminin ne olduğunu Sovyetler asla bulamadı, çünkü böyle bir şey yoktu ve olamazdı. Üstelik “sosyalist” olduğu iddia edilen Sovyet üretim biçiminde işçiler arasında hırsızlık had safhadaydı. Herkes mutlaka çalıştığı fabrikanın ürününde çalıyor ve bunun ticaretini yapıyordu.



Bu durumda suçun Marx’ta değil , onu bilhakkın uygulayamayan,açgözlü insanlarda olduğu söylenebilir. Ama bir dakika! Üretim ilişkileri ve üretim biçimi sosyalist değil miydi? Üretim araçları proleterlerin değil miydi? Bu durumda proleterlerin burjuva ideolojisine göre şekillenmiş açgözlü ve bencil bilinçleri değişmeyecek miydi? Sosyalist bir ülkede fabrikaları çalıştırabilmek için iş bölümünün gerekliliği Marx’ın yabancılaşma kuramıyla nasıl yan yana yürüyebiliyordu? İş bölümü olmaksızın kitap basamayan bir sosyalist toplum olabilir miydi?
Sovyetler’in aslında sosyalist olmadığı iddiaları bu noktada açıkça gülünç kalmaktadır. Çünkü ne yapılmışsa doğrudan Marx’ın felsefesine dayanılarak yapılmıştır.



O halde sosyalizm nerede yanılmıştır? Bütün mesele Marx’ın amentüsüne uygun yaşanmaması mıdır yoksa Marx’ın amentüsünün zaten yanlış olması mıdır?



Marxizm yanlış mı uygulanıyordu?



Elbette hayır… Marxizm olabileceği kadar âzâmî şekilde uygulanıyordu. Proleterlerin diktası için diğer sınıflar katlediliyor, sürgüne yollanıyor, kısacası ortalık temizleniyordu. Proleter ahlakı zedeleyici hiçbir fikre hayat hakkı tanınmıyor, burjuva devrinin bütün adetleri dibine kadar kazınıyordu. Sınıfa bağlılığı zayıflatacak aile bağları bile devriliyor ve yepyeni bir öncü gençlik yaratılıyordu.



Peki ama neden bir türlü Marx’ın öngördüğü proleter melekler ve proleterler cenneti yaratılamıyordu?



Çünkü Marx’ın öngördüğü yol haritasında insanın öz sahipliği gibi temel bir değerin yeri yoktu. Çünkü Marxın felsefesinde insan, amaç güden ve kural izleyen bağımsız bir fert değil şartların oyuncağı olan bir varlıktı. Çünkü Marx’ın manifestosunda insanlar çıkarlarını kendileri belirlemiyordu, onlar sınıflarının çıkarlarıyla sınırlı robotlardı. Çünkü Marx insanların arasında ilişkilerin çatışmadan ziyade uyuşmaya ve mutabakata dayalı olduğu gerçeğini müdrik değildi.
Marx kendi hayalindeki haritayı yegâne gerçek olarak sunmuştu ve dünya sosyalistleri de dünyanın topografyasını bu haritaya göre kesip biçmeye çalıştılar. Yalnız sorun şuydu ki bunu insan hayatı pahasına yaptılar ve insan varlığına ihanet ettiler. Ormanları keserek onları proleterlerin uygun gördüğü yelerde yaşatmak ne kadar saçma idiyse toplumun kendiliğinden doğmuş düzenini de yeni baştan yapmak o kadar ham bir hayaldi.



Bu noktada ABD krizine de kısaca değinmeliyiz. Sosyalizmin Marx’ın felsefesine göre uygulanmasının yarattığı sonuçları acı tecrübelerle gördükten sonra kendimize şunu sormalıyız: “Kapitalizm kendi felsefesine göre uygulandı mı, uygulanıyor mu?”



Özü itibariyle liberalizmin bir uygulaması olan kapitalizmde arzulanan şey devletin temel hakları korumak dışında hayata müdahale etmemesidir. Bu liberalizmin temel devlet kabulüdür. Peki devletler bu ideale uygun mu davranmışlardır da kriz meydana gelmiştir?



Liberal ilkeler serbest ticareti öngörür, bunun hem ahlaki hem faydacı bir gereklilik olduğunu söyler. Bugün devletler serbest ticarete izin verdikleri için mi krizler ortaya çıkmaktadır? Devletlerin dış ticarete koyduğu kota ve tarifeler liberalizmin bir gereği midir? Bu kısıtlamaları savunan herhangi bir liberal var mıdır? Kaldı ki liberalizmin serbest ticaret argümanı uygulandığı her yerde gerçekten refah yaratmıştır. Olgularla test edilmesini biryana bırakacak olsak bile çok basit mantık ve matematikle dahi doğruluğu ortaya konabilen bir ilkeye ters hareket eden devletlerin kapitalist oldukları iddia edilebilir mi?



Liberalizm hem ahlaki anlamda hem de iktisadi cihetten düşük vergileri, kamu maliyesi disiplinini ve müdahalesizliği savunur. Mevcut karma ekonomili ülkelerde devletin sosyal güvenliğe sürekli müdahalesinin yarattığı istihdam maliyeti artışının ve işsizliğin sebebi liberalizm olabilir mi? Her gün bir yenisi işitilen yolsuzlukların bir tarafında istisnasız bürokratik kurumların bulunması acaba liberalizmin sınırlı devlet ilkesine uyulmasından mıdır?
Son olarak yeni Marksist düşünürlerin neden Kore’de, Küba’da veya Çin’de değil de kapitalizmle üretim yapılan ülkelerde yaşadığına bakmalıyız. Yoksa bu insanlar aslında insanlık karşıtı fikirlerini bile özgürce ifade edebildiklerinin ve ne kadar saçma olursa olsun fikirlerinin bir piyasada talep bulmasıyla geçinebildiklerini görememekte midirler?



Sosyalizm, felsefesi neyi öngörüyorsa o yapıldığı için yıkıldı, kapitalizm ise felsefesine alabildiğine aykırı davranıldığı için sarsılıyor. Umalım ki artık felsefelerin davranışlarımıza etkisini görmezden gelerek bir yere varamayacağımızı idrak ederiz.

Hiç yorum yok: