4 Ocak 2011 Salı

Uzlaşmazlık Ahlâkı II




.....


Oysa toplumu sözde “doğru maddî şartlara” göre yeni baştan tasarlamak isteyen sınırsız akılcılar düzeltmeye çalıştıkları maddî şartların, aslında hiçbir ferdin tek başına kavramaya asla gücünün yetmeyeceği o büyük kendiliğindenliğin eseri olduğunu bilemez. Ve o koskoca bilinmezlik alanını tasarlamaya kalktıklarında okyanusu ellerindeki keskiyle küp şekline sokmaya çalıştıklarını fark edemezler. Belki günün birinde biri okyanusu küp şeklinde kesecek bir keski icat edebilir ama sorun şudur: okyanusu küp şeklinde kesmenin bedeli, o keskiyi icat edenin ödeyebileceği bir bedel olacak mıdır? Veya okyanusu küp şeklinde kesmek hayali, sırf hayal edilebildiği için yapılmaya değer bir şey midir?

Birinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kendi sınırlı aklını, başkalarının ayakkabı ihtiyacına göre kullanması halinin herkes için meydana getirdiği kendiliğindenlik hali ile birini herkese ayakkabı üretmeye mecbur etmek halleri arasındaki fark, birincisinin özgürlük ikincisinin ise kölelik anlamına gelmesidir.

Çünkü ilk halde ayakkabı üretimi üreticinin sınırlı aklıyla yürütülürken bu üretim aslında üreticinin kendi refahının aracı olacakken ikincisinde üretici ayakkabı üretiminin aracı haline getirilmektedir? Peki neden? Çünkü ikincide birileri sınırlılıkları aştığını bir aklın “ne pahasına olursa olsun” işleyişine güvenmişler ve fakat buna mukabil, geçekliğin, tanımlayamadıkları koskoca kütlesine toslamışlardır.

Seçimlerin serbest ama sonuçların kaçınılmaz oluşu “seçimleri” yaptığımız ve bizden bağımsız bir nedensellik ilişkileri bütünlüğüne işaret eder ki o bütünün adı hakikattir.

Şimdi aklın ne pahasına olursa olsun gerçeği aşacağını düşünen bir tarafla nasıl “uzlaşılabilir”?

Akıl yoluyla her şeyi birbirine katacak ve ancak bir zorbalık rejimi kurabilecek insanlarla nasıl bir orta yolda buluşulabilir?

Orta yol söyleminin unuttuğu şey şudur: Orta yolda buluşmak isteyenlerin en azından, yollarını üstüne kurdukları zemin aynı olmalıdır. Yani aynı geçerlilik evrenini yani aynı gerçekliği kabul ediyor olmalıdırlar.

Yerçekimini inkâr edenlerle asfalt bir yol inşa edemezsiniz veya demir yolu döşeyemezsiniz ama bu insanlarla uzlaşmaya çalıştığınızda ulaşabileceğiniz tek şey, ayaklarınızı topraktan kesecek yükseklikte bir ceset yığını olacaktır.

Bu yüzdendir ki uzlaşma “ne pahasına olursa olsun” gerçekleştirilmesi gereken bir barış eylemi değildir.

Uzlaşmada aynı gerçeklik zeminin kalmak asgari şarttır ama yeterli değildir. Çünkü insan davranışları sadece tabiat şartlarıyla sınırlanmamıştır.

Locke yanılmıyorsam davranışlarımızı sınırlayan kuralları: Tanrı’nın kanunları(erdem kanunları), tabiat kanunları ve yasamanın kanunları olarak üçe ayırmıştır. B ayrım bize çevremizi keyfimize göre kesip biçemeyeceğimizi veya her şeyi kavrayamayacağımızı anlatıyordu. Sınırlayıcıların olmadığını hayal etmek sınırlayıcıları ortadan kaldırmaz. Konsantre olarak havada bir müddet kalan yogi bile nefes almak zorundadır. Veya şöyle söyleyelim, havada kalmak için yapılması gerekenleri bütün topluma dayattığınızda bunun karşılığında nelerin yok edilmesine sebep olduğunuz asla bilemeyecek olmanız gerçeğin ta kendisidir.

İşte bundan dolayıdır ki uzlaşmazlık, ahlâk ve fayda temelinde bir müşterekte buluşamayan taraflar için kaçınılmazdır. Bunun yanında gerçekliğe bağlı taraf için varoluşsal bir mecburiyettir. Eğer gerçekliğe bağlı taraf, gerçekliği çarpıtan tarafla bir uzlaşmaya varırsa sonuç gerçekliğin inkârı olacaktır. Çünkü “ne gerçek ne gerçek olmayan” diye bir sentez yoktur! Eğer gerçek “zamanın belli bir bölümünde şöyle ve diğer bölümünde başka bir şeyse” bu zamanın “bir bölüm ve diğer bölüm” diye ayrılması ile ancak mümkün olabilir. Zamanın “bir bölümü” denen bölümünde tek bir gerçeklik var olabilir. Görüldüğü gibi gerçekliğin tekliği üzerindeki tartışma dahi ancak evrenlerin farklılığı kabul edildiğinde anlamlı hale gelmektedir.

O halde bu evrende nasıl bir yargıya varabiliyoruz? Ya “paralel evrende” cinayet suç olarak kabul edilmiyorsa? O zaman orada bulunmamız gerekirdi. Orada bulunduğumuzda ise oranın sınırlayıcıları devreye girer ve bu sefer zaten biz “biz” olmayız. Yani bu dünyanın yargılarıyla başka bir evrende var olamayız. Onun için içinde yaşadığımız evrenin sınırlayıcılığı yani hakikati neyse hükümlerimizi ona göre vermemiz gerekmektedir.

Bzim, öldürmemek, gasp etmemek ve yalan söylememek ile ilgili “mutlaklarımızı” tartışmaya açabileceğini söyleyen birisi gerçekliği tartışmaya açabileceğini söylemektedir. Bizim zarar vermemek irademizin mutlak olmadığını iddia eden biri zarar vermenin bir sınırlayıcı olmadığını iddia eden kişidir.

Ve bu şekilde “mutlaklıktan” kaçabileceğini iddia edebilen biriyle uzlaşmak bütün varlığımızı, sevdiklerimizi keyfine göre hareket edecek bir zorbanın ellerine teslim etmek anlamına gelecektir.

Bundan dolayıdır ki meselâ demokrasiyi mutlak bir uzlaşma rejimi olarak ele alanlar, demokrasiyi kaçınılmaz olarak bir çoğunluk diktası haline getirirler.

İnsanlar arasındaki doğal barış hali, kötülükle uzlaşılmayacağı konusundaki derin ve mutlak uzlaşmaya dayanır. Kötülüğün mantığının(!) varoluşumuza aykırı olduğunu keşfetmemiz sayesindedir ki katilleri aramızda barındırmayız. Hırsızları kınar ve toplumdan uzaklaştırırız, yalancılara itibar etmez ve onlarla iş yapmayız.

Zehirle şekerin uzlaşması, şekerin değil, zehrin işine gelir. Zehirlenmiş bir şeker ancak bir dakikalık lezzet verir ama bu zehrin işlevini görmesine yarar. Zehirli bir şeker, öldürücüdür!

Bir hırsızla uzlaşmaya gitmek demek onun gaspına razı olmak demektir. Etnik ırkçılıkla uzlaşmak demek bir ülkenin ırk temlinde resmen ayrışmasına razı olmak demektir. Mülkiyetin reddiyle uzlaşmak demek elimizdeki avucumuzdaki her şeyin gasp edilip birilerine dağıtılmasına razı olmak demektir.

Uzlaşma bir ahlâkî mecburiyet olmadığı gibi bir üslup meselesi de değildir. Gerçeği reddetmenin ahlâkî sonuçlarından hiçbir nezaket gösterisiyle kaçamazsınız. Bundan dolayıdır ki meselâ etnik ırkçılığın bir demokratik barış projesi olduğu söylemi, katliamın ve ayrımcılığın takım elbiseli halinden başka bir şey değildir. İnsanların kimliklerinden ırklarını okumanın barışla bir ilgisinin olmadığını anlamak için dahi olmaya gerek yoktur..

Veya barışın ancak toplumda maddi eşitlikle meydana geleceğini söyleyenler size nazikçe “Elinizde avucunuzda ne varsa bize teslim etmezseniz silâhlarımızla size yapmadığımızı bırakmayacağız!” demektedirler.

Bütün bu sebeplerden neye “evet” dediğimiz kadar ve belki daha önemlisi neye “hayır” dememiz gerektiğine, ne kadar dikkat etsek azdır. Çünkü razı olduğumuz şeyler, razı olamayacağımız sonuçlara sebep olabilir. Uzlaşmamak kötülüğün egemenliğine karşı elimizdeki yegâne imkân ve aynı zamanda ahlâkî mesuliyetimizdir.



BİTTİ.

Hiç yorum yok: