Türk milliyetçileri memleket meselelerinin neresindedir?
Milliyetçilik siyaseti, siyaseten ve ideolojik olarak neyi çözmüştür, neyi çözmeye adaydır?
Milliyetçilik bir ideoloji midir?
Bu sorular ülkemizin bölünmesinin alenen tartışıldığı, millî değerlerimizin çiğnendiği bir devirde hayatî önem arz ediyor.
Çünkü bu soruları sormamıza sebep olan problemler, ideolojileri gereği enternasyonalist olan sosyalistlerin, siyasal dincilerin ve sapkın liberallerin ortaya çıkardıkları problemler zaten. Ülkemizin problemlerini bu gruplarla tartışmak, onlardan medet ummak, ailemizin katilinden canımızı kurtarmasını beklemek gibi bir şey… Çünkü bu gruplar zaten Türk adına, Türk egemenliğine kökten karşı olan gruplar…
Her ne kadar İşçi Partisi’nin “ulusalcı” tavrı Türk adına yakın gibi dursa da bu duruş “ Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularına boğulmuştur!” diyerek PKK’nın zaferini ilân etmiş bir başkanın gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Solun millî meselelerdeki tavrı, Bolşeviklerin Lenin önderliğindeki fırsatçı eylemciliğinin bir kopyası olarak görülmeli ve buna bel bağlanmamalıdır.
Siyasal dincilik zaten tabiatı icabı, millet ve milliyet kavramlarından nefret etmektedir.
Sapkın liberaller dediğimiz grup ise liberalizmi “sosyalist enternasyonalizm” mantığıyla yorumlayıp onun ahlâk felsefesi, toplumsal düzen anlayışı “kayıt ve şarta bağlı düşünmek” tavrını bir kenara bırakan, sığ faydacılar olarak hareket etmektedirler.
Bu durumda bizi kimliklendiren ve dünya üzerinde bize bir duruş sağlayan milletimizin sorunları ile ilgilenmek öncelikle milliyetçilerin işi haline gelmektedir.
Peki milliyetçiler bu sorunları çözebilecek donanıma sahip midirler?
Yazının girişindeki üçüncü soruya bir cevap vererek başlamak belki de en iyisi…
Milliyetçilik bir ideoloji midir? Milliyetçilik bir ideoloji değildir.
Milliyetçilik liberalizm ve sosyalizm gibi iki ana ideoloji çerçevesinde ortaya konabilecek bir tavırdır sadece… Bu açıdan o, direksiyonu olmayan bir araba gibidir. Sizi bir yerlere taşır ve bir itici güç sağlar ama bu gücün yönlenmesi ancak bir ideoloji vasıtasıyla olur.
Bilinenin aksine meselâ nasyonal sosyalizm, milliyetçiliğin bir rengi değildir, sosyalizmin bir rengidir. Nasyonal sosyalizmin vurgusu sosyalizmedir, milliyetçiliğe değil. Ama bize şunu göstermektedir: Milliyetçi duygular sosyalizm ile yönlendirildiğinde, diğer bütün sosyalist ülkelerde olduğu gibi toplumları totaliter bir yönetime ve ırkçılık felâketine götürmektedir. Nitekim birbirlerinin gırtlağına sarılmış ve ne tesadüftür ki ikisi de birbirinden gaddar rejimler kurmuş olan Alman sosyalistlerinin ve Rus komünistlerinin beslendikleri, Hegel diyalektiğinin gücü meşrulaştırıcı akıl yürütmesiyle varılacak yer de asla liberal bir demokrasi değildir.
O halde ideoloji hakkında biraz düşünmekte sayısız faydalar vardır Çünkü ne zaman toplumsal düzen ve siyaset ilişkisi hakkında konuşacak olursak karşımıza muhakkak “Neye göre?” sorusu çıkacaktır. “Neye göre?” sorusunun varlığı bizi derhal hakikatin görece olduğu yanılgısına götürür… Bu yanılgıyla da “doğrunun” asla bulunamayacağı sonucu derhal kendiliğinden belirir. Öyle ya, madem meselâ birileri mülkiyetin hırsızlık olduğuna inanıyordur o halde mülkiyeti ilga ederek kurdukları bir rejim, kendi iç tutarlığını sağladıktan sonra meşru olmalıdır, değil mi?
Acaba gerçekten öyle midir? Bir hırsızın “Mülkiyet hırsızlık olduğu için mülk sahiplerinden çalmak hırsızlık değildir!” demesi acaba meşru bir savunma sayılabilir mi? Peki bir hırsızlığın veya kanunlardaki ifadesiyle “yağmanın” devlet eliyle ve “Mülkiyet hırsızlıktır” safsatasına dayanılarak yapılmasının bu durumdan farkı ne olabilir?
İdeolojiler belli fikrî öncüller etrafında gelişen, tutarlı bir fikrî çerçeve oluşturmak iddiasındaki, insan davranışlarına dair genel kılavuzlardır.
Bu açıdan meselâ dinler de birer ideoloji gibi ele alınabilirler ki siyasal dincilik zaten dini siyasi bir araç olarak kullanırken bunu yapmaktadır.
İdeolojinin tanımında” aksiyom” terimini özellikle kullanmadım. Çünkü “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi fikrî öncüller, geçersizlikleri açıkça gösterilebilmesine rağmen birer iman nesnesi gibi kullanılmaktadır ve bu tip iman nesnelerinin gerçek aksiyomlardan ayrı tutulması sağlıklı bir akıl yürütme ve daha önemlisi fikir ahlâkı açısından elzemdir.
Aksiyomlar gerçeğin parçalarıdır ve bu yüzden geçerlilikleri tartışılmaz. Onlar doğruyu bulmakta kullandığımız mutlak nirengi noktalarıdır. Oysa “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi sloganlar kendi çelişkilerini taşıyan açık saçmalıklardır ve sloganların kısa olanları ile meselâ dahi iktisatçı Mises’in “İnsan davranış gösterir” aksiyomunu bir tutarsak olan aksiyoma olur ve sahtelik hak etmediği bir şeref payesine kavuşturulmuş olur.
Bu durumda milliyetçiler “milliyetçi” olmanın anlamı üzerine kafa yormalıdır.
Milliyetçilik bize iç tutarlılığa sahip ve yanlışlanma imkânı olan yani test edilebilir bir bütüncül düşünce sistemi sunmaz. Çünkü milliyetçiliğin tabiatı, onun bir mensubiyet duygusundan ibaret olmasıdır.
Şüphesiz milliyetçi bir insan milliyetçilik adına tutarlı düşünceler geliştirebilir ama bu düşüncelerin hiçbiri milliyetçiliğin eseri olmayacaktır.
Milliyetçiler, millî değerlere bağlılıklarının, milletlerine duydukları sevginin, özünde bir kılavuz olmadığını, bir yola gidebilmek için yolla tutarlı bir harita edinmek gerektiğini bilmeli ve bunların arasındaki farkı idrak etmelidirler. Ulaşmayı istediğiniz şeye duyduğunuz sevgi, ulaşmak istediğiniz şeyle ilgili bir metodunuz, bir haritanız yoksa sizi hiçbir yere götüremez.
Türk milliyetçileri, milliyetçiliği bir kitlesel hareket haline getirmek istediklerinde bu boşluğu sezgileriyle fark etmiş ve el yordamıyla kendilerine bir ideoloji üretmeye çalışmışlardır. “Dokuz Işık” gibi bir doktrin bu ihtiyacın ürünüdür. Mesele şudur ki “Dokuz Işık” gibi bir doktrin etraflı bir felsefî incelemeyle meydana getirilmemiştir. Nitekim “Dokuz Işık” içindeki açık sosyalist eğilim, ideolojik davranışta sosyalistlerin tutarlılığına ve toplumcu duyarlılığına özenmenin bir sonucudur.
Milliyetçi camia, gerek kitleye ulaşma gayreti ile edindiği İslâmî söylem gerekse “millet” ve “milliyet” gibi değerlerin kolektifliğinden dolayı, kendiliğinden kolektivizme yönelmiştir. Siyasal eylemin önceliğinden dolayı da felsefî tutarlılık ve meşruiyet testi gibi akıl yürütmeleri kullanmadan sosyalistlerle aynı “toplumcu”/ kollektivist düzleme hiç farkına varılmadan kayılmıştır. Sosyalizmin özündeki kaçınılmaz totalitarizm, bir çeşit “ahlâk” gibi anlaşılmış ve aynen kullanılarak “lider, doktrin, teşkilat” gibi sloganlarla hareketin mensuplarının bireysel fikrî gayretleri baskılanmıştır.
Bu anlayış bu gün de Türk Ocağı gibi bir entelektüel sivil toplum örgütü olması gereken bir dernekte bile sürdürülmektedir.
Milliyetçilik siyaseti, siyaseten ve ideolojik olarak neyi çözmüştür, neyi çözmeye adaydır?
Milliyetçilik bir ideoloji midir?
Bu sorular ülkemizin bölünmesinin alenen tartışıldığı, millî değerlerimizin çiğnendiği bir devirde hayatî önem arz ediyor.
Çünkü bu soruları sormamıza sebep olan problemler, ideolojileri gereği enternasyonalist olan sosyalistlerin, siyasal dincilerin ve sapkın liberallerin ortaya çıkardıkları problemler zaten. Ülkemizin problemlerini bu gruplarla tartışmak, onlardan medet ummak, ailemizin katilinden canımızı kurtarmasını beklemek gibi bir şey… Çünkü bu gruplar zaten Türk adına, Türk egemenliğine kökten karşı olan gruplar…
Her ne kadar İşçi Partisi’nin “ulusalcı” tavrı Türk adına yakın gibi dursa da bu duruş “ Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularına boğulmuştur!” diyerek PKK’nın zaferini ilân etmiş bir başkanın gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Solun millî meselelerdeki tavrı, Bolşeviklerin Lenin önderliğindeki fırsatçı eylemciliğinin bir kopyası olarak görülmeli ve buna bel bağlanmamalıdır.
Siyasal dincilik zaten tabiatı icabı, millet ve milliyet kavramlarından nefret etmektedir.
Sapkın liberaller dediğimiz grup ise liberalizmi “sosyalist enternasyonalizm” mantığıyla yorumlayıp onun ahlâk felsefesi, toplumsal düzen anlayışı “kayıt ve şarta bağlı düşünmek” tavrını bir kenara bırakan, sığ faydacılar olarak hareket etmektedirler.
Bu durumda bizi kimliklendiren ve dünya üzerinde bize bir duruş sağlayan milletimizin sorunları ile ilgilenmek öncelikle milliyetçilerin işi haline gelmektedir.
Peki milliyetçiler bu sorunları çözebilecek donanıma sahip midirler?
Yazının girişindeki üçüncü soruya bir cevap vererek başlamak belki de en iyisi…
Milliyetçilik bir ideoloji midir? Milliyetçilik bir ideoloji değildir.
Milliyetçilik liberalizm ve sosyalizm gibi iki ana ideoloji çerçevesinde ortaya konabilecek bir tavırdır sadece… Bu açıdan o, direksiyonu olmayan bir araba gibidir. Sizi bir yerlere taşır ve bir itici güç sağlar ama bu gücün yönlenmesi ancak bir ideoloji vasıtasıyla olur.
Bilinenin aksine meselâ nasyonal sosyalizm, milliyetçiliğin bir rengi değildir, sosyalizmin bir rengidir. Nasyonal sosyalizmin vurgusu sosyalizmedir, milliyetçiliğe değil. Ama bize şunu göstermektedir: Milliyetçi duygular sosyalizm ile yönlendirildiğinde, diğer bütün sosyalist ülkelerde olduğu gibi toplumları totaliter bir yönetime ve ırkçılık felâketine götürmektedir. Nitekim birbirlerinin gırtlağına sarılmış ve ne tesadüftür ki ikisi de birbirinden gaddar rejimler kurmuş olan Alman sosyalistlerinin ve Rus komünistlerinin beslendikleri, Hegel diyalektiğinin gücü meşrulaştırıcı akıl yürütmesiyle varılacak yer de asla liberal bir demokrasi değildir.
O halde ideoloji hakkında biraz düşünmekte sayısız faydalar vardır Çünkü ne zaman toplumsal düzen ve siyaset ilişkisi hakkında konuşacak olursak karşımıza muhakkak “Neye göre?” sorusu çıkacaktır. “Neye göre?” sorusunun varlığı bizi derhal hakikatin görece olduğu yanılgısına götürür… Bu yanılgıyla da “doğrunun” asla bulunamayacağı sonucu derhal kendiliğinden belirir. Öyle ya, madem meselâ birileri mülkiyetin hırsızlık olduğuna inanıyordur o halde mülkiyeti ilga ederek kurdukları bir rejim, kendi iç tutarlığını sağladıktan sonra meşru olmalıdır, değil mi?
Acaba gerçekten öyle midir? Bir hırsızın “Mülkiyet hırsızlık olduğu için mülk sahiplerinden çalmak hırsızlık değildir!” demesi acaba meşru bir savunma sayılabilir mi? Peki bir hırsızlığın veya kanunlardaki ifadesiyle “yağmanın” devlet eliyle ve “Mülkiyet hırsızlıktır” safsatasına dayanılarak yapılmasının bu durumdan farkı ne olabilir?
İdeolojiler belli fikrî öncüller etrafında gelişen, tutarlı bir fikrî çerçeve oluşturmak iddiasındaki, insan davranışlarına dair genel kılavuzlardır.
Bu açıdan meselâ dinler de birer ideoloji gibi ele alınabilirler ki siyasal dincilik zaten dini siyasi bir araç olarak kullanırken bunu yapmaktadır.
İdeolojinin tanımında” aksiyom” terimini özellikle kullanmadım. Çünkü “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi fikrî öncüller, geçersizlikleri açıkça gösterilebilmesine rağmen birer iman nesnesi gibi kullanılmaktadır ve bu tip iman nesnelerinin gerçek aksiyomlardan ayrı tutulması sağlıklı bir akıl yürütme ve daha önemlisi fikir ahlâkı açısından elzemdir.
Aksiyomlar gerçeğin parçalarıdır ve bu yüzden geçerlilikleri tartışılmaz. Onlar doğruyu bulmakta kullandığımız mutlak nirengi noktalarıdır. Oysa “Mülkiyet hırsızlıktır!” gibi sloganlar kendi çelişkilerini taşıyan açık saçmalıklardır ve sloganların kısa olanları ile meselâ dahi iktisatçı Mises’in “İnsan davranış gösterir” aksiyomunu bir tutarsak olan aksiyoma olur ve sahtelik hak etmediği bir şeref payesine kavuşturulmuş olur.
Bu durumda milliyetçiler “milliyetçi” olmanın anlamı üzerine kafa yormalıdır.
Milliyetçilik bize iç tutarlılığa sahip ve yanlışlanma imkânı olan yani test edilebilir bir bütüncül düşünce sistemi sunmaz. Çünkü milliyetçiliğin tabiatı, onun bir mensubiyet duygusundan ibaret olmasıdır.
Şüphesiz milliyetçi bir insan milliyetçilik adına tutarlı düşünceler geliştirebilir ama bu düşüncelerin hiçbiri milliyetçiliğin eseri olmayacaktır.
Milliyetçiler, millî değerlere bağlılıklarının, milletlerine duydukları sevginin, özünde bir kılavuz olmadığını, bir yola gidebilmek için yolla tutarlı bir harita edinmek gerektiğini bilmeli ve bunların arasındaki farkı idrak etmelidirler. Ulaşmayı istediğiniz şeye duyduğunuz sevgi, ulaşmak istediğiniz şeyle ilgili bir metodunuz, bir haritanız yoksa sizi hiçbir yere götüremez.
Türk milliyetçileri, milliyetçiliği bir kitlesel hareket haline getirmek istediklerinde bu boşluğu sezgileriyle fark etmiş ve el yordamıyla kendilerine bir ideoloji üretmeye çalışmışlardır. “Dokuz Işık” gibi bir doktrin bu ihtiyacın ürünüdür. Mesele şudur ki “Dokuz Işık” gibi bir doktrin etraflı bir felsefî incelemeyle meydana getirilmemiştir. Nitekim “Dokuz Işık” içindeki açık sosyalist eğilim, ideolojik davranışta sosyalistlerin tutarlılığına ve toplumcu duyarlılığına özenmenin bir sonucudur.
Milliyetçi camia, gerek kitleye ulaşma gayreti ile edindiği İslâmî söylem gerekse “millet” ve “milliyet” gibi değerlerin kolektifliğinden dolayı, kendiliğinden kolektivizme yönelmiştir. Siyasal eylemin önceliğinden dolayı da felsefî tutarlılık ve meşruiyet testi gibi akıl yürütmeleri kullanmadan sosyalistlerle aynı “toplumcu”/ kollektivist düzleme hiç farkına varılmadan kayılmıştır. Sosyalizmin özündeki kaçınılmaz totalitarizm, bir çeşit “ahlâk” gibi anlaşılmış ve aynen kullanılarak “lider, doktrin, teşkilat” gibi sloganlarla hareketin mensuplarının bireysel fikrî gayretleri baskılanmıştır.
Bu anlayış bu gün de Türk Ocağı gibi bir entelektüel sivil toplum örgütü olması gereken bir dernekte bile sürdürülmektedir.
(Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder